Drina Köprüsü, İvo Andriç,Altın Kitaplar Yayınevi, İstanbul, 1990
Kitap yazarı İvo Andriç,1892 Yılında Saray-Bosna’da doğmuştur. Viyana, Zagrep ve Gratz Üniversitelerinde felsefe ve Slav edebiyatı okumuş, 2 nci Dünya Savaşına kadar çeşitli ülkelerde konsolosluk ve elçiliklerde görev almıştır. Bu eseriyle 1961 Nobel Edebiyat ödülünü kazanan Yazar, Sokullu Mehmet Paşa’nın yaptırdığı köprünün öyküsüyle birlikte Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş nedenlerini de sergilemektedir. Yazarın en ünlü, en önemli eseri olan bu roman, Yugoslavya’da 15 kez basılmış, memleketimizde birinci baskısı 2,5 ay gibi kısa bir süre içinde tükenmiştir
Eserin gerek ülkemizde, gerek başka ülkelerde böyle büyük bir başarı sağlaması, hele 1961 Nobel Armağanı kazanması, hiç boşuna değildir. Anlatılan olaylar, gerçi küçük bir kasabada, Vişegrad kasabasında geçer ama, bu kasaba rasgele bir kasaba değildir. Burası, o zamanlar her ikisi de Osmanlı İmparatorluğu’nun birer eyaleti olan Sırbistan’la Bosna Hersek sınırı üzerinde, doğu ile batıyı birleştiren ya da ayıran, Drina ırmağı kıyısındadır. Bundan ötürü de Osmanlı İmparatorluğunun en güçlü zamanında, Vişegrad kasabasında, bu ırmağın üzerine kurulan köprü, yüzyıllar boyunca, doğu ile batının alışverişini sağlamış, bir çok büyük ve zengin olaylara sahne olmuş, yada bu olaylara tanıklık etmiştir. Orta çağdan başlayan kuruluş hikayesi, 19 ncu yüzyıl içerisinde kardeşliğine ve ortak yönlerinin ayrılmazlığına içtenlikle inanılan, sevinç ve felaket günlerini bir arada yaşayan, kopmaz bağlarla birbirine bağlı değişik inanç ve etnik kökenlerden insanların, hayat mücadelesi ve birbirleri ile olan ilişkilerindeki köklü değişiklikleri anlatmaktadır.
İvo Andriç, romanın başlıca kişisi olarak bu köprüyü seçmiş, bu köprü ile bağlı 350 yıllık tarih olaylarını da, adeta bir mizansen olarak kullanmıştır. Ama İvo Andriç, bunu yaparken kuru, yavan bir kronikör gibi davranmamış, usta bir anlatışla eserine, doğup büyüdüğü bu bölgenin masallarını, efsanelerini, gelenek ve göreneklerini de katmayı unutmamıştır. Böylece köprünün yapılışı, Sırbistan isyanları, kolera salgınları, su baskınları, Bosna-Hersek’in Avusturyalılar tarafından işgali, bu bölgeye demiryolunun gelişi, 1912 Balkan Savaşı, 1914 Haziranında Avusturya veliahtı Ferdinand’ın Sırplı bir genç tarafından öldürülmesi, Avusturya-Sırbiye savaşı, köprünün bir dinamitle atılması gibi büyük tarihsel olayların yanı sıra, istemediği bir delikanlıya verildiği için kendini bu köprüden azgın Drina’ya atan güzel Boşnak kızı Fato’nun acıklı serüveni, kumarcı Glasinçanin’in yarı gerçek, yarı masal halinde anlatılan kumar tutkusu, Tekgöz Salko’nun, gazinocu Latika’nın yaşamları da yer almıştır.
Büyük bir sanatçı olan İvo Andriç, üstelik gerçek bir hümanisttir. Bundan ötürü de, çeşitli dinlerin ve soyların kaynaştığı bu bölgede, en küçük bir dinin ve ırkın ayırımını yapmadan, anlattığı olaylarda yer alan tüm kişilere eşit bir sevgi ve ilgi göstermesini bilmiştir. İvo Andriç’in eserlerine uluslararası bir nitelik veren de bu olsa gerek.
Gerçekten de İvo Andriç’in eserlerinin değil her sayfasında, her satırında bile derin bir insan sevgisi görmek mümkündür. Bunun içindir ki yazar, romanlarında yer verdiği kötü kişileri yermeye kıyamamış, bu işi kendi ağızları ile, yine onlara yaptırmıştır. Bunun tabii bir sonucu olarak İvo Andriç romanında, gerçekci ve tarafsız kalmasını bilmiştir. Gerçi Andriç romanında insanları diri diri kazığa geçiren Abit ağaya da yer vermiştir. Ama bu olayların 16’ıncı yüzyılda (1570) geçtiğini, o çağlarda dünyanın her yerinde insanları kazığa geçirmek, yada diri diri ateşte yakmak olaylarına bol bol rastlanıldığını düşünürsek, bu olayda bir olağanüstülük göremeyiz. Kaldı ki Abit ağanın bu tutumu, bu zalimce davranışı Osmanlı sarayınca da hoş karşılanmamış, kendisi geri alınarak yerine Arif bey gibi iç dünyası yumuşak, dürüst bir kişi gönderilmiştir. Böylece Andriç bu olayda da tarafsızlığını elden bırakmamış, Abit ağa gibi zalimin karşısına Arif bey gibi dürüst bir insanı çıkarmayı ihmal etmemiştir. Abit Ağa’nın zamanında yavaş giden inşaat Arif Bey’le birlikte hızlanır. Arif Bey işçilere daha iyi davranır un ve yiyecek verir.Köprünün yanına Han yapılmaya başlanır.Köprünün bitişiyle birlikte tahtalar kaldırılınca halk köprüyü ilk kez görür.Köprü kasaba hayatına canlılık getirir ve kısa zamanda hayatın bir parçası olur. Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa ise kısa bir süre sonra bir suikast sonucu öldürülür.
Sokullu’nun ölümüyle birlikte Han’ın vakıf geliri de sona erer. Han bakımsız kalır.Köprü iki yüzyıl hizmet eder ancak o kış büyük bir sel olur.Kasaba halkı canını zor kurtarır.Sabah tepelerden aşağıya baktıklarında Drina köprüsünün yerinde durduğunu görürler ve çok sevinirler.
Geçen yüzyıl başında Sırbistan da bir ayaklanma olur.Sırbistan ile Bosna’nın sınırı üstünde bulunan Vişegrad kasabası, her zaman Sırbistan’dan geçen olayların etkisi altında kalır. Vişegrad’ da olup biten kıtlık, hastalık, baskı, ayaklanma gibi olaylara halk kayıtsız kalamaz,Başlangıçta sorun onlara uzak ve erişilmez gibi gelir. Çünkü olay Belgrat Paşalığı’nın bir ucunda geçer. Önem verilmez, çünkü ayaklanma yeni bir şey değildir. İmparatorluk kurulduğundan beri ayaklanmalar olmaktadır. Çünkü iktidar isyansız, entrikasız olamaz, tıpkı zarar ve üzüntü vermeyen bir zenginliğin olmayışı gibi. Ama Sırbistan’daki ayaklanma yavaş yavaş Bosna Paşalığı’nın, hele sınırdan bir saat ötede olan bu küçük kasabanın yaşamını etkilemeye başlar. Sırbistan’daki ayaklanma genişledikçe Bosna’daki Müslümanlardan her gün orduya biraz daha insan, silah ve malzeme yardımı yapmaları istenir. Sırbistan’ a giden orduya, donatımın büyük bir bölümü kasabadan geçer. Bu durum Müslümanlar içinde, şüpheli görünen Sırplar için de tehlikeli olur. Büyük sıkıntı ve masraf doğurur. Müslümanlar ve Sırplar işine gidiyor, donuk gözler ve ifadesiz yüzlerle karşılaşıyor, selamlaşıyor, konuşuyor, birbirine öteden beri kasabada yer etmiş olan o karşılıklı terbiyenin, nezaket ve saygısını gösteriyorlardır. Ancak Sırplar bu duruma içten seviniyorlardı. Müslümanlar ise üzülüyorlardı.
Eserde, Saray-Bosna’daki çeşitli ulusların, din ve ırk ayrılıklarına bakmadan, dışarıdan veya içeriden bir kışkırtma olmadıkça, nasıl kardeş gibi geçindiklerini Anlatan pek çok canlı pasajlar vardır. İşte Molla İbrahim ile rahip Nikola ... Biri Müslüman, ötekisi Ortodoks Sırp cemaatinin ruhani lideri. Rahip Nikola gençliğinde Vişegrad müslümanları ile arası açılıp da gizlenmek, Sırbistan’a kaçmak zorunda kalınca, o zamanlar babası kasabada çok hatırlı bir kişi olan Molla İbrahim, kendisine yardım etmiştir. Daha sonra kasabadaki kargaşalık dinince iki din arasındaki ilişkiler de düzelmiş, artık yaşını başını almış bu iki adam arasında bir dostluk başlamıştır. Şakayı seven kasabalılar iyi anlaşan kişilerden söz ederken “Papazla hoca gibi sevişiyorlar” demektedirler. Bu söz bölgede bir atasözü gibi yerleşip kalmıştır.
Zaten bir çok konuda kolayca birbirleri ile anlaşan bu ruhani liderlerin ikisi de ileri görüşlü kişilermiş. Romanda rahip Nikola’nın görüşlerini karakterize eden şöyle bir pasaj vardır; ” Zalim bir oyuna kurban olan Avusturya ordusu erlerinden Galiçyalı Fedun, bu acıya dayanamaz ve canına kıyar. Bununla ilgili olarak ortaya ciddi bir sorun çıkar: Fedun intihar ettiğine göre Hıristiyan mezarlığına gömülebilir mi? Rahip Nikola Uniat mezhebinden birinin günahını bağışlayabilir mi?
Bu işle görevlendirilen Avusturyalı bir subay Nikola’ya başvurur. Bu sıralarda iyice yaşlanmış bulunan rahip Nikola’nın Yoso adlı bir yardımcısı vardır. Rahip Nikola düşüncesi söylemeye fırsat bulamadan Yoso atılır: Bunun eşine rastlanmamış bir olay olduğunu, Fedun’un Hıristiyan mezarlığına gömülmesinin hem kilise kanunlarına hem geleneklere aykırı bulunduğunu, ama intihar ettiği sırada aklının başında olmadığı ispat edilecek olursa belki bir şey yapılabileceğini söyler. Rahip Nikola hemen yerinden doğrulur: “Bir felaket oldu mu ortada ispat edilecek bir şey kalmaz” der. ”Kim aklı başında iken canına kıyabilir? Kim onu bir dinsiz gibi bir rahibin yardımı olmadan bir duvarın dibine gömmek sorumluluğunu alabilir? Haydi git mösyö!..Ölüyü hazırlamalarını emredin ki, onu hemen gömelim. Hem de mezarlığa... Başka yere değil. Günahlarını ben affedeceğim..”
Avusturyalı subay gittikten sonra rahip Nikola’nın çömezine söylediği şu sözler ne anlamlıdır:”Onun günahlarını neden affetmeyecekmişim? Hayatında mutsuz oluşu yetmiyor mu ki!”
Yazar köprünün hayatını bir insan hayatı gibi değerlendirir ve üzerinde yaşanan ilginç olayları anlatarak hikayelerini anlatmaya devam eder. Yine Köprüde geçen kız isteme olayının hikâyesini de bize aktarır. Avdağa’nın kızı Fato’yu Mustafa beyin oğluna isterler. Mustafa Bey içinde bulunduğu zor durumdan kendisini kurtaran Avda ağa’ya kızını vereceği sözünü verir ve Fato istemeden varmak zorunda kalır. Bir Ağustos ayının son perşembesi Hamziçler kasabanın en güzel kızı Fato’yu almaya gelirler. Feracesi içinde onu bir ata bindirirler, kasabaya götürürler, avluya çeyizini, sandıklarını da atlara yüklerler. Nikahı mahkemede Kadı’nın önünde kıyılır. Böylece Avdağa’nın kızını Mustafa beyin oğluna verme vaadi yerine gelir. Küçük alay Nezuka yolunu tutar. Düğün orada yapılacaktır. Çarşının yarısı geçilir. Düğün alayının Kapiya’da ne birinci ne sonuncu seferidir. Sevmediği bir adamla evlenmek istemeyen Fato, atını parmaklıklara doğru sürer, sağ ayağıyla taş korkuluğa basar, sonra kanatlanmış gibi eyerin üstünden sıçrayarak köprünün altında uğuldayan suya atlar. Ertesi gün sarı sular Fato’nun ölüsünü Kalata yakınlarında sığlık bir yere sürükler. İşte Kapiya’da hiç görülmemiş ve işitilmemiş bir facia da böyle geçer. Halk daha bir süre bu olaydan söz eder. Genç kızdan sadece dillerde dolaşan bir şarkı kalır.
Sırbistan da yeniden savaş başlar. Arkasından sınır boylarında oturanlarda da bir ayaklanma görülür. Sırp ve Müslüman evleri yanmaya başlar. Arkasından sınır boylarında oturanlarda bir ayaklanma görünür. Bunca yıl sonra tekrar Kapiya’da öldürülen Sırpların başları görülür. Avusturya birlikleri ancak ertesi gün resmen kasabaya girer. Kasaba yine sessizliğe bürünür. Müslümanlar Nemselilerden, Sırplar Müslümanlarla Nemselilerden, Museviler ise hepsinden ve herkesten korkar. Çünkü savaş anlarında herkes onlardan güçlüdür. XIX.yüzyılda artık Osmanlı imparatorluğunda gerileme devri başlar, ordu zayıflar ve malzeme bakımından kötü duruma düşer. Kasabaya gelen Avusturya birliklerinin malzeme durumu oldukça iyidir.
Böylece halkın engel olamadığı ve yüreğinin derinliklerinde geçici saydığı bu işgal altında yeni bir çağ başlar. Kasabanın dış görünüşü hızla değişir. Bazı insanlar ise olanları yadırgar, sonra alışır. Eski değerler yenileriyle kaynaşır. Sıra, köprüyle bir bütün olan harap ve ihmal edilmiş kervansaraya gelir. Doğadan başka hiçbir gücün ona dokunabileceği akıllarına bile gelmemiştir. Taşlarını sökmeye başlarlar. İşte vezirin o güzel taş hanı harabeye dönmüştür. Yerine yapılan kışla çevresine yakışmayan bir çirkinlik içinde yeni yaşamına başlar. Vezirin Hanı yok olur.
İlk yılların o güvensizliği yerine kasabada yeni düzen yerini bulmaya başlamıştır. İlk anlaşmazlık ve çatışmalardan sonra yeni hükümet halkın üstünde açık seçik bir sağlamlık ve süreklilik izlenimi bırakır. Gücünü dolaylı olarak hissettirir, onun için de halk onu eski Osmanlı düzeninden daha kolay sindirir. Açgözlülüğünü ve zulmünü, geleneksel biçimde bir ağırbaşlılık ve parlaklık maskesi altına gizler. Halk hükümetten hastalıktan korkar gibi korkar. Zulüm ve felaket karşısında titrer gibi değil! Sonuçta Sırplarla Yahudiler, giyimleri ve davranışlarıyla gittikçe işgalin buraya getirdiği yabancılara benzemeye başlar, yabancılar da içinde yaşadıkları çevrenin etkisi altına girer.
İvo Andriç’in eserinde, buralara geldiği zaman erişilmez yükseklikte olan Osmanlı İmparatorluğunun çöküş nedenlerini de açıkça görmek mümkündür. Viyana, Zagrep, Krakow, Graz üniversitelerinde okuyan ve yaz tatillerini geçirmek için memleketlerine dönmüş bulunan Vişegradlı Sırp gençleri, ılık yaz gecelerinde, köprü üzerinde günün en ileri felsefi meselelerini tartışırken; romanın başlıca kişilerinden biri olan Ali Hoca Müslümanlar arasında, Avusturyalıların şehre getirdiği suyun ne içmeğe ne de abdest almaya elverişli olmadığını yaymağa çalışmakta, başta demiryolu olmak üzere kasabada yapılan bütün yenilikleri yermektedir.
Sosyal, politik ve ekonomik olayları değerlendirmesini çok iyi bilen Andriç, Avusturyalıların Bosna’daki tutumlarını, Osmanlı idaresi ile Avusturya idaresi arasındaki ayırımı birkaç satırla ne güzel anlatıyor.
“Yeni devlet, iyi bir idare sistemiyle insanların cebinden Osmanlı idaresinin zorla çektiğini, acısız ve kimseyi sarsmadan çekip alıyor. O kadar ki halk ödediği vergilerin yükümlülüğünün farkında bile olmuyor. Böylece Avusturyalılar, belki Osmanlılar zamanından daha fazla para çekiyor, ama bunu daha kolay, daha çabuk, güvenilir bir biçimde yapıyorlardı.”
İvo Andriç Avusturya işgalinin, yeni yatırımların getirdiği enflasyon tablosunu şöyle anlatmaktadır. “Demiryolunun yapılışı sırasında halk ilk defa olarak bunun işgal yıllarının kaygısız, kolay ve açık kazancına benzemediğini anlamıştı. Bu son yıllarda eşya ve erzak fiyatlarında hayli yükselme olmuştu. Fiyatlar yükseliyor; bir daha da inmiyordu. Kah daha uzun, kah daha kısa süren bir zaman sonra tekrar yükselme oluyordu. Para kazanılıyordu, gündelikler dolgundu ama yine de kazanç ihtiyaçtan % 20 eksikti. Bu her gün sayısı artan bir sürü insanın hayatını zehirleyen çılgın ve sinsi bir oyundu. İşgalden hemen sonra zengin olmuş bir çok patron, aradan 15-20 yıl geçmeden fakirleşmişti. Çoğunun oğlu şimdi başkalarının yanında çalışıyordu. Tabi ki yeni gelenler arasında da para yapanlar vardı. Ama para, sonunda insan avucunu boş, namusunu da kirlenmiş olarak bulduğu bir hayal oyunu gibi onların avucundan da akıp gidiyordu.”
O zamana kadar kasabalılar sadece kendi sorunlarıyla uğraşıyorlarmış. Şimdi ise Saraybosna’da partiler dini, milli birlikler ve örgütler kurulmuştur. Hemen sonra, bunların kasaba örgütleri oluşur. Saraybosna’da yeni çıkan gazeteler Vişegrad’a gelir. İlk Sırplar, Müslümanlar en sonrada Museviler okuma salonları açar. O sıralarda kasabaya dış olayların yankıları gelmeye başlar. 1903’te Sırbistan’da taht değişikliği Osmanlı İmparatorluğunda yönetim değişikliği olur. Sırbistan’ın sınırı üstünde Osmanlı imparatorluğunun sınırları yakınında olan ve her iki ülkeye derin ve görünmez bağlarla bağlı kasabalar değişikliklerden etkilenir.
1903 de meydana gelen rejim değişiklikleri ile kasabalarda değişir.Şehirde ilkin sivil sonra askeri otoritelerin baskısı duyulmaya başlamıştır. Şimdi herkesin ne düşündüğünü ne şekilde konuştuğunu öğrenmeye çalışır. İlk trenin geçişinden ancak dört yıl kadar sonra bir Ekim sabahı Kapiya’nın karşısındaki terasa Türkçe yazının altına tekrar beyaz bir bildiri yazılmıştır.“Herkesin kanun önünde bir tutunması ülkenin yönetimine ve kanunların yapılmasına katılması bütün dinlerin bütün dillerin ve bütün milli özelliklerin aynı derecede korunması idealimizdir.”
Halk hem umut ediyor hem de korkuyordu.İhtiyarlar gerek genel gerek özel hayatın en mükemmel biçimi saydıkları Türklerin zamanındaki o tatlı huzuru yad eder. Ama onların sayısı azdır. Ötekilerin hepside gürültücü, heyecanlı bir hayat peşindedir. Hep heyecan arıyor hiç değilse başkalarının heyecanın yankısını duymak istiyorlardır. Yalancı bir heyecan veren gürültülü patırtılı bir hayata da razıdır. Bu istek sadece ruh hali üzerinde değil kasabanın dış görünüşü üzerinde de etki yapar. Kapiya’nın üzerindeki o eski düzenli yaşayış, o zararsız şakalar aşk şarkıları gökyüzünün suların ve dağların arasında geçen yaşam, o bile değişmeye başlamıştır.Halk artık gürültü,hareket ve neşe arıyordu.
Drina Köprüsü, Bosna’da Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihinin bir köprü ve kasabayla beraber gelişimi ve yıkılışının romansı anlatımı.
Kitap yazarı İvo Andriç,1892 Yılında Saray-Bosna’da doğmuştur. Viyana, Zagrep ve Gratz Üniversitelerinde felsefe ve Slav edebiyatı okumuş, 2 nci Dünya Savaşına kadar çeşitli ülkelerde konsolosluk ve elçiliklerde görev almıştır. Bu eseriyle 1961 Nobel Edebiyat ödülünü kazanan Yazar, Sokullu Mehmet Paşa’nın yaptırdığı köprünün öyküsüyle birlikte Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş nedenlerini de sergilemektedir. Yazarın en ünlü, en önemli eseri olan bu roman, Yugoslavya’da 15 kez basılmış, memleketimizde birinci baskısı 2,5 ay gibi kısa bir süre içinde tükenmiştir
Eserin gerek ülkemizde, gerek başka ülkelerde böyle büyük bir başarı sağlaması, hele 1961 Nobel Armağanı kazanması, hiç boşuna değildir. Anlatılan olaylar, gerçi küçük bir kasabada, Vişegrad kasabasında geçer ama, bu kasaba rasgele bir kasaba değildir. Burası, o zamanlar her ikisi de Osmanlı İmparatorluğu’nun birer eyaleti olan Sırbistan’la Bosna Hersek sınırı üzerinde, doğu ile batıyı birleştiren ya da ayıran, Drina ırmağı kıyısındadır. Bundan ötürü de Osmanlı İmparatorluğunun en güçlü zamanında, Vişegrad kasabasında, bu ırmağın üzerine kurulan köprü, yüzyıllar boyunca, doğu ile batının alışverişini sağlamış, bir çok büyük ve zengin olaylara sahne olmuş, yada bu olaylara tanıklık etmiştir. Orta çağdan başlayan kuruluş hikayesi, 19 ncu yüzyıl içerisinde kardeşliğine ve ortak yönlerinin ayrılmazlığına içtenlikle inanılan, sevinç ve felaket günlerini bir arada yaşayan, kopmaz bağlarla birbirine bağlı değişik inanç ve etnik kökenlerden insanların, hayat mücadelesi ve birbirleri ile olan ilişkilerindeki köklü değişiklikleri anlatmaktadır.
İvo Andriç, romanın başlıca kişisi olarak bu köprüyü seçmiş, bu köprü ile bağlı 350 yıllık tarih olaylarını da, adeta bir mizansen olarak kullanmıştır. Ama İvo Andriç, bunu yaparken kuru, yavan bir kronikör gibi davranmamış, usta bir anlatışla eserine, doğup büyüdüğü bu bölgenin masallarını, efsanelerini, gelenek ve göreneklerini de katmayı unutmamıştır. Böylece köprünün yapılışı, Sırbistan isyanları, kolera salgınları, su baskınları, Bosna-Hersek’in Avusturyalılar tarafından işgali, bu bölgeye demiryolunun gelişi, 1912 Balkan Savaşı, 1914 Haziranında Avusturya veliahtı Ferdinand’ın Sırplı bir genç tarafından öldürülmesi, Avusturya-Sırbiye savaşı, köprünün bir dinamitle atılması gibi büyük tarihsel olayların yanı sıra, istemediği bir delikanlıya verildiği için kendini bu köprüden azgın Drina’ya atan güzel Boşnak kızı Fato’nun acıklı serüveni, kumarcı Glasinçanin’in yarı gerçek, yarı masal halinde anlatılan kumar tutkusu, Tekgöz Salko’nun, gazinocu Latika’nın yaşamları da yer almıştır.
Büyük bir sanatçı olan İvo Andriç, üstelik gerçek bir hümanisttir. Bundan ötürü de, çeşitli dinlerin ve soyların kaynaştığı bu bölgede, en küçük bir dinin ve ırkın ayırımını yapmadan, anlattığı olaylarda yer alan tüm kişilere eşit bir sevgi ve ilgi göstermesini bilmiştir. İvo Andriç’in eserlerine uluslararası bir nitelik veren de bu olsa gerek.
Gerçekten de İvo Andriç’in eserlerinin değil her sayfasında, her satırında bile derin bir insan sevgisi görmek mümkündür. Bunun içindir ki yazar, romanlarında yer verdiği kötü kişileri yermeye kıyamamış, bu işi kendi ağızları ile, yine onlara yaptırmıştır. Bunun tabii bir sonucu olarak İvo Andriç romanında, gerçekci ve tarafsız kalmasını bilmiştir. Gerçi Andriç romanında insanları diri diri kazığa geçiren Abit ağaya da yer vermiştir. Ama bu olayların 16’ıncı yüzyılda (1570) geçtiğini, o çağlarda dünyanın her yerinde insanları kazığa geçirmek, yada diri diri ateşte yakmak olaylarına bol bol rastlanıldığını düşünürsek, bu olayda bir olağanüstülük göremeyiz. Kaldı ki Abit ağanın bu tutumu, bu zalimce davranışı Osmanlı sarayınca da hoş karşılanmamış, kendisi geri alınarak yerine Arif bey gibi iç dünyası yumuşak, dürüst bir kişi gönderilmiştir. Böylece Andriç bu olayda da tarafsızlığını elden bırakmamış, Abit ağa gibi zalimin karşısına Arif bey gibi dürüst bir insanı çıkarmayı ihmal etmemiştir. Abit Ağa’nın zamanında yavaş giden inşaat Arif Bey’le birlikte hızlanır. Arif Bey işçilere daha iyi davranır un ve yiyecek verir.Köprünün yanına Han yapılmaya başlanır.Köprünün bitişiyle birlikte tahtalar kaldırılınca halk köprüyü ilk kez görür.Köprü kasaba hayatına canlılık getirir ve kısa zamanda hayatın bir parçası olur. Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa ise kısa bir süre sonra bir suikast sonucu öldürülür.
Sokullu’nun ölümüyle birlikte Han’ın vakıf geliri de sona erer. Han bakımsız kalır.Köprü iki yüzyıl hizmet eder ancak o kış büyük bir sel olur.Kasaba halkı canını zor kurtarır.Sabah tepelerden aşağıya baktıklarında Drina köprüsünün yerinde durduğunu görürler ve çok sevinirler.
Geçen yüzyıl başında Sırbistan da bir ayaklanma olur.Sırbistan ile Bosna’nın sınırı üstünde bulunan Vişegrad kasabası, her zaman Sırbistan’dan geçen olayların etkisi altında kalır. Vişegrad’ da olup biten kıtlık, hastalık, baskı, ayaklanma gibi olaylara halk kayıtsız kalamaz,Başlangıçta sorun onlara uzak ve erişilmez gibi gelir. Çünkü olay Belgrat Paşalığı’nın bir ucunda geçer. Önem verilmez, çünkü ayaklanma yeni bir şey değildir. İmparatorluk kurulduğundan beri ayaklanmalar olmaktadır. Çünkü iktidar isyansız, entrikasız olamaz, tıpkı zarar ve üzüntü vermeyen bir zenginliğin olmayışı gibi. Ama Sırbistan’daki ayaklanma yavaş yavaş Bosna Paşalığı’nın, hele sınırdan bir saat ötede olan bu küçük kasabanın yaşamını etkilemeye başlar. Sırbistan’daki ayaklanma genişledikçe Bosna’daki Müslümanlardan her gün orduya biraz daha insan, silah ve malzeme yardımı yapmaları istenir. Sırbistan’ a giden orduya, donatımın büyük bir bölümü kasabadan geçer. Bu durum Müslümanlar içinde, şüpheli görünen Sırplar için de tehlikeli olur. Büyük sıkıntı ve masraf doğurur. Müslümanlar ve Sırplar işine gidiyor, donuk gözler ve ifadesiz yüzlerle karşılaşıyor, selamlaşıyor, konuşuyor, birbirine öteden beri kasabada yer etmiş olan o karşılıklı terbiyenin, nezaket ve saygısını gösteriyorlardır. Ancak Sırplar bu duruma içten seviniyorlardı. Müslümanlar ise üzülüyorlardı.
Eserde, Saray-Bosna’daki çeşitli ulusların, din ve ırk ayrılıklarına bakmadan, dışarıdan veya içeriden bir kışkırtma olmadıkça, nasıl kardeş gibi geçindiklerini Anlatan pek çok canlı pasajlar vardır. İşte Molla İbrahim ile rahip Nikola ... Biri Müslüman, ötekisi Ortodoks Sırp cemaatinin ruhani lideri. Rahip Nikola gençliğinde Vişegrad müslümanları ile arası açılıp da gizlenmek, Sırbistan’a kaçmak zorunda kalınca, o zamanlar babası kasabada çok hatırlı bir kişi olan Molla İbrahim, kendisine yardım etmiştir. Daha sonra kasabadaki kargaşalık dinince iki din arasındaki ilişkiler de düzelmiş, artık yaşını başını almış bu iki adam arasında bir dostluk başlamıştır. Şakayı seven kasabalılar iyi anlaşan kişilerden söz ederken “Papazla hoca gibi sevişiyorlar” demektedirler. Bu söz bölgede bir atasözü gibi yerleşip kalmıştır.
Zaten bir çok konuda kolayca birbirleri ile anlaşan bu ruhani liderlerin ikisi de ileri görüşlü kişilermiş. Romanda rahip Nikola’nın görüşlerini karakterize eden şöyle bir pasaj vardır; ” Zalim bir oyuna kurban olan Avusturya ordusu erlerinden Galiçyalı Fedun, bu acıya dayanamaz ve canına kıyar. Bununla ilgili olarak ortaya ciddi bir sorun çıkar: Fedun intihar ettiğine göre Hıristiyan mezarlığına gömülebilir mi? Rahip Nikola Uniat mezhebinden birinin günahını bağışlayabilir mi?
Bu işle görevlendirilen Avusturyalı bir subay Nikola’ya başvurur. Bu sıralarda iyice yaşlanmış bulunan rahip Nikola’nın Yoso adlı bir yardımcısı vardır. Rahip Nikola düşüncesi söylemeye fırsat bulamadan Yoso atılır: Bunun eşine rastlanmamış bir olay olduğunu, Fedun’un Hıristiyan mezarlığına gömülmesinin hem kilise kanunlarına hem geleneklere aykırı bulunduğunu, ama intihar ettiği sırada aklının başında olmadığı ispat edilecek olursa belki bir şey yapılabileceğini söyler. Rahip Nikola hemen yerinden doğrulur: “Bir felaket oldu mu ortada ispat edilecek bir şey kalmaz” der. ”Kim aklı başında iken canına kıyabilir? Kim onu bir dinsiz gibi bir rahibin yardımı olmadan bir duvarın dibine gömmek sorumluluğunu alabilir? Haydi git mösyö!..Ölüyü hazırlamalarını emredin ki, onu hemen gömelim. Hem de mezarlığa... Başka yere değil. Günahlarını ben affedeceğim..”
Avusturyalı subay gittikten sonra rahip Nikola’nın çömezine söylediği şu sözler ne anlamlıdır:”Onun günahlarını neden affetmeyecekmişim? Hayatında mutsuz oluşu yetmiyor mu ki!”
Yazar köprünün hayatını bir insan hayatı gibi değerlendirir ve üzerinde yaşanan ilginç olayları anlatarak hikayelerini anlatmaya devam eder. Yine Köprüde geçen kız isteme olayının hikâyesini de bize aktarır. Avdağa’nın kızı Fato’yu Mustafa beyin oğluna isterler. Mustafa Bey içinde bulunduğu zor durumdan kendisini kurtaran Avda ağa’ya kızını vereceği sözünü verir ve Fato istemeden varmak zorunda kalır. Bir Ağustos ayının son perşembesi Hamziçler kasabanın en güzel kızı Fato’yu almaya gelirler. Feracesi içinde onu bir ata bindirirler, kasabaya götürürler, avluya çeyizini, sandıklarını da atlara yüklerler. Nikahı mahkemede Kadı’nın önünde kıyılır. Böylece Avdağa’nın kızını Mustafa beyin oğluna verme vaadi yerine gelir. Küçük alay Nezuka yolunu tutar. Düğün orada yapılacaktır. Çarşının yarısı geçilir. Düğün alayının Kapiya’da ne birinci ne sonuncu seferidir. Sevmediği bir adamla evlenmek istemeyen Fato, atını parmaklıklara doğru sürer, sağ ayağıyla taş korkuluğa basar, sonra kanatlanmış gibi eyerin üstünden sıçrayarak köprünün altında uğuldayan suya atlar. Ertesi gün sarı sular Fato’nun ölüsünü Kalata yakınlarında sığlık bir yere sürükler. İşte Kapiya’da hiç görülmemiş ve işitilmemiş bir facia da böyle geçer. Halk daha bir süre bu olaydan söz eder. Genç kızdan sadece dillerde dolaşan bir şarkı kalır.
Sırbistan da yeniden savaş başlar. Arkasından sınır boylarında oturanlarda da bir ayaklanma görülür. Sırp ve Müslüman evleri yanmaya başlar. Arkasından sınır boylarında oturanlarda bir ayaklanma görünür. Bunca yıl sonra tekrar Kapiya’da öldürülen Sırpların başları görülür. Avusturya birlikleri ancak ertesi gün resmen kasabaya girer. Kasaba yine sessizliğe bürünür. Müslümanlar Nemselilerden, Sırplar Müslümanlarla Nemselilerden, Museviler ise hepsinden ve herkesten korkar. Çünkü savaş anlarında herkes onlardan güçlüdür. XIX.yüzyılda artık Osmanlı imparatorluğunda gerileme devri başlar, ordu zayıflar ve malzeme bakımından kötü duruma düşer. Kasabaya gelen Avusturya birliklerinin malzeme durumu oldukça iyidir.
Böylece halkın engel olamadığı ve yüreğinin derinliklerinde geçici saydığı bu işgal altında yeni bir çağ başlar. Kasabanın dış görünüşü hızla değişir. Bazı insanlar ise olanları yadırgar, sonra alışır. Eski değerler yenileriyle kaynaşır. Sıra, köprüyle bir bütün olan harap ve ihmal edilmiş kervansaraya gelir. Doğadan başka hiçbir gücün ona dokunabileceği akıllarına bile gelmemiştir. Taşlarını sökmeye başlarlar. İşte vezirin o güzel taş hanı harabeye dönmüştür. Yerine yapılan kışla çevresine yakışmayan bir çirkinlik içinde yeni yaşamına başlar. Vezirin Hanı yok olur.
İlk yılların o güvensizliği yerine kasabada yeni düzen yerini bulmaya başlamıştır. İlk anlaşmazlık ve çatışmalardan sonra yeni hükümet halkın üstünde açık seçik bir sağlamlık ve süreklilik izlenimi bırakır. Gücünü dolaylı olarak hissettirir, onun için de halk onu eski Osmanlı düzeninden daha kolay sindirir. Açgözlülüğünü ve zulmünü, geleneksel biçimde bir ağırbaşlılık ve parlaklık maskesi altına gizler. Halk hükümetten hastalıktan korkar gibi korkar. Zulüm ve felaket karşısında titrer gibi değil! Sonuçta Sırplarla Yahudiler, giyimleri ve davranışlarıyla gittikçe işgalin buraya getirdiği yabancılara benzemeye başlar, yabancılar da içinde yaşadıkları çevrenin etkisi altına girer.
İvo Andriç’in eserinde, buralara geldiği zaman erişilmez yükseklikte olan Osmanlı İmparatorluğunun çöküş nedenlerini de açıkça görmek mümkündür. Viyana, Zagrep, Krakow, Graz üniversitelerinde okuyan ve yaz tatillerini geçirmek için memleketlerine dönmüş bulunan Vişegradlı Sırp gençleri, ılık yaz gecelerinde, köprü üzerinde günün en ileri felsefi meselelerini tartışırken; romanın başlıca kişilerinden biri olan Ali Hoca Müslümanlar arasında, Avusturyalıların şehre getirdiği suyun ne içmeğe ne de abdest almaya elverişli olmadığını yaymağa çalışmakta, başta demiryolu olmak üzere kasabada yapılan bütün yenilikleri yermektedir.
Sosyal, politik ve ekonomik olayları değerlendirmesini çok iyi bilen Andriç, Avusturyalıların Bosna’daki tutumlarını, Osmanlı idaresi ile Avusturya idaresi arasındaki ayırımı birkaç satırla ne güzel anlatıyor.
“Yeni devlet, iyi bir idare sistemiyle insanların cebinden Osmanlı idaresinin zorla çektiğini, acısız ve kimseyi sarsmadan çekip alıyor. O kadar ki halk ödediği vergilerin yükümlülüğünün farkında bile olmuyor. Böylece Avusturyalılar, belki Osmanlılar zamanından daha fazla para çekiyor, ama bunu daha kolay, daha çabuk, güvenilir bir biçimde yapıyorlardı.”
İvo Andriç Avusturya işgalinin, yeni yatırımların getirdiği enflasyon tablosunu şöyle anlatmaktadır. “Demiryolunun yapılışı sırasında halk ilk defa olarak bunun işgal yıllarının kaygısız, kolay ve açık kazancına benzemediğini anlamıştı. Bu son yıllarda eşya ve erzak fiyatlarında hayli yükselme olmuştu. Fiyatlar yükseliyor; bir daha da inmiyordu. Kah daha uzun, kah daha kısa süren bir zaman sonra tekrar yükselme oluyordu. Para kazanılıyordu, gündelikler dolgundu ama yine de kazanç ihtiyaçtan % 20 eksikti. Bu her gün sayısı artan bir sürü insanın hayatını zehirleyen çılgın ve sinsi bir oyundu. İşgalden hemen sonra zengin olmuş bir çok patron, aradan 15-20 yıl geçmeden fakirleşmişti. Çoğunun oğlu şimdi başkalarının yanında çalışıyordu. Tabi ki yeni gelenler arasında da para yapanlar vardı. Ama para, sonunda insan avucunu boş, namusunu da kirlenmiş olarak bulduğu bir hayal oyunu gibi onların avucundan da akıp gidiyordu.”
O zamana kadar kasabalılar sadece kendi sorunlarıyla uğraşıyorlarmış. Şimdi ise Saraybosna’da partiler dini, milli birlikler ve örgütler kurulmuştur. Hemen sonra, bunların kasaba örgütleri oluşur. Saraybosna’da yeni çıkan gazeteler Vişegrad’a gelir. İlk Sırplar, Müslümanlar en sonrada Museviler okuma salonları açar. O sıralarda kasabaya dış olayların yankıları gelmeye başlar. 1903’te Sırbistan’da taht değişikliği Osmanlı İmparatorluğunda yönetim değişikliği olur. Sırbistan’ın sınırı üstünde Osmanlı imparatorluğunun sınırları yakınında olan ve her iki ülkeye derin ve görünmez bağlarla bağlı kasabalar değişikliklerden etkilenir.
1903 de meydana gelen rejim değişiklikleri ile kasabalarda değişir.Şehirde ilkin sivil sonra askeri otoritelerin baskısı duyulmaya başlamıştır. Şimdi herkesin ne düşündüğünü ne şekilde konuştuğunu öğrenmeye çalışır. İlk trenin geçişinden ancak dört yıl kadar sonra bir Ekim sabahı Kapiya’nın karşısındaki terasa Türkçe yazının altına tekrar beyaz bir bildiri yazılmıştır.“Herkesin kanun önünde bir tutunması ülkenin yönetimine ve kanunların yapılmasına katılması bütün dinlerin bütün dillerin ve bütün milli özelliklerin aynı derecede korunması idealimizdir.”
Halk hem umut ediyor hem de korkuyordu.İhtiyarlar gerek genel gerek özel hayatın en mükemmel biçimi saydıkları Türklerin zamanındaki o tatlı huzuru yad eder. Ama onların sayısı azdır. Ötekilerin hepside gürültücü, heyecanlı bir hayat peşindedir. Hep heyecan arıyor hiç değilse başkalarının heyecanın yankısını duymak istiyorlardır. Yalancı bir heyecan veren gürültülü patırtılı bir hayata da razıdır. Bu istek sadece ruh hali üzerinde değil kasabanın dış görünüşü üzerinde de etki yapar. Kapiya’nın üzerindeki o eski düzenli yaşayış, o zararsız şakalar aşk şarkıları gökyüzünün suların ve dağların arasında geçen yaşam, o bile değişmeye başlamıştır.Halk artık gürültü,hareket ve neşe arıyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder