30 Nisan 2012 Pazartesi
Alfabem 23'e indi
tüm anılarım kaf dağı'nın ardında kaldı
duygularım bir gece kuşunun gözbebeğinde
yel üfürdü,
sel götürdü.
kor aldı
ne'm varsa bu mor dünyada sevmekten öte.
balçık çöktü göz pınarlarıma
içimin en derininde sarı yapraklar
günler düne, dünler güne
hepsi yarına
onlar da beni bırakacaklar..
hatıralar arka odaya yığılmış
hatıralar benden uzak
bana yakın
içimi kavurur her sabah bir kez
karşı minarede titreyen ses
tüm anılarım kaf dağı'nın ardında
kanım bile benim değil artık
duygularım bir baykuşun kanadına sindi,
alfabem 23'e indi..
Zeki Müren
28 Nisan 2012 Cumartesi
Türk Yazı Devrimi, Bilal N. Şimşir
Türk Yazı Devrimi, Bilal N. Şimşir, Türk Tarih Kurumu, 1992, Ankara
Türk Yazı Devrimi’nin safhaları ve devrimin dünyada uyandırdığı yankılar anlatılmaktadır.
Eser Türk tarihi ile ilgili değerlendirmelerin yer aldığı birinci bölüm, Sovyetler Birliği ve bağlı ülkelerin Latin harflerine geçişinin konu edildiği ikinci bölüm, Türk Yazı Devriminin ayrıntılı olarak anlatıldığı üçüncü bölüm ile devrimin dış dünyadaki yankılarının üzerinde durulduğu dördüncü bölümden oluşmaktadır.
1928 yılında Türkiye’de yazı devrimi yapıldı. Yaklaşık bin yıldır kullanılmakta olan Arap yazısı bırakıldı, yerine Latin harfleri kullanılmaya başlandı. Türk Yazı Devrimi isimli kitap yazar tarafından Türk kültür tarihinde bir dönüm noktası olan Türk yazı devriminin ellinci yıl dönümü münasebetiyle yazılmıştır. Ancak bazı gecikmeler nedeniyle kaleme alındıktan ancak on beş yıl sonra yayınlanabilmiştir.
Kitabın birinci bölümünde Türk tarihi ile ilgili değerlendirmeler yer alır. Yazara göre: Genel Türk tarihi belli bir coğrafya ekseninde gelişmemiştir. Türkler dehalarını değişik eksenlerde birçok devlet kurarak göstermişlerdir. Buna paralel olarak da yer değiştirmiş, din değiştirmiş ve yazı değiştirmişlerdir.
Orta Asya’nın yerli halkı olan Türklerin en eski yazısı hakkında henüz yeterince bilgi yoktur. Bilinen en eski Türk yazılı belgeleri Köktürk hanedanı döneminden VII ve VIII inci yüzyıllardan kalmadır. Bunların en eskisi 688–692 yılları arasında yazıldığı sanılan Gobi yöresi yazıtıdır. Elli yıl sonra 732-733 yıllarında Orhun yazıtları dikilmiştir. Dolayısıyla ilk bilinen Türk alfabesi Köktürk alfabesidir. Köktürk’lerin mirasçıları Uygurlar Köktürk alfabesini bırakmış, Uygur alfabesini geliştirmişlerdir. Türkler aynı dönemde, Sogud, Mani, Brahmi yazılarını kullanmışlardır. Yer yer Tibet, Çin, Moğol-Passepa ve Nasturi-Süryani yazılarını da kullanmışlardır. Dokuzuncu yüzyılın ortalarına doğru Türkler Müslümanlığın ve dolayısıyla Arap yazısının etkisine girmişlerdir. Selçuklular döneminde Arapça, İslam dünyasının artık ortak yazı dili olmaya başlar.
Bu gelişmelerle yaklaşık bin yıl sürecek çile başlamıştır. Çünkü Arapça ve Türkçe arasında yapısal çelişkiler mevcuttur. Bu çelişkileri gidermek maksadıyla zaman zaman Arapça yazısının Türkçe uygulama denemeleri yapılmıştır. Türkçe ile Arapça arasındaki farklılıklara kısa göz atılacak olursa: Türkçe’nin en önemli özelliklerinden birisi ünlülerin bolluğudur. Ancak Arap alfabesinde yalnızca üç ünlü vardır. Yine Arapça’da birkaç kelime tek bir şekilde yazılabilmektedir, örneğin döl, dul, dol sözcükleri Arap harfleri ile aynı kelime ile gösterilebilmektedir. Arapça harflerinin diğer bir özelliği de sözcüğün başında, ortasında ve sonunda bulunması durumuna göre farklı şekil almalarıdır. Basit olarak hesaplanacak olursa, bir harf üç, on harf otuz, otuz üç harfe yükseltilmiş Arap alfabesi doksan dokuz harfli gibi olmaktadır. Bir ilkokul öğrencisinin böyle bir yazıyı öğrenmesi için üç ila dört yıllık bir zaman gerekmektedir. Bu dönemde Arapça ve Farsça bilmeyen bir kimsenin ise Türkçe okuyup yazması olanaksızdır. Arap yazısının asıl güçlüğü buradadır. Arapça’nın Türkçe üzerindeki bir başka yıkıcı etkisi de Türk kitleleri arasında yarattığı şive farklılıkları olmuştur.
Osmanlı Devletini batıya doğru genişlemesi nedeniyle Avrupalılar Osmanlı ile ilişki kurma ihtiyacı hissetmişlerdir. Bu maksatla, Türkçe’nin Latin harfleriyle gösterildiği çeviri yazıları kullanmışlardır. Çeviri yazı, Osmanlı’da kullanılan harflerin karşılığının Latin alfabesi ile gösterilmiş biçimidir.
Tanzimat dönemine gelindiğinde Türk alfabesi konusunda bir uyanış görülür. Arap alfabesinin Türk diline uymadığı, öğrenilmesi ve kullanılmasının zor olduğu fark edilir. Bu yazının düzeltilmesi veya değiştirilmesi gerektiğini düşünmeye başlayanlar çıkar. Osmanlı aydınları arasında tartışma başlar. Bu dönemde Latin yazısının bir dünya yazısı durumuna geldiği ve Arap yazısından üstün olduğu artık kabul edilir. Osmanlı Devleti bu dönemde uluslar arası yazışmalarda Latin harflerini kullanmaya başlar. Osmanlı imparatorluğunda yaşayan Arnavutlar Latin yazısının ilk kullanan topluluk olur. Türkiye’de dönemin özellikleri nedeniyle Latin harflerinin kullanılması 1928’den önce gerçekleşmez. Bu arada Namık Kemal gibi bazı yazarlar eski harflerin kullanılmasından yanadır. Çünkü eski yazıyla yazılmış yapıtları yeni yazıya aktarmak gerekecektir. Namık Kemal, Osmanlı Devleti bünyesindeki azınlık çocuklarının beş altı ayda okumayı öğrendiklerini, buna karşın Türk çocuklarının ancak üç dört yılda okumayı öğrendiklerini belirtir. Bunun nedeni aslında eğitim sisteminde yattığını düşünmektedir. Tartışmalar sürüp gitmektedir. İkinci Abdülhamit bir aralık Latin harflerini alma eğilimi gösterir, ancak bu düşüncesinin gerçekleştiremez. Bu dönemde iki bin beş yüz yıllık tarihi olan Latin alfabesi diğer alfabelere üstünlük sağlamaya başlar. Artık posta ve telefon haberleşmelerinde, ticari ilişkilerde, uluslar arası ilişkilerde hep Latin harfleri kullanılmaya başlanır. Başka bir biçimde söylemek gerekirse denilebilir ki; Tanzimatla birlikte Türkiye yazı bakımından bir yol ayırımına gelir. İlerde kesinlikle Batı uygarlığına katılmaya karar verdiği gün, yazısı ile de uygar dünyanın yanında olma gereğini duyar.
İkinci meşrutiyet döneminde yazı tartışmaları artar. Teorik tartışmalardan öteye pratik denemelere de geçilir. Ancak bu dönemin aydınlarının büyük çoğunluğu devrimci değil ıslahatçıdır. Aydınlar, Arap alfabesini tümüyle değiştirmek yerine ıslah etmeyi düşünmektedirler. Arap yazısını Türk diline uydurmak için çeşitli ıslahat projeleri ve düzeltilmiş Arap alfabesi örnekleri ortaya atılır. Ama bütün bu çabalar başarısız denemelerden öteye geçmez ve soruna köklü bir çözüm getirmez. Türk yazı devrimini yapmak Cumhuriyet rejimine kalır.
Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı ertesinde gerek Türkiye Türkleri gerekse Rusya Türkleri bir devrim çağına girerler. Rusya’da çarlık, Türkiye’de Osmanlı rejimleri yıkılır. Yollar başka başka olsa da her iki ülkede devrimci rejimler işbaşına gelmeye başlar. Türk dünyası, tarihinin en köklü devrimlerini yaşamağa başlar. Yazı devrimi için elverişli ortam oluşmaya başlar. İlk kez Yakut Türkleri 1918 yılında Latin yazısını kullanmaya başlar. Onları Azeriler izler. 1922 yılında Sovyet Azerbaycanın’da Arap yazısından Latin yazısına yönelme eğilimi belirir. Bu dönemde Türkiye Cumhuriyeti’nde Latin harfleri ile ilgili tartışmalar sürüp gitmektedir. Mustafa Kemal Cumhuriyet’in ilanından sonraki ilk beş yıllık dönem içerisinde konuyu hiç gündeme getirmez. Hüseyin Cahit Yalçın’ın ‘neden Latin yazısının kullanmıyoruz?’ sorusuna ise ‘daha zamanı gelmemiştir’ diye cevap verir. Çünkü bu dönemde genç Cumhuriyet farklı sorunlarla meşguldür. 1924 yılında halifeliğin kaldırılması, 1925’te Şeyh Sait ayaklanması, 1926’da kendisine karşı girişilen suikast, 1927’de de Nutuk’un hazırlanması gündemi işgal etmiştir. Bu dönemde dikkat çeken olaylardan birisi de İsmet Paşa ve Kazım Karabekir Paşa gibi Ulu Önder’in yakın silah arkadaşlarının yazı devrimine karşı olmalarıdır. Özellikle İsmet Paşa Latin harflerinin kullanılmasına karşı direnir, direnişinin gerekçesi ise şöyledir: Kolay yazıp okumaya muhtaç ve alışkın nesillerin birden okuyamaz ve yazamaz hale gelmelerinin hesapsız mahzurları olduğunu düşünür. Bütün bu dirençlerin kırılmasının ardında Atatürk 1928’de yazı devrimini gerçekleştirir.
Yazar, kitabın ikinci bölümünde Sovyetler Birliği ve bağlı ülkelerinin Latin harflerine geçişi üzerinde durur: Sovyet Türklerinden ve diğer Türklerden çok uzak kalan Yakut Türkleri ilk olarak Latin harflerini kullanmaya başlarlar. Asıl önem taşıyan akım ise Yakut Türklerinden sonra Azeri Türklerinin Latin harflerini kullanmasıyla başlar. Bakü’de 1922 yılı Mayıs ayında toplanan Türk Elifba Komitesi, Latin harflerini temel alan yeni bir Türk alfabesi geliştirir. Bu alfabe ile bazı okullarda öğretime başlanır, yeni yüzyıl isimli bir gazete çıkarılır ve devlet dairelerinde de bu alfabe adım adım kullanılmaya başlanır. 26 Şubat-6 Mart tarihleri arasında Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de Birinci Uluslar arası Türkoloji Kongresi toplanır. Sovyet hükümeti, bir Türkoloji Kongresi toplanmasına karar verirken, Türkiye’de hazırlanmakta olan yazı devriminden önce Sovyet Türklerinin Latin yazısına geçişini sağlamayı hedeflemiştir. Böylece Türkoloji’nin merkezinin Sovyet topraklarına kaydığını göstermeye çalışmıştır. Ayrıca Sovyet topraklarında ortaya çıkabilecek Pantürkist akımları önlemeyi, iki akımı birbirine vurdurmayı da düşünmüştür. Bu konularda görüşülen konulardan birisi de Türk alfabesiydi. Azerbaycan diğer Türk devletlerine de bu alfabeyi tavsiye eder. Türkiye de kongrede temsil edilmektedir. Kongrede yeni Türk Elifbası Merkez Komitesi adını taşıyan bir kurul oluşturulur. Bu kurul 1927 yılında ‘Birleştirilmiş Yeni Türk Alfabesi’ adıyla yeni bir alfabe hazırlar. 1928 yılında Sovyetler birliği bir buyrukla bünyesinde bulunan Türk devletlerinin yeni Türk alfabesine geçiş çalışmalarını hızlandırmalarını ister. Sovyet Türkleri yavaş yavaş yeni alfabeyi kullanmaya başlarken Türkiye 1928 yılında harf devrimine geçmiştir. Türkiye gerçek Türk yazı devrimini gerçekleştirmiştir. Bu hızlı geçiş dünyayı şaşırtmış ve devrim dış basında mucize olarak nitelendirilmiştir.
Yazar, kitabın üçüncü bölümünde Türk Yazı Devrimini ayrıntılı bir şekilde anlatmaktadır: 9-10 Ağustos gecesi Atatürk, Gülhane parkında eski yazının yerine yeni Türk alfabesinin alınacağını kamuoyuna açıklamıştır. M. Kemal, ‘arkadaşlar güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz’ demiştir. Her şeyde öncü olduğu gibi harf devriminin de öncülüğünü yapmış kitleleri arkasından sürüklemiştir. Gülhane konuşmasından sonra yeni yazı şaşırtıcı bir hızla yayılır. Atatürk milletvekillerini ve aydınları toplayarak yeni Türk alfabesine öncülük etmelerini istemiştir. Daha sonra da bu meşaleyi Anadolu’ya giderek gittiği her yere taşır, kara tahta önüne geçer ve yeni Türk harflerini öğretir. Bu dönemde Atatürk’ün tek tutkusu yeni Türk harfleridir. 1 Kasım 1928’de yeni Türk harflerinin kabulü hakkındaki kanun TBMM’den geçer. Kanunun geçtiği tarihte yurdun büyük bir kısmında yeni Türk harfleri çoktan kullanılmaya başlamıştır. 7 Kasım 1928 günü başbakan İsmet İnönü yeni yazının geniş halk kitlelerine ulaşmasını sağlamak maksadıyla Millet Mekteplerinin açılacağını duyurur. 10 Ocak 1929’da açılan ulus okullarına devam eden 2.305.924 kişiden 1.124.926 kişi yeni yazıyı öğrenip diploma alır. Yurt genelinde yapılan çalışmalarda beş yılda üç milyon kişi okuma yazma öğrenmiş, okuma yazma oranı üç kat artmıştır.
Yazar, kitabın dördüncü bölümünde Türk Yazı Devriminin dış basındaki yankıları üzerinde durmaktadır: Dış basında devrim son derece önemli bir olay olarak değerlendirilir. Devrim öncesi, dış basında Türkiye hakkında oldukça olumsuz yazılar yazılmaktadır. Devrim sadece Türk halkları için değil Asya devletleri için de bir dönüm noktası olarak kabul edilir.
New York Times devrime şu şekilde yer verir: ‘Kemal Paşa çağımızın baş reformcusudur. Bu konuda çok konuşmaz ama inatçı, savaşkan, gelenekçi bir soyu ıslah eder. Bu büyük Türk yenilikçisi Bab-ı Âli’yi bir kenara itti, İslamlığın başını alaşağı etti, Türk kadınının yüzündeki peçeyi yırttı, Türk erkeğinin başındaki fesi attı. Batı yasalarını aldı ve şimdi Arap alfabesinin yerine Latin alfabesinin alınmasını irade buyurdu.
National Geographic dergisi konuyu şöyle ele alır: ‘Kalem kılıçtan daha üstünse, Türkiye yeni zaferler kazanma yolundadır.’
Fransız basını olaya şöyle yer vermektedir: Harikulade bir olay, yüzyıllardır içinde bulunduğu siyasal ve sosyal kölelikten kurtulan Türkiye, geçmişin mirasını bıraktığı cahilliğin ağır yükünü de üzerinden atmayı kesinlikle başaracaktır. Harf devrimi, yeni Türkiye’nin gururla seçtiği yükseliş yolunun en kesin, en çetin aynı zamanda en onurlu aşamalarından biri olacaktır.
Kitabın beşinci bölümünde yazar Türk Yazı Devrimi sonrası olaylara değinir: Türkiye Cumhuriyeti dışında kalan eski Osmanlı topraklarında milyonlarca Türk yaşamaktadır. Türk yazı devrimi öncelikle bu soydaşlarımızı etkilemiştir. Hatay, Kıbrıs, Bulgaristan, Romanya, Yunanistan ve Yugoslavya’da yaşayan Türkler, Türkiye’yi izlediler. O zamana kadar kullandıkları eski Arap yazısını bırakıp yeni Türk alfabesini kullanmaya başladılar. Bulgaristan Türkleri yeni Türk yazısını benimseyen ilk Türk azınlığı oldu ve Türkler ile aynı zamanda yeni alfabeyi kullanmaya başladılar. Bulgar Türklerinin bu girişimi Bulgar hükümeti tarafından durdurulmaya çalışılmış ancak Türkiye’nin üst üste girişimleri neticesinde 1930 yılında Bulgaristan hükümeti Türk azınlık okullarında Türk harfleriyle eğitime izin vermiştir. Ancak 1984’de Bulgaristan’da komünist rejime geçilmesiyle birlikte Türkçe okumak hatta konuşmak bile yasaklanmıştır. 1989’da rejimin değişmesiyle birlikte Türkçe yeniden canlanmaya başlamıştır.
Batı’da durum böyle iken Doğu Türkistan’da Türk Yazı Devrimi etkilerini kısa zamanda gösterememiştir. Bunda en önemli sebep Uygurların bağımsız olmamalarıdır. 1955’te Çin Halk Cumhuriyeti içerisinde özerkliğini kazanan ve Sincan Uygur Özerk Bölgesi adını alan Doğu Türkistan’da 1956 yılında Arap harflerinin yerine Kiril alfabesinin kullanılması kararlaştırılır. Daha sonra Çin-Sovyet ilişkilerinin bozulması üzerine Kiril alfabesinin kullanılmasından vazgeçilir. 1965 yılından itibaren Latin harfleri kullanılmaya başlanır. Ancak Çin Suudi Arabistan, İran gibi Müslüman ülkelere jest yapmak için Uygur Türklerinin tekrar Arap alfabesini kullanmasını zorunlu kılmıştır.
1928 yılında Türkiye’de yazı devrimi yapıldı. Yaklaşık bin yıldır kullanılmakta olan Arap yazısı bırakıldı, yerine Latin harfleri kullanılmaya başlandı. Türk Yazı Devrimi isimli kitap yazar tarafından Türk kültür tarihinde bir dönüm noktası olan Türk yazı devriminin ellinci yıl dönümü münasebetiyle yazılmıştır. Ancak bazı gecikmeler nedeniyle kaleme alındıktan ancak on beş yıl sonra yayınlanabilmiştir.
Kitabın birinci bölümünde Türk tarihi ile ilgili değerlendirmeler yer alır. Yazara göre: Genel Türk tarihi belli bir coğrafya ekseninde gelişmemiştir. Türkler dehalarını değişik eksenlerde birçok devlet kurarak göstermişlerdir. Buna paralel olarak da yer değiştirmiş, din değiştirmiş ve yazı değiştirmişlerdir.
Orta Asya’nın yerli halkı olan Türklerin en eski yazısı hakkında henüz yeterince bilgi yoktur. Bilinen en eski Türk yazılı belgeleri Köktürk hanedanı döneminden VII ve VIII inci yüzyıllardan kalmadır. Bunların en eskisi 688–692 yılları arasında yazıldığı sanılan Gobi yöresi yazıtıdır. Elli yıl sonra 732-733 yıllarında Orhun yazıtları dikilmiştir. Dolayısıyla ilk bilinen Türk alfabesi Köktürk alfabesidir. Köktürk’lerin mirasçıları Uygurlar Köktürk alfabesini bırakmış, Uygur alfabesini geliştirmişlerdir. Türkler aynı dönemde, Sogud, Mani, Brahmi yazılarını kullanmışlardır. Yer yer Tibet, Çin, Moğol-Passepa ve Nasturi-Süryani yazılarını da kullanmışlardır. Dokuzuncu yüzyılın ortalarına doğru Türkler Müslümanlığın ve dolayısıyla Arap yazısının etkisine girmişlerdir. Selçuklular döneminde Arapça, İslam dünyasının artık ortak yazı dili olmaya başlar.
Bu gelişmelerle yaklaşık bin yıl sürecek çile başlamıştır. Çünkü Arapça ve Türkçe arasında yapısal çelişkiler mevcuttur. Bu çelişkileri gidermek maksadıyla zaman zaman Arapça yazısının Türkçe uygulama denemeleri yapılmıştır. Türkçe ile Arapça arasındaki farklılıklara kısa göz atılacak olursa: Türkçe’nin en önemli özelliklerinden birisi ünlülerin bolluğudur. Ancak Arap alfabesinde yalnızca üç ünlü vardır. Yine Arapça’da birkaç kelime tek bir şekilde yazılabilmektedir, örneğin döl, dul, dol sözcükleri Arap harfleri ile aynı kelime ile gösterilebilmektedir. Arapça harflerinin diğer bir özelliği de sözcüğün başında, ortasında ve sonunda bulunması durumuna göre farklı şekil almalarıdır. Basit olarak hesaplanacak olursa, bir harf üç, on harf otuz, otuz üç harfe yükseltilmiş Arap alfabesi doksan dokuz harfli gibi olmaktadır. Bir ilkokul öğrencisinin böyle bir yazıyı öğrenmesi için üç ila dört yıllık bir zaman gerekmektedir. Bu dönemde Arapça ve Farsça bilmeyen bir kimsenin ise Türkçe okuyup yazması olanaksızdır. Arap yazısının asıl güçlüğü buradadır. Arapça’nın Türkçe üzerindeki bir başka yıkıcı etkisi de Türk kitleleri arasında yarattığı şive farklılıkları olmuştur.
Osmanlı Devletini batıya doğru genişlemesi nedeniyle Avrupalılar Osmanlı ile ilişki kurma ihtiyacı hissetmişlerdir. Bu maksatla, Türkçe’nin Latin harfleriyle gösterildiği çeviri yazıları kullanmışlardır. Çeviri yazı, Osmanlı’da kullanılan harflerin karşılığının Latin alfabesi ile gösterilmiş biçimidir.
Tanzimat dönemine gelindiğinde Türk alfabesi konusunda bir uyanış görülür. Arap alfabesinin Türk diline uymadığı, öğrenilmesi ve kullanılmasının zor olduğu fark edilir. Bu yazının düzeltilmesi veya değiştirilmesi gerektiğini düşünmeye başlayanlar çıkar. Osmanlı aydınları arasında tartışma başlar. Bu dönemde Latin yazısının bir dünya yazısı durumuna geldiği ve Arap yazısından üstün olduğu artık kabul edilir. Osmanlı Devleti bu dönemde uluslar arası yazışmalarda Latin harflerini kullanmaya başlar. Osmanlı imparatorluğunda yaşayan Arnavutlar Latin yazısının ilk kullanan topluluk olur. Türkiye’de dönemin özellikleri nedeniyle Latin harflerinin kullanılması 1928’den önce gerçekleşmez. Bu arada Namık Kemal gibi bazı yazarlar eski harflerin kullanılmasından yanadır. Çünkü eski yazıyla yazılmış yapıtları yeni yazıya aktarmak gerekecektir. Namık Kemal, Osmanlı Devleti bünyesindeki azınlık çocuklarının beş altı ayda okumayı öğrendiklerini, buna karşın Türk çocuklarının ancak üç dört yılda okumayı öğrendiklerini belirtir. Bunun nedeni aslında eğitim sisteminde yattığını düşünmektedir. Tartışmalar sürüp gitmektedir. İkinci Abdülhamit bir aralık Latin harflerini alma eğilimi gösterir, ancak bu düşüncesinin gerçekleştiremez. Bu dönemde iki bin beş yüz yıllık tarihi olan Latin alfabesi diğer alfabelere üstünlük sağlamaya başlar. Artık posta ve telefon haberleşmelerinde, ticari ilişkilerde, uluslar arası ilişkilerde hep Latin harfleri kullanılmaya başlanır. Başka bir biçimde söylemek gerekirse denilebilir ki; Tanzimatla birlikte Türkiye yazı bakımından bir yol ayırımına gelir. İlerde kesinlikle Batı uygarlığına katılmaya karar verdiği gün, yazısı ile de uygar dünyanın yanında olma gereğini duyar.
İkinci meşrutiyet döneminde yazı tartışmaları artar. Teorik tartışmalardan öteye pratik denemelere de geçilir. Ancak bu dönemin aydınlarının büyük çoğunluğu devrimci değil ıslahatçıdır. Aydınlar, Arap alfabesini tümüyle değiştirmek yerine ıslah etmeyi düşünmektedirler. Arap yazısını Türk diline uydurmak için çeşitli ıslahat projeleri ve düzeltilmiş Arap alfabesi örnekleri ortaya atılır. Ama bütün bu çabalar başarısız denemelerden öteye geçmez ve soruna köklü bir çözüm getirmez. Türk yazı devrimini yapmak Cumhuriyet rejimine kalır.
Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı ertesinde gerek Türkiye Türkleri gerekse Rusya Türkleri bir devrim çağına girerler. Rusya’da çarlık, Türkiye’de Osmanlı rejimleri yıkılır. Yollar başka başka olsa da her iki ülkede devrimci rejimler işbaşına gelmeye başlar. Türk dünyası, tarihinin en köklü devrimlerini yaşamağa başlar. Yazı devrimi için elverişli ortam oluşmaya başlar. İlk kez Yakut Türkleri 1918 yılında Latin yazısını kullanmaya başlar. Onları Azeriler izler. 1922 yılında Sovyet Azerbaycanın’da Arap yazısından Latin yazısına yönelme eğilimi belirir. Bu dönemde Türkiye Cumhuriyeti’nde Latin harfleri ile ilgili tartışmalar sürüp gitmektedir. Mustafa Kemal Cumhuriyet’in ilanından sonraki ilk beş yıllık dönem içerisinde konuyu hiç gündeme getirmez. Hüseyin Cahit Yalçın’ın ‘neden Latin yazısının kullanmıyoruz?’ sorusuna ise ‘daha zamanı gelmemiştir’ diye cevap verir. Çünkü bu dönemde genç Cumhuriyet farklı sorunlarla meşguldür. 1924 yılında halifeliğin kaldırılması, 1925’te Şeyh Sait ayaklanması, 1926’da kendisine karşı girişilen suikast, 1927’de de Nutuk’un hazırlanması gündemi işgal etmiştir. Bu dönemde dikkat çeken olaylardan birisi de İsmet Paşa ve Kazım Karabekir Paşa gibi Ulu Önder’in yakın silah arkadaşlarının yazı devrimine karşı olmalarıdır. Özellikle İsmet Paşa Latin harflerinin kullanılmasına karşı direnir, direnişinin gerekçesi ise şöyledir: Kolay yazıp okumaya muhtaç ve alışkın nesillerin birden okuyamaz ve yazamaz hale gelmelerinin hesapsız mahzurları olduğunu düşünür. Bütün bu dirençlerin kırılmasının ardında Atatürk 1928’de yazı devrimini gerçekleştirir.
Yazar, kitabın ikinci bölümünde Sovyetler Birliği ve bağlı ülkelerinin Latin harflerine geçişi üzerinde durur: Sovyet Türklerinden ve diğer Türklerden çok uzak kalan Yakut Türkleri ilk olarak Latin harflerini kullanmaya başlarlar. Asıl önem taşıyan akım ise Yakut Türklerinden sonra Azeri Türklerinin Latin harflerini kullanmasıyla başlar. Bakü’de 1922 yılı Mayıs ayında toplanan Türk Elifba Komitesi, Latin harflerini temel alan yeni bir Türk alfabesi geliştirir. Bu alfabe ile bazı okullarda öğretime başlanır, yeni yüzyıl isimli bir gazete çıkarılır ve devlet dairelerinde de bu alfabe adım adım kullanılmaya başlanır. 26 Şubat-6 Mart tarihleri arasında Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de Birinci Uluslar arası Türkoloji Kongresi toplanır. Sovyet hükümeti, bir Türkoloji Kongresi toplanmasına karar verirken, Türkiye’de hazırlanmakta olan yazı devriminden önce Sovyet Türklerinin Latin yazısına geçişini sağlamayı hedeflemiştir. Böylece Türkoloji’nin merkezinin Sovyet topraklarına kaydığını göstermeye çalışmıştır. Ayrıca Sovyet topraklarında ortaya çıkabilecek Pantürkist akımları önlemeyi, iki akımı birbirine vurdurmayı da düşünmüştür. Bu konularda görüşülen konulardan birisi de Türk alfabesiydi. Azerbaycan diğer Türk devletlerine de bu alfabeyi tavsiye eder. Türkiye de kongrede temsil edilmektedir. Kongrede yeni Türk Elifbası Merkez Komitesi adını taşıyan bir kurul oluşturulur. Bu kurul 1927 yılında ‘Birleştirilmiş Yeni Türk Alfabesi’ adıyla yeni bir alfabe hazırlar. 1928 yılında Sovyetler birliği bir buyrukla bünyesinde bulunan Türk devletlerinin yeni Türk alfabesine geçiş çalışmalarını hızlandırmalarını ister. Sovyet Türkleri yavaş yavaş yeni alfabeyi kullanmaya başlarken Türkiye 1928 yılında harf devrimine geçmiştir. Türkiye gerçek Türk yazı devrimini gerçekleştirmiştir. Bu hızlı geçiş dünyayı şaşırtmış ve devrim dış basında mucize olarak nitelendirilmiştir.
Yazar, kitabın üçüncü bölümünde Türk Yazı Devrimini ayrıntılı bir şekilde anlatmaktadır: 9-10 Ağustos gecesi Atatürk, Gülhane parkında eski yazının yerine yeni Türk alfabesinin alınacağını kamuoyuna açıklamıştır. M. Kemal, ‘arkadaşlar güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz’ demiştir. Her şeyde öncü olduğu gibi harf devriminin de öncülüğünü yapmış kitleleri arkasından sürüklemiştir. Gülhane konuşmasından sonra yeni yazı şaşırtıcı bir hızla yayılır. Atatürk milletvekillerini ve aydınları toplayarak yeni Türk alfabesine öncülük etmelerini istemiştir. Daha sonra da bu meşaleyi Anadolu’ya giderek gittiği her yere taşır, kara tahta önüne geçer ve yeni Türk harflerini öğretir. Bu dönemde Atatürk’ün tek tutkusu yeni Türk harfleridir. 1 Kasım 1928’de yeni Türk harflerinin kabulü hakkındaki kanun TBMM’den geçer. Kanunun geçtiği tarihte yurdun büyük bir kısmında yeni Türk harfleri çoktan kullanılmaya başlamıştır. 7 Kasım 1928 günü başbakan İsmet İnönü yeni yazının geniş halk kitlelerine ulaşmasını sağlamak maksadıyla Millet Mekteplerinin açılacağını duyurur. 10 Ocak 1929’da açılan ulus okullarına devam eden 2.305.924 kişiden 1.124.926 kişi yeni yazıyı öğrenip diploma alır. Yurt genelinde yapılan çalışmalarda beş yılda üç milyon kişi okuma yazma öğrenmiş, okuma yazma oranı üç kat artmıştır.
Yazar, kitabın dördüncü bölümünde Türk Yazı Devriminin dış basındaki yankıları üzerinde durmaktadır: Dış basında devrim son derece önemli bir olay olarak değerlendirilir. Devrim öncesi, dış basında Türkiye hakkında oldukça olumsuz yazılar yazılmaktadır. Devrim sadece Türk halkları için değil Asya devletleri için de bir dönüm noktası olarak kabul edilir.
New York Times devrime şu şekilde yer verir: ‘Kemal Paşa çağımızın baş reformcusudur. Bu konuda çok konuşmaz ama inatçı, savaşkan, gelenekçi bir soyu ıslah eder. Bu büyük Türk yenilikçisi Bab-ı Âli’yi bir kenara itti, İslamlığın başını alaşağı etti, Türk kadınının yüzündeki peçeyi yırttı, Türk erkeğinin başındaki fesi attı. Batı yasalarını aldı ve şimdi Arap alfabesinin yerine Latin alfabesinin alınmasını irade buyurdu.
National Geographic dergisi konuyu şöyle ele alır: ‘Kalem kılıçtan daha üstünse, Türkiye yeni zaferler kazanma yolundadır.’
Fransız basını olaya şöyle yer vermektedir: Harikulade bir olay, yüzyıllardır içinde bulunduğu siyasal ve sosyal kölelikten kurtulan Türkiye, geçmişin mirasını bıraktığı cahilliğin ağır yükünü de üzerinden atmayı kesinlikle başaracaktır. Harf devrimi, yeni Türkiye’nin gururla seçtiği yükseliş yolunun en kesin, en çetin aynı zamanda en onurlu aşamalarından biri olacaktır.
Kitabın beşinci bölümünde yazar Türk Yazı Devrimi sonrası olaylara değinir: Türkiye Cumhuriyeti dışında kalan eski Osmanlı topraklarında milyonlarca Türk yaşamaktadır. Türk yazı devrimi öncelikle bu soydaşlarımızı etkilemiştir. Hatay, Kıbrıs, Bulgaristan, Romanya, Yunanistan ve Yugoslavya’da yaşayan Türkler, Türkiye’yi izlediler. O zamana kadar kullandıkları eski Arap yazısını bırakıp yeni Türk alfabesini kullanmaya başladılar. Bulgaristan Türkleri yeni Türk yazısını benimseyen ilk Türk azınlığı oldu ve Türkler ile aynı zamanda yeni alfabeyi kullanmaya başladılar. Bulgar Türklerinin bu girişimi Bulgar hükümeti tarafından durdurulmaya çalışılmış ancak Türkiye’nin üst üste girişimleri neticesinde 1930 yılında Bulgaristan hükümeti Türk azınlık okullarında Türk harfleriyle eğitime izin vermiştir. Ancak 1984’de Bulgaristan’da komünist rejime geçilmesiyle birlikte Türkçe okumak hatta konuşmak bile yasaklanmıştır. 1989’da rejimin değişmesiyle birlikte Türkçe yeniden canlanmaya başlamıştır.
Batı’da durum böyle iken Doğu Türkistan’da Türk Yazı Devrimi etkilerini kısa zamanda gösterememiştir. Bunda en önemli sebep Uygurların bağımsız olmamalarıdır. 1955’te Çin Halk Cumhuriyeti içerisinde özerkliğini kazanan ve Sincan Uygur Özerk Bölgesi adını alan Doğu Türkistan’da 1956 yılında Arap harflerinin yerine Kiril alfabesinin kullanılması kararlaştırılır. Daha sonra Çin-Sovyet ilişkilerinin bozulması üzerine Kiril alfabesinin kullanılmasından vazgeçilir. 1965 yılından itibaren Latin harfleri kullanılmaya başlanır. Ancak Çin Suudi Arabistan, İran gibi Müslüman ülkelere jest yapmak için Uygur Türklerinin tekrar Arap alfabesini kullanmasını zorunlu kılmıştır.
Mutlu haftasonu !!!
Mutlu haftasonu !!!
Çok uzun ara verdim di mi ?!? Vallahi billahi hiç vaktim yok.O bu derken bakmışım akşam olmuş, ben yorgun ,ben bitkin.Bu da yetmezmiş gibi üç gün Efenin böcek alerjisiyle uğraştık.Okul bahçesinde böcekler tarafından ısırılıp feci alerji olmuş beyaz tenli bebeğim,sadece o değil bir sürü çocuk ve yetişkin de aynı durumdaydı.Bu arada 3 kilo verdim.Pilates süper işe yarıyor.İlk haftalarda mekik çekemeyen,bacağını açamayan ben şimdi uçuyorum.Üstelik bel ve boyun ağrım tarih oldu :)))
Şimdilik bu kadar .Sanırım Paris'e gidip gelene kadar benden hayır yok.Tatil modu beni fena şekilde tembelliğe soktu.
Herkese şahane bir haftasonu diliyorum !!!
Eklemedir koca konak ekleme
Eklemedir koca konak ekleme
Eklemedir koca konak ekleme (aman aman)Nazlı da yârim yine yine geldi aklımaNasıl edeyim başımdaki sevdaya (aman aman)Aman aman dostlar yoldan geldim yorgunumOrta da boylu bir güzele vurgunumBizim bağın menekşesi al olur (aman aman)Âlem de sevdiğine de yanar kul olurSevdiğini alamayan delolur (aman aman)Haydi haydi gidelim aynalı kavağa üçümüzTaze de şeftalidir
27 Nisan 2012 Cuma
ARKADAŞLAR CUMA GÜNÜ ALLAH NASİP EDERSE EV TAŞIYORUM
ARKADAŞLAR BAZI RAHATSIZLIKLARIM YÜZÜNDEN VE OTURDUĞUM YERDE ASANSÖR OLAMADIĞI İÇİN ( 5 İNCİ KATTA OTURUYORUZ )EVİMİ DEĞİŞTİRMEK ZORUNDA KALDIM ALLAH NASİP EDERSE BU CUMA GÜNÜ TAŞINIYORUZ BİR KAÇ GÜN ARA VEREBİLİRİM İNTERNET BAĞLANTISI VE YERLEŞME TELAŞI NEDENİYLE
SİPARİŞ ÖRDÜĞÜM BEBEK YELEĞİ
SİPARİŞ ÖRDÜĞÜM BEBEK YELEĞİ
Kayserili İle Terzi
Kayseri`li Ali`ye babası hayat dersi veriyormuş oğlum senden ne kadar isterlerse istesinler yarısından fazla verme.
Ali birgün terziye takım elbise diktirmiş.
Kayseri`li sormuş borcum nedir?
Terzi cevap vermiş 6 milyon
Kayseri`li mümkün değil 3 milyon demiş.
Terzi kurtarmaz 4 milyon demiş.
Kayseri`li mümkün değil 2 milyondan fazla vermem demiş.
Terzi lanet olsun tamam demiş.
Bu sefer Kayseri`li 1 milyondan fazla vermem demiş.
Terzi sinirlenmiş para falan istemiyorum al elbiseni defol demiş.
Kayseri`li bir takım elbise daha dikmezsen şurdan şuraya gitmem demiş.
Plaka
Temel evinde oturuyormuş. Dursun gelip;
- Temel araban çalınıyor demiş.
Temel arabanın arkasından koşmuş ve bir süre sonra geri dönmüş. Dursun:
- Ne oldu yakalayabildin mi ? demiş.
Temel:
- Yakalayamadım ama plakasını aldım, demiş
Yeni Bir Yaşama Başlamanın En İyi Yolları Hürriyet Emlak Gazetesi'nde!
Konu gayrimenkul olduğunda nerden başlayacağınızı bilemiyorsanız, artık tüm sorunlarınızı yanıtlayacak bir kaynağınız var.
Konut projelerinden yatırım fırsatlarına, kentsel dönüşüm planlarından konut kredilerine kadar emlak sektörüyle ilgili bilmek istediğiniz herşey her Pazar yeni Hürriyet Emlak Gazetesi Yeni Bir Yaşamda...
Haftanın son günü, YENİ BİR YAŞAM’ın ilk günü.
Bir bumads advertorial içeriğidir.
Konut projelerinden yatırım fırsatlarına, kentsel dönüşüm planlarından konut kredilerine kadar emlak sektörüyle ilgili bilmek istediğiniz herşey her Pazar yeni Hürriyet Emlak Gazetesi Yeni Bir Yaşamda...
Haftanın son günü, YENİ BİR YAŞAM’ın ilk günü.
Bir bumads advertorial içeriğidir.
Dün Göztepe'nin neşeli bir âlemi vardı
Dün Göztepe'nin neşeli bir alemi vardı
Dün Göztepe'nin neşeli bir âlemi vardı
Şen kahkahanız bahçelerin koynunu sardı
Hicran ne gezer Göztepe'de gam ne arardı
Şen kahkahanız bahçelerin koynunu sardı
Beste: Teoman Alpay
Güfte: Hüseyin Mayadağ
Makam: Nihâvend
Usûl: Aksak
Form: Şarkı
Seslendiren: TRT Koro
26 Nisan 2012 Perşembe
Türkiye’nin Etnik Yapısı, Ali Tayyar Önder
Türkiye’nin Etnik Yapısı, Ali Tayyar Önder, Fark Yayınları, İstanbul, 2006
Kitapta Türkiye’deki etnik farklılıkların tarihsel kökenine inilmekte ve hemen hemen hepsinin aynı coğrafyadan ve kökenden geldikleri bilimsel olarak kanıtlanmaktadır. Yukarıda bahsi geçen küresel güçTürkiye’de var olan barış ortamını bozmak maksadıyla Kürt, Laz, Çerkes, Gürcü, Nusayri diye halkı tabakalara bölmeye çalışmaktadır.
Yazar, ülke gündemine suni olarak getirilen Türkiyelilik tanımının
hiçbir tarihi ve meşru dayanağının olmadığını ve Türk ulusunun %90’ı aşan bir çoğunluğun kendisini Türk olarak tanımladığını (bilimin ölçüt kabul ettiği etnik bakış) belirtmektedir. Ayrıca bazı kendini aydın zannedenlerin ortaya attığı etnik mozaik terimini bilimsel delillerle yok etmektedir. Şöyle ki; bir ülkenin etnik yapısının mozaik olarak tanımlanabilmesi için ülkedeki etnik grupların toplam nüfusunun ülke nüfusuna oranla en az %35’ini oluşturması gerektirmektedir. Ancak ülkemizde, hiç bir tarihi dönemde bu oran %14’ü geçmemiştir. Kaldı ki bu oran AB anketinde %9 çıkmıştır.
Kitap; içindekiler, önsöz, yirmibeş bölüm ve bibliyografyadan müteşekkildir.
1. ETNİKLİK
Dünyayı kendi çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırmayı hedefleyen çok uluslu küresel sermaye, hedefine ulaşmak için ulus devletleri, etniklik temelinde bölerek kolay lokmalar haline getirmeyi, ulusal direnci çözerek ve ulusal sınırları göstermelik kılarak küresel sermayenin önünü açmayı, dünyayı kendisi için açık bir Pazar haline getirmeyi bir strateji olarak benimsemiştir. Yazara göre bu küresel gücün öncelikli hedefi ise sahip olduğu kaynaklar, su havzaları ve de Ortadoğu ve Avrasya coğrafyasındaki stratejik konumu nedeniyle Türkiye’dir.
Yazar, ülkemizde kullanılan etnik mozaik tanımının Batılıların, Sevr ile bölemedikleri Türkiye’yi içten bölmek için özellikle, Lozan Anlaşması sonrasında belirledikleri politikalarına meşru bir zemin, altyapı, etnik dayatmalarına gerekçe oluşturmak üzere, Türkiye’ye bilinçli olarak çok ince bir şekilde empoze ettikleri maksatlı bir yakıştırma olduğunu belirtmektedir. Türkiye’nin etnik bir mozaik olduğu kabulü, aynı zamanda 1960’lı yıllardan ve özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra tek süper güç haline gelen Batı’nın, daha doğru bir tespitle Batı ülkelerine egemen çok uluslu küresel sermayenin, ulus devletleri etniklik temelinde bölerek küreselleşme adı altında kendi çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırarak, kendisi için açık bir pazara dönüştürmeyi hedefleyen politikasının Türkiye için öngördüğü stratejinin temel dayanağıdır.
Kitapta Türkiye’nin nüfusu aşağıdaki tabloda gösterildiği gibi verilmiştir:
Etnik Kimlik Nüfus Oran(%)
Türk 66.650.000 90.06
Kürt 5.000.000 6.76
Zaza 800.000 1.08
Arap 800.000 1.08
Çerkes 250.000 0.34
Laz 200.000 0.27
Diğer 300.000 0.41
Toplam 74.000.000 100.00
Burada görüldüğü gibi etnik nüfus toplamda %9.94’tür.
2. ÖN TÜRKLER TEZİ
Yazar Ön Türkler Tezi ile Türklüğün tarih sahnesindeki yerini açıklamıştır.Tarihçi Kazım Mirşan’ın üzerinde önemle durulması gereken önemli tespitleri mevcuttur. Buna göre:
a. Türklerin Tarihi; M.Ö. 15000 yıllarına dayanmaktadır.
b. Türk Dili, M. Ö. 15000’den başlayarak Orta Asya’da Ön-Türk adı verilen topluluklar tarafından oluşturuldu.
c. Bu topluluklar yerleşik devlet kurdular, göçebe değildiler.
ç. İlk Tanrı inancını geliştiren Türk’lerdir. Budizmin kökeninde Türklerin ‘altı yarıg tigin’ isimli din kitabı vardır.
d. Batı uygarlığının kurucusu ‘Etrüsk’ler’ Türk’tür ve dilleri Ön-Türkçe’dir.
e. Kökeni araştırılmayan Mısır hiyeroglatif yazısında 18 Ön-Türkçe harf mevcuttur.
f. Sümer yazısında 18 Ön-Türkçe Tamga (yazı elemanlı kaya resmi) mevcuttur.
g. Ön-Türkçe ileriki bin yıllarda Fenike-Grek-Bizans-Latin Slav alfabelerinin kökeninde yer almıştır.
ğ. Türkler, Anadolu’da M.Ö. 15000 lerden beri mevcuttur. Anadolu’nun pek çok yerinde kaya resim ve yazıları mevcuttur.
3.TÜRKİYE ETNİK NÜFUSU
Yazar Türkiye’deki etnik grupları tek tek ele alarak ilmi delilleriyle kökenlerini ortaya çıkarmıştır. Buradan hareketle Nusayri’lerin aslen, Abbasiler tarafından Roma’ya karşı Anadolu’ya yerleştirilmiş Türkmenler olduğu; Zaza’ların Kürt’lerden ayrı bir etnik oluşum olduğu ve Zazaca’nın Kürtçe’den ayrı bir dil olduğu; Çerkes’lerin çoğunun 1864 yılında Çarlık Rusyası tarafından sürgün edilen Balkarlar ve Karaçaylar ( öz be öz Türk’türler) olduğu; Laz’ların sadece Rize, Çayeli, Ardeşen bölgesinde yaşayan ve toplam nüfusu 200.000 olan bir etnik grup olduğu; Aleviliğin İslam diniyle ve eski Türk adetlerinin karışımı ile meydana geldiğini; Kürt’lerin Orta Asya’dan gelen Türkmen oymakları olduğu ve Ermenilerle hiçbir akrabalık bağının bulunmadığı delilleriyle sunulmuştur. Kürtçülük meselesinin kökeni aslında Boğazlara inemeyen Rusya’nın Basra Körfezi’ne inmek maksadıyla çizdiği yol haritası üzerindeki halklarını ilmi temele dayanmayan bölme çalışmalarıdır. Kürtlüğü ayrı bir millet gibi göstermeye çalışan Minorsky ve Nikitin tarihçi değil Rusya’nın diplomatlarıdır. Yine AB ülkemizdeki etnik grupları çok kültürlülük ve zenginlik olarak göstermeye çalışmasına karşın Fransa 17 etnik gruba rağmen etnikliği kabul etmemekte, Almanya ve Hollanda Türkçe konuşmayı yasaklamaktadır. 20’nci yüzyıla damgasını vurmuş böylesine yüksek bir uygarlığın temsilcisi olan Batı, insanlık tarihinin en kanlı ve acı dolu olaylarının suçlusudur. Batı uygarlığı sömürü, zulüm ve çıkar temeli üzerinde yükselmiştir. Avrupa, endüstri devrimine maddi birikim sağlayan kaynakları; 5 kıtayı iliklerine kadar acımasızca ve akla gelebilecek her türlü insanlık dışı yöntemlerle sömürerek sağlamıştır. 1184 yılında İtalya Verona’da kurulan din mahkemesiyle başlayan engizisyon dönemi 1808 yılında resmen son buluncaya kadar 600 yılı aşkın bir süre milyonlarca insanın işkenceyle katliamına neden olmuş, bilim yasaklanmış ve bu dönem insanlık tarihinin en kara lekesi, karanlık çağ olarak tarihe geçmiştir. Batı amansız bir Türk ve Türklük düşmanıdır. Türklüğü yok etmek planı olan Sevr’i uygulamaya koyan odur. Genç Türk Devletini boğmak için Yunan işgalini destekleyen odur. 1925 Şeyh Sait isyanının, 1926-30 Ağrı isyanlarının, 1938 Dersim, Hatay olaylarının arkasında hep Batı mevcuttur. Bu hareketler hep Türkiye’yi bölmeye, çökertmeye yöneliktir. Geçmişteki PKK terörünün ve sözde Marksist militanların arkasında da Batı mevcuttur. Batı, Türkiye’deki teröre; sadece, ülkesinde barındırdığı teröristlerle, terör eğitim merkezi kamplarıyla, silah yardımıyla değil, demokrasi ve insan hakları kılıfıyla, destek vermektedir.
Batı’nın Türkiye’ye ve Türklüğe karşı böylesine amansız düşmanlığı iki temel nedene dayalıdır. Bunlardan birincisi çıkar diğeri İslam düşmanlığıdır.
Sonuç olarak, Batı Türkiye’nin AB üyeliğini olağanüstü bir gelişme olmadıkça asla onaylamayacağı gibi Türkiye’nin bu birliğe üyeliğini vazgeçilmez hale getirecek her gelişmeyi baltalamak için her türlü komplonun hesabı içinde olacaktır ve olmaktadır.
Türkiye’deki etnik nüfusun bilimsel analiziBilimsel araştırma türünde olan eser, Türkiye’nin çeşitli üniversitelerinde öğretim görevlisi olarak görev yapan yazarın arşiv ve kaynakların titiz bir şekilde elden geçirilmesiyle meydana gelmiş ilmi değeri yüksek bir eserdir. Yazar Türkiye’nin stratejik konumu dolayısıyla ülkemizin ekonomik ve teknik ilerlemesinin önüne geçmek maksadıyla Batı’nın kendisi için sorun olarak gördüğü fakat ülkemiz için zenginlik olarak empoze etmeye çalıştığı etnik farklılıkları kanıtlarıyla yok etmektedir.
Kitapta Türkiye’deki etnik farklılıkların tarihsel kökenine inilmekte ve hemen hemen hepsinin aynı coğrafyadan ve kökenden geldikleri bilimsel olarak kanıtlanmaktadır. Yukarıda bahsi geçen küresel güçTürkiye’de var olan barış ortamını bozmak maksadıyla Kürt, Laz, Çerkes, Gürcü, Nusayri diye halkı tabakalara bölmeye çalışmaktadır.
Yazar, ülke gündemine suni olarak getirilen Türkiyelilik tanımının
hiçbir tarihi ve meşru dayanağının olmadığını ve Türk ulusunun %90’ı aşan bir çoğunluğun kendisini Türk olarak tanımladığını (bilimin ölçüt kabul ettiği etnik bakış) belirtmektedir. Ayrıca bazı kendini aydın zannedenlerin ortaya attığı etnik mozaik terimini bilimsel delillerle yok etmektedir. Şöyle ki; bir ülkenin etnik yapısının mozaik olarak tanımlanabilmesi için ülkedeki etnik grupların toplam nüfusunun ülke nüfusuna oranla en az %35’ini oluşturması gerektirmektedir. Ancak ülkemizde, hiç bir tarihi dönemde bu oran %14’ü geçmemiştir. Kaldı ki bu oran AB anketinde %9 çıkmıştır.
Kitap; içindekiler, önsöz, yirmibeş bölüm ve bibliyografyadan müteşekkildir.
1. ETNİKLİK
Dünyayı kendi çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırmayı hedefleyen çok uluslu küresel sermaye, hedefine ulaşmak için ulus devletleri, etniklik temelinde bölerek kolay lokmalar haline getirmeyi, ulusal direnci çözerek ve ulusal sınırları göstermelik kılarak küresel sermayenin önünü açmayı, dünyayı kendisi için açık bir Pazar haline getirmeyi bir strateji olarak benimsemiştir. Yazara göre bu küresel gücün öncelikli hedefi ise sahip olduğu kaynaklar, su havzaları ve de Ortadoğu ve Avrasya coğrafyasındaki stratejik konumu nedeniyle Türkiye’dir.
Yazar, ülkemizde kullanılan etnik mozaik tanımının Batılıların, Sevr ile bölemedikleri Türkiye’yi içten bölmek için özellikle, Lozan Anlaşması sonrasında belirledikleri politikalarına meşru bir zemin, altyapı, etnik dayatmalarına gerekçe oluşturmak üzere, Türkiye’ye bilinçli olarak çok ince bir şekilde empoze ettikleri maksatlı bir yakıştırma olduğunu belirtmektedir. Türkiye’nin etnik bir mozaik olduğu kabulü, aynı zamanda 1960’lı yıllardan ve özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra tek süper güç haline gelen Batı’nın, daha doğru bir tespitle Batı ülkelerine egemen çok uluslu küresel sermayenin, ulus devletleri etniklik temelinde bölerek küreselleşme adı altında kendi çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırarak, kendisi için açık bir pazara dönüştürmeyi hedefleyen politikasının Türkiye için öngördüğü stratejinin temel dayanağıdır.
Kitapta Türkiye’nin nüfusu aşağıdaki tabloda gösterildiği gibi verilmiştir:
Etnik Kimlik Nüfus Oran(%)
Türk 66.650.000 90.06
Kürt 5.000.000 6.76
Zaza 800.000 1.08
Arap 800.000 1.08
Çerkes 250.000 0.34
Laz 200.000 0.27
Diğer 300.000 0.41
Toplam 74.000.000 100.00
Burada görüldüğü gibi etnik nüfus toplamda %9.94’tür.
2. ÖN TÜRKLER TEZİ
Yazar Ön Türkler Tezi ile Türklüğün tarih sahnesindeki yerini açıklamıştır.Tarihçi Kazım Mirşan’ın üzerinde önemle durulması gereken önemli tespitleri mevcuttur. Buna göre:
a. Türklerin Tarihi; M.Ö. 15000 yıllarına dayanmaktadır.
b. Türk Dili, M. Ö. 15000’den başlayarak Orta Asya’da Ön-Türk adı verilen topluluklar tarafından oluşturuldu.
c. Bu topluluklar yerleşik devlet kurdular, göçebe değildiler.
ç. İlk Tanrı inancını geliştiren Türk’lerdir. Budizmin kökeninde Türklerin ‘altı yarıg tigin’ isimli din kitabı vardır.
d. Batı uygarlığının kurucusu ‘Etrüsk’ler’ Türk’tür ve dilleri Ön-Türkçe’dir.
e. Kökeni araştırılmayan Mısır hiyeroglatif yazısında 18 Ön-Türkçe harf mevcuttur.
f. Sümer yazısında 18 Ön-Türkçe Tamga (yazı elemanlı kaya resmi) mevcuttur.
g. Ön-Türkçe ileriki bin yıllarda Fenike-Grek-Bizans-Latin Slav alfabelerinin kökeninde yer almıştır.
ğ. Türkler, Anadolu’da M.Ö. 15000 lerden beri mevcuttur. Anadolu’nun pek çok yerinde kaya resim ve yazıları mevcuttur.
3.TÜRKİYE ETNİK NÜFUSU
Yazar Türkiye’deki etnik grupları tek tek ele alarak ilmi delilleriyle kökenlerini ortaya çıkarmıştır. Buradan hareketle Nusayri’lerin aslen, Abbasiler tarafından Roma’ya karşı Anadolu’ya yerleştirilmiş Türkmenler olduğu; Zaza’ların Kürt’lerden ayrı bir etnik oluşum olduğu ve Zazaca’nın Kürtçe’den ayrı bir dil olduğu; Çerkes’lerin çoğunun 1864 yılında Çarlık Rusyası tarafından sürgün edilen Balkarlar ve Karaçaylar ( öz be öz Türk’türler) olduğu; Laz’ların sadece Rize, Çayeli, Ardeşen bölgesinde yaşayan ve toplam nüfusu 200.000 olan bir etnik grup olduğu; Aleviliğin İslam diniyle ve eski Türk adetlerinin karışımı ile meydana geldiğini; Kürt’lerin Orta Asya’dan gelen Türkmen oymakları olduğu ve Ermenilerle hiçbir akrabalık bağının bulunmadığı delilleriyle sunulmuştur. Kürtçülük meselesinin kökeni aslında Boğazlara inemeyen Rusya’nın Basra Körfezi’ne inmek maksadıyla çizdiği yol haritası üzerindeki halklarını ilmi temele dayanmayan bölme çalışmalarıdır. Kürtlüğü ayrı bir millet gibi göstermeye çalışan Minorsky ve Nikitin tarihçi değil Rusya’nın diplomatlarıdır. Yine AB ülkemizdeki etnik grupları çok kültürlülük ve zenginlik olarak göstermeye çalışmasına karşın Fransa 17 etnik gruba rağmen etnikliği kabul etmemekte, Almanya ve Hollanda Türkçe konuşmayı yasaklamaktadır. 20’nci yüzyıla damgasını vurmuş böylesine yüksek bir uygarlığın temsilcisi olan Batı, insanlık tarihinin en kanlı ve acı dolu olaylarının suçlusudur. Batı uygarlığı sömürü, zulüm ve çıkar temeli üzerinde yükselmiştir. Avrupa, endüstri devrimine maddi birikim sağlayan kaynakları; 5 kıtayı iliklerine kadar acımasızca ve akla gelebilecek her türlü insanlık dışı yöntemlerle sömürerek sağlamıştır. 1184 yılında İtalya Verona’da kurulan din mahkemesiyle başlayan engizisyon dönemi 1808 yılında resmen son buluncaya kadar 600 yılı aşkın bir süre milyonlarca insanın işkenceyle katliamına neden olmuş, bilim yasaklanmış ve bu dönem insanlık tarihinin en kara lekesi, karanlık çağ olarak tarihe geçmiştir. Batı amansız bir Türk ve Türklük düşmanıdır. Türklüğü yok etmek planı olan Sevr’i uygulamaya koyan odur. Genç Türk Devletini boğmak için Yunan işgalini destekleyen odur. 1925 Şeyh Sait isyanının, 1926-30 Ağrı isyanlarının, 1938 Dersim, Hatay olaylarının arkasında hep Batı mevcuttur. Bu hareketler hep Türkiye’yi bölmeye, çökertmeye yöneliktir. Geçmişteki PKK terörünün ve sözde Marksist militanların arkasında da Batı mevcuttur. Batı, Türkiye’deki teröre; sadece, ülkesinde barındırdığı teröristlerle, terör eğitim merkezi kamplarıyla, silah yardımıyla değil, demokrasi ve insan hakları kılıfıyla, destek vermektedir.
Batı’nın Türkiye’ye ve Türklüğe karşı böylesine amansız düşmanlığı iki temel nedene dayalıdır. Bunlardan birincisi çıkar diğeri İslam düşmanlığıdır.
Sonuç olarak, Batı Türkiye’nin AB üyeliğini olağanüstü bir gelişme olmadıkça asla onaylamayacağı gibi Türkiye’nin bu birliğe üyeliğini vazgeçilmez hale getirecek her gelişmeyi baltalamak için her türlü komplonun hesabı içinde olacaktır ve olmaktadır.
Yahya Kemal’in Dünyası, Süheyl Ünver
Yahya Kemal’in Dünyası, Süheyl Ünver, Tercüman Tarih ve Kültür Yayınları, 1980 İstanbul
(1) TARİH KONUSUNDAKİ GÖRÜŞLERİ :
Bir millet/insan geçmişi ile bağını koparmamalıdır. Kopardığında kendisi olmayacaktır. Geçmişin tamamını sevmek gerekmez, fakat yapılan güzel işleri sevmek, takdir etmek gerekir. Geçmişte yapılan kötü işleri görüp irtibatı koparmak doğru değildir.
Avrupa’nın yaşayış tarzı bize hakim olmaya başladı. Tepeden tırnağa kadar Avrupa’ya benziyoruz. Saçlarımızı onlar gibi kestiriyoruz, onlar gibi yatıyor, onlar gibi kalkıyoruz. Bu sebeple; Türk üslubu, Türk çarşısı kayboldu. Artık bu güzellikleri hatıra olarak duvarımıza asıyoruz. Türk mimarları toplanıp “İngiliz evi” gibi bir “Türk evi” inşa etmelidir ve bu her Türkün hayaline işlenmelidir. Avrupalılardan eski doğu kültürüne ait eşyaların, silahların zevkini almaya başladık. Belki bu münasebetle bir gün kendi eşyalarımızı da sevmeğe başlarız.
Avrupa’dan aldıkları yarım ilimle yetinen tarihçilerimiz bizim aslen bir göçebe halkı olduğumuzu yazmakta ve bunu ispat etmeye çalışmaktadırlar. Yataklarımızı gece dolaptan çıkarıp yere serdiğimizi sabahleyin tekrar kaldırıp dolaba koyduğumuzu göçebeliğimizin emaresi saydılar. Evimizde kullandığımız nakli kolay eşyayı göçebeliğimize örnek olarak gösterdiler. Bu görüşleri ifade ederken yabancılardan etkilendiler. Bu emareler göçebe olmak için yeterli olabilir mi? Atalarımızın evleri ve eşyası yaşayış tarzından doğmuştu. Bağdaş kurmak şilteyi minderi, sahandan el ile yemek yendiğinden leğeni, ibriği, el silecek sırma havluları icat etmişti. Söylenenler göçebe olduğumuzu ispat için yeterli değildir.
Osmanlı’nın zaferleri diğer uluslarınkiyle mukayese edilemez. Napolyon’un ve Hitler’in zaferleri mekanî ve geçici olmuştur. Halbuki, Osmanlı 600 yıl Rumeli’de, 400 yıl Suriye ve Mısır’da kaldığından daha kalıcı ve etkili olmuştur.
Türkler ilk olarak 1360 yılında Rumeli’ye geçtiklerinde; Peçeneklerin, Oğuzların, Komanların ve Vardar Türklerinin nesillerini bulmuşlardı. Bu nesiller zamanla Hıristiyan olmuşlar ve Ortodoks kilisesine bağlı yaşıyorlardı. Göçebelilikleri devam ettiğinden, Hıristiyanlıkları zayıf kalmış ve hala Türkçe konuşuyorlardı. İşte Osmanlı aslen Türk olan bu Ortodoksları bünyelerine almışlar ve ilk Yeniçeri devşirmelerini bu unsurlardan yapmıştır. Bu sebeple, Yeniçeri Ocağı Türk mizacında bir ocaktı denilebilir.
(2) DİL KONUSUNDAKİ GÖRÜŞLERİ :
Dil insanlardan hariç yaşar ve gelişir. İnsanlar bir araya gelip yeni bir dil oluşturamazlar. Tarihte bu ana kadar alimlerin, ediplerin ve şairlerin üzerinde anlaşıp bir dil vücuda getirdikleri görülmemiştir. Bunlar belki, milletlerin yaptığı lisanlardan abideler yapmışlardır ama bir dil vücuda getirememişlerdir.
Dilimiz her dil gibi diğer dillerden etkilenmiş ve alıntılar yapmıştır. Medreselerimizde Arapça okutulmasına rağmen, Araplık üzerimizde etkili olamamıştır. Acem’in tahakkümünde Müslüman olduğumuzdan, dilimiz daha çok Farsça’dan etkilenmiştir. Arapça’dan resul, nebi kelimelerini almamışız, Farsça’dan peygamberi almışız. Müslüman, oruç, abdest, padişah, şehzade kelimelerinin tamamı Fars’çadır. Dilimizde “–dar” ile biten sancakdar, silahdar kelimeleri de Fars’çadır. Buna rağmen, Acemin esiri değil, hakimi olduk. Gaznelilerde ve Selçuklularda onları hakimiyetimiz altına aldık, o da bizi medeniyeti ile ezdi.
Bir millet yeni kavramları lisanıyla birlikte alır. Sadece biz değil, diğer milletler de alır. Dilimiz önceleri İtalyanca’dan, daha sonra Fransızca’dan etkilenmiştir. Bir kavram bir dile girecekse kelimesiyle birlikte girer. Bir millet lisanını terk etmemelidir. Lisanımız, bizim milliyetimizdir. Çünkü vatanımızdan eskidir. En eski milli unsurumuz dildir. Fakir bile olsa, zamanla zenginleşir. Dil bizi birleştiren değerlerden birisidir ve sahip çıkılmalıdır.
(3) MEDENİYET KONUSUNDAKİ GÖRÜŞLERİ :
Alimlerin dediğine göre medeniyet beynelmileldir ve müşterektir. Ayrıca medeniyet elden ele verilen bir meşaledir ve her seferinde iklim değiştirir. Bir zamanlar medeniyet Mısır’daydı, oradan Bağdat’a, Irak’a gitti. Asur ve Kalde medeniyeti ortaya çıktı. Derken Yunan medeniyeti diye bir medeniyet ortaya çıktı. Bu böylece sürüp gidecektir.
Son zamanlarda Amerika medeniyeti öyle gelişti ki, atomu geliştirdi. Her gün yeni bir şeyle buluyorlar. Amerika’daki medeniyeti görenler Avrupa’ya geldiklerinde, Avrupa’yı köy sanabilirler. Amerika medeniyeti eskiler gibi yalnız manevi değil, biraz da maddi bir medeniyet.
Roma’da kadın haremdeydi. Hatırı sayılır bir mevkie getirildi. Roma’da seksüel ahlak yüksekti. Doğu insanı sekse başka türlü bakar. Doğuda sövme seks ile ilgiliyken, batı bunu pek anlamaz. Batı kadına dost veya zevce diye bakarken doğu öyle bakmaz.
Yahudi menşeinden bir din olan Hıristiyanlık, hem Yahudilikten ayrılmış, hem de Avrupai bir din olmuştur. Hıristiyan dünyası Isa ve Meryemleri kendi hayaline uydurduğundan, Isa heykelleri maddidir. Hollanda’da İsa Hollandalı gence benzer. Biz Araptan dini aldık ve onu kendinize uydurduk. Bizim Müslümanlığımız o bakımdan Araptan farklıdır.
Osmanlı Bizans’tan medeniyetin başkenti İstanbul’u, hamamı almış ve Türk yapmıştır. Avrupalı da hamamı bizden görmüştür.
İnsanlığı iyi yola, doğru yola sevk eden hukuk ve hürriyet fikridir. Bizde hürriyet fikri, ferdin hürriyeti fikridir. Herkesin kendi hukuku vardır. O da egoizm demektir.
(4) ŞİİR KONUSUNDAKİ GÖRÜŞLERİ :
Şiir sadece insan tarafından yapılan, insanı dile getiren bir sanat dalıdır ve doğrudan doğruya fikri söyler. Şiir beşeridir, hayvan söyleyemez. Yıldırımdan çıkmaz. Deniz gürültüsü onu ifade etmez. Kelimeyi yalnız insan söyleyebilir. Kelimeleri fertler değil, cemiyetler yapar. Bu sebeple şair cemiyetin kelimeleriyle şiirini yazar.
Şiirin konusu her şey olabilir. Hatta şiir cemiyetin aleyhinde de olabilir. Ne kadar şair varsa o kadar şiir vardır. Şiir manası güzel olduğu için değil, kelimelerin dizilmesi ile güzel olur. Nice güzel sözler var ki şiir değildir. Doğan fikirle şiir yazılmaz, kelimelerle yazılır.
Bir şiir, okuyucusunu kendisine hayran bırakmalı, hayretlere sokmamalıdır. Yeni nesil şairler hayret uyandırma gayreti içindeler. Halbuki hayret çabuk geçer, hayranlık ise uzun süre devam eder. Şairler şiirlerinde okuyucularını hayretlere sokmaya çalışmamalıdır. Çünkü şiirin amacı hayret ettirmek değildir.
Şiir değişik kompleksleri olan bir insan tarafından yazıldığından, şiiri tarif etmek oldukça güçtür. Şiir bir şuur değil, bir şahsın ayrı görüşüdür. Dünyadaki tüm şairlere şiirin ne olduğunu sorsalar düzgün bir cevap alamazlar. Şiiri en iyi tarif edecek kişi, asla en iyi şair değildir. Bütün filozofların şiir üzerinde anlaştıkları nokta; şiirin bir duyuşu deyiş haline getirmek olduğudur.
Şiir ile müziğin farkı; müziğin ses ile, şiirin kelime ile ifade edilmesidir. Şair şiirin bestesini yapmıştır demek yanlış olmaz. Biz şairlere yeteri kadar değer vermiyoruz. Avrupa’da Fuzuli kadar kıymetli olmayan şairlerin kadrini bilir ve büyük değer verirler.
(5) MÜZİK KONUSUNDAKİ GÖRÜŞLERİ :
Müziği önce Acemden aldık. Daha sonra Rumdan aldıklarımızla harman ettik. Ordularımız Mora ve Macaristan’a girince onlardan havalar aldık. Müziğimiz Itri zamanında tamamen millileşti. Tüm bunlardan kendimize has bir sentez yaptık. Hakimiyetimiz altındaki milletlere müziğimizi yayabilseydik, tek millet olabilirdik.
Bestekârlarımız notayı bilmediklerinden, eski müziğimizden günümüze çok sayıda eser ulaşamamıştır. Eski dönemlerde yaşamış bir çok bestekar, güfte ve makam olmasına rağmen, fazla eser günümüze ulaşamamıştır. Zamanında Kumkapı’da ortaya çıkan Hamparsum bir nota yapmış ve müziğimizi unutulmaktan kurtarmıştır. Hamparsum notasından istifade edilerek birçok besteler kurtulmuştur. Şiirimiz bu konuda daha şanslı. Yazılabildiği için daha kalıcı olabilmiş. Müziğimizdeki dahimiz İsmail Dede Efendi nota bilmediğinden az sayıda eseri bize ulaşabilmiş. Nota bilseydi kim bilir daha ne güzel eserleri günümüze ulaşacaktı.
(6) SANAT KONUSUNDAKİ GÖRÜŞLERİ :
İnsanlar sanatı kendi derecelerine göre anlarlar. Mimariyi, heykeli ve resmi ince ruhlu insanlar anlar. Şiiri de az sayıda insan anlar.
Sanatlar ikiye ayrılır: Büyük Sanatlar ve Küçük Sanatlar. Büyük Sanatlar; mimari, resim, heykeltıraş, müzik ve şiirdir. Küçük sanatlar daha az önemlidir. Örneğin; dekor da bir sanattır ama resim yanında bir şey değildir.
Memleketteki şair, ressam, hakkak, nakkaş hepsi milletin yaptığı Türk güzelliğinden ve ikliminden sanat yapmalıdırlar. Çünkü 7-8 yüz yıllık bir kaynak var. Bunlardan ilham alıp yeni eserler meydana getirmelidirler.
(7) MİLLİYET VE RESİM KONUSUNDAKİ GÖRÜŞLERİ :
Vatan ecdadın küllerinden yapılmış bir topraktır. Vatanı milletle beraber düşünür, yani milletin yerleştiği toprak sayarız.
Milliyetini idrak eden millet, ölüleri ile birlikte yaşar. Türkler ikametgahından ziyade mezara ehemmiyet vermiştir. Bizim için ecdadımızın yattığı yer mühimdir. Atalarımız Vatanı fethedince Türkleştirmek için öncelikle mezarları esaslandırmışlar. Bizim için atalarımızın oturdukları yerlerden ziyade yattıkları yerler önemlidir. Biz ölülerimizle birlikte yaşarız.
Avrupalıların Latin ve Yunan medeniyetinin etkisi aldıklarında kaldıklarından iftihar ettikleri gibi, bizim de Bizans ve İran’dan aldıklarımızla iftihar etmemizde bir sakınca yoktur. Tüm milletler birbirlerinin sentezleridir. Fransızlar Almanlarla karışıktır. Fakat onlarla gerektiğinde harp ediyor. Demek ki; mesele kanda değil, sonra olan sentezdedir. Bizans’tan miras olarak aldığımız şeyler var. Şehri geliştirirken bunları muhafaza etmek gerekir. Barbar denen Türkler, İstanbul’da Bizans’tan kalma bir çok eseri muhafaza etmişlerdir.
Resmimiz olmadığından milli tarihimizi doğru dürüst bilmiyoruz. Bizim milliyetimiz gerçekten çok kuvvetlidir. Hayal dünyamızı tahrik edecek resim ve nesir olmadığı halde bu kadar kuvvetlidir. Malazgirt’i bir Ermeni papaz yazmasaydı bilemeyecektik. Hünername’nin, Nusretname’nin resimleri üzerimizde ne kadar müthiş bir tesir yapıyor. Tarihimiz resmedilmiş olsaydı milliyet daha da kuvvetli olurdu. Resimde İslamiyet bize geniş miktarda tesir etmiş. Kaçak eşya gibi kullanılmış. Asıl etkisi medresede resim öğretilmemesidir. Türk milleti bunun zevkini alamamış. Okulda resim öğretilmediğinden zevkimize girmemiştir.
Beyazıt’taki Türk ocağından beri Türk değiliz. Kendimize Türk demediğimiz, Türklüğe kötü baktığımız zamanda da çok Türk idik, Frenk gömleğini giydik, gavur oluruz korkusu vardı. Türk’ü kaba saha manasına kullandık. Lakin realite Türk’tü. Ne zaman milliyetimize uygun olursak, o zaman Türk oluruz.
Milliyette ne mazi, ne hal, ne ati vardır. Maziyi, bir milliyetçi sever zannedilir. Lakin bu yanlış bir düşüncedir. Çünkü bu mazinin güzelliklerini sever. Demek ki maziyi değil, güzelliklerini sever. Mazi olmayacak bir vakit yoktur ki. Maziyi vatandan ayırmak, ruhu bedenden ayırmak kadar imkansızdır.
Millet başka, milliyet başkadır. Birçok insanlar vardır ki, Türk milletinden değildir. Fakat milliyeti Türk’tür. Maksat Türk olmamız değil, Türklüğü sevmektir.
(8) İSTANBUL KONUSUNDAKİ GÖRÜŞLERİ :
Hiçbir devlet İstanbul kadar güzel bir başkente sahip olmamıştır. Çünkü her yönüyle eşsizdir. Mütarekede düşman içine girdiğinde bile alamamıştır. İstanbul bizim milliyetimizin yer yüzünde verdiği en büyük eseridir.
İstanbul her şeyden önce bir Türk şehri olmalı ve bu esas dahilinde imar edilmelidir. İstanbul’un yalnız millî, siyasi ve hukuk bakımından Türk olması kafi değildir. Şekilce üslupça Türk olması şarttır. Eski İstanbul’un muhafaza edilmesi ve kendimize benzer bir üslupta yaratılması gerekir.
İstanbul medeniyetinin yarısı Bizans, ama Boğaziçi medeniyeti tamamen Türk’tür. Fakat, Boğaziçi’nin Türklüğünü koruyamıyoruz. Sinemasına, gazinosuna, lokantasına yabancı isimler vererek kendi elimizle yabancılaştırıyoruz.
İstanbul’dan daha turistik mekanları olan bir memleket yok. Ama biz bunun farkında değiliz. Bir garson mektebi bile açmamışız. «Türk İstanbul» medeniyetini bazıları beğenmezler. Bizansı medeniyetçe daha büyük görürler. İstanbul’da Bizanslılardan daha büyük bir medeniyet yapmışız. Fetihten sonra Boğaziçi medeniyetini icat ettik.
İstanbul kadar renkli bir şehir dünyada yoktur. Hiçbir yeri birbirine benzemez. İstanbul’da sıkılma ihtimali yoktur. Kocamustafa Paşa da içine girdiniz mi başka bir aleme girersiniz. Kendisine göre ruhu vardır.
İstanbul’un Türk tarafının cazibesi, yalnız yabancılar arasında değil Türkler arasında da gerektiği kadar bilinmemektedir. Bilinenler ancak toplamın %5’i oranındadır. İstanbul’un sahip olduğu güzellikler ve hatıralar iyi tetkik edilir ve iyi yaşatılırsa, ayrıca turizme ait kitaplar hazırlanırsa, İstanbul’u görenler onu anlayıncaya kadar orada kalırlar ve aylar geçirirler. Bir de konforları sağlanırsa kolay kolay şehirden ayrılamazlar.
Orta Çağın sonlarına doğru, Osmanlı Türklüğü Latinliğe medeniyetçe ve yaratıcılık bakımından çok üstündür. Fransızlar ve İtalyanlar İstanbul’u 1204 senesinde fethettiklerinde 57 yıl orada kaldılar. Yaktılar, yıktılar, yağma ettiler ve çıkıp gittikleri gün bir mezbele halinde bıraktılar. Bugün onların namlarına bir eser dahi yoktur. 1453’te bu mezbeleyi fetheden Türkler onu imar ettiler ve emsalsiz bir şehir vücuda getirdiler. Medeni bir yaklaşımla Türkler Bizans eserlerini muhafaza etmişlerdi. Mübalağa etmeksizin diyebiliriz ki, İtalyanlar miras olarak aldıkları eski Roma’yı bu kadar olsun muhafaza etmemişlerdir.
Bizans, Jüstinyen zamanından sonra surlarıyla, kendini ancak gelen ordulara karşı müdafaaya hazır, korkak ve ürkek bir vaziyette idi. Halbuki Osmanlı zamanında İstanbul asırlarca bir düşman tehlikesinin mevcut olacağını hatırından bile geçirmedi. İstanbul müdafaa edilen değil bir tecavüz merkezi oldu.
İstanbul’un fethi bir Müslüman ideali olarak farz olunur. Peygambere atfedilen bir hadis ve Emeviler zamanında İstanbul’un Araplar tarafından muhasaraları bu faraziyenin doğruluğunu hükmettirebilir. Ancak aksini de iddia etmek mümkündür. Çünkü İstanbul’un fethi bir Müslüman ideali olsaydı, bu idealin Araplarda devam etmesi, Acemlerde ve diğer milletlerde de olması gerekirdi. Acem edebiyatında İstanbul fethi idealine ait bir iz bulunmadığı gibi, Araplarda da böyle bir ideale rastlanmaz.
Yazarın kaleminden Yahya Kemal muhtelif konulardaki görüşleri.Şair Yahya Kemal ile 1943-1958 yılları arasında bir çok kez sohbet etme fırsatı bulmuş olan yazar, dinlediklerini kaydetmiş ve diğer insanlarla paylaşmak için kaydettiklerini bir kitap altında toplamıştır. Kitap, Yahya KEMAL’in ağzından yazılmıştır. Ortaya çıkan eserin şairin kendi eseri olmadığını yazar açıkça ifade etmektedir. Yazarın kaleminden şair Yahya KEMAL’in muhtelif konulardaki görüşleri özetle şu şekildedir :
(1) TARİH KONUSUNDAKİ GÖRÜŞLERİ :
Bir millet/insan geçmişi ile bağını koparmamalıdır. Kopardığında kendisi olmayacaktır. Geçmişin tamamını sevmek gerekmez, fakat yapılan güzel işleri sevmek, takdir etmek gerekir. Geçmişte yapılan kötü işleri görüp irtibatı koparmak doğru değildir.
Avrupa’nın yaşayış tarzı bize hakim olmaya başladı. Tepeden tırnağa kadar Avrupa’ya benziyoruz. Saçlarımızı onlar gibi kestiriyoruz, onlar gibi yatıyor, onlar gibi kalkıyoruz. Bu sebeple; Türk üslubu, Türk çarşısı kayboldu. Artık bu güzellikleri hatıra olarak duvarımıza asıyoruz. Türk mimarları toplanıp “İngiliz evi” gibi bir “Türk evi” inşa etmelidir ve bu her Türkün hayaline işlenmelidir. Avrupalılardan eski doğu kültürüne ait eşyaların, silahların zevkini almaya başladık. Belki bu münasebetle bir gün kendi eşyalarımızı da sevmeğe başlarız.
Avrupa’dan aldıkları yarım ilimle yetinen tarihçilerimiz bizim aslen bir göçebe halkı olduğumuzu yazmakta ve bunu ispat etmeye çalışmaktadırlar. Yataklarımızı gece dolaptan çıkarıp yere serdiğimizi sabahleyin tekrar kaldırıp dolaba koyduğumuzu göçebeliğimizin emaresi saydılar. Evimizde kullandığımız nakli kolay eşyayı göçebeliğimize örnek olarak gösterdiler. Bu görüşleri ifade ederken yabancılardan etkilendiler. Bu emareler göçebe olmak için yeterli olabilir mi? Atalarımızın evleri ve eşyası yaşayış tarzından doğmuştu. Bağdaş kurmak şilteyi minderi, sahandan el ile yemek yendiğinden leğeni, ibriği, el silecek sırma havluları icat etmişti. Söylenenler göçebe olduğumuzu ispat için yeterli değildir.
Osmanlı’nın zaferleri diğer uluslarınkiyle mukayese edilemez. Napolyon’un ve Hitler’in zaferleri mekanî ve geçici olmuştur. Halbuki, Osmanlı 600 yıl Rumeli’de, 400 yıl Suriye ve Mısır’da kaldığından daha kalıcı ve etkili olmuştur.
Türkler ilk olarak 1360 yılında Rumeli’ye geçtiklerinde; Peçeneklerin, Oğuzların, Komanların ve Vardar Türklerinin nesillerini bulmuşlardı. Bu nesiller zamanla Hıristiyan olmuşlar ve Ortodoks kilisesine bağlı yaşıyorlardı. Göçebelilikleri devam ettiğinden, Hıristiyanlıkları zayıf kalmış ve hala Türkçe konuşuyorlardı. İşte Osmanlı aslen Türk olan bu Ortodoksları bünyelerine almışlar ve ilk Yeniçeri devşirmelerini bu unsurlardan yapmıştır. Bu sebeple, Yeniçeri Ocağı Türk mizacında bir ocaktı denilebilir.
(2) DİL KONUSUNDAKİ GÖRÜŞLERİ :
Dil insanlardan hariç yaşar ve gelişir. İnsanlar bir araya gelip yeni bir dil oluşturamazlar. Tarihte bu ana kadar alimlerin, ediplerin ve şairlerin üzerinde anlaşıp bir dil vücuda getirdikleri görülmemiştir. Bunlar belki, milletlerin yaptığı lisanlardan abideler yapmışlardır ama bir dil vücuda getirememişlerdir.
Dilimiz her dil gibi diğer dillerden etkilenmiş ve alıntılar yapmıştır. Medreselerimizde Arapça okutulmasına rağmen, Araplık üzerimizde etkili olamamıştır. Acem’in tahakkümünde Müslüman olduğumuzdan, dilimiz daha çok Farsça’dan etkilenmiştir. Arapça’dan resul, nebi kelimelerini almamışız, Farsça’dan peygamberi almışız. Müslüman, oruç, abdest, padişah, şehzade kelimelerinin tamamı Fars’çadır. Dilimizde “–dar” ile biten sancakdar, silahdar kelimeleri de Fars’çadır. Buna rağmen, Acemin esiri değil, hakimi olduk. Gaznelilerde ve Selçuklularda onları hakimiyetimiz altına aldık, o da bizi medeniyeti ile ezdi.
Bir millet yeni kavramları lisanıyla birlikte alır. Sadece biz değil, diğer milletler de alır. Dilimiz önceleri İtalyanca’dan, daha sonra Fransızca’dan etkilenmiştir. Bir kavram bir dile girecekse kelimesiyle birlikte girer. Bir millet lisanını terk etmemelidir. Lisanımız, bizim milliyetimizdir. Çünkü vatanımızdan eskidir. En eski milli unsurumuz dildir. Fakir bile olsa, zamanla zenginleşir. Dil bizi birleştiren değerlerden birisidir ve sahip çıkılmalıdır.
(3) MEDENİYET KONUSUNDAKİ GÖRÜŞLERİ :
Alimlerin dediğine göre medeniyet beynelmileldir ve müşterektir. Ayrıca medeniyet elden ele verilen bir meşaledir ve her seferinde iklim değiştirir. Bir zamanlar medeniyet Mısır’daydı, oradan Bağdat’a, Irak’a gitti. Asur ve Kalde medeniyeti ortaya çıktı. Derken Yunan medeniyeti diye bir medeniyet ortaya çıktı. Bu böylece sürüp gidecektir.
Son zamanlarda Amerika medeniyeti öyle gelişti ki, atomu geliştirdi. Her gün yeni bir şeyle buluyorlar. Amerika’daki medeniyeti görenler Avrupa’ya geldiklerinde, Avrupa’yı köy sanabilirler. Amerika medeniyeti eskiler gibi yalnız manevi değil, biraz da maddi bir medeniyet.
Roma’da kadın haremdeydi. Hatırı sayılır bir mevkie getirildi. Roma’da seksüel ahlak yüksekti. Doğu insanı sekse başka türlü bakar. Doğuda sövme seks ile ilgiliyken, batı bunu pek anlamaz. Batı kadına dost veya zevce diye bakarken doğu öyle bakmaz.
Yahudi menşeinden bir din olan Hıristiyanlık, hem Yahudilikten ayrılmış, hem de Avrupai bir din olmuştur. Hıristiyan dünyası Isa ve Meryemleri kendi hayaline uydurduğundan, Isa heykelleri maddidir. Hollanda’da İsa Hollandalı gence benzer. Biz Araptan dini aldık ve onu kendinize uydurduk. Bizim Müslümanlığımız o bakımdan Araptan farklıdır.
Osmanlı Bizans’tan medeniyetin başkenti İstanbul’u, hamamı almış ve Türk yapmıştır. Avrupalı da hamamı bizden görmüştür.
İnsanlığı iyi yola, doğru yola sevk eden hukuk ve hürriyet fikridir. Bizde hürriyet fikri, ferdin hürriyeti fikridir. Herkesin kendi hukuku vardır. O da egoizm demektir.
(4) ŞİİR KONUSUNDAKİ GÖRÜŞLERİ :
Şiir sadece insan tarafından yapılan, insanı dile getiren bir sanat dalıdır ve doğrudan doğruya fikri söyler. Şiir beşeridir, hayvan söyleyemez. Yıldırımdan çıkmaz. Deniz gürültüsü onu ifade etmez. Kelimeyi yalnız insan söyleyebilir. Kelimeleri fertler değil, cemiyetler yapar. Bu sebeple şair cemiyetin kelimeleriyle şiirini yazar.
Şiirin konusu her şey olabilir. Hatta şiir cemiyetin aleyhinde de olabilir. Ne kadar şair varsa o kadar şiir vardır. Şiir manası güzel olduğu için değil, kelimelerin dizilmesi ile güzel olur. Nice güzel sözler var ki şiir değildir. Doğan fikirle şiir yazılmaz, kelimelerle yazılır.
Bir şiir, okuyucusunu kendisine hayran bırakmalı, hayretlere sokmamalıdır. Yeni nesil şairler hayret uyandırma gayreti içindeler. Halbuki hayret çabuk geçer, hayranlık ise uzun süre devam eder. Şairler şiirlerinde okuyucularını hayretlere sokmaya çalışmamalıdır. Çünkü şiirin amacı hayret ettirmek değildir.
Şiir değişik kompleksleri olan bir insan tarafından yazıldığından, şiiri tarif etmek oldukça güçtür. Şiir bir şuur değil, bir şahsın ayrı görüşüdür. Dünyadaki tüm şairlere şiirin ne olduğunu sorsalar düzgün bir cevap alamazlar. Şiiri en iyi tarif edecek kişi, asla en iyi şair değildir. Bütün filozofların şiir üzerinde anlaştıkları nokta; şiirin bir duyuşu deyiş haline getirmek olduğudur.
Şiir ile müziğin farkı; müziğin ses ile, şiirin kelime ile ifade edilmesidir. Şair şiirin bestesini yapmıştır demek yanlış olmaz. Biz şairlere yeteri kadar değer vermiyoruz. Avrupa’da Fuzuli kadar kıymetli olmayan şairlerin kadrini bilir ve büyük değer verirler.
(5) MÜZİK KONUSUNDAKİ GÖRÜŞLERİ :
Müziği önce Acemden aldık. Daha sonra Rumdan aldıklarımızla harman ettik. Ordularımız Mora ve Macaristan’a girince onlardan havalar aldık. Müziğimiz Itri zamanında tamamen millileşti. Tüm bunlardan kendimize has bir sentez yaptık. Hakimiyetimiz altındaki milletlere müziğimizi yayabilseydik, tek millet olabilirdik.
Bestekârlarımız notayı bilmediklerinden, eski müziğimizden günümüze çok sayıda eser ulaşamamıştır. Eski dönemlerde yaşamış bir çok bestekar, güfte ve makam olmasına rağmen, fazla eser günümüze ulaşamamıştır. Zamanında Kumkapı’da ortaya çıkan Hamparsum bir nota yapmış ve müziğimizi unutulmaktan kurtarmıştır. Hamparsum notasından istifade edilerek birçok besteler kurtulmuştur. Şiirimiz bu konuda daha şanslı. Yazılabildiği için daha kalıcı olabilmiş. Müziğimizdeki dahimiz İsmail Dede Efendi nota bilmediğinden az sayıda eseri bize ulaşabilmiş. Nota bilseydi kim bilir daha ne güzel eserleri günümüze ulaşacaktı.
(6) SANAT KONUSUNDAKİ GÖRÜŞLERİ :
İnsanlar sanatı kendi derecelerine göre anlarlar. Mimariyi, heykeli ve resmi ince ruhlu insanlar anlar. Şiiri de az sayıda insan anlar.
Sanatlar ikiye ayrılır: Büyük Sanatlar ve Küçük Sanatlar. Büyük Sanatlar; mimari, resim, heykeltıraş, müzik ve şiirdir. Küçük sanatlar daha az önemlidir. Örneğin; dekor da bir sanattır ama resim yanında bir şey değildir.
Memleketteki şair, ressam, hakkak, nakkaş hepsi milletin yaptığı Türk güzelliğinden ve ikliminden sanat yapmalıdırlar. Çünkü 7-8 yüz yıllık bir kaynak var. Bunlardan ilham alıp yeni eserler meydana getirmelidirler.
(7) MİLLİYET VE RESİM KONUSUNDAKİ GÖRÜŞLERİ :
Vatan ecdadın küllerinden yapılmış bir topraktır. Vatanı milletle beraber düşünür, yani milletin yerleştiği toprak sayarız.
Milliyetini idrak eden millet, ölüleri ile birlikte yaşar. Türkler ikametgahından ziyade mezara ehemmiyet vermiştir. Bizim için ecdadımızın yattığı yer mühimdir. Atalarımız Vatanı fethedince Türkleştirmek için öncelikle mezarları esaslandırmışlar. Bizim için atalarımızın oturdukları yerlerden ziyade yattıkları yerler önemlidir. Biz ölülerimizle birlikte yaşarız.
Avrupalıların Latin ve Yunan medeniyetinin etkisi aldıklarında kaldıklarından iftihar ettikleri gibi, bizim de Bizans ve İran’dan aldıklarımızla iftihar etmemizde bir sakınca yoktur. Tüm milletler birbirlerinin sentezleridir. Fransızlar Almanlarla karışıktır. Fakat onlarla gerektiğinde harp ediyor. Demek ki; mesele kanda değil, sonra olan sentezdedir. Bizans’tan miras olarak aldığımız şeyler var. Şehri geliştirirken bunları muhafaza etmek gerekir. Barbar denen Türkler, İstanbul’da Bizans’tan kalma bir çok eseri muhafaza etmişlerdir.
Resmimiz olmadığından milli tarihimizi doğru dürüst bilmiyoruz. Bizim milliyetimiz gerçekten çok kuvvetlidir. Hayal dünyamızı tahrik edecek resim ve nesir olmadığı halde bu kadar kuvvetlidir. Malazgirt’i bir Ermeni papaz yazmasaydı bilemeyecektik. Hünername’nin, Nusretname’nin resimleri üzerimizde ne kadar müthiş bir tesir yapıyor. Tarihimiz resmedilmiş olsaydı milliyet daha da kuvvetli olurdu. Resimde İslamiyet bize geniş miktarda tesir etmiş. Kaçak eşya gibi kullanılmış. Asıl etkisi medresede resim öğretilmemesidir. Türk milleti bunun zevkini alamamış. Okulda resim öğretilmediğinden zevkimize girmemiştir.
Beyazıt’taki Türk ocağından beri Türk değiliz. Kendimize Türk demediğimiz, Türklüğe kötü baktığımız zamanda da çok Türk idik, Frenk gömleğini giydik, gavur oluruz korkusu vardı. Türk’ü kaba saha manasına kullandık. Lakin realite Türk’tü. Ne zaman milliyetimize uygun olursak, o zaman Türk oluruz.
Milliyette ne mazi, ne hal, ne ati vardır. Maziyi, bir milliyetçi sever zannedilir. Lakin bu yanlış bir düşüncedir. Çünkü bu mazinin güzelliklerini sever. Demek ki maziyi değil, güzelliklerini sever. Mazi olmayacak bir vakit yoktur ki. Maziyi vatandan ayırmak, ruhu bedenden ayırmak kadar imkansızdır.
Millet başka, milliyet başkadır. Birçok insanlar vardır ki, Türk milletinden değildir. Fakat milliyeti Türk’tür. Maksat Türk olmamız değil, Türklüğü sevmektir.
(8) İSTANBUL KONUSUNDAKİ GÖRÜŞLERİ :
Hiçbir devlet İstanbul kadar güzel bir başkente sahip olmamıştır. Çünkü her yönüyle eşsizdir. Mütarekede düşman içine girdiğinde bile alamamıştır. İstanbul bizim milliyetimizin yer yüzünde verdiği en büyük eseridir.
İstanbul her şeyden önce bir Türk şehri olmalı ve bu esas dahilinde imar edilmelidir. İstanbul’un yalnız millî, siyasi ve hukuk bakımından Türk olması kafi değildir. Şekilce üslupça Türk olması şarttır. Eski İstanbul’un muhafaza edilmesi ve kendimize benzer bir üslupta yaratılması gerekir.
İstanbul medeniyetinin yarısı Bizans, ama Boğaziçi medeniyeti tamamen Türk’tür. Fakat, Boğaziçi’nin Türklüğünü koruyamıyoruz. Sinemasına, gazinosuna, lokantasına yabancı isimler vererek kendi elimizle yabancılaştırıyoruz.
İstanbul’dan daha turistik mekanları olan bir memleket yok. Ama biz bunun farkında değiliz. Bir garson mektebi bile açmamışız. «Türk İstanbul» medeniyetini bazıları beğenmezler. Bizansı medeniyetçe daha büyük görürler. İstanbul’da Bizanslılardan daha büyük bir medeniyet yapmışız. Fetihten sonra Boğaziçi medeniyetini icat ettik.
İstanbul kadar renkli bir şehir dünyada yoktur. Hiçbir yeri birbirine benzemez. İstanbul’da sıkılma ihtimali yoktur. Kocamustafa Paşa da içine girdiniz mi başka bir aleme girersiniz. Kendisine göre ruhu vardır.
İstanbul’un Türk tarafının cazibesi, yalnız yabancılar arasında değil Türkler arasında da gerektiği kadar bilinmemektedir. Bilinenler ancak toplamın %5’i oranındadır. İstanbul’un sahip olduğu güzellikler ve hatıralar iyi tetkik edilir ve iyi yaşatılırsa, ayrıca turizme ait kitaplar hazırlanırsa, İstanbul’u görenler onu anlayıncaya kadar orada kalırlar ve aylar geçirirler. Bir de konforları sağlanırsa kolay kolay şehirden ayrılamazlar.
Orta Çağın sonlarına doğru, Osmanlı Türklüğü Latinliğe medeniyetçe ve yaratıcılık bakımından çok üstündür. Fransızlar ve İtalyanlar İstanbul’u 1204 senesinde fethettiklerinde 57 yıl orada kaldılar. Yaktılar, yıktılar, yağma ettiler ve çıkıp gittikleri gün bir mezbele halinde bıraktılar. Bugün onların namlarına bir eser dahi yoktur. 1453’te bu mezbeleyi fetheden Türkler onu imar ettiler ve emsalsiz bir şehir vücuda getirdiler. Medeni bir yaklaşımla Türkler Bizans eserlerini muhafaza etmişlerdi. Mübalağa etmeksizin diyebiliriz ki, İtalyanlar miras olarak aldıkları eski Roma’yı bu kadar olsun muhafaza etmemişlerdir.
Bizans, Jüstinyen zamanından sonra surlarıyla, kendini ancak gelen ordulara karşı müdafaaya hazır, korkak ve ürkek bir vaziyette idi. Halbuki Osmanlı zamanında İstanbul asırlarca bir düşman tehlikesinin mevcut olacağını hatırından bile geçirmedi. İstanbul müdafaa edilen değil bir tecavüz merkezi oldu.
İstanbul’un fethi bir Müslüman ideali olarak farz olunur. Peygambere atfedilen bir hadis ve Emeviler zamanında İstanbul’un Araplar tarafından muhasaraları bu faraziyenin doğruluğunu hükmettirebilir. Ancak aksini de iddia etmek mümkündür. Çünkü İstanbul’un fethi bir Müslüman ideali olsaydı, bu idealin Araplarda devam etmesi, Acemlerde ve diğer milletlerde de olması gerekirdi. Acem edebiyatında İstanbul fethi idealine ait bir iz bulunmadığı gibi, Araplarda da böyle bir ideale rastlanmaz.
Felatun Bey ile Rakım Efendi, Ahmet Mithat
Felatun Bey ile Rakım Efendi, Ahmet Mithat Efendi, 2004, İstanbul
Lale Devri İstanbul’unun ve XIX’uncu yüzyıl kültür ve anlayışının, birbirine zıt görüşlü iki tip aydının yaşayışları etrafında anlatılması.
Roman fakir bir ailenin zeki, namuslu, yetim ve çalışkan çocuğu Rakım Efendi ile Avrupa kültürü ile yetişmiş, aslında görgüsüz, hayattan zevk almaktan başka bir şey düşünmeyen Felatun Bey’in hayatlarının karşılaştırılmasını yapmaktadır. Bir çok noktada hayat çizgileri kesişen bu ikiliden, sonuç itibariyle kazanan hep Rakım Efendi’dir.
Felatun Bey ve kardeşi Mihriban Hanım küçük yaşta annelerini kaybetmiştir. Babasının batı hayranlığından dolayı Felatun Bey Avrupai bir tarzda yetiştirilmiştir. Rakım Efendi ise Tophane’de annesi ve dadısı ile büyümüş fakir bir çocuktur ve geleneksel bir anlayışla yetiştirilmiştir. Felatun Bey gibi Rakım Efendi de Hariciye Kaleminde çalışmaktadır. Rakım Efendi ayrıca özel yazı yazmakta, İngiliz bir ailenin kızlarına da Türkçe dersleri vermektedir.
Rakım Efendi biriktirdiği para ile bir cariye satın alır. Adını “Canan” koyar ve ona da Türkçe dersi vermeye başlar. Kız çok akıllıdır. Bunu anlayan Rakım Efendi Türkçe’nin yanında piyano ve Fransızca dersleri de görmesi için her türlü fedakarlıkta bulunur. Fransızca’yı kendisi öğretirken, komşusunun cariyelerinin piyano hocası, Jozefino, parasız olarak Canan’a ders vermeyi kabul eder. Rakım Efendi Canan’a bir piyano satın alır.
Rakım Efendi terbiyesi, efendiliği ile ders verdiği kızların ailesinin tam güvenini kazanmıştır. Aynı eve gelen Felatun Bey, Rakım Efendi’yi aşağılamak istese de her seferinde kendisi küçük düşer. Rakım Efendi Jozefino’nun da güvenini ve sevgisini kazanmıştır. Olgun bir kadın olan Jozefino Rakım Efendi’nin aklına hep Canan’ı sokmaya çalışmaktadır. Çünkü kendisi Rakım Efendi’yi bir kardeş gibi sevmektedir. Bu arada İngiliz kızlar da yavaş yavaş Rakım Efendi’ye karşı bir yakınlık duymaya başlamışlardır. Bu yakınlık, önce hayranlığa sonra da aşka dönüşür. Rakım Efendi ise alabildiğine saf ve temiz yürekli bir insandır; çevresindeki aşklardan haberi bile yoktur.
Felatun Bey çapkınlığı yüzünden İngiliz aileden uzaklaşmak zorunda kalır ve yabancı bir kadınla dost hayatı yaşamaya başlar. Rakım Efendi, onu ikaz etmek istese de Felatun Bey, Rakım Efendi’nin hayattan zevk almasını bilmediğini belirterek uyarılarına kulak vermez.
Bir gün İngiliz aile Rakım Efendi’nin evini ziyarete gelir. Kızlar dahil hepsi Canan’a hayran kalırlar. Ancak İngiliz kızlardan Can, biraz da Rakım Efendi’nin Canan’a olan ilgisini hissederek kıskanır ve aşkından yatağa düşer. Tüm bunlardan habersiz olan Rakım Efendi, Canan’ı nikahı altına almıştır bile.
İngiliz aile sonunda kızlarının rahatsızlığının sebebini anlar. Rakım Efendi’den yalandan bile olsa Can’la evlenmek istediğini söylemesini isterler. Rakım Efendi kabul eder. Ancak, bu sefer de Can karşı çıkar, çünkü, Rakım Efendi acıdığı için böyle bir şeye evet demiştir. Felatun Bey ise kumar aleminde her şeyini kaybetmiş ve yabancı sevgilisi tarafından terkedilmiştir. Ama aklı başına gelmiş, Cezayir eyaletinde kaymakamlık görevi atanmıştır. İngiliz ailenin hasta olan kızı Can kendi kendine şifa bulmuş, hızla iyileşmeye başlamıştır. Bu duruma en çok sevinen ise kendisini hastalığın sebebi gören Rakım Efendi olmuştur.
Bu arada Rakım Efendi’nin cariyesi Canan ile evliliği ilk meyvesini verir. Canan’dan bir çocuğu dünyaya gelecektir.
Felatun Bey ve kardeşi Mihriban Hanım küçük yaşta annelerini kaybetmiştir. Babasının batı hayranlığından dolayı Felatun Bey Avrupai bir tarzda yetiştirilmiştir. Rakım Efendi ise Tophane’de annesi ve dadısı ile büyümüş fakir bir çocuktur ve geleneksel bir anlayışla yetiştirilmiştir. Felatun Bey gibi Rakım Efendi de Hariciye Kaleminde çalışmaktadır. Rakım Efendi ayrıca özel yazı yazmakta, İngiliz bir ailenin kızlarına da Türkçe dersleri vermektedir.
Rakım Efendi biriktirdiği para ile bir cariye satın alır. Adını “Canan” koyar ve ona da Türkçe dersi vermeye başlar. Kız çok akıllıdır. Bunu anlayan Rakım Efendi Türkçe’nin yanında piyano ve Fransızca dersleri de görmesi için her türlü fedakarlıkta bulunur. Fransızca’yı kendisi öğretirken, komşusunun cariyelerinin piyano hocası, Jozefino, parasız olarak Canan’a ders vermeyi kabul eder. Rakım Efendi Canan’a bir piyano satın alır.
Rakım Efendi terbiyesi, efendiliği ile ders verdiği kızların ailesinin tam güvenini kazanmıştır. Aynı eve gelen Felatun Bey, Rakım Efendi’yi aşağılamak istese de her seferinde kendisi küçük düşer. Rakım Efendi Jozefino’nun da güvenini ve sevgisini kazanmıştır. Olgun bir kadın olan Jozefino Rakım Efendi’nin aklına hep Canan’ı sokmaya çalışmaktadır. Çünkü kendisi Rakım Efendi’yi bir kardeş gibi sevmektedir. Bu arada İngiliz kızlar da yavaş yavaş Rakım Efendi’ye karşı bir yakınlık duymaya başlamışlardır. Bu yakınlık, önce hayranlığa sonra da aşka dönüşür. Rakım Efendi ise alabildiğine saf ve temiz yürekli bir insandır; çevresindeki aşklardan haberi bile yoktur.
Felatun Bey çapkınlığı yüzünden İngiliz aileden uzaklaşmak zorunda kalır ve yabancı bir kadınla dost hayatı yaşamaya başlar. Rakım Efendi, onu ikaz etmek istese de Felatun Bey, Rakım Efendi’nin hayattan zevk almasını bilmediğini belirterek uyarılarına kulak vermez.
Bir gün İngiliz aile Rakım Efendi’nin evini ziyarete gelir. Kızlar dahil hepsi Canan’a hayran kalırlar. Ancak İngiliz kızlardan Can, biraz da Rakım Efendi’nin Canan’a olan ilgisini hissederek kıskanır ve aşkından yatağa düşer. Tüm bunlardan habersiz olan Rakım Efendi, Canan’ı nikahı altına almıştır bile.
İngiliz aile sonunda kızlarının rahatsızlığının sebebini anlar. Rakım Efendi’den yalandan bile olsa Can’la evlenmek istediğini söylemesini isterler. Rakım Efendi kabul eder. Ancak, bu sefer de Can karşı çıkar, çünkü, Rakım Efendi acıdığı için böyle bir şeye evet demiştir. Felatun Bey ise kumar aleminde her şeyini kaybetmiş ve yabancı sevgilisi tarafından terkedilmiştir. Ama aklı başına gelmiş, Cezayir eyaletinde kaymakamlık görevi atanmıştır. İngiliz ailenin hasta olan kızı Can kendi kendine şifa bulmuş, hızla iyileşmeye başlamıştır. Bu duruma en çok sevinen ise kendisini hastalığın sebebi gören Rakım Efendi olmuştur.
Bu arada Rakım Efendi’nin cariyesi Canan ile evliliği ilk meyvesini verir. Canan’dan bir çocuğu dünyaya gelecektir.
Etiketler:
ahmet mithat,
aydın,
batılılaşma,
lale devri,
osmanlı,
roman
Fatih–Harbiye, Peyami Safa
Fatih–Harbiye, Peyami Safa, Ötüken Neşriyat, 2000, İstanbul
Fatih–Harbiye, Peyami Safa'nın Doğu–Batı, alafrangalık, yerlilik, şarklılık, ruh, madde vb. gibi sosyal ve felsefî konuları derinliğine aldığı ilk romanlarından biridir. Kitabın adı olan Fatih–Harbiye, bir tramvay hattının adıdır. Şark ve garp arasında kalan Türk gencini anlatan kitap, 1930'lu yılların başında Türk insanının yaşadığı kimlik problemlerine değinen ve semt olarak Fatih ve Harbiye (Beyoğlu)'yi seçen Peyami Safa’nın toplumsal romanıdır.
Neriman, Fatihli muhafazakâr bir ailenin kızı olarak burada yaşamayı arzu etmemektedir. O, baloların, eğlencelerin, çayların ve hareketli alafranga bir hayatın yaşandığı “Harbiye”de yaşamayı arzu etmektedir. Peyami Safa, bu romanında bir sosyal tenkide yöneldiği gibi, iki zıt kutup (Doğu–Batı) çatışmasını da yansıtmıştır. Bir moda şeklinde o devri saran yanlış batılılaşma hareketi karşısında tavrını açıkça ortaya koymuştur.
Hazırlıksız, kulaktan dolma bilgilerle ve başkalarının yönlendirmesiyle ortaya çıkan Batılılaşma arzusunun gerçekleşmesi mümkün olamaz ana fikri üzerine kurulmuş olan bu romanda Peyami Safa, tipleri uyumlu bir şekilde kullanmıştır. Bir taraftan geleneğe ve geçmişe bağlı bir baba, diğer taraftan, çevresinin etkisiyle batılı olmak arzusuyla yanıp tutuşan bir kız... Bu Neriman’dır.
Eserin başkahramanı olan Neriman, Fatih semtinde oturan ve geleneklerine bağlı Faiz Bey’in tek kızıdır. Anadolu’da birçok memuriyetlerde gezen Faiz Bey, Neriman’ı yedi yaşına kadar saf Türk muhitlerinde büyütmüştür. Fakat İstanbul’a yerleştikten sonra, Neriman’ın akrabalarından, bilhassa büyük dayısının ailesinden aldığı tesirler bambaşkadır. Galatasaray’dan çıkan ve tahsilini Avrupa’da bitiren büyük dayısı ve kızları, Neriman’da garp hayatına karşı incizap uyandırmışlardır. Bu iştiyak, ekseriya Neriman’ın da haberi olmadan, ruhunda gizli gizli yaşamış ve memleketteki asrileşme cereyanlarından gıda almış, fakat ne şuur, ne de irade halinde ortaya çıkmak için fırsat bulamamıştır. “Birçok Türk kızları gibi, Neriman da, ailesinden ve muhitinden karışık bir telkin, iki medeniyetin ayrı ayrı tesirlerinin halitasını yapan muhtelif bir içtimai terbiye almıştı.”(s. 53) Daha ziyade aile içerisinde, “annesi ve babası onu halis bir şarklı itiyatları vermişlerdi.”(s. 53)
Peyami Safa'nın üslup özelliğinin bir gereği olarak, kahramanlarının hâlihazır duruma, nasıl geldiklerinin de mantığını ortaya koymaktadır. Buna örnek olmak üzere, Neriman ve Neriman gibi kızların neden böyle olduklarını şöyle ifade eder: “Lozan sulhundan sonra, resmî Türkiye'nin de kanunla herkese kabul ettirdiği bu asrileşme, Neriman'ın ruhunda gizli gizli yaşayan bu iştiyaka en kuvvetli gıdasını vermişti. Akraba ve arkadaşlarından, örneklerden, gittikçe medenileşen İstanbul'un dekorundan, kitaplardan, resimlerden, tiyatro ve sinemalardan gelen bu telkinler, yeni kanunlarda müeyyidesini bulmuş oluyordu.” (s.53)
Neriman'ın iki medeniyet karşısında kalması ve bir türlü birinden yana tavır alamaması yüzünden, bunalımlar geçirdiği görülür. Kendisi, batılı olma arayışı içinde olmasına rağmen, “Bütün bunlar Neriman'da, anadan babadan gelen tesirleri tamamıyla gidermiş değildi. Genç kız iki ayrı medeniyetin zıt telkinleri altında gizli bir deruni mücadele geçiriyordu.”(s. 53)
Muhafazakâr bir genç olan Şinasi, Neriman’ın en yakın arkadaşıdır. Neriman’ın babası Faiz Bey, Şinasi’yi her yönden beğenir ve Neriman ile evlenmelerini arzu ettiğini her fırsatta belirtir. Neriman lise yıllarında tanıştığı ve yedi yıldır birlikte olduğu dostu Şinasi’yi sever. Birlikte Darülelhan’da musiki dersleri alırlar. Neriman ve Şinasi Darülelhan’a birlikte gidip gelirler. Fakat son zamanlarda Neriman Şinasi’den gittikçe uzaklaşmaya başlar ve Şinasi’den her fırsatta ayrılmak ister. Artık o Şinasi’nin ve herkesin tanıdığı Neriman değildir. Giyim tarzı, zevkleri, arkadaşlarına olan ilgisi, Darülelhan derslerine verdiği önem hızla değişir.
Yukarıda anlattığım durumlardan dolayı, Neriman, içinde yaşadığı evden, bulunduğu çevresinden, okuduğu okuldan nefret eder. Darülelhan'da ud çalan Neriman, bir ara şöyle der: “–Öf... Bu elimdeki ud da sinirime dokunuyor, kıracağım geliyor. Bunu benim elime nereden musallat ettiler? Evdeki hey hey yetmiyormuş gibi bir de Darülelhan... Şu alaturka musikiyi kaldıracaklar mı ne yapacaklar? Yapsalar da ben de kurtulsam. Hep ailenin tesiri babam, şark terbiyesi almış. Ney çalar, akrabam öyle... Darülelhan’dan çıkacağım yahut alafranga kısmına gireceğim... Kendimden nefret ediyorum. Oturduğum mahalle, oturduğum ev, konuştuğum adamlar çoğu sinirime dokunuyor.”(s. 25) Bu sözleriyle içinde bulunduğu durumu ifade eden Neriman, yaşamak istediği durum ve çevreyi şöyle anlatır: “–Dün Tünel'den Galatasaray'a kadar dükkânlara baktım. Esnaf bile zevk sahibi. İnsan bir bahçede geziniyormuş gibi oluyor. Her camekân bir çiçek gibi. Sonra halkı da bambaşka. Dönüp bakmazlar, yürümesini giyinmesini bilirler. Her şeyi bilirler canım...”(s. 26)
Neriman Doğu medeniyeti ve ona ait her şeyden nefret etmeye başlar; buna karşılık Batı medeniyeti ve ona ait her şey Neriman’a daha çekici, cazibeli gelir. Fatih’teki yaşam tarzından memnun değildir. O Harbiye’deki danslı, hareketli hayata özenir. Bu yüzden İstanbul’da batının etkilerini en çok üstünde yaşayan Beyoğlu semtine karşı aşırı bir sevgi duyar ve her fırsatta evlerinin bulunduğu Fatih’ten tramvaya binerek oraya gezmeye gider. Beyoğlu’na ait her şey Neriman’a çekici gelir, ona göre hayat Beyoğlu’ndadır.
Neriman’ı en temiz duyguları ile seven Şinasi, günden güne değişen Neriman’ın bu haline çok üzülmektedir. Bu arada Neriman Darülelhan derslerini aksatmaya başlar. Konservatuarın Batı müziği bölümünden ve Beyoğlu’ndan tanıştığı zengin aile çocuğu Macit ile arkadaş olur ve ona ilgi duymaya başlar. Macit, Neriman’ın gözünde Batıyı ve medeniliği temsil eden bir gençtir. Macit, Neriman’ı akşamları Maksim’de eğlencelere ve balolara götürür. Bu yüzden Macit’e karşı bir sevgi duyar. Artık Neriman Beyoğlu’na karşı daha büyük bir hayranlık duymaktadır ve ona ait ne varsa daha güzeldir.
Aslında Neriman, geçmişinde böyle değildir. “Siyah saten gömlekli, siyah başörtülü kız, o vakit böyle konuşmazdı. Liseden çıkar ve Süleymaniye'nin köşesinde görünürdü. Yolunda çantası, başı önüne eğilmiş, gözlerinde korku ve dudaklarında tebessüm, Şinasi'nin yaklaştığını görünce korkusu giden ve sevinci artan gözleriyle yere bakar, hafifçe kızarırdı. Sonra yan yana hiç konuşmadan epey yürürler ve buluşmanın ilk zevkini bu sükût içinde daha çok hissederlerdi,”(s. 12)
Fakat Neriman geçmişini hatırlamak istemez. Şinasi’nin:
“–Niçin artık sen dünkü sen değilsin?” (s. 63) sorusuna:
“–Çünkü ben bir Fatih kızı olmak istemiyorum. Anlıyor musun? Böyle yaşamaktan nefret ediyorum, eskilikten nefret ediyorum, yeniyi ve güzeli istiyorum, anlıyor musun? Eski ve yırtık ve pis iğrenç bir elbiseyi üstümden atar gibi bu hayattan ayrılmak, çıkmak istiyorum. İhtiyar adam, bozuk sokak, salaşpur ve gıy gıy, hey hey, ezan, helvacı... Bıktım artık ben başka şeyler istiyorum, başka, bambaşka, anlamıyor musun?”(s. 64) diye cevap verir.
Neriman, Beyoğlu semtinde edindiği arkadaşları yüzünden, sık sık onlarla buluşmak için, Beyoğlu'na gider. Bu durumu önce babası Faiz Bey'i, daha sonra da Şinasi'yi endişelendirmektedir. Ancak, her ikisinin de elinden pek fazla bir şey gelmez. Her ne kadar, Faiz Bey, Neriman'ın Şinasi'yle evlenmesinden sonra düzeleceğine ümit ediyorsa da, Neriman sık sık babasından bu evlenme konusunda süre istemektedir.
Neriman, Beyoğlu'nda edindiği arkadaşlarından Macit vasıtasıyla bir baloya gitmek üzere teklif alır. Artık Neriman'ın kafasındaki tek problem bu baloya gitmek olmuştur. Bu yüzden, babasının gönlünü yapmak gerektiğini bildiği için, ona şirin görünmek için, elinden gelen bütün gayreti göstermeye başlar. Faiz Bey Neriman’a baloya Şinasi ile giderlerse izin verebileceğini ifade eder. Neriman baloya Şinasi ile birlikte gitmek istemese de kabul eder, çünkü babasının başka şekilde izin vermeyeceğini bilir. Neriman bir gün Şinasi’ye yalan söyleyerek ondan ayrılır ve Macit ile buluşmaya gider. Fakat Neriman’dan şüphelenerek onu takip eden Şinasi bu yalanın farkına varır ve araları iyice bozulur. Artık Şinasi Neriman’a güvenmez, ona karşı bir soğukluk duymaya başlar ve onun hovardalık yaptığını düşünür.
Uzun süredir Darülelhan’a derslere gitmeyen Neriman, Darülelhan’a giderek Şinasi’yle konuşmak ister. Şinasi, Neriman’ı görmezden gelerek umursamaz bir tavır alır. Neriman Şinasi’yi kolundan tutarak bir kenara çeker. Balo meselesini ve babasının ancak onunla gitmesine izin verdiğini anlatır. Şinasi bu duruma pek memnun kalmasa da Faiz Bey’i kıramadığı için kabul eder. Neriman, sözlüsü Şinasi ile de, medenileşme konusunda sık sık tartışmaya girer. Şinasi de tıpkı babası gibi, Neriman'ın batılılaşmasına karşı çıkmaktadır. Bir gün Şinasi'nin:
“–Eskiden böyle söylemezdin.” demesine karşılık şöyle cevap verir:
“–Eskiden yalnız hissederdim, fakat ne istediğimi bilmezdim. Bak ortalıkta da neler oluyor, her şey değişmiyor mu? Ben de bu memleketin kızı değil miyim? Benim de medeni yaşamaya hakkım yok mu? Söyle... Cevap ver... Bak susuyorsun... Ne düşündüğünü anlamak kabil değil ki işte, beni bu sinirlendiriyor... Geçen gün de bunun için bayıldım...”(s. 81)
Neriman, sık sık sinir buhranları geçirir. Babası bu huyunu bildiği için, pek üzerine varmak istemez. Ancak bu durumun sebebini öğrenmek isteğinden de geri durmaz. Neriman, bir gün babasının bu yöndeki sorusuna şöyle bir karşılık verir:
“–Beni asıl sinirlendiren şey, bu semtte, bu evde her şeyden mahrum yaşamaktır. Şinasi de beni bundan kurtaramayacak, o da benim arzularımı anlamıyor.” dedikten sonra, bu arzuların neler olduğunu soran babasına şöyle cevap verir:
“Ben, dedi, ben. Nasıl söyleyeyim? Daha medeni yaşamak istiyorum... Siz bana hak vermezsiniz, ben...” Faiz Bey, kızının sözünü keserek,”hak veriyorum” diyerek, Neriman'ın bollukta büyüdüğünden istediklerinin olmadığı için sıkıldığını sanmaktadır. (s. 76)
Neriman artık baloya gitmek için hazırlıklarını yapmaya başlar. Neriman da Şinasi'yi gitme konusunda ikna edince, artık tek engel kıyafet meselesidir. Neriman, kıyafet için Beyoğlu’na dayısının evine gider. Burada karşılaştığı bir olay, onun hayatını yeniden şekillendirmekle kalmaz, yaptığı yanlıştan da dönmesine sebep olur. Bir Rus kızına dair dinlediği hikâye şöyledir:
“Bir Rus kızı, fakir bir Rus genciyle sevişir. İkisi Beyoğlu'nda küçük bir odada beraber yaşamaktadırlar. Rus genci, lokantalarda gitar çalarak üç-beş kuruş kazanmaktadır. Kız bu hayat tarzına senelerce katlanır. Nihayet bir gün, bu kızın karşısına zengin bir Rum çıkar. Kız bu Rum'a kapılarak, sevgilisinden ayrılır. Artık refah ve bolluk içinde yaşamaktadır. Kızın her arzusu yerine gelmektedir. Fakat bütün bunlara rağmen, bir şeylerin eksikliğini hissetmektedir. Bu sahteliklere çok fazla dayanamayarak, tekrar eski sevgilisine döner. Ancak, bu genç onu görmemezlikten gelir. Bu duruma çok içerleyen kız intihar eder.
Neriman, bu hikâyeyi dinledikten sonra, baloyu filan unutur. “Bu hikâyeyi âdeta kendi mukadderatına ait bir şey gibi dinlemiştir. Ne benzeyiş... Rus kızının şahsında kendisini, Rus aktrisinin şahsında Şinasi'yi ve Rum gencinin şahsında Macit'i görüyordu. Milliyet ve isim farklarından başka hiçbir şey yoktu. Süratle anlatılan bu hikâyeyi ebediyen kendi kendine tekrarlamak ve söylenemeyen teferruatı hayal ile tamamlayarak bütün bu hayatı zihninde yeniden yaşatmak istiyordu.”(s. 94) Neriman, gerçek yerinin ve gerçek kimliğinin bulunduğu yer olan Fatih'e gitmek üzere oradan ayrılır.
Faiz Bey, Şinasi ve arkadaşları batı taklitçiliğini konuşmak üzere bir araya gelmişlerdir. Neriman’ın da aralarına katılmalarını isterler. Neriman aldığı kararı babasına ve Macit’e anlatmak konusunda heyecanlıdır. Neriman babasının ve arkadaşlarının konuşmalarından da etkilenir ve aldığı kararı sohbetin sonunda anlatır. Eski Neriman olacağını, baloya gitmek istemediğini belirtir. Faiz Bey ve Şinasi bu duruma çok sevinir ve uzun süredir udundan nefret ederek eline almayan Neriman onlara ud çalar. Eve dönerken Neriman, Fatih sokaklarına bir kez daha bakar ve bu semte ait her şeyi sevdiğini söyler. Artık Neriman, babası Faiz Bey ve Şinasi mutsuz geçen günlerin ardından nihayet huzurlu günlerine dönmüşlerdir.
Batılılaşma hareketlerinin Türk toplumundaki etkileri.Üzerinde en çok tartıştığımız kavramlardan biri de batılılaşmadır. Sosyal hayatımıza girdiği ilk günden bu yana, kavramın olumlu ya da olumsuz yönleri üzerinde çok durulmuş, günümüzde bile durulmaya devam edilmektedir. Özellikle edebî eserlerde batılılaşma kavramı oldukça geniş bir yer tutmakta, batılılaşmanın yanlış anlaşılması veya olumsuzlukları üzerinde durulmaktadır. Bu türler içerisinde hikâye ve romanlarda batılılaşma en çok üzerinde durulan bir konu olmuştur.
Fatih–Harbiye, Peyami Safa'nın Doğu–Batı, alafrangalık, yerlilik, şarklılık, ruh, madde vb. gibi sosyal ve felsefî konuları derinliğine aldığı ilk romanlarından biridir. Kitabın adı olan Fatih–Harbiye, bir tramvay hattının adıdır. Şark ve garp arasında kalan Türk gencini anlatan kitap, 1930'lu yılların başında Türk insanının yaşadığı kimlik problemlerine değinen ve semt olarak Fatih ve Harbiye (Beyoğlu)'yi seçen Peyami Safa’nın toplumsal romanıdır.
Neriman, Fatihli muhafazakâr bir ailenin kızı olarak burada yaşamayı arzu etmemektedir. O, baloların, eğlencelerin, çayların ve hareketli alafranga bir hayatın yaşandığı “Harbiye”de yaşamayı arzu etmektedir. Peyami Safa, bu romanında bir sosyal tenkide yöneldiği gibi, iki zıt kutup (Doğu–Batı) çatışmasını da yansıtmıştır. Bir moda şeklinde o devri saran yanlış batılılaşma hareketi karşısında tavrını açıkça ortaya koymuştur.
Hazırlıksız, kulaktan dolma bilgilerle ve başkalarının yönlendirmesiyle ortaya çıkan Batılılaşma arzusunun gerçekleşmesi mümkün olamaz ana fikri üzerine kurulmuş olan bu romanda Peyami Safa, tipleri uyumlu bir şekilde kullanmıştır. Bir taraftan geleneğe ve geçmişe bağlı bir baba, diğer taraftan, çevresinin etkisiyle batılı olmak arzusuyla yanıp tutuşan bir kız... Bu Neriman’dır.
Eserin başkahramanı olan Neriman, Fatih semtinde oturan ve geleneklerine bağlı Faiz Bey’in tek kızıdır. Anadolu’da birçok memuriyetlerde gezen Faiz Bey, Neriman’ı yedi yaşına kadar saf Türk muhitlerinde büyütmüştür. Fakat İstanbul’a yerleştikten sonra, Neriman’ın akrabalarından, bilhassa büyük dayısının ailesinden aldığı tesirler bambaşkadır. Galatasaray’dan çıkan ve tahsilini Avrupa’da bitiren büyük dayısı ve kızları, Neriman’da garp hayatına karşı incizap uyandırmışlardır. Bu iştiyak, ekseriya Neriman’ın da haberi olmadan, ruhunda gizli gizli yaşamış ve memleketteki asrileşme cereyanlarından gıda almış, fakat ne şuur, ne de irade halinde ortaya çıkmak için fırsat bulamamıştır. “Birçok Türk kızları gibi, Neriman da, ailesinden ve muhitinden karışık bir telkin, iki medeniyetin ayrı ayrı tesirlerinin halitasını yapan muhtelif bir içtimai terbiye almıştı.”(s. 53) Daha ziyade aile içerisinde, “annesi ve babası onu halis bir şarklı itiyatları vermişlerdi.”(s. 53)
Peyami Safa'nın üslup özelliğinin bir gereği olarak, kahramanlarının hâlihazır duruma, nasıl geldiklerinin de mantığını ortaya koymaktadır. Buna örnek olmak üzere, Neriman ve Neriman gibi kızların neden böyle olduklarını şöyle ifade eder: “Lozan sulhundan sonra, resmî Türkiye'nin de kanunla herkese kabul ettirdiği bu asrileşme, Neriman'ın ruhunda gizli gizli yaşayan bu iştiyaka en kuvvetli gıdasını vermişti. Akraba ve arkadaşlarından, örneklerden, gittikçe medenileşen İstanbul'un dekorundan, kitaplardan, resimlerden, tiyatro ve sinemalardan gelen bu telkinler, yeni kanunlarda müeyyidesini bulmuş oluyordu.” (s.53)
Neriman'ın iki medeniyet karşısında kalması ve bir türlü birinden yana tavır alamaması yüzünden, bunalımlar geçirdiği görülür. Kendisi, batılı olma arayışı içinde olmasına rağmen, “Bütün bunlar Neriman'da, anadan babadan gelen tesirleri tamamıyla gidermiş değildi. Genç kız iki ayrı medeniyetin zıt telkinleri altında gizli bir deruni mücadele geçiriyordu.”(s. 53)
Muhafazakâr bir genç olan Şinasi, Neriman’ın en yakın arkadaşıdır. Neriman’ın babası Faiz Bey, Şinasi’yi her yönden beğenir ve Neriman ile evlenmelerini arzu ettiğini her fırsatta belirtir. Neriman lise yıllarında tanıştığı ve yedi yıldır birlikte olduğu dostu Şinasi’yi sever. Birlikte Darülelhan’da musiki dersleri alırlar. Neriman ve Şinasi Darülelhan’a birlikte gidip gelirler. Fakat son zamanlarda Neriman Şinasi’den gittikçe uzaklaşmaya başlar ve Şinasi’den her fırsatta ayrılmak ister. Artık o Şinasi’nin ve herkesin tanıdığı Neriman değildir. Giyim tarzı, zevkleri, arkadaşlarına olan ilgisi, Darülelhan derslerine verdiği önem hızla değişir.
Yukarıda anlattığım durumlardan dolayı, Neriman, içinde yaşadığı evden, bulunduğu çevresinden, okuduğu okuldan nefret eder. Darülelhan'da ud çalan Neriman, bir ara şöyle der: “–Öf... Bu elimdeki ud da sinirime dokunuyor, kıracağım geliyor. Bunu benim elime nereden musallat ettiler? Evdeki hey hey yetmiyormuş gibi bir de Darülelhan... Şu alaturka musikiyi kaldıracaklar mı ne yapacaklar? Yapsalar da ben de kurtulsam. Hep ailenin tesiri babam, şark terbiyesi almış. Ney çalar, akrabam öyle... Darülelhan’dan çıkacağım yahut alafranga kısmına gireceğim... Kendimden nefret ediyorum. Oturduğum mahalle, oturduğum ev, konuştuğum adamlar çoğu sinirime dokunuyor.”(s. 25) Bu sözleriyle içinde bulunduğu durumu ifade eden Neriman, yaşamak istediği durum ve çevreyi şöyle anlatır: “–Dün Tünel'den Galatasaray'a kadar dükkânlara baktım. Esnaf bile zevk sahibi. İnsan bir bahçede geziniyormuş gibi oluyor. Her camekân bir çiçek gibi. Sonra halkı da bambaşka. Dönüp bakmazlar, yürümesini giyinmesini bilirler. Her şeyi bilirler canım...”(s. 26)
Neriman Doğu medeniyeti ve ona ait her şeyden nefret etmeye başlar; buna karşılık Batı medeniyeti ve ona ait her şey Neriman’a daha çekici, cazibeli gelir. Fatih’teki yaşam tarzından memnun değildir. O Harbiye’deki danslı, hareketli hayata özenir. Bu yüzden İstanbul’da batının etkilerini en çok üstünde yaşayan Beyoğlu semtine karşı aşırı bir sevgi duyar ve her fırsatta evlerinin bulunduğu Fatih’ten tramvaya binerek oraya gezmeye gider. Beyoğlu’na ait her şey Neriman’a çekici gelir, ona göre hayat Beyoğlu’ndadır.
Neriman’ı en temiz duyguları ile seven Şinasi, günden güne değişen Neriman’ın bu haline çok üzülmektedir. Bu arada Neriman Darülelhan derslerini aksatmaya başlar. Konservatuarın Batı müziği bölümünden ve Beyoğlu’ndan tanıştığı zengin aile çocuğu Macit ile arkadaş olur ve ona ilgi duymaya başlar. Macit, Neriman’ın gözünde Batıyı ve medeniliği temsil eden bir gençtir. Macit, Neriman’ı akşamları Maksim’de eğlencelere ve balolara götürür. Bu yüzden Macit’e karşı bir sevgi duyar. Artık Neriman Beyoğlu’na karşı daha büyük bir hayranlık duymaktadır ve ona ait ne varsa daha güzeldir.
Aslında Neriman, geçmişinde böyle değildir. “Siyah saten gömlekli, siyah başörtülü kız, o vakit böyle konuşmazdı. Liseden çıkar ve Süleymaniye'nin köşesinde görünürdü. Yolunda çantası, başı önüne eğilmiş, gözlerinde korku ve dudaklarında tebessüm, Şinasi'nin yaklaştığını görünce korkusu giden ve sevinci artan gözleriyle yere bakar, hafifçe kızarırdı. Sonra yan yana hiç konuşmadan epey yürürler ve buluşmanın ilk zevkini bu sükût içinde daha çok hissederlerdi,”(s. 12)
Fakat Neriman geçmişini hatırlamak istemez. Şinasi’nin:
“–Niçin artık sen dünkü sen değilsin?” (s. 63) sorusuna:
“–Çünkü ben bir Fatih kızı olmak istemiyorum. Anlıyor musun? Böyle yaşamaktan nefret ediyorum, eskilikten nefret ediyorum, yeniyi ve güzeli istiyorum, anlıyor musun? Eski ve yırtık ve pis iğrenç bir elbiseyi üstümden atar gibi bu hayattan ayrılmak, çıkmak istiyorum. İhtiyar adam, bozuk sokak, salaşpur ve gıy gıy, hey hey, ezan, helvacı... Bıktım artık ben başka şeyler istiyorum, başka, bambaşka, anlamıyor musun?”(s. 64) diye cevap verir.
Neriman, Beyoğlu semtinde edindiği arkadaşları yüzünden, sık sık onlarla buluşmak için, Beyoğlu'na gider. Bu durumu önce babası Faiz Bey'i, daha sonra da Şinasi'yi endişelendirmektedir. Ancak, her ikisinin de elinden pek fazla bir şey gelmez. Her ne kadar, Faiz Bey, Neriman'ın Şinasi'yle evlenmesinden sonra düzeleceğine ümit ediyorsa da, Neriman sık sık babasından bu evlenme konusunda süre istemektedir.
Neriman, Beyoğlu'nda edindiği arkadaşlarından Macit vasıtasıyla bir baloya gitmek üzere teklif alır. Artık Neriman'ın kafasındaki tek problem bu baloya gitmek olmuştur. Bu yüzden, babasının gönlünü yapmak gerektiğini bildiği için, ona şirin görünmek için, elinden gelen bütün gayreti göstermeye başlar. Faiz Bey Neriman’a baloya Şinasi ile giderlerse izin verebileceğini ifade eder. Neriman baloya Şinasi ile birlikte gitmek istemese de kabul eder, çünkü babasının başka şekilde izin vermeyeceğini bilir. Neriman bir gün Şinasi’ye yalan söyleyerek ondan ayrılır ve Macit ile buluşmaya gider. Fakat Neriman’dan şüphelenerek onu takip eden Şinasi bu yalanın farkına varır ve araları iyice bozulur. Artık Şinasi Neriman’a güvenmez, ona karşı bir soğukluk duymaya başlar ve onun hovardalık yaptığını düşünür.
Uzun süredir Darülelhan’a derslere gitmeyen Neriman, Darülelhan’a giderek Şinasi’yle konuşmak ister. Şinasi, Neriman’ı görmezden gelerek umursamaz bir tavır alır. Neriman Şinasi’yi kolundan tutarak bir kenara çeker. Balo meselesini ve babasının ancak onunla gitmesine izin verdiğini anlatır. Şinasi bu duruma pek memnun kalmasa da Faiz Bey’i kıramadığı için kabul eder. Neriman, sözlüsü Şinasi ile de, medenileşme konusunda sık sık tartışmaya girer. Şinasi de tıpkı babası gibi, Neriman'ın batılılaşmasına karşı çıkmaktadır. Bir gün Şinasi'nin:
“–Eskiden böyle söylemezdin.” demesine karşılık şöyle cevap verir:
“–Eskiden yalnız hissederdim, fakat ne istediğimi bilmezdim. Bak ortalıkta da neler oluyor, her şey değişmiyor mu? Ben de bu memleketin kızı değil miyim? Benim de medeni yaşamaya hakkım yok mu? Söyle... Cevap ver... Bak susuyorsun... Ne düşündüğünü anlamak kabil değil ki işte, beni bu sinirlendiriyor... Geçen gün de bunun için bayıldım...”(s. 81)
Neriman, sık sık sinir buhranları geçirir. Babası bu huyunu bildiği için, pek üzerine varmak istemez. Ancak bu durumun sebebini öğrenmek isteğinden de geri durmaz. Neriman, bir gün babasının bu yöndeki sorusuna şöyle bir karşılık verir:
“–Beni asıl sinirlendiren şey, bu semtte, bu evde her şeyden mahrum yaşamaktır. Şinasi de beni bundan kurtaramayacak, o da benim arzularımı anlamıyor.” dedikten sonra, bu arzuların neler olduğunu soran babasına şöyle cevap verir:
“Ben, dedi, ben. Nasıl söyleyeyim? Daha medeni yaşamak istiyorum... Siz bana hak vermezsiniz, ben...” Faiz Bey, kızının sözünü keserek,”hak veriyorum” diyerek, Neriman'ın bollukta büyüdüğünden istediklerinin olmadığı için sıkıldığını sanmaktadır. (s. 76)
Neriman artık baloya gitmek için hazırlıklarını yapmaya başlar. Neriman da Şinasi'yi gitme konusunda ikna edince, artık tek engel kıyafet meselesidir. Neriman, kıyafet için Beyoğlu’na dayısının evine gider. Burada karşılaştığı bir olay, onun hayatını yeniden şekillendirmekle kalmaz, yaptığı yanlıştan da dönmesine sebep olur. Bir Rus kızına dair dinlediği hikâye şöyledir:
“Bir Rus kızı, fakir bir Rus genciyle sevişir. İkisi Beyoğlu'nda küçük bir odada beraber yaşamaktadırlar. Rus genci, lokantalarda gitar çalarak üç-beş kuruş kazanmaktadır. Kız bu hayat tarzına senelerce katlanır. Nihayet bir gün, bu kızın karşısına zengin bir Rum çıkar. Kız bu Rum'a kapılarak, sevgilisinden ayrılır. Artık refah ve bolluk içinde yaşamaktadır. Kızın her arzusu yerine gelmektedir. Fakat bütün bunlara rağmen, bir şeylerin eksikliğini hissetmektedir. Bu sahteliklere çok fazla dayanamayarak, tekrar eski sevgilisine döner. Ancak, bu genç onu görmemezlikten gelir. Bu duruma çok içerleyen kız intihar eder.
Neriman, bu hikâyeyi dinledikten sonra, baloyu filan unutur. “Bu hikâyeyi âdeta kendi mukadderatına ait bir şey gibi dinlemiştir. Ne benzeyiş... Rus kızının şahsında kendisini, Rus aktrisinin şahsında Şinasi'yi ve Rum gencinin şahsında Macit'i görüyordu. Milliyet ve isim farklarından başka hiçbir şey yoktu. Süratle anlatılan bu hikâyeyi ebediyen kendi kendine tekrarlamak ve söylenemeyen teferruatı hayal ile tamamlayarak bütün bu hayatı zihninde yeniden yaşatmak istiyordu.”(s. 94) Neriman, gerçek yerinin ve gerçek kimliğinin bulunduğu yer olan Fatih'e gitmek üzere oradan ayrılır.
Faiz Bey, Şinasi ve arkadaşları batı taklitçiliğini konuşmak üzere bir araya gelmişlerdir. Neriman’ın da aralarına katılmalarını isterler. Neriman aldığı kararı babasına ve Macit’e anlatmak konusunda heyecanlıdır. Neriman babasının ve arkadaşlarının konuşmalarından da etkilenir ve aldığı kararı sohbetin sonunda anlatır. Eski Neriman olacağını, baloya gitmek istemediğini belirtir. Faiz Bey ve Şinasi bu duruma çok sevinir ve uzun süredir udundan nefret ederek eline almayan Neriman onlara ud çalar. Eve dönerken Neriman, Fatih sokaklarına bir kez daha bakar ve bu semte ait her şeyi sevdiğini söyler. Artık Neriman, babası Faiz Bey ve Şinasi mutsuz geçen günlerin ardından nihayet huzurlu günlerine dönmüşlerdir.
Bir Bilim Adamının Romanı, Oğuz Atay
Bir Bilim Adamının Romanı, Oğuz Atay, Bilgi Yayınevi, 1975, Ankara
Mustafa İNAN, eşi arkeoloji profesörü Jale İNAN’ın verdiği bilgiye göre 24 Ağustos 1911’de Adana’da doğmuştur. Babası Hüseyin Avni Bey seyyar posta memuru, annesi Rabia Hanım ise ev hanımıdır. 1898’de evlenen Hüseyin-Rabia çiftinin Mustafa İNAN’dan önce doğan çocuklarının çoğu küçük yaşta ölmüştür. Mustafa İNAN doğduğu zaman sadece Emine ve Zübeyde isimli iki kızı sağ kalmıştır. Mustafa İNAN’dan sonra da Güzide, Mehmet ve Sami dünyaya gelmiştir. O dönemde Anadolu’da çocukların yaşaması mucizedir. Hastalıklar, kazalar birbirini izlemektedir. Mustafa İNAN da bunlardan nasibini alır. Adana’da yazın sıcaklarında zenginler yaylalara çıkarlar. Fakirler de serinlemek için damların üstünde yatarlar. Mustafa böyle bir gecede gözünün ağrısından bir türlü uyuyamaz. Annesi bir ev ilacı sürmüş ve gözlerini bağlamıştır. Sabah annesi erken kalkar ve evi toplamakla uğraşır. Bu sarada uyanan Mustafa gözleri bağlı halde damda dolaşırken aşağı düşer. Mustafa’yı doktora götürürler. Çocuğun yaraları dikilir, sarılır. Ne var ki Mustafa kendine gelemez, hayatından ümit kesilmiştir. Küçük Mustafa bir süre sonra iyileşmiştir ancak, bu düşüşün sarsıntısını uzun süre çeker.
Mustafa İNAN, mahalle mektebine başlamıştır. Mahalle mektebinin sıkıntılı günleri devam ederken 1914’de Birinci Dünya Savaşı başlamıştır. 1918 yılında Fransızlar Sevr Anlaşması uyarınca Adana’yı işgal etmişlerdir. Savaşla birlikte kıtlık ve yoksulluk yılları başlamıştır. Fransızlar’ın Adana’yı işgal ettiği gün de Hüseyin Avni Bey posta treninin arkasına takılmış küçük vagonuyla istasyon istasyon dolaşmaktadır.
Ermenilerin kasıtlı olarak yaptıkları katliamlar şehirde asayişi bozmuş ve halkın kaçmasına zemin hazırlamıştır. Bu durumu anlayan halk da düşmandan temizlenmiş Toroslar’a sığınmak için harekete geçmiştir. Fakat, Adana'dan çıkış zor idi. Her tarafta Ermeni çeteleri her an müslüman Türk'ün can güvenliğini tehdit etmektedir. Toroslar’a sığınmaktan amaç ise kaçıp kurtulmaktan daha çok, orada teşkilatlanıp, Adana'yı düşman istilasından kurtarmaktır. O günleri yaşayanlar bu olaydan “kaç kaç” diye söz etmektedirler.
Rabia Hanım’ın büyük kızı Emine eşiyle birlikte “kaç kaça” katılıp Adana’dan ayrılırken annesine biraz para bırakınca hemen Konya’ya gitme hazırlıklarına başlanmıştır. Sıkıntılı bir yolculuktan sonra Konya’ya ulaşmış ve bir süre sonra da babasına kavuşmuşlardır. Konya’da iki buçuk yıl kalmışlardır. Mustafa burada kardeşi ile birlikte Şehit Muhtar Bey mektebine gönderilmiştir.
Mustafa İNAN son derece zeki bir insandır. Bunu ilk fark eden de yaz tatilinde çalışması için yanına verildiği kuyumcudur. Mustafa İNAN daha çocukken evlerinin damından düştükten sonra babası hep oğlunun bir daha düzelemeyeceğini ve okuyamayacağının düşünmektedir. Bir de Mustafa İNAN’ı ders çalışırken görmemesi bu düşüncesini iyice pekiştirir. Mustafa İNAN ortaokula giderken onun defter tuttuğunu gören yoktur. Ders kitabı da yoktur. Sadece sarı bir defteri vardır. Onu da bir boru gibi büküp kemerine sokmaktadır. Babası da onun bu haylazlılığına hayli içerlemektedir. Oğlunun bu halini gören babası onun bir sanat öğrenmesi istemektedir. Böylece oğlu hem bir meslek sahibi olacak hem de kendisi boş yere okul masrafı yapmamış olacaktır. Bu düşüncelerle Mustafa’nın eski ustası kuyumcu Ahmet Usta’ya danışmıştır. Ahmet Usta: “Beyim bu çocuk çok akıllıdır, sen bunu okut, yoksa yazık olur bu oğlana” diye cevap vermiştir Mustafa’nın babasına. Mustafa ders çalışmaz, akşamları erken yatar. Ancak onun derdi başkadır. Bu derdini annesine şöyle ifade etmiştir: “Elbette hiç çalışmadan olmaz ana. Ne yapayım, sizlere yük olmak istemiyorum; kitaplar da pahalı.” Onun için her sabah erkenden kalkmaktadır Mustafa ve herkesten önce mektebe giderek yatılı öğrenciler kahvaltılarını bitirinceye kadar onların kitaplarını okumaktadır.
Yatılı okula başlayınca bütün yatılılara sahip çıkmıştır Mustafa İNAN. Birgün ırmağın kenarında oturmuş düşünürken yatılı öğrencilerden biri yanına yaklaşmış ve “Mustafa ağabey cebirle gene başım dertte.” Ertesi gün de bir fizik imtihanı vardır. Mustafa hemen yumuşamıştır. Çünkü ona bir şey sorulduğunda durumu ne olursa olsun sevinmektedir. Çünkü o öğretme sevdalısıdır. Hayatı boyunca da bu sevdadan vazgeçmemiştir. İster öğrencileri ister kendi oğlu ona bir şey sorduğunda bunu nasıl onların anlayabileceği şekilde anlatabilirim sıkıntısı yaşamıştır.
1929 yılında babasını kaybetmiştir. En kısa öğrenimi yaparak biran önce hayata atılmak zorunda olduğunu düşünmektedir. 1931 yılında liseyi birincilikle bitirmiştir ve karışık duygular içindedir. Önünde iki yol vardır. Ya üç yıl daha okuyup öğretmen olacaktır ya da beş yıl okuyacağı mühendis mektebine gidecektir. İkincisi daha uzun bir yoldur ancak bu yolu tercih ederse üniversitede öğretmen olma böylece memlekete daha fazla faydalı olma imkanına sahip olacaktır. O tabi ki ikinci yolu seçmiştir. Çünkü öğretmen olmak onun kendisine verdiği bir sözdür. Mühendis olup erken hayata atılıp çok para kazanma imkanı da olacaktır. Ama o hep öğretmen olmak için yaratıldığını düşünmüştür. Para kazanma meselesi ileride de sık sık karşısına çıkacak ve bu meseleyi düşünmek zorunda kalacaktır.
Mühendis mektebine girmesi kolay olmamış, yeni bir engelle karşılaşmıştır. Bu engel giriş imtihanıdır. Kayıt bürosunun önü kalabalıktır. Sıra bekleyen gençler bu soluk benizli çekingen delikanlıyı görünce onunla alay etmişlerdir. Sınav yapılır, sonuçlar açıklanır. Adanalı Mustafa birinci olmuştur. Herkes Adanalı Mustafa’yı aramaktadır. Mustafa İNAN da merak etmektedir Adanalı Mustafa’yı. “Bizde ne çalışkan hemşeriler varmış” der kendi kendine. En sonunda kayıt memurunun yardımıyla esrar çözülmüştür. Adanalı Mustafa, Mustafa İNAN’dır.
Mustafa İNAN 1931 yılında Mühendis Mektebi’ne ve bilim hizmetine girmiştir. Yüksek öğrenimine de leyli mecanni (devlet tarafından okutulan öğrenci) olarak başlamıştır. Mustafa İNAN herkesle arkadaştır. Herkesin derdiyle ilgilenmektedir. Kendisinin pek ders çalıştığı görülmediği halde herkese ders anlatmaktadır. Arkadaşları ile birlikte ders çalışsa da o aslında arkadaşlarının hatta üniversitedeki hocalarının da ilerisindedir.
İsviçre’de doktorasını tamamladıktan sonra kendisine orada kalması teklif edilmiş ancak bu teklifi reddetmiştir. Çünkü bu zamana gelene kadar devleti onun için çok şey yapmıştır. Onun devletine vefa borcu vardır. Şimdi sıra ondandadır. Kendi ülkesinin de bilim adamına, bilim adamları yetiştirecek yetişmiş insanlara ihtiyacı vardır.
Mustafa İNAN antika hocaların dünyasına yeni bir hava getirmiş ve kendini kabul ettirmiştir. Çünkü sevimliliği ile çevresinin hemen ilgisini çekmektedir. Esprisi de kuvvetlidir, sözlerini tatlı şivesiyle renklendirmesini bilmektedir. Üstelik güzel konuşmaktadır. Her zaman konuşmamakta her söze atılmamaktadır. İnsanları özellikle de insanımızı tanımaktadır. Mustafa İNAN çevresine baktıkça, sonraları kendini çok düşündüren “düşünme tembelliğinin farkına varmıştır. “Düşünmek zordu, düşünme büyük bir enerji istiyordu. Hele yaratıcı, araştırıcı düşünce için çok yorulmak gerekiyordu. Yüzyıllardır gördüklerini, dinlediklerini yorumlamaya alışmamıştı insanlar, bu nereden geliyor diye merak etmiyorlardı. Onları tedirgin etmeden, onlara yeni olan karşısındaki ilkel korkuyu hissettirmeden düşünmeye alıştırmak gerekiyordu.”
Mustafa İNAN sadece mühendislik konuları ile ilgilenen bir kişi olmamıştır. Boş zamanlarında Fuzuli’nin Divanını ezberlemektedir. Edebiyat ile yakından ilgilenmektedir. Hoş sohbeti sebebiyle davetlerin aranılan şahsiyetlerinden biri haline gelmiştir. Onun bilgi dağarcığında hemen hemen her konuda söyleyecek bir sözü mevcuttur. Çünkü her şeye ilgi duymaktadır.
1960 yılında Mustafa İNAN Cemal GÜRSEL tarafından Ankara’ya çağrılmış ve kendisine bayındırlık bakanı olması teklif edilmiştir. Ancak o öğrencilerinden ayrılmak istemediğini ifade ederek bu teklifi kabul etmemiştir.
Mustafa İNAN 1967 yılının kış aylarında rahatsızlanmıştır. Hastalığı ilerlemektedir. Doktorlar Mustafa İNAN’a kesin bir tedavi uygulayamamaktadır. Onu yurt dışına gitmesi için ikna etmeye çalışmışlar ancak bu hakkını daha önce kullandığı için bu çabaları da boşa çıkarmıştır. Nihayetinde Teknik Üniversite Rektörü Bedri KARAFAKILIOĞLU tarafından kendi yerine yurt dışına gitmesi için ikna edilmiştir.
Yurt dışındaki tedavi de sonuç vermemiş 1911 yılının Ağustos ayında doğmuş olan Mustafa İNAN, yine bir ağustos ayında vefat etmiştir.
Mustafa İNAN prensipleri, bilim ahlakı, çok yönlülüğü, dürüstlüğü, yardımseverliği ve vatanseverliği ile örnek bir bilim adamı olarak yaşamıştır. Türkiye’de bilimsel anlayışın ve bilim alt yapısının oluşması onun en büyük hedefi olmuştur.
Cumhuriyetin ilanından sonra Adana’ya dönmüşlerdir. Mustafa İNAN ortaokulu Adana’da bitirmiştir. Parasız yatılı sınavını kazanan Mustafa İNAN lisede devlet tarafından okutulmuştur. 1931 yılında Mühendis Mektebine girmiştir. Mühendis Mektebi’ni bitirdikten sonra İsviçre’ye gitmiş ve burada doktorasını tamamlamıştır. 1945 yılında da profesör olmuştur. Vefat ettiği 1967 yılına kadar bilimin hizmetinde olmuştur.
Prof. Dr. Mustafa İNAN’ın Hayat Hikayesi.Roman, 1971 yılında Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu Bilim Kurulu’nun bilim ödülü töreninin tasviri ile başlar. Bu ödüle layık görülen kişi, 1944’lerde başlayıp 1967’deki vefatına kadar ki bilimsel çalışmaları ve bilim adamı yetiştirilmesinde yarattığı ekol sebebiyle, Prof. Dr. Mustafa İNAN’dır. Ancak dikkat edileceği gibi, bu ödüle ölümünden dört yıl sonra layık görülmüştür.
Mustafa İNAN, eşi arkeoloji profesörü Jale İNAN’ın verdiği bilgiye göre 24 Ağustos 1911’de Adana’da doğmuştur. Babası Hüseyin Avni Bey seyyar posta memuru, annesi Rabia Hanım ise ev hanımıdır. 1898’de evlenen Hüseyin-Rabia çiftinin Mustafa İNAN’dan önce doğan çocuklarının çoğu küçük yaşta ölmüştür. Mustafa İNAN doğduğu zaman sadece Emine ve Zübeyde isimli iki kızı sağ kalmıştır. Mustafa İNAN’dan sonra da Güzide, Mehmet ve Sami dünyaya gelmiştir. O dönemde Anadolu’da çocukların yaşaması mucizedir. Hastalıklar, kazalar birbirini izlemektedir. Mustafa İNAN da bunlardan nasibini alır. Adana’da yazın sıcaklarında zenginler yaylalara çıkarlar. Fakirler de serinlemek için damların üstünde yatarlar. Mustafa böyle bir gecede gözünün ağrısından bir türlü uyuyamaz. Annesi bir ev ilacı sürmüş ve gözlerini bağlamıştır. Sabah annesi erken kalkar ve evi toplamakla uğraşır. Bu sarada uyanan Mustafa gözleri bağlı halde damda dolaşırken aşağı düşer. Mustafa’yı doktora götürürler. Çocuğun yaraları dikilir, sarılır. Ne var ki Mustafa kendine gelemez, hayatından ümit kesilmiştir. Küçük Mustafa bir süre sonra iyileşmiştir ancak, bu düşüşün sarsıntısını uzun süre çeker.
Mustafa İNAN, mahalle mektebine başlamıştır. Mahalle mektebinin sıkıntılı günleri devam ederken 1914’de Birinci Dünya Savaşı başlamıştır. 1918 yılında Fransızlar Sevr Anlaşması uyarınca Adana’yı işgal etmişlerdir. Savaşla birlikte kıtlık ve yoksulluk yılları başlamıştır. Fransızlar’ın Adana’yı işgal ettiği gün de Hüseyin Avni Bey posta treninin arkasına takılmış küçük vagonuyla istasyon istasyon dolaşmaktadır.
Ermenilerin kasıtlı olarak yaptıkları katliamlar şehirde asayişi bozmuş ve halkın kaçmasına zemin hazırlamıştır. Bu durumu anlayan halk da düşmandan temizlenmiş Toroslar’a sığınmak için harekete geçmiştir. Fakat, Adana'dan çıkış zor idi. Her tarafta Ermeni çeteleri her an müslüman Türk'ün can güvenliğini tehdit etmektedir. Toroslar’a sığınmaktan amaç ise kaçıp kurtulmaktan daha çok, orada teşkilatlanıp, Adana'yı düşman istilasından kurtarmaktır. O günleri yaşayanlar bu olaydan “kaç kaç” diye söz etmektedirler.
Rabia Hanım’ın büyük kızı Emine eşiyle birlikte “kaç kaça” katılıp Adana’dan ayrılırken annesine biraz para bırakınca hemen Konya’ya gitme hazırlıklarına başlanmıştır. Sıkıntılı bir yolculuktan sonra Konya’ya ulaşmış ve bir süre sonra da babasına kavuşmuşlardır. Konya’da iki buçuk yıl kalmışlardır. Mustafa burada kardeşi ile birlikte Şehit Muhtar Bey mektebine gönderilmiştir.
Mustafa İNAN son derece zeki bir insandır. Bunu ilk fark eden de yaz tatilinde çalışması için yanına verildiği kuyumcudur. Mustafa İNAN daha çocukken evlerinin damından düştükten sonra babası hep oğlunun bir daha düzelemeyeceğini ve okuyamayacağının düşünmektedir. Bir de Mustafa İNAN’ı ders çalışırken görmemesi bu düşüncesini iyice pekiştirir. Mustafa İNAN ortaokula giderken onun defter tuttuğunu gören yoktur. Ders kitabı da yoktur. Sadece sarı bir defteri vardır. Onu da bir boru gibi büküp kemerine sokmaktadır. Babası da onun bu haylazlılığına hayli içerlemektedir. Oğlunun bu halini gören babası onun bir sanat öğrenmesi istemektedir. Böylece oğlu hem bir meslek sahibi olacak hem de kendisi boş yere okul masrafı yapmamış olacaktır. Bu düşüncelerle Mustafa’nın eski ustası kuyumcu Ahmet Usta’ya danışmıştır. Ahmet Usta: “Beyim bu çocuk çok akıllıdır, sen bunu okut, yoksa yazık olur bu oğlana” diye cevap vermiştir Mustafa’nın babasına. Mustafa ders çalışmaz, akşamları erken yatar. Ancak onun derdi başkadır. Bu derdini annesine şöyle ifade etmiştir: “Elbette hiç çalışmadan olmaz ana. Ne yapayım, sizlere yük olmak istemiyorum; kitaplar da pahalı.” Onun için her sabah erkenden kalkmaktadır Mustafa ve herkesten önce mektebe giderek yatılı öğrenciler kahvaltılarını bitirinceye kadar onların kitaplarını okumaktadır.
Yatılı okula başlayınca bütün yatılılara sahip çıkmıştır Mustafa İNAN. Birgün ırmağın kenarında oturmuş düşünürken yatılı öğrencilerden biri yanına yaklaşmış ve “Mustafa ağabey cebirle gene başım dertte.” Ertesi gün de bir fizik imtihanı vardır. Mustafa hemen yumuşamıştır. Çünkü ona bir şey sorulduğunda durumu ne olursa olsun sevinmektedir. Çünkü o öğretme sevdalısıdır. Hayatı boyunca da bu sevdadan vazgeçmemiştir. İster öğrencileri ister kendi oğlu ona bir şey sorduğunda bunu nasıl onların anlayabileceği şekilde anlatabilirim sıkıntısı yaşamıştır.
1929 yılında babasını kaybetmiştir. En kısa öğrenimi yaparak biran önce hayata atılmak zorunda olduğunu düşünmektedir. 1931 yılında liseyi birincilikle bitirmiştir ve karışık duygular içindedir. Önünde iki yol vardır. Ya üç yıl daha okuyup öğretmen olacaktır ya da beş yıl okuyacağı mühendis mektebine gidecektir. İkincisi daha uzun bir yoldur ancak bu yolu tercih ederse üniversitede öğretmen olma böylece memlekete daha fazla faydalı olma imkanına sahip olacaktır. O tabi ki ikinci yolu seçmiştir. Çünkü öğretmen olmak onun kendisine verdiği bir sözdür. Mühendis olup erken hayata atılıp çok para kazanma imkanı da olacaktır. Ama o hep öğretmen olmak için yaratıldığını düşünmüştür. Para kazanma meselesi ileride de sık sık karşısına çıkacak ve bu meseleyi düşünmek zorunda kalacaktır.
Mühendis mektebine girmesi kolay olmamış, yeni bir engelle karşılaşmıştır. Bu engel giriş imtihanıdır. Kayıt bürosunun önü kalabalıktır. Sıra bekleyen gençler bu soluk benizli çekingen delikanlıyı görünce onunla alay etmişlerdir. Sınav yapılır, sonuçlar açıklanır. Adanalı Mustafa birinci olmuştur. Herkes Adanalı Mustafa’yı aramaktadır. Mustafa İNAN da merak etmektedir Adanalı Mustafa’yı. “Bizde ne çalışkan hemşeriler varmış” der kendi kendine. En sonunda kayıt memurunun yardımıyla esrar çözülmüştür. Adanalı Mustafa, Mustafa İNAN’dır.
Mustafa İNAN 1931 yılında Mühendis Mektebi’ne ve bilim hizmetine girmiştir. Yüksek öğrenimine de leyli mecanni (devlet tarafından okutulan öğrenci) olarak başlamıştır. Mustafa İNAN herkesle arkadaştır. Herkesin derdiyle ilgilenmektedir. Kendisinin pek ders çalıştığı görülmediği halde herkese ders anlatmaktadır. Arkadaşları ile birlikte ders çalışsa da o aslında arkadaşlarının hatta üniversitedeki hocalarının da ilerisindedir.
İsviçre’de doktorasını tamamladıktan sonra kendisine orada kalması teklif edilmiş ancak bu teklifi reddetmiştir. Çünkü bu zamana gelene kadar devleti onun için çok şey yapmıştır. Onun devletine vefa borcu vardır. Şimdi sıra ondandadır. Kendi ülkesinin de bilim adamına, bilim adamları yetiştirecek yetişmiş insanlara ihtiyacı vardır.
Mustafa İNAN antika hocaların dünyasına yeni bir hava getirmiş ve kendini kabul ettirmiştir. Çünkü sevimliliği ile çevresinin hemen ilgisini çekmektedir. Esprisi de kuvvetlidir, sözlerini tatlı şivesiyle renklendirmesini bilmektedir. Üstelik güzel konuşmaktadır. Her zaman konuşmamakta her söze atılmamaktadır. İnsanları özellikle de insanımızı tanımaktadır. Mustafa İNAN çevresine baktıkça, sonraları kendini çok düşündüren “düşünme tembelliğinin farkına varmıştır. “Düşünmek zordu, düşünme büyük bir enerji istiyordu. Hele yaratıcı, araştırıcı düşünce için çok yorulmak gerekiyordu. Yüzyıllardır gördüklerini, dinlediklerini yorumlamaya alışmamıştı insanlar, bu nereden geliyor diye merak etmiyorlardı. Onları tedirgin etmeden, onlara yeni olan karşısındaki ilkel korkuyu hissettirmeden düşünmeye alıştırmak gerekiyordu.”
Mustafa İNAN sadece mühendislik konuları ile ilgilenen bir kişi olmamıştır. Boş zamanlarında Fuzuli’nin Divanını ezberlemektedir. Edebiyat ile yakından ilgilenmektedir. Hoş sohbeti sebebiyle davetlerin aranılan şahsiyetlerinden biri haline gelmiştir. Onun bilgi dağarcığında hemen hemen her konuda söyleyecek bir sözü mevcuttur. Çünkü her şeye ilgi duymaktadır.
1960 yılında Mustafa İNAN Cemal GÜRSEL tarafından Ankara’ya çağrılmış ve kendisine bayındırlık bakanı olması teklif edilmiştir. Ancak o öğrencilerinden ayrılmak istemediğini ifade ederek bu teklifi kabul etmemiştir.
Mustafa İNAN 1967 yılının kış aylarında rahatsızlanmıştır. Hastalığı ilerlemektedir. Doktorlar Mustafa İNAN’a kesin bir tedavi uygulayamamaktadır. Onu yurt dışına gitmesi için ikna etmeye çalışmışlar ancak bu hakkını daha önce kullandığı için bu çabaları da boşa çıkarmıştır. Nihayetinde Teknik Üniversite Rektörü Bedri KARAFAKILIOĞLU tarafından kendi yerine yurt dışına gitmesi için ikna edilmiştir.
Yurt dışındaki tedavi de sonuç vermemiş 1911 yılının Ağustos ayında doğmuş olan Mustafa İNAN, yine bir ağustos ayında vefat etmiştir.
Mustafa İNAN prensipleri, bilim ahlakı, çok yönlülüğü, dürüstlüğü, yardımseverliği ve vatanseverliği ile örnek bir bilim adamı olarak yaşamıştır. Türkiye’de bilimsel anlayışın ve bilim alt yapısının oluşması onun en büyük hedefi olmuştur.
Cumhuriyetin ilanından sonra Adana’ya dönmüşlerdir. Mustafa İNAN ortaokulu Adana’da bitirmiştir. Parasız yatılı sınavını kazanan Mustafa İNAN lisede devlet tarafından okutulmuştur. 1931 yılında Mühendis Mektebine girmiştir. Mühendis Mektebi’ni bitirdikten sonra İsviçre’ye gitmiş ve burada doktorasını tamamlamıştır. 1945 yılında da profesör olmuştur. Vefat ettiği 1967 yılına kadar bilimin hizmetinde olmuştur.
Bağdat Yolu
Bağdat Yolu
Bir bakış baktın kalbimi yaktınAşkın kemendini boynuma taktınBahçende gülün kapında kölenOlmaya râzıyım sevgilim seninCanım fedâdır senin yolunaGünâhların da benim boynumaÇıkalım senle Bağdat yolunaSen bir şahinsin, ben garip serçeAttın kalbime demirden pençeMehtâp senin o güzel yüzündeSeyretsem ne olur seni dizimdeBahçende gülün kapında kölenOlmaya râzıyım sevgilim
Sıpa
Köylü, yeni doğan bir sıpayı kucağına almış evine dönerken,iki ortaokul öğrencisi kendisine takılır ve:
- Hayrola amca, derler. oğlunu nereye götürüyorsun böyle?
- Adam:
-Kendine yapılan bu terbiyesizliğe aldırmamış görünerek cevap verir:
- Gittiğiniz okula kaydını yaptıracağım :D
25 Nisan 2012 Çarşamba
Nasa
Nasa Mars’a adam gönderecekmiş. Sadece bir kişi gidebilecek, giden de geri dönemeyecekmiş. İlk aday olan mühendise bu iş için ne kadar isteyeceğini sormuşlar:
- 1 Milyon Dolar demiş ve eklemiş – kızılhaça bağışlayacağım.
İkinci aday olan doktora da aynı soruyu sormuşlar. Doktor:
- 2 Milyon Dolar demiş. – Bir milyonunu aileme bir milyonunu da tıbbi araştırmalara bağışlayacağım.
Üçüncü aday olan Temel aynı soruya
- 3 Milyon Dolar diye cevap verince yetkililer diğerleri bu kadar az isterken kendisinin neden 3 milyon dolar istediğini sormuşlar. Temel yetkililere doğru eğilmiş, kısık bir sesle:
- 1 milyonunu ben alırım, 1 milyonunu size veririm, mühendisi de
Mars’a göndeririz.
Yunus Baligi Temel
Temel ölmüs. Öteki dünyada görevliler listeye bakmis ve Temel’e:
- Ya senin adin listede yok sen bugün ölmeyecektin
yanlislikla ölmüssün. Seni tekrar dünyaya gönderecegiz. Ama kurallara göre insan olarak
gönderilemezsin. Ancak istedigin bir hayvan olarak dünyaya gönderileceksin.
Ne olmak istersin?
Temel biraz düşündükten onra “Yunus olayım”, demis.
Ve aninda yunus olarak dünyaya isinlanmis. Aradan 3 dakika gecmis ki Temel tekrar öteki dünyaya dönmüs. Görevli sormus:
- Ne oldu ya?.. Biz seni şimdi gönderdik niye geldin?
Temel masum bir sekilde cevaplamis:
- Yüzme bilmiyorum, boguldum…
24 Nisan 2012 Salı
Conquering Outer Space (1957)
When you got that new chemistry set in 1957 one of the first things you did was to mix stuff together. Then if nothing cool happened you might try to read the manual that came with the chemistry set. Porter took advantage of the space age by enclosing a booklet that taught you a little science while giving recipes for something cool.
Porter Chemical Company was based in Hagerstown, Maryland. They produced the "Chemcraft Chemistry Sets" that many baby boomers had as children. For more about the sets see here: http://www.rsc.org/chemistryworld/issues/2007/december/thechemistrysetgeneration.asp
Sorry for the long gap between posts but work and family occasionally take their toll. Hopefully I am more regular again.
Porter Chemical Company was based in Hagerstown, Maryland. They produced the "Chemcraft Chemistry Sets" that many baby boomers had as children. For more about the sets see here: http://www.rsc.org/chemistryworld/issues/2007/december/thechemistrysetgeneration.asp
Sorry for the long gap between posts but work and family occasionally take their toll. Hopefully I am more regular again.
Doğanın Dengesi
Temel ormanda agaç kesiyormus, o sırada çevreciler de ormanda yürüyüşe çıkmışlar, Temeli bu vaziyette görünce bir güzel pataklamışlar… Temel üstü başı perişan halde köye dönerken Dursun a rastlamış, Dursun;
-Ula Temel bu ne hal böyle? diye sormuş,
Temel de anlatmış;
- Ormanda ağaç keseydum, birden kalabaluk pir grup Doğan ın yengesini bozmişum diye dövdü peni, halbuki ne Doğan ı taniyruuum, ne de yengesuni..
Biraz alış-veriş...
Epeydir bu renkte gözlük arıyordum.Sonunda Koton'da buldum,üstelik fiyatlarda çok uygun.Bakın derim :)
Bu ceketi Batik'te görür görmez vuruldum.Pembe ve turuncunun kombinine bayılıyorum.İçine beyaz tişört,altına blue jean ve sanırım süet bir pembe babet de alıcam :)
Ve tabii puantiye .Olmazsa olamazım bilirsiniz.Yeni telefonuma da çok yakıştı :)
Sen ey serv-i revân ruhsâr-ı gülgûn
Sen ey serv-i revân ruhsâr-ı gülgûn
Sen ey serv-i revân ruhsâr-ı gülgûnN'olur etsen beni bir demde memnûnOlup aşkınla ahvâlim digergûnGam-ı aşkınla Leylâ oldu MecnûnEnîsim mûnisim gül yüzlü yârimGülistânım gülüm bağım bahârımYetiş imdâdıma ey şivekârımGam-ı aşkınla Leylâ oldu MecnûnBeste: Enderûnî Ali BeyGüfte: ?Makâm: UşşâkUsûl: CurcunaForm:ŞarkıSeslendiren: İnci Yaman
23 Nisan 2012 Pazartesi
2 yahudi
2.dünya savaşında 2 yahudi almanlara esir olmuşlar.biri birine sormuş bize ne yaparlar.
öbürü anlatmaya başlar;1.bizi ya öldürürler yada bizi esir kampına yollarlar.
öldürürlerse sorun yok ama esir kampına gidersek 2 ihtimal var;ya bizi elektrikli sandalyeye ottururlar yada bizi gaz odasına sokarlar.
elektrikli sandalyeye oturursak sorun yok ama bizi gaz odasına sokarlarsa 2 ihtimal var;ya bizi sabun yada kagıt yaparlar demiş.
sabun olursak sorun yok ama kagıt olursak 2 ihtimal var;ya bizi gazete kagıdı yada wc kagıdı yaparlar.
gazete kagıdı olursak sorun yok ama wc kagıdı oldumu 1 ihtimal var.
o zaman boku yedik…
Kıbrıs Girit Olmasın, Rauf R.Denktaş
Kıbrıs Girit Olmasın, Rauf Denktaş, Remzi Kitabevi, 2004, İstanbul
Kitap,Kıbrıs’ın tarihini de göz önüne alarak,Kıbrıs meselesini tüm açıklığı ile ortaya koymaktadır.Özellikle belirli yaşanmış olaylar ve Rauf Denktaş’ın Birleşmiş Milletlerle yapmış olduğu yazışmalar çok önem arz etmektedir.Kitap ayrıca yaklaşık 90 sayfalık Rauf Denktaş’ın diğer düşüncelerine ve yazışmalarına yer vermiştir.
‘’Kıbrıs ve o zamanki Girit sorunu arasında büyük benzerlikler vardır’’diyen Kostantin Mitsotakis(1998 Yılında) bu benzerliği açıkça ortaya koymuştur.
‘’Giritliler neden kurtuldular biliyor musunuz? Bir gece hep birlikte ayaklandılar ve Türkleri boğazlayarak ortadan kaldırdılar.Bizim elimize Kıbrıs Türklerini kesip doğrama fırsatı geçti ama liderlerimiz her şeyi berbat ederek yüzlerine gözlerine bulaştırdılar…Türk Türk’tür.köpeklere benzer hepsi de’’(To Periodiko Dergisi)
‘’ Giritlilerin 85 yıl beklemeyi de içeren bir özgürlük mücadelesi verdiklerini hatırlamak gerekir.Elenizm,beklemesini de ısrarla olmasını da bildiğini geçmişte kanıtlamıştır.Kıbrıs Elenlerinin de,diğer Elenlerden geri kalmayacakları bilinmelidir.’’(Agon Gazetesi)
‘’Çünkü Kıbrıs nedir? Yunanistan değil midir? Eğer bazıları buna inanmazsa ben onlardan değilim. Tam aksine buraya gelen yunanlılara diyorum ki geldiğiniz yer yabancı bir yer değil,Yunanistan dır. Bugün Kıbrıs ta Giritli Rumlar yaşasaydı,kuzeyde tek bir Türk bile kalmayacaktı’’.(General Yeoryios Siradakis eski Yunan Komutanı)
Yukarıdaki yazıların ne anlama geldiği kitapta çok detaylı anlatılmıştır.
Rauf Denktaş,kitapta, Rum tezlerine karşı nelerin yapılması gerektiğini, tarihi belgeleri de ortaya koyarak, açıklamıştır.:
‘’Çare kendi egemenliğimize self-determinasyon hakkımıza kısacası devletimize sonuna kadar sahip çıkmakta ve uzlaşma yollarını daima açık tutarken, geçici ‘’hediyelere’’kanıp,Rum un şemsiyesi altına girmemektedir’’.
‘’Dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş bir baskı, tehdit ve uydurma haberlerle halkımıza 9000 sayfalık,içeriği bilinmeyen bir paket kabul ettirilmiştir. Bunun içinde Kıbrıs Türklerini bağlayıcı anayasa bile vardır! Şöyle bir anayasa ki KKTC’ni yok etmekte egemenliği sıfırlamaktadır. KKTC Meclisi’nin asla kabul edemeyeceği, hatta ele alamayacağı bir anayasa!’’
‘’Kıbrıs meselesi nedir?’’sorumuza ‘’iki taraf anlaşmadır’’ cevabını verenlere, Kıbrıs Rumlarının meşru hükümet olamayacaklarını 1960 Antlaşmalarına, Anayasa’ya atıf yaparak anlatmaya çalıştığımda bana ‘’Kıbrıs meselesi hukuki mesele değildir, siyasal karar verilmiştir; Kıbrıs treni AB yolunda ilerliyor ; treni kaçırıyorsunuz ‘’ diyenlere ‘’Kıbrıs treni’’ dedikleri trenin bir Rum treni olduğunu; görüşmeler yoluyla bunu ortak bir tren haline getirmeye çalıştığımızı, ancak AB’nin hukuk tanımayarak Rum idaresini Kıbrıs olarak algılayıp ona göre muamele yapması nedeniyle Kıbrıs’ta yeni ve kalıcı bir ortaklığın kurulmasını engellemekte olduklarını anlatmaya çalıştım. ‘‘Bu trende bizim eşit hakkımız olmalıdır. Gideceği istasyonda Yunanistan’ın yanında treni bekleyen Türkiye de bulunmalıdır diyerek yeniden 1960 antlaşmalarına ve anayasaya atıf da bulunmam derhal’ uzlaşmazlık ‘olarak değerlendirilmiştir’’.
Kıbrıs Türk halkı içinde 20 temmuz 1974 barış harekatımızdan sonra Türk Silahlı Kuvvetlerine ideolojik nedenlerle tavır koyan ve KKTC’nin ilanına karşı çıkan unsurların bugün Annan planı’nı desteklemeleri ve Türkiye üye olmadan AB’ne üye olmayı isteye bilmeleri ne kadar dikkat çekici ise,Türkiye’nin bu konuda ciddi bir direniş göstermeyip, bu hakkı yok farz eden Annan planı’na sahip çıkması da o kadar düşündürücüdür.
Kitapta yazar müzakerecide olması gereken özellikleri şöyle açıklamaktadır:
‘’Görüşmecilik meslek değildir. Akıl işidir. Görüşmeci bir maksat için görüşür, tellal değildir. Elindeki mala en çok fiyatı verene malı teslim etmek gibi bir yaklaşımı yoktur.Siyasal görüşmelerde görüşmeciye verilmiş bir hedef vardır; ondan bu hedefe varmak için izleyeceği yolda karşısına ne çıkarsa çıksın vazgeçmemesi,gereken prensipler konusunda çok titiz davranması istenir;hatta bunlardan hayati önemi olanlardan taviz istendiği takdirde ve bütün uzlaşmanın akıbeti de bu isteneni vermeye kaldığı hallerde bile uzlaşmadan vazgeçmesi, asla taviz vermemesi istenir. Kısacası görüşmeci belirli yetkilerle donanmış, görüşme koşulları önceden kararlaştırılmış, kırmızı çizgileri belli bir ortamda sorumluluk yüklenmiş,savunduğu davaya inanmıştır. Savunulacak davaya inanç esastır.Aynı zamanda müzakereci, dosyasını,davasını,geçmişi ve karşısındakileri çok iyi bilmelidir.en önemlisi karşı taraftaki müzakerecinin de elde etmeye çalıştığı bir hedefi olduğunu ve bu hedefe varmak için onun da elinde bir yetki belgesi bulunduğunu bilmesi gerekir’’
Kitap,Kıbrıs’ın tarihini de göz önüne alarak,Kıbrıs meselesini tüm açıklığı ile ortaya koymaktadır.Özellikle belirli yaşanmış olaylar ve Rauf Denktaş’ın Birleşmiş Milletlerle yapmış olduğu yazışmalar çok önem arz etmektedir.Kitap ayrıca yaklaşık 90 sayfalık Rauf Denktaş’ın diğer düşüncelerine ve yazışmalarına yer vermiştir.
‘’Kıbrıs ve o zamanki Girit sorunu arasında büyük benzerlikler vardır’’diyen Kostantin Mitsotakis(1998 Yılında) bu benzerliği açıkça ortaya koymuştur.
‘’Giritliler neden kurtuldular biliyor musunuz? Bir gece hep birlikte ayaklandılar ve Türkleri boğazlayarak ortadan kaldırdılar.Bizim elimize Kıbrıs Türklerini kesip doğrama fırsatı geçti ama liderlerimiz her şeyi berbat ederek yüzlerine gözlerine bulaştırdılar…Türk Türk’tür.köpeklere benzer hepsi de’’(To Periodiko Dergisi)
‘’ Giritlilerin 85 yıl beklemeyi de içeren bir özgürlük mücadelesi verdiklerini hatırlamak gerekir.Elenizm,beklemesini de ısrarla olmasını da bildiğini geçmişte kanıtlamıştır.Kıbrıs Elenlerinin de,diğer Elenlerden geri kalmayacakları bilinmelidir.’’(Agon Gazetesi)
‘’Çünkü Kıbrıs nedir? Yunanistan değil midir? Eğer bazıları buna inanmazsa ben onlardan değilim. Tam aksine buraya gelen yunanlılara diyorum ki geldiğiniz yer yabancı bir yer değil,Yunanistan dır. Bugün Kıbrıs ta Giritli Rumlar yaşasaydı,kuzeyde tek bir Türk bile kalmayacaktı’’.(General Yeoryios Siradakis eski Yunan Komutanı)
Yukarıdaki yazıların ne anlama geldiği kitapta çok detaylı anlatılmıştır.
Rauf Denktaş,kitapta, Rum tezlerine karşı nelerin yapılması gerektiğini, tarihi belgeleri de ortaya koyarak, açıklamıştır.:
‘’Çare kendi egemenliğimize self-determinasyon hakkımıza kısacası devletimize sonuna kadar sahip çıkmakta ve uzlaşma yollarını daima açık tutarken, geçici ‘’hediyelere’’kanıp,Rum un şemsiyesi altına girmemektedir’’.
‘’Dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş bir baskı, tehdit ve uydurma haberlerle halkımıza 9000 sayfalık,içeriği bilinmeyen bir paket kabul ettirilmiştir. Bunun içinde Kıbrıs Türklerini bağlayıcı anayasa bile vardır! Şöyle bir anayasa ki KKTC’ni yok etmekte egemenliği sıfırlamaktadır. KKTC Meclisi’nin asla kabul edemeyeceği, hatta ele alamayacağı bir anayasa!’’
‘’Kıbrıs meselesi nedir?’’sorumuza ‘’iki taraf anlaşmadır’’ cevabını verenlere, Kıbrıs Rumlarının meşru hükümet olamayacaklarını 1960 Antlaşmalarına, Anayasa’ya atıf yaparak anlatmaya çalıştığımda bana ‘’Kıbrıs meselesi hukuki mesele değildir, siyasal karar verilmiştir; Kıbrıs treni AB yolunda ilerliyor ; treni kaçırıyorsunuz ‘’ diyenlere ‘’Kıbrıs treni’’ dedikleri trenin bir Rum treni olduğunu; görüşmeler yoluyla bunu ortak bir tren haline getirmeye çalıştığımızı, ancak AB’nin hukuk tanımayarak Rum idaresini Kıbrıs olarak algılayıp ona göre muamele yapması nedeniyle Kıbrıs’ta yeni ve kalıcı bir ortaklığın kurulmasını engellemekte olduklarını anlatmaya çalıştım. ‘‘Bu trende bizim eşit hakkımız olmalıdır. Gideceği istasyonda Yunanistan’ın yanında treni bekleyen Türkiye de bulunmalıdır diyerek yeniden 1960 antlaşmalarına ve anayasaya atıf da bulunmam derhal’ uzlaşmazlık ‘olarak değerlendirilmiştir’’.
Kıbrıs Türk halkı içinde 20 temmuz 1974 barış harekatımızdan sonra Türk Silahlı Kuvvetlerine ideolojik nedenlerle tavır koyan ve KKTC’nin ilanına karşı çıkan unsurların bugün Annan planı’nı desteklemeleri ve Türkiye üye olmadan AB’ne üye olmayı isteye bilmeleri ne kadar dikkat çekici ise,Türkiye’nin bu konuda ciddi bir direniş göstermeyip, bu hakkı yok farz eden Annan planı’na sahip çıkması da o kadar düşündürücüdür.
Kitapta yazar müzakerecide olması gereken özellikleri şöyle açıklamaktadır:
‘’Görüşmecilik meslek değildir. Akıl işidir. Görüşmeci bir maksat için görüşür, tellal değildir. Elindeki mala en çok fiyatı verene malı teslim etmek gibi bir yaklaşımı yoktur.Siyasal görüşmelerde görüşmeciye verilmiş bir hedef vardır; ondan bu hedefe varmak için izleyeceği yolda karşısına ne çıkarsa çıksın vazgeçmemesi,gereken prensipler konusunda çok titiz davranması istenir;hatta bunlardan hayati önemi olanlardan taviz istendiği takdirde ve bütün uzlaşmanın akıbeti de bu isteneni vermeye kaldığı hallerde bile uzlaşmadan vazgeçmesi, asla taviz vermemesi istenir. Kısacası görüşmeci belirli yetkilerle donanmış, görüşme koşulları önceden kararlaştırılmış, kırmızı çizgileri belli bir ortamda sorumluluk yüklenmiş,savunduğu davaya inanmıştır. Savunulacak davaya inanç esastır.Aynı zamanda müzakereci, dosyasını,davasını,geçmişi ve karşısındakileri çok iyi bilmelidir.en önemlisi karşı taraftaki müzakerecinin de elde etmeye çalıştığı bir hedefi olduğunu ve bu hedefe varmak için onun da elinde bir yetki belgesi bulunduğunu bilmesi gerekir’’
Anadolu Notları, Reşat Nuri Güntekin
Anadolu Notları, Reşat Nuri Güntekin, İnkılap Yayınları, 2002, İstanbul
Cumhuriyet dönemi Türk romanının en önemli isimlerden birisi olan Reşat Nuri Güntekin 25 Kasım 1889 tarihinde İstanbul’da doğmuştur. 1912 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni bitirerek 1913 yılında Bursa’da öğretmenlik hayatına başlamıştır. 1931 yılında Milli Eğitim müfettişi, 1933-1943 yılları arasında Çanakkale milletvekili, 1947 yılına kadar Milli Eğitim Başmüfettişi, 1954 yılına kadar Paris Kültür Ataşesi olarak görev yapmıştır. UNESCO’da Türkiyeyi temsil etmiştir. 1954 yılında emekli olmuş, kanser tedavisi için gittiği Londra’da 7 Aralık 1956’da ölmüştür. Yazarın, romanları, hikayeleri, tiyatro eserlerinin yanı sıra çeşitli çevirileri de bulunmaktadır.
“Anadolu Notları I-II” kitabı iki kitaptan oluşmaktadır. Birinci kitap, yazarın Anadolu yollarında, istasyonlarda, trende vb. başından geçen ve çevresinde gelişen olayları, gözlemlerini aktarmaktadır. İkinci kitap ise, daha çok düşüncelerinden oluşmaktadır.
Kitap 53 bölümden oluşmaktadır. Bu bölümler yazarın Anadolu’da gezerken tuttuğu notlardır. Yazar birçok notunda yer ve zaman belirtmemiştir. Fakat bahsettiği olaylardan Cumhuriyetin ilk dönemlerini anlattığı rahatça anlaşılmaktadır.
Yazar notlarında zaman ve yerden bahsetmemesini “Zaten Anadolu’da zamanlar ve yerler kadar birbirine yakın ve birbirine benzer ne var ki?” diyerek açıklamıştır. Tarih ve zaman tutmanın gereksiz olduğunu belirtmiştir.
Yazarın gezi notları içinden dikkat çekenlerden bazıları aşağıya çıkartılmıştır:
Anadolu’da yolculuk yaparken trenlerde, insanların içinde bulunduğu duygular, diğer insanlara karşı tavırlar, kompartımana yolcu girmesini engellemek için başvurulan hileler anlatılmaktadır. Bu yöntemlerden bulaşıcı hastalıklı gibi görünmek ve tren kalkana kadar kompartımanda yolcu olmayan kişileri tutarak dolu görüntüsü vermek ilgi çekicidir.
Anadolu’da kitap ve gazete satışlarından bahsedilmiştir. Türkiye’de sağlam bir yayın kuruluşunun olmadığı, “Bizde halk gazete, kitap okumaz.” imajının oluştuğu, Anadolu’ya satılmak için çok az kitabın gönderildiği gibi değerlendirmelerde bulunulmuştur.
Adana’nın işlek caddelerinden birinde gazete satan çocuğun hikayesi ve çocuğa gazete sattıran adamın davranışlarından yola çıkarak ülkede birçok bozuk sistemin olduğu yargısına varılmaktadır.
Bir kasabada gerçekleştirilecek olan ilk balo için yapılan hazırlıklar ve baloya giden arkadaşının durumu, aynı gece, kasabadaki bir düğünde gençlerin başından geçenler ve jandarmanın tutumu anlatılmıştır.
Bir istasyonda yazarın yanına gelen meczup genç ve yazarın diyaloğu, Anadolu şehirlerine giden tuluat tiyatrosu oyuncuları ile genç arasında geçen aşk hikayesi ve sonrasında gencin akli dengesini kaybedişi, gencin başından geçen dram, yöre halkının gence karşı tutumu ile tuluat tiyatrolarına bakış tarzları anlatılmaktadır.
Anadolu’daki kahvehane kültürü, işsizlerle çalışanların kahvehane ziyaretleri, memurların kahvehaneye giderek yorgunluklarını gidermeleri ve bu yerlerin çalışan insanlara ruh ve akıl sağlığı açısından kazandırdığı faydalardan bahsedilmiştir.
Anadolu otellerinin içinde bulunduğu durum, otellerde kalan insanların tutum ve davranışları ve yazarın temizlik konusunda gösterdiği hassasiyet de kitabın içinde geçen gezi notlarındandır.
Son bölümde yer alan “Bir Dost Tenkidine Cevap” başlığı altında yazar bir dostunun birinci kitaptaki eleştirilerine cevap vermektedir.
Cumhuriyet dönemi Türk romanının en önemli isimlerden birisi olan Reşat Nuri Güntekin 25 Kasım 1889 tarihinde İstanbul’da doğmuştur. 1912 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni bitirerek 1913 yılında Bursa’da öğretmenlik hayatına başlamıştır. 1931 yılında Milli Eğitim müfettişi, 1933-1943 yılları arasında Çanakkale milletvekili, 1947 yılına kadar Milli Eğitim Başmüfettişi, 1954 yılına kadar Paris Kültür Ataşesi olarak görev yapmıştır. UNESCO’da Türkiyeyi temsil etmiştir. 1954 yılında emekli olmuş, kanser tedavisi için gittiği Londra’da 7 Aralık 1956’da ölmüştür. Yazarın, romanları, hikayeleri, tiyatro eserlerinin yanı sıra çeşitli çevirileri de bulunmaktadır.
“Anadolu Notları I-II” kitabı iki kitaptan oluşmaktadır. Birinci kitap, yazarın Anadolu yollarında, istasyonlarda, trende vb. başından geçen ve çevresinde gelişen olayları, gözlemlerini aktarmaktadır. İkinci kitap ise, daha çok düşüncelerinden oluşmaktadır.
Kitap 53 bölümden oluşmaktadır. Bu bölümler yazarın Anadolu’da gezerken tuttuğu notlardır. Yazar birçok notunda yer ve zaman belirtmemiştir. Fakat bahsettiği olaylardan Cumhuriyetin ilk dönemlerini anlattığı rahatça anlaşılmaktadır.
Yazar notlarında zaman ve yerden bahsetmemesini “Zaten Anadolu’da zamanlar ve yerler kadar birbirine yakın ve birbirine benzer ne var ki?” diyerek açıklamıştır. Tarih ve zaman tutmanın gereksiz olduğunu belirtmiştir.
Yazarın gezi notları içinden dikkat çekenlerden bazıları aşağıya çıkartılmıştır:
Anadolu’da yolculuk yaparken trenlerde, insanların içinde bulunduğu duygular, diğer insanlara karşı tavırlar, kompartımana yolcu girmesini engellemek için başvurulan hileler anlatılmaktadır. Bu yöntemlerden bulaşıcı hastalıklı gibi görünmek ve tren kalkana kadar kompartımanda yolcu olmayan kişileri tutarak dolu görüntüsü vermek ilgi çekicidir.
Anadolu’da kitap ve gazete satışlarından bahsedilmiştir. Türkiye’de sağlam bir yayın kuruluşunun olmadığı, “Bizde halk gazete, kitap okumaz.” imajının oluştuğu, Anadolu’ya satılmak için çok az kitabın gönderildiği gibi değerlendirmelerde bulunulmuştur.
Adana’nın işlek caddelerinden birinde gazete satan çocuğun hikayesi ve çocuğa gazete sattıran adamın davranışlarından yola çıkarak ülkede birçok bozuk sistemin olduğu yargısına varılmaktadır.
Bir kasabada gerçekleştirilecek olan ilk balo için yapılan hazırlıklar ve baloya giden arkadaşının durumu, aynı gece, kasabadaki bir düğünde gençlerin başından geçenler ve jandarmanın tutumu anlatılmıştır.
Bir istasyonda yazarın yanına gelen meczup genç ve yazarın diyaloğu, Anadolu şehirlerine giden tuluat tiyatrosu oyuncuları ile genç arasında geçen aşk hikayesi ve sonrasında gencin akli dengesini kaybedişi, gencin başından geçen dram, yöre halkının gence karşı tutumu ile tuluat tiyatrolarına bakış tarzları anlatılmaktadır.
Anadolu’daki kahvehane kültürü, işsizlerle çalışanların kahvehane ziyaretleri, memurların kahvehaneye giderek yorgunluklarını gidermeleri ve bu yerlerin çalışan insanlara ruh ve akıl sağlığı açısından kazandırdığı faydalardan bahsedilmiştir.
Anadolu otellerinin içinde bulunduğu durum, otellerde kalan insanların tutum ve davranışları ve yazarın temizlik konusunda gösterdiği hassasiyet de kitabın içinde geçen gezi notlarındandır.
Son bölümde yer alan “Bir Dost Tenkidine Cevap” başlığı altında yazar bir dostunun birinci kitaptaki eleştirilerine cevap vermektedir.
Etiketler:
anı,
hatıra,
hatırat,
reşat nuri güntekin,
seyahat
YANINA BİR ÇORBA İLAVESİYLE GÜZEL BİR İFTAR MENÜSÜ
ISPANAK KAVURMASI
MALZEMELER
1kilo ıspanak
2 adet kuru soğan
YAPILIŞI
Ispanaklar ayıklanıp yıkanır ve doğranır, soğanlar yemeklik doğranıp zeytin yağında kavrulur, ıspanaklar ve tuz ilave edilir ıspanaklar suyunu çekince 5 dakika kadar daha hafif ateşte kavrulur.
Soğuyunca sarımsaklı yoğurtla servis yapılır.
HAS REVANİ
Malzemeler:
14 adet yumurta
½ su bardağı buğday unu
½ su bardağı pirinç unu
Şerbet için;
4 ½ bardak su
4 su bardağı toz şeker
KABAK TATLISI
MALZEMELER
3 kilo kabak
1,5 kilo şeker
YAPILIŞI
Kabaklar ayıklanıp yıkanır , dilimlenir tencereye bir kat kabak bir kat şeker olmak üzere yerleştirilir, tencerenin kapağı kapatılıp kısık ateşte hiç su konmadan pişirilmeye bırakılır .
NOT:Tencerede suyunu çekip kaynamaya başlayınca taşmaması için kapağı hafif aralanması gerekebilir .Önceden şekere yatırınca çok su salıyor o yüzden ben hiç bekletmiyorum .
su koymayada gerek yok kabaklar zaten su salıyor, kısık ateşte pişirilince sonuç çok güzel oluyor . AFİYET OLSUN
MALZEMELER
1kilo ıspanak
2 adet kuru soğan
1 kase yoğurt
3 diş sarımsak
1/2 çay bardağı zeytin yağı
tuzYAPILIŞI
Ispanaklar ayıklanıp yıkanır ve doğranır, soğanlar yemeklik doğranıp zeytin yağında kavrulur, ıspanaklar ve tuz ilave edilir ıspanaklar suyunu çekince 5 dakika kadar daha hafif ateşte kavrulur.
Soğuyunca sarımsaklı yoğurtla servis yapılır.
HAS REVANİ
Malzemeler:
14 adet yumurta
½ su bardağı buğday unu
½ su bardağı pirinç unu
Şerbet için;
4 ½ bardak su
4 su bardağı toz şeker
Yapılışı:
14 adet yumurtanın beyazı derince bir kaba alınır. Sarıları da ayrı bir yerde sonradan malzemelere eklenmek üzere bekletilir.
Şerbeti için;
4 buçuk bardak su ve 4 su bardağı toz şeker tencereye ilave edilir ve kaynatılır.
Bir çırpıcı yardımı ile yumurta beyazları kar gibi olana kadar çırpılır. 14 adet yumurta sarısı da köpük gibi olan beyazların üzerine yavaş yavaş eklenir ve çırpma işlemine devam edilir.
1 su bardağı buğday ve pirinç unu karışımı malzemelere eklenir ve karıştırılmaya devam edilir. Kalıbın zemini yağlanır hazırlanan revani hamuru dökülür. Üzeri kızarana kadar pişirilir.
Servis kabına ters çevrildikten sonra revani ılıkken yine ılık olan şerbeti dökülür.
Revani servise hazırdır
Bir çırpıcı yardımı ile yumurta beyazları kar gibi olana kadar çırpılır. 14 adet yumurta sarısı da köpük gibi olan beyazların üzerine yavaş yavaş eklenir ve çırpma işlemine devam edilir.
1 su bardağı buğday ve pirinç unu karışımı malzemelere eklenir ve karıştırılmaya devam edilir. Kalıbın zemini yağlanır hazırlanan revani hamuru dökülür. Üzeri kızarana kadar pişirilir.
Servis kabına ters çevrildikten sonra revani ılıkken yine ılık olan şerbeti dökülür.
Revani servise hazırdır
KABAK TATLISI
MALZEMELER
3 kilo kabak
1,5 kilo şeker
YAPILIŞI
Kabaklar ayıklanıp yıkanır , dilimlenir tencereye bir kat kabak bir kat şeker olmak üzere yerleştirilir, tencerenin kapağı kapatılıp kısık ateşte hiç su konmadan pişirilmeye bırakılır .
NOT:Tencerede suyunu çekip kaynamaya başlayınca taşmaması için kapağı hafif aralanması gerekebilir .Önceden şekere yatırınca çok su salıyor o yüzden ben hiç bekletmiyorum .
su koymayada gerek yok kabaklar zaten su salıyor, kısık ateşte pişirilince sonuç çok güzel oluyor . AFİYET OLSUN
TAVUKLU PİLAV
SÖĞÜŞ SALATALIK,DOMATES,BİBER TURŞU,AYRANMALZEMELER
1 adet bütün tavuk
3 su bardağı pirinç
2 su bardağı tavuk suyu
2 su bardağı sıcak su
3 yemek kaşığı tereyağ
1 yemek kaşığı zeytinyağ
Tuz,
YAPILIŞI
Pirinç tuzlu sıcak suyla ıslatılıp bekletilir .
3 kaşık tereyağ eritilir, pirinçler yıkanıp tereyağına ilave edilir, tuzu eklenir 10 dakika kadar kısık ateşte kavrulur 2 su bardağı sıcak tavuk suyu ve 2 su bardağı sıcak su eklenip pişmeye bırakılır,suyunu çekince temiz bir kağıt havlu örtülerek 10 dakika kadar demlenmesi beklenir bir kalıba önce etler sonra pilav eklenip iyice yerleştirilir bir servis tabağına ters çevrilerek servis yapılır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)