Türk Sufiliğine Bakışlar, Ahmet Yaşar Ocak, 2007, İstanbul
Yaşadığı çağı aşarak günümüz insanına kadar ulaşabilen, dünya çapında yalnız bilim çevrelerinde değil, popüler seviyede tanınma bahtiyarlığına ermiş, nadir mutasavvıflardan biri Mevlana Celaleddin-i Rumi’dir. Mevlana ömrünün yarıdan fazlasını Anadolu’da geçirmiştir. İran tasavvuf mekteplerinden etkilendiği bir gerçektir. Mevlana’nın Anadolu’ya ayak bastığı yıllarda, mazileri yirmi yıldan daha eskiye gitmeyen Anadolu’daki bu tasavvuf akımlarının, başlıca üç ana çıkış bölgesinden hareket ettikleri görülür. Bunlar, Mağrip (Endülüs ve Kuzey Afrika), Orta Doğu (Mısır, Suriye, Irak), ve Orta Asya ile İran (Horasan, Azerbeycan)’dır. Mağrip mektebinin ahlakçı, Irak mektebinin zühdçü, İran mektebinin ise coşkucu ve estetikçi bir karakter sergilediği söylenebilir. Bunlardan bir kısmı bu karakterleriyle paralel olarak olabildiğince Ehl-i Sünnet çerçevesini korumaya özen gösterirken, bir kısmı ise daha ziyade halk tabakalarıyla bütünleşiyordu.
Mevlana üzerinde etkili olan tasavvuf akımlarını şöyle gözden geçirebiliriz; Muhyiddin Arabi ve Vahdet-i Vücut Mektebi, Mevlana’nın tasavvuf anlayışında en çok etkili olan mekteplerden birisidir. İlk defa Bayezid-i Bestami ve Cüneyd Bağdadi gibi mutasavvıflarda görülen Vahdeti Vücud telakkisini; felsefe, kelam, fıkıh, hadis, tefsir, edebiyat ve gizli ilimlere vükufu sayesinde Muhyiddin Arabi, zengin ve engin bir terkibe ve sisteme kavuşarak bütün İslam dünyasını etkiledi. Bu mektebin önemi Mevlana’nın tasavvuf telakkisinin oluşmasına olan katkısına kadar, Osmanlı dönemi boyunca da resmi din anlayışına muhalif çevrelerin ideolojisini oluşturmuş bulunmasından ileri gelmektedir.
Mevlana’yı etkileyen akımlardan birisi olan Kübevilik, 12 ve 13’üncü yüzyıllarda, Harezmşahlar sahasında yaşayan Necmettin Kübra’nın etrafında oluşan bir tarikat idi. Kübeviliğin zühd anlayışı kuvvetli ve sade bir tasavvuf telakkisine dayanır. Kübeviliğin ileri gelen öteki önemli temsilcileri arasında Mevlana’nın babası Sultan-ül Ulema Bahaeddin Veled gelir.
Mevlana aynı şekilde Melametilik ve Kalenderilik’ten de etkilenmiştir. Kalenderilik, temel itibariyle geniş çapta melameti tavra dayanmakta ve o dönem Anadolu’sunda bu tavrı fiilen başta Şemsi Tebrizi olmak üzere Fahreddin-i Irak-i temsil etmekteydi. Mevlana’nın tasavvuf anlayışının temelinde Vahdeti Vücüd telakkisi yatar. Bu onun bütün mısralarında hissedilir. Sünni bir karakter arzeden Sühreverdilik tarikatı da, Mevlana devrinde Anadolu’ya girmiş olan bir başka ve önemli tasavvuf mektebidir.
Sonuç olarak söylemek gerekirse, Mevlana’nın yaşadığı dönem Anadolu’da çok renkli ve hareketli bir tasavvuf ortamı bulunmaktaydı.
Ahmet Yesevi, Türk halk müslümanlığının adı bize intikal etmiş ilk öncüsü sayılır. Ahmet Yesevi’nin önemi, sufilik kanalıyla Orta Asya’da Türkler arasında bugüne kadar ölümsüz bir tesir bırakan ilk şahsiyet olmasından gelir. İslamı, İran sufiliğinin süzgecinden geçirerek, Orta Asya’daki Budist, Şamanist ve Manihenist mistik kültüründen gelen göçebe Türk boylarının anlayabileceği hale getirmiş olması, O’nun önemini ve tarihi misyonunu kısaca anlatır. Ahmet Yesevi’yi tanımak demek, İslamın Orta Asya macerasını tanımak demek olduğu kadar, Türk Müslümanlığını da tanımak demektir. Türk Müslümanlığını sufilikten, tasavvuftan ayrı düşünmek yanlış olur.
Türk halk sufiliği geleneği üç evliya ve sufi zümresinden bahseder. Birincisi Horasan erenleri, ikincisi Türkistan erenleri, üçüncüsü ise Mevlana, Hacı Bektaşi Veli ve Yunus Emre’nin temsil ettiği Anadolu sufiliğidir.
Ahmet Yesevi’nin kurduğu Yesevilik tarikatı; ilahi aşka ve cezbe dayalı, geniş bir hoşgörü ve insan sevgisine ağırlık veriyordu. Ahmet Yesevi Sünni değil heteredoks bir sufi idi. İslam öncesi Budist-Şamanist-Manihenist kültürünün ilginç bir karışımını yansıtıyordu.
Yesevilik kültürü aradan geçen yüzyıllara rağmen güçlenerek, Orta Asya’dan günümüze kadar canlı bir şekilde gelmiş, ve Orta Asya halk müslümanlığıyla özdeşerek bir yandan Nakşibendilik içinde bir yandan ise kendi başına varlığını sürdürmüştür. Günümüzde yapılması gereken şey, Anadolu’dan Asya içlerine kadar geniş alanda meydana getirdiği kültürü, bütün yönleriyle iyi bir analiz ve değerlendirmeye tabi tutarak bugünün Türk dünyasında anlamını ve fonksiyonunu tesbite çalışmaktır.
Ahmet Yesevi’den başlayarak çeşitli zaman ve mekanlarda yaşamış ve kendinden önemli ölçüde etkilenmiş sufiler gelmiştir. Bunlar arasında evrensel boyutlara ulaşabilenleri vardır ve Yunus Emre bunlardan birisidir. Yunus Emre 20’nci yüzyılın başlarında keşfedilmiştir. Oysa O, 13 ve 14’üncü yüzyıllarda yaşamış ve eserler vermiştir. Son 70 yılda Yunus Emre’ye dair kitap ve makale olarak ilmi ve popüler seviyede bir takım eserler yayınlanmış olup; milletlerarası törenler düzenlenmiş vedüzenlenmeye devam edilmektedir.
Tanzimattan itibaren ortaya çıkan kültür değişmelerine paralel bir şekilde belirginleşen kültürel farklılaşmalar ve ideolojik yapılanmalardan kaynaklanan çağdaş iki yaklaşım üzerinde durulacaktır.
Birincisi; temelini Fuat Köprülü’nün attığı Milliyetçi Yaklaşım’dır. Bu yaklaşıma göre Yunus Emre, İslam sufiliğini Türk geleneksel kültür zevki yapısına göre yeniden yorumlamıştır.
İkincisi ise; Hümanist Yaklaşım’dır. Bu yaklaşıma göre Yunus Emre, İslam kültüründen çok, temeli Eski çağ Anadolu’sunun putperest kültüründen beslenen Türkiye halklarının ortak kültürünün bir ürünüdür. Hümanist yaklaşımın Yunus Emre’si insanca bir sevginin, bir coşkunun adamıdır. Bu inancın tek kuralı sevgidir ve en geniş, en sınırsız, en insanca anlamıyla sevgidir. Bu kapsamda, Yunus Emre ile ilgili problemleri başlıca iki ana grupta toplayabiliriz.
Biyografisi ile ilgili olanlar ki içinden çıktığı, yaşadığı, faaliyet gösterdiği ve ilişkide bulunduğu çevre ve çevrelerin sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel yapısı başta gelir.
Birincisiyle bağlantılı olarak, Yunus Emre’nin tasavvufu, formasyonu, hüviyeti ve misyonuyla ilgili olanlar; yani O’nun döneminin Anadolu’sunda nasıl bir tasavvufi kimliği temsil ettiği noktasında toplanır.
13 ve 14’üncü yüzyıllarda Anadolu’dan bize seslerini duyurabilen iki sufi şair Mevlana Celaleddin-i Rumi ve Yunus Emre’dir. Her ikisi de Ömer Hayyam, Hafız-ı Şirazi, Fuzuli veya Karacaoğlan gibi sırf sanatkar sıfatıyla subjektif duygularını dile getirmek için şiir yazmadıkları gibi, şiir onların hayatına tasavvufa intisap etmeden önce değil, ettikten sonra girmiştir. Onlara yalnızca şair demekten çok, sufi şair demek gerçeğe daha uygun düşecektir. Çünkü onlar şiiri, mistik cezbelerini, ilahi aşklarını, sufiyane düşüncelerini terennüm için bir araç olarak kullanmışlardır. Mevlana ve Yunus Emre, şiirlerini çoğu zaman cezbe halinde terennüm ettikleri için, bizzat kaleme alamamışlar, çevrelerindeki müritleri onları yazıya geçirmişlerdir. Mevlana’yı ve Yunus Emre’yi anlayabilmenin ilk şartı; Onların, 13 ve 14’üncü yüzyıllarının Anadolu’sunun İslam kültür geleneği içinden yetişmiş birer sufi olduklarını kabul etmektir.
Mevlana Farsça, Yunus Emre Türkçe kullanmasına ve Yunus Emre’nin Mevlana’dan daha sonra yaşamış olmasına rağmen her ikisi de coşkun birer Vahdeti Vücutçudurlar. Kimilerine göre Yunus Emre, Mevlana’nın Türkçe söyleyen bir versiyonuymuş gibi değerlendirmesine yol açmışsa da bu taklit benzerliği değil, aynı meşrebe mensup bulunmalarının bir sonucudur.
Anadolu’da Ortodoks Türk sufiliğinin yanında popüler nitelikli heteredoks bir Türk sufiliği daha vardır. Hacı Bektaşi Veli, bu heterodoks popüler Türk sufiliğinin en önemli simasıdır.
1970’li yıllarda Türkiye’de devrimci sol, kendini tarihsel temele oturtabilmek için Hacı Bektaş-ı Veli’ye el attı. Çünkü, Türkiye’de kendisi için tarihsel konumdan gelen yapısı sebebiyle hazır potansiyel sosyal taban olarak gördüğü, heterodoks Müslümanlığı temsil eden Alevi-Bektaşi kesimi, kendisine referans olarak Hacı Bektaş-ı Veli’yi gösteriyordu. Bu kesimin nihai amacı Alevi ve Bektaşileri kendi saflarına kazanabilmek için Hacı Bektaş-ı Veli’nin şahsında devrimci, ilerici, özgürlükçü, anti-emperyalist ve demokrat bir halk lideri yaratmak, ve bu yolla da Alevi-Bektaşi toplumunu kendi saflarına kazanmak idi.
Hacı Bektaş-ı Veli hakkında tarihsel kaynak, belge ve bilgi kıtlığı problemi vardır. Bugüne kadar Hacı Bektaş-ı Veli’nin döneminden kalmış, O’nunla ilgili hiçbir yazılı kaynak ve belge ortaya çıkmamıştır. Bugünün modern tarihçisi, Hacı Bektaş-ı Veli’nin iki cephesini birden dikkate almak zorundadır.Tarihte yaşamış bir heterodoks bir sufi olan Hacı Bektaş-ı Veli ve bugün Alevi kesimin inançlarında yaşayan Hacı Bektaş-ı Veli. Bunlardan birincisi tarihsel gerçekliğin, öteki ise bir inanç gerçekliğinin konusudur.
Aleviliğin kökeni ve doğuşu konularındaki tezler bir tek noktaya indirgenebilir ki, o da olayın peygamber sonrasındaki hilafet meselesi üzerindeki tartışmalar ve kavgalardan doğduğudur. Yazarlardan biri eserinde, Kerbela olmasaydı da Alevilik olacak diye iddia eder. Aleviliğinin, ne hilafet kavgaları ne de bu kavgaların cereyan ettiği mekan ve zamanla uzak yakın en ufak bir ilişkisi yoktur. Alevilik hiç şüphesiz Hz. Ali kültüründen tamamen uzak bir şekilde 10’uncu yüzyılda, Türklerin İslamiyeti kabule başlamaları ile birlikte doğan ve gelişmeye başlayan bir sürecin ürünüdür. Aleviliğin kökeni 10’uncu yüzyılda İslamiyet dairesine girmeye başlayan, ancak ondan önce eski Türk inançlarıyla, Şamanizm, Budizm, Zerdüştlük ve Manihenizm vb. dinlerin miras bıraktığı inançların etkisi altında bu yeni dini kabul edip kısa zamanda kendi sosyal-ekonomik yapılarına uyduran göçebe Türklerin tarihiyle ilgilidir.
Aslında Alevilik ve Bektaşilik üstüne yapılan yayınların büyük kısmı, yazarı hangi kökenden olursa olsun yetersiz kalemlerden çıkmıştır. Bir kısmı ise bazı ideoloji ve demogojilerin kurbanıdır.
Aleviliğin isminin Hz. Ali’nin adından türetilmiş olması, tarihte kendilerine dışarıdan verilmiş Kızılbaş, Rafizi, Zındık, Mülhid ve benzeri isimlere kıyasla aşağılayıcı bir anlam yansıtmaması, hatta aksine Peygamberin damadının adından türetildiği için yüceltici olmasındandır. Uluslar arası uzmanların da belirttiği gibi Kızılbaş kelimesi Şah İsmail ve Safeviler ile birlikte ortaya çıkan asıl tarihsel isimdir.
Alevi aydınlarının, Aleviliği hümanizm, demokrasi, laisizm, eşitlikçilik vb. çağdaş kavramlarla tarif etmeye çalışmalarından dolayı kavram kargaşası doğmaktadır. Aleviliği bir çeşit modernleşmeci bir ideoloji olarak sunmak suretiyle, alevi kökenli olmayan Atatürkçü elit tabaka içinde mevcut eski önyargıları silmek ve böylece ona meşruiyet kazandırmak endişesi yatmakla beraber, bu çok önemli bir bilinç ve algılama sapmasına neden olmaktadır. Dolayısıyla gelecek nesiller için tarihsel kökleriyle ilgisiz sanal bir Alevilik imajı yaratmak gibi ciddi bir tehlike oluşmaktadır. Alevilerin çoğu Türk kökenli olup, ikinci sırayı Kürt kökenliler almaktadır. Bugün bu iki kesimin yazarları arasında Aleviliği sahiplenmede bir çekişme vardır.
Türkiye topraklarında Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde merkeze karşı pek çok toplumsal hareket yahut isyan meydana gelmiştir. Fakat iki tanesi Sünni İslam dışı çevreleri toplayarak kendilerinden sonra uzantıları günümüze kadar devam edecek olan büyük kitlesel inanç hareketlerine dönüşebilmişlerdir. Bunlardan biri Babailer isyanı, diğeri ise Şeyh Bedrettin ayaklanmasıdır. Babailer isyanı içinde kısmen yerli halktan bir kesim bulunmakla beraber, büyük çoğunlukla Selçuklu Anadolu’sunda yaşayan heterodoks İslam anlayışına mensup konar göçer ve yarı göçer Türkmen kitlesinin sahneye koyduğu bir harekettir. 1990’lı yıllarda Aleviliğe dair yayımlanan hemen her popüler eserde Babailer isyanının, Türkiye tarihinde Aleviliğin oluşmasında temel olduğuna dair bir ortak kabul bulunduğunu görülür.
Babailer, Moğol işgalleriyle beraber daha rahat bir ortamda yaşamak için Menteşeoğlu, Aydınoğlu, Osmanlı beylikleri gibi uç beyliklerine gittiler ve oralarda hem fetihlere katıldılar, hem dini görüşlerini yaydılar. Babai dervişleri halk arasında Rum Abdalları olarak biliniyordu. Söz konusu beyliklerden yalnızca Osmanlı Beyliği bir devlet olarak gelişip yayılma imkanı bularak, yazılı bir tarih geleneği oluşturduğundan, bunlar hakkındaki sözlü geleneklere bu kanalla ulaşabildiğimiz için yalnızca Osmanlı sahasındaki Rum Abdallarından çok ünlü olanları tanıma imkanına sahibiz. Tarikat haline gelen Bektaşilik kanalıyla aktarıldığından dolayı içlerinde bir tek defa Bektaşi kelimesi geçmediği halde ‘Bektaşi Menkıbeleri’ diyoruz. Oysa bu metinlerdeki menkıbeleri yaratan dervişler, metinlerde de gösterdiği gibi kendilerine Bektaşi değil, Rum Abdalı diyorlardı. Günümüzün pek çok alevi dedesi ve ocakları, işte bu Rum Abdalı denilen bu şeyhlerin ve dervişlerin torunudur.
Aleviliğin yahut her ne kadar Sünni çevrelerde aşağılayıcı anlamda kullanılmış olsa da otantik adıyla Kızılbaşlılığın tarihi, esas itibariyle Orta Asya’dan Balkanlara kadar uzanan geniş bir coğrafyanın ve 10’uncu yüzyıldan günümüze kadar gelen uzun bir zaman boyutunun ürünüdür. Kızılbaşlılık (yahut Alevilik) İslam heterodoksisinin bir parçasıdır. Kızılbaşlılığın İslamla bir ilgisi bulunmadığını, dolayısıyla ayrı bir din olduğunu iddia etmenin hiçbir bilimsel temeli yoktur. Her Alevinin zihninde Aleviliğin tarihi Hz.Ali ile başlar ve bu itibarla bugün Hz. Ali’siz bir Alevilik düşünülemez.
Alevilik neden bir problemdir? Devlet, devleti temsil eden mekanizmalar, basın, Sünni halk, siyasi çevreler ve iktidarlar, belli ideolojik kesimler, hatta bizzat Alevilerin kendileri tarafından algılanma ve değerlendirme biçiminin yarattığı, kökünde toplumsal cehaletin yattığı bu karmaşaya ‘Alevilik problemi’ diyoruz. Osmanlı imparatorluğu zamanında uzunca bir süre belli ölçüde toplum dışı görülen Aleviliği, Cumhuriyet rejiminin de son zamanlara kadar görmezlikten geldiği vakıadır. Bu görmezlikten gelme 1960’lı yıllardan itibaren güçlenen devrimci solun, o yıllarda bu zümreyi keşfetmesi sonucunu doğurdu. Bazı siyaset çevreleri, Aleviliğin oy potansiyelini fark ettiler. Böylece 1960’lı yıllardan itibaren Alevilik, Türkiye’nin gündemine getirildi. Alevilik probleminin, Türkiye’de sosyolojik perspektiften, geniş bir bakış açısıyla ele alınması gerekmektedir.
Türk Sufilik tarihinin önemli birtakım kişileri ve konuları etrafında değişik zamanlarda kaleme alınmış yazılardan oluşmaktadır.Anadolu topraklarında 12’nci yüzyıl başlarından itibaren yeni bir sentez halinde oluşmaya başlayan Müslüman Türk kültürünün ana besleyici kaynakları, esas itibariyle Orta Asya ve Orta Doğu kökenlidir ve geniş çapta sufiliğin etkisini taşır. Heterodoks Halk İslam’ının farklı kültürleri bağdaştırıcı özelliğini, tasavvufi-mistik karakterinin baskınlığını sergileyen yazar, Türk İslam’ının dört önemli kişiliğini özellikle ele alıyor; Ahmed-i Yesevi, Mevlana Celaleddin-i Rumi, Yunus Emre ve Hacı Bektaş-ı Veli.
Yaşadığı çağı aşarak günümüz insanına kadar ulaşabilen, dünya çapında yalnız bilim çevrelerinde değil, popüler seviyede tanınma bahtiyarlığına ermiş, nadir mutasavvıflardan biri Mevlana Celaleddin-i Rumi’dir. Mevlana ömrünün yarıdan fazlasını Anadolu’da geçirmiştir. İran tasavvuf mekteplerinden etkilendiği bir gerçektir. Mevlana’nın Anadolu’ya ayak bastığı yıllarda, mazileri yirmi yıldan daha eskiye gitmeyen Anadolu’daki bu tasavvuf akımlarının, başlıca üç ana çıkış bölgesinden hareket ettikleri görülür. Bunlar, Mağrip (Endülüs ve Kuzey Afrika), Orta Doğu (Mısır, Suriye, Irak), ve Orta Asya ile İran (Horasan, Azerbeycan)’dır. Mağrip mektebinin ahlakçı, Irak mektebinin zühdçü, İran mektebinin ise coşkucu ve estetikçi bir karakter sergilediği söylenebilir. Bunlardan bir kısmı bu karakterleriyle paralel olarak olabildiğince Ehl-i Sünnet çerçevesini korumaya özen gösterirken, bir kısmı ise daha ziyade halk tabakalarıyla bütünleşiyordu.
Mevlana üzerinde etkili olan tasavvuf akımlarını şöyle gözden geçirebiliriz; Muhyiddin Arabi ve Vahdet-i Vücut Mektebi, Mevlana’nın tasavvuf anlayışında en çok etkili olan mekteplerden birisidir. İlk defa Bayezid-i Bestami ve Cüneyd Bağdadi gibi mutasavvıflarda görülen Vahdeti Vücud telakkisini; felsefe, kelam, fıkıh, hadis, tefsir, edebiyat ve gizli ilimlere vükufu sayesinde Muhyiddin Arabi, zengin ve engin bir terkibe ve sisteme kavuşarak bütün İslam dünyasını etkiledi. Bu mektebin önemi Mevlana’nın tasavvuf telakkisinin oluşmasına olan katkısına kadar, Osmanlı dönemi boyunca da resmi din anlayışına muhalif çevrelerin ideolojisini oluşturmuş bulunmasından ileri gelmektedir.
Mevlana’yı etkileyen akımlardan birisi olan Kübevilik, 12 ve 13’üncü yüzyıllarda, Harezmşahlar sahasında yaşayan Necmettin Kübra’nın etrafında oluşan bir tarikat idi. Kübeviliğin zühd anlayışı kuvvetli ve sade bir tasavvuf telakkisine dayanır. Kübeviliğin ileri gelen öteki önemli temsilcileri arasında Mevlana’nın babası Sultan-ül Ulema Bahaeddin Veled gelir.
Mevlana aynı şekilde Melametilik ve Kalenderilik’ten de etkilenmiştir. Kalenderilik, temel itibariyle geniş çapta melameti tavra dayanmakta ve o dönem Anadolu’sunda bu tavrı fiilen başta Şemsi Tebrizi olmak üzere Fahreddin-i Irak-i temsil etmekteydi. Mevlana’nın tasavvuf anlayışının temelinde Vahdeti Vücüd telakkisi yatar. Bu onun bütün mısralarında hissedilir. Sünni bir karakter arzeden Sühreverdilik tarikatı da, Mevlana devrinde Anadolu’ya girmiş olan bir başka ve önemli tasavvuf mektebidir.
Sonuç olarak söylemek gerekirse, Mevlana’nın yaşadığı dönem Anadolu’da çok renkli ve hareketli bir tasavvuf ortamı bulunmaktaydı.
Ahmet Yesevi, Türk halk müslümanlığının adı bize intikal etmiş ilk öncüsü sayılır. Ahmet Yesevi’nin önemi, sufilik kanalıyla Orta Asya’da Türkler arasında bugüne kadar ölümsüz bir tesir bırakan ilk şahsiyet olmasından gelir. İslamı, İran sufiliğinin süzgecinden geçirerek, Orta Asya’daki Budist, Şamanist ve Manihenist mistik kültüründen gelen göçebe Türk boylarının anlayabileceği hale getirmiş olması, O’nun önemini ve tarihi misyonunu kısaca anlatır. Ahmet Yesevi’yi tanımak demek, İslamın Orta Asya macerasını tanımak demek olduğu kadar, Türk Müslümanlığını da tanımak demektir. Türk Müslümanlığını sufilikten, tasavvuftan ayrı düşünmek yanlış olur.
Türk halk sufiliği geleneği üç evliya ve sufi zümresinden bahseder. Birincisi Horasan erenleri, ikincisi Türkistan erenleri, üçüncüsü ise Mevlana, Hacı Bektaşi Veli ve Yunus Emre’nin temsil ettiği Anadolu sufiliğidir.
Ahmet Yesevi’nin kurduğu Yesevilik tarikatı; ilahi aşka ve cezbe dayalı, geniş bir hoşgörü ve insan sevgisine ağırlık veriyordu. Ahmet Yesevi Sünni değil heteredoks bir sufi idi. İslam öncesi Budist-Şamanist-Manihenist kültürünün ilginç bir karışımını yansıtıyordu.
Yesevilik kültürü aradan geçen yüzyıllara rağmen güçlenerek, Orta Asya’dan günümüze kadar canlı bir şekilde gelmiş, ve Orta Asya halk müslümanlığıyla özdeşerek bir yandan Nakşibendilik içinde bir yandan ise kendi başına varlığını sürdürmüştür. Günümüzde yapılması gereken şey, Anadolu’dan Asya içlerine kadar geniş alanda meydana getirdiği kültürü, bütün yönleriyle iyi bir analiz ve değerlendirmeye tabi tutarak bugünün Türk dünyasında anlamını ve fonksiyonunu tesbite çalışmaktır.
Ahmet Yesevi’den başlayarak çeşitli zaman ve mekanlarda yaşamış ve kendinden önemli ölçüde etkilenmiş sufiler gelmiştir. Bunlar arasında evrensel boyutlara ulaşabilenleri vardır ve Yunus Emre bunlardan birisidir. Yunus Emre 20’nci yüzyılın başlarında keşfedilmiştir. Oysa O, 13 ve 14’üncü yüzyıllarda yaşamış ve eserler vermiştir. Son 70 yılda Yunus Emre’ye dair kitap ve makale olarak ilmi ve popüler seviyede bir takım eserler yayınlanmış olup; milletlerarası törenler düzenlenmiş vedüzenlenmeye devam edilmektedir.
Tanzimattan itibaren ortaya çıkan kültür değişmelerine paralel bir şekilde belirginleşen kültürel farklılaşmalar ve ideolojik yapılanmalardan kaynaklanan çağdaş iki yaklaşım üzerinde durulacaktır.
Birincisi; temelini Fuat Köprülü’nün attığı Milliyetçi Yaklaşım’dır. Bu yaklaşıma göre Yunus Emre, İslam sufiliğini Türk geleneksel kültür zevki yapısına göre yeniden yorumlamıştır.
İkincisi ise; Hümanist Yaklaşım’dır. Bu yaklaşıma göre Yunus Emre, İslam kültüründen çok, temeli Eski çağ Anadolu’sunun putperest kültüründen beslenen Türkiye halklarının ortak kültürünün bir ürünüdür. Hümanist yaklaşımın Yunus Emre’si insanca bir sevginin, bir coşkunun adamıdır. Bu inancın tek kuralı sevgidir ve en geniş, en sınırsız, en insanca anlamıyla sevgidir. Bu kapsamda, Yunus Emre ile ilgili problemleri başlıca iki ana grupta toplayabiliriz.
Biyografisi ile ilgili olanlar ki içinden çıktığı, yaşadığı, faaliyet gösterdiği ve ilişkide bulunduğu çevre ve çevrelerin sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel yapısı başta gelir.
Birincisiyle bağlantılı olarak, Yunus Emre’nin tasavvufu, formasyonu, hüviyeti ve misyonuyla ilgili olanlar; yani O’nun döneminin Anadolu’sunda nasıl bir tasavvufi kimliği temsil ettiği noktasında toplanır.
13 ve 14’üncü yüzyıllarda Anadolu’dan bize seslerini duyurabilen iki sufi şair Mevlana Celaleddin-i Rumi ve Yunus Emre’dir. Her ikisi de Ömer Hayyam, Hafız-ı Şirazi, Fuzuli veya Karacaoğlan gibi sırf sanatkar sıfatıyla subjektif duygularını dile getirmek için şiir yazmadıkları gibi, şiir onların hayatına tasavvufa intisap etmeden önce değil, ettikten sonra girmiştir. Onlara yalnızca şair demekten çok, sufi şair demek gerçeğe daha uygun düşecektir. Çünkü onlar şiiri, mistik cezbelerini, ilahi aşklarını, sufiyane düşüncelerini terennüm için bir araç olarak kullanmışlardır. Mevlana ve Yunus Emre, şiirlerini çoğu zaman cezbe halinde terennüm ettikleri için, bizzat kaleme alamamışlar, çevrelerindeki müritleri onları yazıya geçirmişlerdir. Mevlana’yı ve Yunus Emre’yi anlayabilmenin ilk şartı; Onların, 13 ve 14’üncü yüzyıllarının Anadolu’sunun İslam kültür geleneği içinden yetişmiş birer sufi olduklarını kabul etmektir.
Mevlana Farsça, Yunus Emre Türkçe kullanmasına ve Yunus Emre’nin Mevlana’dan daha sonra yaşamış olmasına rağmen her ikisi de coşkun birer Vahdeti Vücutçudurlar. Kimilerine göre Yunus Emre, Mevlana’nın Türkçe söyleyen bir versiyonuymuş gibi değerlendirmesine yol açmışsa da bu taklit benzerliği değil, aynı meşrebe mensup bulunmalarının bir sonucudur.
Anadolu’da Ortodoks Türk sufiliğinin yanında popüler nitelikli heteredoks bir Türk sufiliği daha vardır. Hacı Bektaşi Veli, bu heterodoks popüler Türk sufiliğinin en önemli simasıdır.
1970’li yıllarda Türkiye’de devrimci sol, kendini tarihsel temele oturtabilmek için Hacı Bektaş-ı Veli’ye el attı. Çünkü, Türkiye’de kendisi için tarihsel konumdan gelen yapısı sebebiyle hazır potansiyel sosyal taban olarak gördüğü, heterodoks Müslümanlığı temsil eden Alevi-Bektaşi kesimi, kendisine referans olarak Hacı Bektaş-ı Veli’yi gösteriyordu. Bu kesimin nihai amacı Alevi ve Bektaşileri kendi saflarına kazanabilmek için Hacı Bektaş-ı Veli’nin şahsında devrimci, ilerici, özgürlükçü, anti-emperyalist ve demokrat bir halk lideri yaratmak, ve bu yolla da Alevi-Bektaşi toplumunu kendi saflarına kazanmak idi.
Hacı Bektaş-ı Veli hakkında tarihsel kaynak, belge ve bilgi kıtlığı problemi vardır. Bugüne kadar Hacı Bektaş-ı Veli’nin döneminden kalmış, O’nunla ilgili hiçbir yazılı kaynak ve belge ortaya çıkmamıştır. Bugünün modern tarihçisi, Hacı Bektaş-ı Veli’nin iki cephesini birden dikkate almak zorundadır.Tarihte yaşamış bir heterodoks bir sufi olan Hacı Bektaş-ı Veli ve bugün Alevi kesimin inançlarında yaşayan Hacı Bektaş-ı Veli. Bunlardan birincisi tarihsel gerçekliğin, öteki ise bir inanç gerçekliğinin konusudur.
Aleviliğin kökeni ve doğuşu konularındaki tezler bir tek noktaya indirgenebilir ki, o da olayın peygamber sonrasındaki hilafet meselesi üzerindeki tartışmalar ve kavgalardan doğduğudur. Yazarlardan biri eserinde, Kerbela olmasaydı da Alevilik olacak diye iddia eder. Aleviliğinin, ne hilafet kavgaları ne de bu kavgaların cereyan ettiği mekan ve zamanla uzak yakın en ufak bir ilişkisi yoktur. Alevilik hiç şüphesiz Hz. Ali kültüründen tamamen uzak bir şekilde 10’uncu yüzyılda, Türklerin İslamiyeti kabule başlamaları ile birlikte doğan ve gelişmeye başlayan bir sürecin ürünüdür. Aleviliğin kökeni 10’uncu yüzyılda İslamiyet dairesine girmeye başlayan, ancak ondan önce eski Türk inançlarıyla, Şamanizm, Budizm, Zerdüştlük ve Manihenizm vb. dinlerin miras bıraktığı inançların etkisi altında bu yeni dini kabul edip kısa zamanda kendi sosyal-ekonomik yapılarına uyduran göçebe Türklerin tarihiyle ilgilidir.
Aslında Alevilik ve Bektaşilik üstüne yapılan yayınların büyük kısmı, yazarı hangi kökenden olursa olsun yetersiz kalemlerden çıkmıştır. Bir kısmı ise bazı ideoloji ve demogojilerin kurbanıdır.
Aleviliğin isminin Hz. Ali’nin adından türetilmiş olması, tarihte kendilerine dışarıdan verilmiş Kızılbaş, Rafizi, Zındık, Mülhid ve benzeri isimlere kıyasla aşağılayıcı bir anlam yansıtmaması, hatta aksine Peygamberin damadının adından türetildiği için yüceltici olmasındandır. Uluslar arası uzmanların da belirttiği gibi Kızılbaş kelimesi Şah İsmail ve Safeviler ile birlikte ortaya çıkan asıl tarihsel isimdir.
Alevi aydınlarının, Aleviliği hümanizm, demokrasi, laisizm, eşitlikçilik vb. çağdaş kavramlarla tarif etmeye çalışmalarından dolayı kavram kargaşası doğmaktadır. Aleviliği bir çeşit modernleşmeci bir ideoloji olarak sunmak suretiyle, alevi kökenli olmayan Atatürkçü elit tabaka içinde mevcut eski önyargıları silmek ve böylece ona meşruiyet kazandırmak endişesi yatmakla beraber, bu çok önemli bir bilinç ve algılama sapmasına neden olmaktadır. Dolayısıyla gelecek nesiller için tarihsel kökleriyle ilgisiz sanal bir Alevilik imajı yaratmak gibi ciddi bir tehlike oluşmaktadır. Alevilerin çoğu Türk kökenli olup, ikinci sırayı Kürt kökenliler almaktadır. Bugün bu iki kesimin yazarları arasında Aleviliği sahiplenmede bir çekişme vardır.
Türkiye topraklarında Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde merkeze karşı pek çok toplumsal hareket yahut isyan meydana gelmiştir. Fakat iki tanesi Sünni İslam dışı çevreleri toplayarak kendilerinden sonra uzantıları günümüze kadar devam edecek olan büyük kitlesel inanç hareketlerine dönüşebilmişlerdir. Bunlardan biri Babailer isyanı, diğeri ise Şeyh Bedrettin ayaklanmasıdır. Babailer isyanı içinde kısmen yerli halktan bir kesim bulunmakla beraber, büyük çoğunlukla Selçuklu Anadolu’sunda yaşayan heterodoks İslam anlayışına mensup konar göçer ve yarı göçer Türkmen kitlesinin sahneye koyduğu bir harekettir. 1990’lı yıllarda Aleviliğe dair yayımlanan hemen her popüler eserde Babailer isyanının, Türkiye tarihinde Aleviliğin oluşmasında temel olduğuna dair bir ortak kabul bulunduğunu görülür.
Babailer, Moğol işgalleriyle beraber daha rahat bir ortamda yaşamak için Menteşeoğlu, Aydınoğlu, Osmanlı beylikleri gibi uç beyliklerine gittiler ve oralarda hem fetihlere katıldılar, hem dini görüşlerini yaydılar. Babai dervişleri halk arasında Rum Abdalları olarak biliniyordu. Söz konusu beyliklerden yalnızca Osmanlı Beyliği bir devlet olarak gelişip yayılma imkanı bularak, yazılı bir tarih geleneği oluşturduğundan, bunlar hakkındaki sözlü geleneklere bu kanalla ulaşabildiğimiz için yalnızca Osmanlı sahasındaki Rum Abdallarından çok ünlü olanları tanıma imkanına sahibiz. Tarikat haline gelen Bektaşilik kanalıyla aktarıldığından dolayı içlerinde bir tek defa Bektaşi kelimesi geçmediği halde ‘Bektaşi Menkıbeleri’ diyoruz. Oysa bu metinlerdeki menkıbeleri yaratan dervişler, metinlerde de gösterdiği gibi kendilerine Bektaşi değil, Rum Abdalı diyorlardı. Günümüzün pek çok alevi dedesi ve ocakları, işte bu Rum Abdalı denilen bu şeyhlerin ve dervişlerin torunudur.
Aleviliğin yahut her ne kadar Sünni çevrelerde aşağılayıcı anlamda kullanılmış olsa da otantik adıyla Kızılbaşlılığın tarihi, esas itibariyle Orta Asya’dan Balkanlara kadar uzanan geniş bir coğrafyanın ve 10’uncu yüzyıldan günümüze kadar gelen uzun bir zaman boyutunun ürünüdür. Kızılbaşlılık (yahut Alevilik) İslam heterodoksisinin bir parçasıdır. Kızılbaşlılığın İslamla bir ilgisi bulunmadığını, dolayısıyla ayrı bir din olduğunu iddia etmenin hiçbir bilimsel temeli yoktur. Her Alevinin zihninde Aleviliğin tarihi Hz.Ali ile başlar ve bu itibarla bugün Hz. Ali’siz bir Alevilik düşünülemez.
Alevilik neden bir problemdir? Devlet, devleti temsil eden mekanizmalar, basın, Sünni halk, siyasi çevreler ve iktidarlar, belli ideolojik kesimler, hatta bizzat Alevilerin kendileri tarafından algılanma ve değerlendirme biçiminin yarattığı, kökünde toplumsal cehaletin yattığı bu karmaşaya ‘Alevilik problemi’ diyoruz. Osmanlı imparatorluğu zamanında uzunca bir süre belli ölçüde toplum dışı görülen Aleviliği, Cumhuriyet rejiminin de son zamanlara kadar görmezlikten geldiği vakıadır. Bu görmezlikten gelme 1960’lı yıllardan itibaren güçlenen devrimci solun, o yıllarda bu zümreyi keşfetmesi sonucunu doğurdu. Bazı siyaset çevreleri, Aleviliğin oy potansiyelini fark ettiler. Böylece 1960’lı yıllardan itibaren Alevilik, Türkiye’nin gündemine getirildi. Alevilik probleminin, Türkiye’de sosyolojik perspektiften, geniş bir bakış açısıyla ele alınması gerekmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder