Cumhuriyetin İlk On Beş Yılı,Orhan Koloğlu,Nisan 2002, İstanbul
1930’larda Türk mucizesinden; Avrupa’da bir Asyalı değil, Asya’da bir batılı olmak istemesinden; dünyada muhafazakârlığın bir örneği iken şimdi değişmenin simgesi olmasına kadar türlü övgüler Türkiye’ye yöneltilmiştir. Bu övgülerin sebepleri ise 1918’den 1935’e kadar olan sürede yapılan köklü reform ve yenileşme hareketleridir. Yazar kitabında bu on beş yıl içinde gerçekleştirilen devrim niteliğindeki yeniliklerin hangi şartlar altında yapıldığını, özellikle hilafet ve saltanatın kaldırılması ile yeni harflerin kabulünün ülke içinden ve dışından ne tür tepkilerle karşılandığını ilk ağızdan söylenen sözler ve yazılarla açıklamaktadır.
Türk İnkılâbı yalnız yabancı boyunduruğundan kurtulmak için yapılmamıştır. Başta Atatürk olmak üzere kitleleri çeşitli hurafe ve batıl itikatlardan kurtarmak için yoğun mücadele verilmiştir. Lozan’ı izleyen 15 yıl içinde Türkiye siyasi ve iktisadi istikrarı ve askeri gücü ile Avrupa’da aranan bir ortak olmuş, İkinci dünya savaşı sonrasında oluşan değişik dünyaya, petrol zenginliği olmadığı halde, diğer İslam toplumlarından çok farklı ve şüphesiz avantajlı bir yapıyla girmiştir.
Batı tarzında bir devletin kurulabilmesi için her şeyden önce yeni bir hayat tarzını yerleştirmek, sonra da, bunu yeni bir hukuk düzeniyle korumak gerekmiştir. TBMM’nin toplantılarında alınacak bazı kararlarda İslam dünyasından gelecek tepkilerin daha o zamanlardan dile getirilmiş olması Türk devrimlerinin kendine özgü karakteri ve her topluma uymayacağının habercisidir. 75 yıl öncesinin (ilk basım tarihinden itibaren) aktarılan tartışmaları, çağdaşlaşmamızın frenlenmesi yolunda en çok kullanılan aracın dinsel öğeler olduğunu göstermektedir. Türk toplumunu geri götürmek için en kestirme yolun oradan geçtiği değerlendirilmektedir. Çağdaşlaşmayı aksatmanın en büyük güvencesi cumhuriyet olduğundan bir saldırı yoğunluğu da ona yönelik olarak yürütülmektedir.
Kemalist hareket 1919’dan itibaren Jön Türklerden İttihatçı düşünce ve kadroları devralırken, bunlara olan tepkileri devralmaktaydı. Uzun süre İttihatçılıkla Kemalizm’in aynı şey olmadığının kavranılamaması devrimlerin önünde duran engellerden biriydi. Özellikle Osmanlı devletinden ayrılmış henüz devlet olma bilincini geliştirememiş Arap devletleri bundan faydalanmaya çalışıyorlardı. Bunun sebebi ise bütün Arap devletlerinde ulusun egemenliği değil, sömürgecilerin çizgisini izleyecek kadroların iktidara getirilmesiydi.
Kurtuluş Savaşının başarılmasının en büyük sebebi hareketin bir ulus hareketi haline getirilmesidir. Çünkü Osmanlıcılık ve İslamcılık hareketlerinin Trablusgarp savaşında ve Balkan savaşında ne derece etkisiz olduğu ve duygusal bir boyutu aşamadığı görülmüştür. Arapların sadakatinin iyice zayıfladığı, özellikle İngilizlerin vaatleri doğrultusunda Türkleri hedef alan faaliyetlerde bulundukları aşikârdır. Türkler dışında diğer İslam toplumlarındaki egemenlik anlayışı çok farklı gelişmiş ve bütünlük arz etmemiştir. Türklerin orta doğudan çıkmasından sonra modern anlamda bağımsız herhangi bir devlet kurulamamış aksine karışıklıklar devamlı artmıştır.
Başkalarını yönetemeyecek kadar kötü olduğu için Sevr antlaşmasıyla tasfiye edildiği bildirilen Osmanlı Devletine İstanbul’la beraber orta ve Kuzey Anadolu’da küçükte olsa bir yer verilirken, bağımsızlıkları için ayaklanan Arapların hiç birine bunun layık görülmemiş olması şaşırtıcıdır. Manda ve himaye kabul edilmeyerek bağımsızlık mücadelesi kazanılır ve bu mücadelede en büyük yardım Bolşeviklerden ve daha sonrada Hint Müslümanlarından gelir. Türkler zafer kazanmaya başladıktan sonra hilafet için Mısırdan gönderilen para nüfuslarının ellide birini oluşturan Yunanlıların kendi ordularına gönderdiklerinden daha az olduğu dikkat çekicidir. Zafer sonucu sultan Vahdettin’in hilafet rolünü sürdürmek istemesi ve Mustafa Kemal’i Anadolu’ya kendisinin göndermediğini, esasen milli mücadelenin hiçbir öneminin olmadığını söylemesi, Vahdettin’in kendi halkından kopukluğunun en belirgin işaretidir.
Türk Meclisinin saltanatı 1 Kasım 1922’de lağıv edip, halifenin sultanlık sıfatını ortadan kaldırmasının ardından Vahdettin İngiliz işgal kuvvetlerine sığınmıştır. Bu andan itibaren Osmanlıyı devamlı olarak topraklarından atmayı düşünen, en büyük düşmanları olarak gören emperyalist güçler Hilafetçi kesilmiş ve İslam dininin savunucusu olarak hareket etmişlerdir. Lozan barış görüşmelerinde Lord Curzon’u çileden çıkaran üç kavram vardır: Hâkimiyet-i Milliye, İstiklal ve Egemenliktir. Bunlardan birincisi iktidarın bütün ulusun elinde olmasını, ikincisi siyasi, üçüncüsü ise iktisadi bağımsızlığı ifade etmektedir. İttihatçıların Dünya savaşı nedeniyle Avrupalıların baskı yapamayacağını hesap ederek, Osmanlı topraklarındaki kapitülasyonları 1 Ağustos 1914’te tek taraflı kaldırmasına kadar ülkenin nasıl sömürüldüğü heyet tarafından çok iyi biliniyordu ve Kemalist hükümetin kurulmasıyla aynı karar alındı kapitülasyonların uygulanması durduruldu. Ankara hükümetinin 1922 Eylül’ünde İzmir’e girer girmez ilk icraatlarından biri gümrüklere el koymak ve buradaki yabancı memurların işlerine son vermek oldu. Daha sonraki yıllarda İran ve Mısır’da kapitülasyonların kaldırılması ile ilgili mücadele verdiler.
Hilafeti lağveden 3 Mart 1924 tarihli yasanın yanı sıra Şeriye Vekâletinin kaldırılması ve Tevhidi Tedrisat kararlarının alınması bu alanda kesin adımı oluşturur. 1924 Anayasa değişikliğinde devlet dininin İslam olduğu aynen muhafaza edildiyse de 10 Nisan 1928 değişikliğinde ikinci maddedeki bu kayıt kaldırılır. 1937’de laikliğin anayasaya ilke olarak girmesiyle en son şekle ulaşılır. Devam eden yıllar boyunca da laiklik her zaman iç ve diş mihraklar tarafından bir din sömürüsü olarak kullanılmıştır. Bunlara örnek olarak Şeyh Sait ayaklanmasını İslam’ı reddeden Kemalistlere karşı çıkış diye sunanlar olmuşsa da pek çok yayın organı “Musul için İngilizler tarafından ve İngilizlerin maddi desteğiyle” düzenlendiğini ileri sürmüşlerdir.
Yakup Kadri o günlerde “Türkiye Cumhuriyeti halkçı bir devlette, halkçı bir hükümete sahip olduğuna göre dili de halk dili olmalıdır.” diyerek Kemalistlerde egemen olan anlayışı dile getirmiştir. 19. yüzyılın ikinci çeyreğinde İslam dünyasında basım evleri yaygınlaşırken elle yapılan dizginin zorluğu (Latin alfabesinde 80-90 gözlü harf kasası yeterken Arap alfabesinde 400-600 göz gerekiyordu.) yeni Türk harflerine geçişte önemli bir nedeni oluşturmuştur. Latin alfabesi önce Arnavutluk’ta sonra Azerbaycan’da sonrada 1 Kasım 1928’de kabul edilen yasa ile 1 Aralık 1928’den itibaren Türkiye Cumhuriyetinde bütün özel yayınların yeni harflerle olacağı kararı alınmıştır. Uygulama tahminlerin aksine 15-20 yıl değil bir iki yıl içinde gelişmiş ve yaygınlaşmıştır. Bu uygulamaya yurt içinden ve dışından değişik gruplardan tepkiler gelmiş ve olay devamlı din ile ilişkilendirilmeye çalışılmıştır.
Arap dünyasının hatası, dilin ve harflerin insan icadı ve sürekli evrim geçiren sosyal bir oluşum olduğunu unutup onlara kutsallık atfetmek olmuştur. Kuran’ın değişmezliği dil ve harflere de yayılınca çözümsüzlükte gündeme gelmiştir. Halkın belli kesiminin diğerlerinden farklı, anlaşılamayan bir dil kullanması fikir tartışmalarının belirmesini ve ufukların açılmasını engellemiştir. Savaş sırasında halkın katkısını arttırmak için hutbeler Türkçe okunmuş ve sorun olmamıştır. Halkın anlamadığı bir dilde ibadet etmesi nedeniyle 1925 Şubat’ında TBMM’de Kuran’ın Türkçeye çevrilmesi konusu gelince İslam dünyasında hassasiyet bir hayli arttı fakat tepkilerden etkilenilmeden aynı politikaya devam edilmiştir. Ard arda çıkarılan ve hukuk sistemini bütünleyen kanunlarla çağdaş ve modern pozitif hukuk anlayışı bütün kurum ve kurallarıyla uygulanmaya başlanmıştır. Eski ve geçerliliğini yitirmiş dinsel hukuk sistemi, devlet sisteminden tamamen uzaklaştırılarak çağdaş ve modern, devlet ve toplum yapısının temeli atılmıştır. Eğitim ve kültür alanında yapılan inkılâplarla, evrensel değerleri benimsemiş, aklı ve bilimi temel hareket noktası olarak alan, Atatürk milliyetçiliği’ne bağlı, vatandaş olma bilincine erişmiş, cumhuriyetin temel niteliklerini benimsemiş ve bunu bir yaşam biçimi haline getirmiş, çağdaş ve modern bir insan tipi ve toplum oluşturmak amaçlanmıştır. Toplumların her birinin özgün koşulları sebebi ile her milletin Türk devrimlerini aynen uygulaması beklenemez ancak, hemen her devletin Türk devrimlerinden alacağı bir ders bulunmakta olduğunu çoğu düşünür ifade etmiştir.
Türkiye’nin Kemalizm’e oradan çoğulcu demokrasiye erişmesi diğerlerinde eksik olan, yüz yılı aşan kesintisiz bir sürecin sonucudur. Dinine bakmadan bütün insanların eşitliği, halkın yönetime katılması ve kontrolü, dini siyasi gücün üstüne çıkarmamak, ne olursa olsun çağdaşlaşmaktan vazgeçmemek, bakışı ileriye yöneltmek anlayışları Kemalizm’le en doğru şeklini bulmuştur. Bu devamlılık nedeniyledir ki İslamcı hareket Türk toplumunda kökten dinci bir hüviyet taşımamıştır. Günümüzde Türkiye’deki kökten dinci eğilimler ithal ve özentidir.
Cumhuriyet’in İlk Onbeş yılındaki (1923 -1938 yıllarını kapsayan) olaylar.Cumhuriyet’in İlk Onbeş Yılı adlı eser ile 1918’den 1935’e kadar olan sürede yapılan köklü reform ve yenileşme hareketlerinin hızı ve sonuçları tetkik edilmektedir. 19. yüzyılın başlarına kadar uzanan, Ulu Önder Atatürk’ün çağdaş ve modern bir devlete geçişi nasıl başardığını ve bu geçişin sosyal, siyasal ve ekonomik yönlerini ve çağdaş dünya karşısındaki yerini değerlendirmeye çalışmaktadır. Asya’da birçok devletin -özellikle Osmanlı İmparatorluğundan ayrılmış olan devletlerin- teokratik ve otokratik yapıdan demokratik bir yapıya geçişi neden başaramadıklarını tahlillerle ortaya koymaktadır. Hilafet ve saltanatın kaldırılması ile yeni harflerin kabulünün ülke içinden ve dışından ne tür tepkilerle karşılandığını yerli ve yabancı yazarlardan alıntılarla analiz etmektedir.
1930’larda Türk mucizesinden; Avrupa’da bir Asyalı değil, Asya’da bir batılı olmak istemesinden; dünyada muhafazakârlığın bir örneği iken şimdi değişmenin simgesi olmasına kadar türlü övgüler Türkiye’ye yöneltilmiştir. Bu övgülerin sebepleri ise 1918’den 1935’e kadar olan sürede yapılan köklü reform ve yenileşme hareketleridir. Yazar kitabında bu on beş yıl içinde gerçekleştirilen devrim niteliğindeki yeniliklerin hangi şartlar altında yapıldığını, özellikle hilafet ve saltanatın kaldırılması ile yeni harflerin kabulünün ülke içinden ve dışından ne tür tepkilerle karşılandığını ilk ağızdan söylenen sözler ve yazılarla açıklamaktadır.
Türk İnkılâbı yalnız yabancı boyunduruğundan kurtulmak için yapılmamıştır. Başta Atatürk olmak üzere kitleleri çeşitli hurafe ve batıl itikatlardan kurtarmak için yoğun mücadele verilmiştir. Lozan’ı izleyen 15 yıl içinde Türkiye siyasi ve iktisadi istikrarı ve askeri gücü ile Avrupa’da aranan bir ortak olmuş, İkinci dünya savaşı sonrasında oluşan değişik dünyaya, petrol zenginliği olmadığı halde, diğer İslam toplumlarından çok farklı ve şüphesiz avantajlı bir yapıyla girmiştir.
Batı tarzında bir devletin kurulabilmesi için her şeyden önce yeni bir hayat tarzını yerleştirmek, sonra da, bunu yeni bir hukuk düzeniyle korumak gerekmiştir. TBMM’nin toplantılarında alınacak bazı kararlarda İslam dünyasından gelecek tepkilerin daha o zamanlardan dile getirilmiş olması Türk devrimlerinin kendine özgü karakteri ve her topluma uymayacağının habercisidir. 75 yıl öncesinin (ilk basım tarihinden itibaren) aktarılan tartışmaları, çağdaşlaşmamızın frenlenmesi yolunda en çok kullanılan aracın dinsel öğeler olduğunu göstermektedir. Türk toplumunu geri götürmek için en kestirme yolun oradan geçtiği değerlendirilmektedir. Çağdaşlaşmayı aksatmanın en büyük güvencesi cumhuriyet olduğundan bir saldırı yoğunluğu da ona yönelik olarak yürütülmektedir.
Kemalist hareket 1919’dan itibaren Jön Türklerden İttihatçı düşünce ve kadroları devralırken, bunlara olan tepkileri devralmaktaydı. Uzun süre İttihatçılıkla Kemalizm’in aynı şey olmadığının kavranılamaması devrimlerin önünde duran engellerden biriydi. Özellikle Osmanlı devletinden ayrılmış henüz devlet olma bilincini geliştirememiş Arap devletleri bundan faydalanmaya çalışıyorlardı. Bunun sebebi ise bütün Arap devletlerinde ulusun egemenliği değil, sömürgecilerin çizgisini izleyecek kadroların iktidara getirilmesiydi.
Kurtuluş Savaşının başarılmasının en büyük sebebi hareketin bir ulus hareketi haline getirilmesidir. Çünkü Osmanlıcılık ve İslamcılık hareketlerinin Trablusgarp savaşında ve Balkan savaşında ne derece etkisiz olduğu ve duygusal bir boyutu aşamadığı görülmüştür. Arapların sadakatinin iyice zayıfladığı, özellikle İngilizlerin vaatleri doğrultusunda Türkleri hedef alan faaliyetlerde bulundukları aşikârdır. Türkler dışında diğer İslam toplumlarındaki egemenlik anlayışı çok farklı gelişmiş ve bütünlük arz etmemiştir. Türklerin orta doğudan çıkmasından sonra modern anlamda bağımsız herhangi bir devlet kurulamamış aksine karışıklıklar devamlı artmıştır.
Başkalarını yönetemeyecek kadar kötü olduğu için Sevr antlaşmasıyla tasfiye edildiği bildirilen Osmanlı Devletine İstanbul’la beraber orta ve Kuzey Anadolu’da küçükte olsa bir yer verilirken, bağımsızlıkları için ayaklanan Arapların hiç birine bunun layık görülmemiş olması şaşırtıcıdır. Manda ve himaye kabul edilmeyerek bağımsızlık mücadelesi kazanılır ve bu mücadelede en büyük yardım Bolşeviklerden ve daha sonrada Hint Müslümanlarından gelir. Türkler zafer kazanmaya başladıktan sonra hilafet için Mısırdan gönderilen para nüfuslarının ellide birini oluşturan Yunanlıların kendi ordularına gönderdiklerinden daha az olduğu dikkat çekicidir. Zafer sonucu sultan Vahdettin’in hilafet rolünü sürdürmek istemesi ve Mustafa Kemal’i Anadolu’ya kendisinin göndermediğini, esasen milli mücadelenin hiçbir öneminin olmadığını söylemesi, Vahdettin’in kendi halkından kopukluğunun en belirgin işaretidir.
Türk Meclisinin saltanatı 1 Kasım 1922’de lağıv edip, halifenin sultanlık sıfatını ortadan kaldırmasının ardından Vahdettin İngiliz işgal kuvvetlerine sığınmıştır. Bu andan itibaren Osmanlıyı devamlı olarak topraklarından atmayı düşünen, en büyük düşmanları olarak gören emperyalist güçler Hilafetçi kesilmiş ve İslam dininin savunucusu olarak hareket etmişlerdir. Lozan barış görüşmelerinde Lord Curzon’u çileden çıkaran üç kavram vardır: Hâkimiyet-i Milliye, İstiklal ve Egemenliktir. Bunlardan birincisi iktidarın bütün ulusun elinde olmasını, ikincisi siyasi, üçüncüsü ise iktisadi bağımsızlığı ifade etmektedir. İttihatçıların Dünya savaşı nedeniyle Avrupalıların baskı yapamayacağını hesap ederek, Osmanlı topraklarındaki kapitülasyonları 1 Ağustos 1914’te tek taraflı kaldırmasına kadar ülkenin nasıl sömürüldüğü heyet tarafından çok iyi biliniyordu ve Kemalist hükümetin kurulmasıyla aynı karar alındı kapitülasyonların uygulanması durduruldu. Ankara hükümetinin 1922 Eylül’ünde İzmir’e girer girmez ilk icraatlarından biri gümrüklere el koymak ve buradaki yabancı memurların işlerine son vermek oldu. Daha sonraki yıllarda İran ve Mısır’da kapitülasyonların kaldırılması ile ilgili mücadele verdiler.
Hilafeti lağveden 3 Mart 1924 tarihli yasanın yanı sıra Şeriye Vekâletinin kaldırılması ve Tevhidi Tedrisat kararlarının alınması bu alanda kesin adımı oluşturur. 1924 Anayasa değişikliğinde devlet dininin İslam olduğu aynen muhafaza edildiyse de 10 Nisan 1928 değişikliğinde ikinci maddedeki bu kayıt kaldırılır. 1937’de laikliğin anayasaya ilke olarak girmesiyle en son şekle ulaşılır. Devam eden yıllar boyunca da laiklik her zaman iç ve diş mihraklar tarafından bir din sömürüsü olarak kullanılmıştır. Bunlara örnek olarak Şeyh Sait ayaklanmasını İslam’ı reddeden Kemalistlere karşı çıkış diye sunanlar olmuşsa da pek çok yayın organı “Musul için İngilizler tarafından ve İngilizlerin maddi desteğiyle” düzenlendiğini ileri sürmüşlerdir.
Yakup Kadri o günlerde “Türkiye Cumhuriyeti halkçı bir devlette, halkçı bir hükümete sahip olduğuna göre dili de halk dili olmalıdır.” diyerek Kemalistlerde egemen olan anlayışı dile getirmiştir. 19. yüzyılın ikinci çeyreğinde İslam dünyasında basım evleri yaygınlaşırken elle yapılan dizginin zorluğu (Latin alfabesinde 80-90 gözlü harf kasası yeterken Arap alfabesinde 400-600 göz gerekiyordu.) yeni Türk harflerine geçişte önemli bir nedeni oluşturmuştur. Latin alfabesi önce Arnavutluk’ta sonra Azerbaycan’da sonrada 1 Kasım 1928’de kabul edilen yasa ile 1 Aralık 1928’den itibaren Türkiye Cumhuriyetinde bütün özel yayınların yeni harflerle olacağı kararı alınmıştır. Uygulama tahminlerin aksine 15-20 yıl değil bir iki yıl içinde gelişmiş ve yaygınlaşmıştır. Bu uygulamaya yurt içinden ve dışından değişik gruplardan tepkiler gelmiş ve olay devamlı din ile ilişkilendirilmeye çalışılmıştır.
Arap dünyasının hatası, dilin ve harflerin insan icadı ve sürekli evrim geçiren sosyal bir oluşum olduğunu unutup onlara kutsallık atfetmek olmuştur. Kuran’ın değişmezliği dil ve harflere de yayılınca çözümsüzlükte gündeme gelmiştir. Halkın belli kesiminin diğerlerinden farklı, anlaşılamayan bir dil kullanması fikir tartışmalarının belirmesini ve ufukların açılmasını engellemiştir. Savaş sırasında halkın katkısını arttırmak için hutbeler Türkçe okunmuş ve sorun olmamıştır. Halkın anlamadığı bir dilde ibadet etmesi nedeniyle 1925 Şubat’ında TBMM’de Kuran’ın Türkçeye çevrilmesi konusu gelince İslam dünyasında hassasiyet bir hayli arttı fakat tepkilerden etkilenilmeden aynı politikaya devam edilmiştir. Ard arda çıkarılan ve hukuk sistemini bütünleyen kanunlarla çağdaş ve modern pozitif hukuk anlayışı bütün kurum ve kurallarıyla uygulanmaya başlanmıştır. Eski ve geçerliliğini yitirmiş dinsel hukuk sistemi, devlet sisteminden tamamen uzaklaştırılarak çağdaş ve modern, devlet ve toplum yapısının temeli atılmıştır. Eğitim ve kültür alanında yapılan inkılâplarla, evrensel değerleri benimsemiş, aklı ve bilimi temel hareket noktası olarak alan, Atatürk milliyetçiliği’ne bağlı, vatandaş olma bilincine erişmiş, cumhuriyetin temel niteliklerini benimsemiş ve bunu bir yaşam biçimi haline getirmiş, çağdaş ve modern bir insan tipi ve toplum oluşturmak amaçlanmıştır. Toplumların her birinin özgün koşulları sebebi ile her milletin Türk devrimlerini aynen uygulaması beklenemez ancak, hemen her devletin Türk devrimlerinden alacağı bir ders bulunmakta olduğunu çoğu düşünür ifade etmiştir.
Türkiye’nin Kemalizm’e oradan çoğulcu demokrasiye erişmesi diğerlerinde eksik olan, yüz yılı aşan kesintisiz bir sürecin sonucudur. Dinine bakmadan bütün insanların eşitliği, halkın yönetime katılması ve kontrolü, dini siyasi gücün üstüne çıkarmamak, ne olursa olsun çağdaşlaşmaktan vazgeçmemek, bakışı ileriye yöneltmek anlayışları Kemalizm’le en doğru şeklini bulmuştur. Bu devamlılık nedeniyledir ki İslamcı hareket Türk toplumunda kökten dinci bir hüviyet taşımamıştır. Günümüzde Türkiye’deki kökten dinci eğilimler ithal ve özentidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder