31 Mayıs 2009 Pazar

Staple singers

At least five staple articles can be found in the books pages of British newspapers:

- Those that tell of the real life truth behind a work of fiction
- Surveys of which classic novels readers lie about having read
- Demands for genre fiction to be "taken seriously"
- Revelations of our guilty reading pleasures
- Frustrated calls for important novels about today's Britain

Perhaps another staple is interviews with exotic foreign authors who are urged to talk about the political upheavals in their own exotic foreign countries. Are there any others?

The fifth staple has made two recent appearances in The Independent. In April, Amanda Craig was given unprecedented room (over two and a half thousand words!) to call for a turn away from historical fiction towards Victorianism - which is, by happy coincidence, embodied by her new, cliché-entitled novel. And this weekend, Tim Lott makes more or less the same demand in the same newspaper. This is not a concerted campaign: it is the inevitable manifestation of the fundamental polarity between literary and journalistic writing.
Where are the lives of the young working-class mother? Where is the hoodie telling us about life on the estates of the Wirral or Corby? Where is the story of the destitute, so well captured by Orwell in the 1930s? Where is the great satire on celebrity culture, on English MPs, on CCTV, on the threat to our liberties? Where is the voice of an Anglican vicar, a fairground worker, a nurse, a family lawyer ...
Tim Lott, like Amanda Craig, expects fiction to be as dynamic and relevant as a daily newspaper. The British, it seems - with Tom Wolfe as a Colonel Saunders-like poster boy of happy innocence - will never quite appreciate what the abstraction of writing means. Yes, they are right to embrace the commonsensical priority of the real world over books, yet not if this also means to ignore or to deny the violence done by writing. Literary writers are more sensitive to this than those writing opinion pieces or, indeed, blogs. They might wonder, as I do, why they feel that journalism isn't enough to tell us about the lives of the people labelled above.

Whenever I read these staples of literary journalism, particularly those that want novelists to knuckle down to write ambitious novels that capture how we live now, I think of Kafka's A Hunger Artist. Amanda Craig and Tim Lott are the attendants of the circus impresario who wants to replace the fasting showman with the young panther.
Even the most insensitive felt it refreshing to see this wild creature leaping around the cage that had so long been dreary. The panther was all right. The food he liked was brought him without hesitation by the attendants; he seemed not even to miss his freedom; his noble body, furnished almost to the bursting point with all that it needed, seemed to carry freedom around with it too; somewhere in its jaws it seemed to lurk; and the joy of life streamed with such ardent passion from its throat that for the onlookers it was not easy to stand the shock of it. But they braced themselves, crowded around the cage, and did not want ever to move away.
And who would deny them their pleasure? Yet where are the newspapers articles demanding the answer to the question: Where are our Hunger Artists?

30 Mayıs 2009 Cumartesi

Sinerji

Efenim dün arkadaşların iteklemesiyle sinerji adlı bir mekana gittik. Cafe rock bar adı altında kategorisiz bir yer aslında. Soylarının tükendiğini sandığım siyah tiişört siyah çorap siyah don siyah bileklik modunda gençleri görmemiştim bayağdır. Kadiköy akmar nostaljisi yaptım kendi içimde. 4-5 katlı bir yer tepesinde terası fln gayet şık aslında. Daha doğrusu yormayan bir bohemliği var 70s 80s 90s rock modunda takılmaya çalışmışlar, müzikler başarılı ancak yorucu geldi bana biraz. İçki düzeyim yüzde 70 üzerindeyken çekebilirim ancak. Böyle olunca menüye göz attım. Ve mekanı buraya yazmamın nedenini gördüm. Şu ana kadar gördüğüm en şık menülerden birine sahip. Ya da mönü mü denir acaba. Neyse. Çok ucuz. Fazla ucuz hatta. aksam saat 7ye kadar 33cl biralar 2 milyon daha sonra bunlar 3 milyona dönüyor. Fakat denedikten sonra tahmin ettiğim gibi çok kötü sulu bir bira açıkcası.-ki neredeyse çoğu mekanda sulu olmasına rağmen burda had safhada. O yüzden bira içilmeyecek bir mekan aklınızda bulunsun. Ama 2.5 milyona tequila şhotlar var ki muhteşem. Sırf bunun için bile gidilebilir. Neyse benden bu kadar. Sitenin adresini vereyim takılırsınız.
http://www.sinerjicafebar.com/index1.html

29 Mayıs 2009 Cuma

Links for the Twitterless

Here are four links posted today on my blog-sapping, blog-relieving Twitter account.

Podcasts
1: Jacques Roubaud explains to Michael Silverblatt the reasons for writing The Great Fire of London sequence, with emphasis on The Loop.

2: Andrew Mitchell discusses Nietzsche with Robert Harrison on the Entitled Opinions podcast. I've yet to listen but his two previous shows on Heidegger, that accompanied me through long bikes in the countryside two summers ago, should not be missed. UPDATE: Nietzsche: Writings from the Early Notebooks has also been published this month.

Review copies unlikely
3. Mark C. Taylor's forthcoming book from Columbia UP - Field Notes from Elsewhere: Reflections on Dying and Living - looks like it deserves attention. Paul Auster has given it blurb: "an intoxicating whirl of a book, an engine of thought and feeling that touches on everything that counts most to us". His Grave Matters impressed me recently.

4: Leslie Hill - author of Blanchot: Extreme Contemporary - has published Beckett's Fiction this month. It has a subtitle, as these things must: In Different Words. Meh?

28 Mayıs 2009 Perşembe

Biliyorsun...

Sezen aksunun bu şarkısını keşfettim bugun. Dinlenilesi. Geç gelen güzel bir şey... Linki de var normalde sevmem böyle bağlantılar vermeyi ama dinletmek istedim işte.
http://www.youtube.com/watch?v=7rgOfRAlhuI

Ardından Cemal Süreyya dan sana giden yollar kapalı yı okudum. Gayet güzel geldi. Okudum, dinlendim ve arkama yaslanıp düşündüm. Çok yapıyorum bu aralar.


biliyorum sana giden yollar kapali
ustelik sen de hic bir zaman sevmedin beni
ne kadar yakindan ve arada ucurum;
insanlar,evler,aramizda duvarlar gibi
uyandim uyandim, hep seni dusundum
yanliz seni, yanliz senin gozlerini
sen bayan nihayet, sen olumum kalimim
ben artik adam olmam bu derde duseli

simdilerde bir kopek gibi kosuyorum ordan oraya
yoksa gururlu bir kisiyim aslinda, inan ki
animsamiyorum yari dolu bir bardaktan su ictigimi
ve icim goturmez kenarindan kesilmis ekmegi
kac kez sana uzaktan baktim 5.45 vapurunda;
hangi sarkiyi duysam, bizimcin soylenmis sanki
tek yanli ask kisiyi nasil aptallastiriyor
nasil unutmusum senin bir baskasini sevdigini
cocukca ve seni uzen girisimlerim oldu;
bagisla bir daha tekrarlanmaz hicbiri
raslasmamak icin elimden geleni yaparim
bu boyle pek de kolay degil gerci…
alisirim seni yalniz duslerde oksamaya;
bunun verdigi mutluluk da az degil ki
cikar giderim bu kentten daha olmazsa,
sensizligin bir adi olur, bir anlami olur belki
inan belli etmem, seni hic rahatsiz etmem,
son istegimi de soyleyebilirim simdi:
bir geceyarisi yaziyorum bu mektubu
yalvaririm onu okuma carsamba gunleri


ardından şöyle bir şiire rastladım okudum gayet hoş...


uykuların kaçar geceleri
bir türlü sabah olmayı bilmez
dikilir gözlerin tavanda bir noktaya
deli eden bir uğultudur baslar kulaklarında
ne çarsaf halden anlar, ne yastık
girmez pencerelerden beklediğin aydınlık
kapanır yatağına çaresizliğine ağlarsın
onun unutamadığın hayali
sigaradan derin bir nefes çekmişcesine dolar içine
sevmek neymiş birgün anlarsın

birgün anlarsın aslında herşeyin boş olduğunu
şerefin, faziletin, iyiliğin, güzelliğin
gün gelirde sesini bir kerecik duymak için
vurursun başını soğuk taş duvarlara
büyür gitgide incinmişliğin, kırılmışlığın
duyarsın
ta derinden acısını çaresiz kalmışlığın
sevmek neymiş birgün anlarsın

birgün anlarsın ne işe yaradığını ellerinin
niçin yaratıldığını
bu iğrenç dünyaya neden geldiğini
uzun uzun seyredersinde aynalarda güzelliğini
boşuna geçip giden yıllarına yanarsın
dolar gözlerin için burkulur
sevmek neymiş birgün anlarsın

birgün anlarsın sevilen dudakların
sevilen gözlerin erişilmezliğini
o hiç beklenmeyen saat geldi mi
düşer saçların önüne ama bembeyaz
uzanır gökyüzüne ellerin
ama çaresiz
ama yorgun
ama bitkin
bir zaman geçmiş günlerin uykusuna dalarsın
sonra dizilir birbiri ardınca gerçekler acı
sevmek neymiş birgün anlarsın

birgün anlarsın hayal kurmayı
beklemeyi
ümit etmeyi
bir kirli gömlek gibi çıkarıp atasın gelir
bütün vücudunu saran o korkunç geceyi
lanet edersin yaşadığına
maziden ne kalmışsa yırtar atarsın
o zaman bir çiçek büyür kabrimde kendiliğinden

seni sevdigimi birgün anlarsin

27 Mayıs 2009 Çarşamba

Draconian, bitmiş angora ardından la cava de los gitanos ve çizdiğim ağaçlar


Sadece iki parçalık bir playlist (çalma listesi yani illa türkçesini demem lazım) yaptım bu gece. Ardarda çaldı öyle. Draconianın böğüren aralarda şuh sesli hatun vokalli bir parçasını dinledim ardında camillo ve camaron de la isla yla devam ettim. Angoranın şarabını aldım. Gayet iyi gitti aslında tavsiye edilesi.
Arabesk edebiyatına ait bir cümle gördüm demin birinde hayat bir sınavsa ismimi yazar çıkarım diye. Gülmekle tebessüm arasında sıkıştım bunu görünce. İsmimi yazmamayı tercih ederdim bak ben. Ha bir de ağaç çizerdim. Çok severdim küçükken defterin sağına soluna ağaç çizmeyi çünkü çizdiğim zaman başkasına gösterdiğimde ne olduğunu anlayabildikleri tek şey ağaçtı. Yapraksız bir sürü dal kümülesi dibinede bir kaç çizikle otlar koyardım. Bir süre bakardım sonra arka sayfayı çevirip gene başka bir ağaç çizerdim. Bir zaman sonra ulan hep aynı boku çiziyorum dedim kendime. Yaprak ekledim sonra o da çok yoruyordu bir sürü nokta gibi şeyler. Gene güldüm bak kendi kendime. Nokta gibi yaprak yapardım kızamık olmuş ağaç gibi.
Demin uzun bir süreden sonra gene çizdim dedim kendime insan hiç mi değişmez. Aynı sık dallar aynı nokta gibi yapraklar.
Hiç değişmemişim ağaçlar konusunda.

ek not: eskiden ağaçlarda ağaçtı ama hani şimdi nerde fidanlar falan minik minik
ek not 2: evet şişe bitti

The Adventures of Toby Brite & Bobby (1953)

To dental hygiene and beyond!


Just a silly one today. This is one of those books that were supposed to be "good for you". The adventures of Bobby and his toothbrush friend Toby Brite. Included for the fact that their adventures take place in a space ship.


So after you visit the moon be sure to stop by your "friend" the dentist. (And watch out for those vegetable armies)






26 Mayıs 2009 Salı

Orbiting Stations (1965)





Stambler, Irwin. Illustrated by Lessin, Andy. Orbiting Stations: Stopovers to Space Travel. New York: GP Putnam's Sons. (95 p.) 24 cm.









Outlines the plans the military and NASA had for lifting bodies and orbital research stations. Uses a number of fascinating aerospace contractor's paintings of possible future missions.






Bir Kez Olur Bazı Şeyler...

Bir çok kadından hoşlandım şu ana kadar, yolda gördüğüm güzel insanlar, saçma sapan hevesler için beraber olduklarımr ya da öylesine önümden geçen birileri, yedi sekiz tanesini sevdim belki. Eğlenceli dedim bu insanlarla beraber olmak öylesine zaman geçirmek, karşılıklı gülüşmek bir barda karşılıklı biraları devirmek. Sadece bir insana aşık oldum. Çok zordu aslında. Kişilerden çok ilişkinin bir zorluğu vardı belki. Çok sevdim ve çok sevildim. Güzel bir dönem oldu benim için. Hayatımın en mutlu günü ne zaman diye düşünür ya insanlar; ben hiç düşünmedim. Onun yanındayken tanıdım en mutlu günü. Belki ilerde daha iyi bir gün görürmüyüm bilemem. Hala görmedim gerçi. Bir beklenti içinde de değilim aslında, yetiyor bazı insanlara yaşanılanlar.
Doğumgünümden bir gün önce onun doğum gününde ayrıldık. Çok ilginç dimi düşününce? Aylar geçti, seneler geçti. Doğum günümde düşünmeyi öğrendim. Genelde filmlerde olur ya her hangi bir kısımda 5 yıl sonra yazar, ardından iki sevgili ayrılmışken tekrar karşılaşır ve kaybolan onca seneye rağmen yaşanmışlıklara rağmen sadece birbirlerine bakarlar sevildiklerini anlarlar. Sonunun mutlu olması önemli değil aslında, daha sonra ayrı yollara gitseler dahi gözgöze geldiklerinde birbirlerini görürler. Bunu bilmek bile yeter aslında.
Hep böyle bir şey istemişimdir ben. Seneler sonra dahi sevebilmek, onca seneden sonra sevilmek.
Sabırsız ve aceleci bir insan oldum ben hep. İkiside aynı düşününce. O mutlu hayata birden ulaşmak isteyenlerdendim belki. Pek yapamadım istediklerimi.
Daha sonra kendi başına olmayı öğrendim. Bencillik üzerine bir hayat. Ego tatminine yönelik ilişkiler. Doğru ya da yanlış. Kendimi yargılamadım. Karşımdaki insanlardan çok kendimin ne kadar sevdiğini düşündüm hep. Seviyor muyum? hoşlanıyor muyum? aşık mıyım?
Çünkü ne yaparsanız yapın karşılıksız ilişkilerin pek sonuca ulaşmadığını gördüm. Bana aşık olan insanlardan kaçtım, aşık olduğum insandan uzaklaştım. Belli bir noktada kendi başıma kaldım.
Çok uzattım farkındayım. Bir kez olur bazı şeyler işte, sadece bir kez anlatılır...

23 Mayıs 2009 Cumartesi

Talin, Estonya

Bir masal kenti Tallinn

Tallinn, Estonya’nın ya da diğer adıyla e-stonya’nın başkentı. Riga’ya 300 km mesafede. Otobüsle 4.30 saat sürüyor. Estonya ile Letonya arasındaki sınır kapısı devre dışı bırakılmış. Seyyar pasaport polisi otobüsleri durdurup pasaport kontolü yapıyor. Eğer arabayla gidiyorsanız pasaport kontrolüne takılmanız sizin şanssızlığınız (Eğer vizeniz varsa tabi ki herhangi bir sorun yok).

Önce Estonya hakkında kısa bir bilgi:

Estonya 1.5 milyonluk bir ülke. Eski Sovyetlerin siber teknoloji üssüymüş. Ki bugün onun meyvelerini topluyor. Skype ve Kaza Estonya kökenli internet araçları. Estonyalıların dörtte üçü vergilerini internet aracılığıyla yatırıyormuş. Finlandiya’ya çok yakın, Helsinki 1 saat mesafede. Finlilerle akrabalıkları var. Finlandiya’ya göre ucuz olduğu için gelen turistlerin yarısı Finli.
Sovyetlerden ilk ayrılan Baltık ülkesidir. 300 bin kişi şehrin meydanında toplanıp şarkılarla bağımsızlıklarını ilan ettikleri için “şarkı devrimi” diye adlandırılır bu olay.

Letonya’da olduğu gibi ruslardan nefret bu ülkede de mevcut. Nüfusun % 30’u etnik olarak rustur. Herkes rusça bilir.


Dönelim Tallinn’e.

Tallinn otobüs istasyonuna vardığınızda bir fabrikanın üst katlarının ofis katlarına çevrilmiş olduğunu görceksiniz. Güzel bir mimamri örneği. Otobüs istasyonundan 4 nolu trame bindiğinizde 4 istasyon sonra şehir merkezine varırsınız. Yanınızda Estonya kronu bulunmayacaktır büyük ihtimal. O zaman dert etmeyin, biletsiz binin Bu arada 15 Estonya Kronu=1 Euro.

Şehrin ana meydanında yapacak çok bir şey yok ama insanları gözlemlemek için iyi bir yer. Hem de güzel bir park var. Parkta oturup Estonyalılara ilişkin ilk görsel izlenimlerinizi edinebilirsiniz. Benim ilk izlenimim Estonyalıların 300 km ötedeki Letonyalılardan fiziksel görünüş olarak farklılaştıkları. Daha koyu tenliler ve çok daha fazla sayıda esmer var. Letonyalılar fiziksel olarak daha uzun boylu ve gelişmiş, daha sportif vücut yapıları var. Bu kadar yakın mesafe iki halk arasında bu denli fiziksel farklılığın olması şaşırttı beni.

Tallinn bir masal şehri. Tabi ki old town’dan bahsediyorum. Kuleler ve surlarla çevrili kırmızı kiremitli sivri çatılı taş yapılı evlerden oluşan, taş kaldırımlı bir kent eski Tallinn. Belediye meydanından yukarıda hükümet meydanına doğru çıkacaksınız. Hükümet meydanı (Toompea) şehrin en yüksek noktası. Estonyalılar bir nebze olsun şanslı, kentleri tamamen düz değil, diğer kuzey ülkesi insanlarının hayatlarında dağ tepe yok. Bize yüksek dağlar ne kadar da basit geliyor değil mi? Onların bir an için yok olduğunuı, hayatınızda yükseklik hissi diye bir şeyin mevcut olmadığını varsayın? Hayatımızdan bir boyut eksilmiş olur, ne kadar da eksik hissederiz kendimizi!

Old Town’da tepede Hükümet Meydanı’nda Parlamento’nu (pembe bina) hemen önünde Alexander Nevsky Rus Ketadrali en gösterişli yapı. 1894’te yapılmış. Rus çarı Tallinn’e damgasını vurmak için diğer her şeyi bu yapıyla domine etmek istemiş herhalde. Katedral Sofya’daki küçük rus kilisesine çok benziyor. Kilisenin tepesindeki hacların altında hilalleri göreceksiniz. Bu hilaller rusların osmanlılara karşı kazanmış olduğu zaferlerin simgesi..

Old Town’da Pikk Jalg (Uzun bacak) Sokağı boyunca yürüyecek, Sn Nicholas Kilisesine bir göz atacak, St. Olaf’s Kilisesi’nin 124 mt yüksekliğindeki kulesine çıkacak, çok sayıdaki café ve pastanede keyif yapacaksınızdır. Bu arada belirtelim, Tallinn belediyesi St. Olaf’s Kilisesi’nin kulesinin eşsizliğini korumak için başka yüksek bir yapıya izin vermiyormuş!

Ana meydanı (Belediye Meydanı) çok sayıda restoran çevrelemiş. Bizdeki gibi delikanlılar restoran önlerinde turistleri kendi restorantlarını tercih etmeleri için ikna etmeye çalışıyorlar.

Belediye Meydanı’nda dünyanın en eski eczanesi hala faaliyette (1422’den beri). Belediye Binasına sırtınızı verdiğinizde karşıda sağ köşede.

Belediye Binası Avrupa’nın en eski belediye binasıymış, kulesine bakıp kilise demeyin. Bu binanın içinde dünyanın en yüksek tavanlı (77 mt) tuvaleti varmış! Girip ihtiyaç görme fırsatımız olmadı:)

Tallinn Old Town’ın nasıl pazarlanacağına güzel bir örnek. Her şeyiyle çok güzel muhafaza ve restore etmişler. Bir şehir nasıl marka yapılır buna güzel bir örnek. Ama biz Talin’in shaip olduklarından çok daha fazlasına sahip olan İstanbul’u bir marka yapamadık. Tabi bunun için İstanbul’un kurtuluşu/fethi gibi etkinlikler düzenlemekten vazgeçip İstanbul’u tüm tarihi ile kucaklayabilecek bir zihniyet gerekiyor. İstanbul'u İstanbul yapan sadece 1453 sonrası değil onun tüm tarihidir.

22 Mayıs 2009 Cuma

Rockets and Jets (1952)

This is another early children's book that has a unique illustration style. I don't have a copy with a dust jacket so the title page with have to do.

Neurath, Marie. Rockets and Jets. New York: Lothrop, Lee and Shepard. (36 p.) 23 cm. Cloth, DJ.






Intended as a basic science book the illustrations make it an exercise in what can be done with just a few colors. With the 40th anniversey of the Moon landing coming up it is neat to see imagination in action.






Still against science

William Deresiewicz's naïve, humanist caricature of Theory in this long review in The Nation warns against any side-taking in his otherwise welcome attack on literary Darwinism. However, the reappearance of Jonathan Gottschall's comical or scandalous misconstual of Barthes' Death of the Author is enough to tip the balance. Apparently, in a forthcoming work, he "uses polling data to disprove the postmodern belief in 'the death of the author' by showing that writers really do have an effect on the way people react to their books." (I presume it is Deresiewicz adding the spurious "postmodern belief" label, which is ironic as Gottschall would concur). I wrote about this last year in Against science but realise it is fighting a losing battle. It reminds me of a passage in Sartre's Words:
At Saint Anne's Psychiatric Clinic a patient cried out in bed: "I'm a prince! Arrest the Grand Duke!". Someone went up to him and whispered in his ear: "Blow your nose!" and he blew his nose. He was asked: "What's your occupation?". He answered quietly: "Shoemaker," and started shouting again.
Only I'm not sure of whom it reminds me.

Gottschall's ubiquity - I heard him speaking on BBC Radio 3 recently - is demoralising because there are more interesting thinkers writing about literature. For instance, Stephen Mulhall in The Wounded Animal. Yet this example reveals the problem. Unlike the books by Dutton, Boyd and Gottschall reviewed here, it doesn't have the eye for the main chance in a thought-culture struggling with the remove of literature. Deresiewicz says that until "the literary academy is willing to stand up in public and defend that mission without apology, it will never find its way out of the maze." Except, if it is writing we're talking about - writing in itself - it is the maze that fascinates.

21 Mayıs 2009 Perşembe

Bartleby / Self

156 years after publication, John Self's Asylum reviews Melville's Bartleby the Scrivener.
It is the endless unfoldings offered by a book which is so short, on the surface so simple, which is one of the marks of its greatness. That it laid the foundation, and led the way, for much essential 20th century literature, is another.
How does one lay a foundation for an abyss?! The entry on page 145 of Blanchot's The Writing of the Disaster opens it up.
In 'Bartleby,' the enigma comes from 'pure' writing, which can only be that of a copyist (rewriting). The enigma comes from the passivity into which this activity (writing) disappears, and which passes imperceptibly and suddenly from ordinary passivity (reproduction), to the beyond of all passiveness: to a life so passive — for it has the hidden decency of dying — that it does not have death for an ultimate escape. Bartleby copies; he writes incessantly, and cannot stop long enough to submit to anything resembling control. I would prefer not to. This sentence speaks in the intimacy of our nights: negative preference, the negation that effaces preference and is effaced therein: the neutrality of that which is not among the things there are to do — the restraint, the gentleness that cannot be called obstinate, and that outdoes obstinacy with those few words. Language, perpetuating itself, keeps still.

20 Mayıs 2009 Çarşamba

Apollo Moonbase (1969)

Occasionally you find something that you can't quite decide what it is.

There is no doubt this is a wonderful example of imaging our space future but it does bring up some questions.




















1. Why is it called Apollo when it is a UN rocket on the moon?


2. Why do the astronauts look nothing like the Apollo spacesuits?


3. Why does the rocket look like a Von Braun rocket from the 1950s? Didn't they have other examples they could use?



















I have a number of space themed punch-out books to share with you but in some ways this is the strangest.






Published by Australian Universities Press Pty. Ltd

Copyrighted: abEricF.Olsson&co 1969 Sundbyberg Sweden.

Everything is pretty much from the artist's imagination, except the Automatic Prospector's cart which looks like some early NASA speculative paintings.There is almost no text besides the instructions. so I don't know if this was purely for entertainment or whether it was supposed to have some educational value.














19 Mayıs 2009 Salı

Exploring Space (1958)


Rockets away!!


Today's treasure is "A Little Golden Book". These little books were everywhere when I was growing up. They were sold in supermarkets and bookstores all over so it was easy to talk Mom into picking one up.



"Little Golden Book" (#342).






Wyler, Rose. Illustrated by Gergely, Tibor and Solenewitsch, George. Exploring Space : A True Story of the Rockets of Today and a Glimpse of the Rockets That Are to Come. New York: Simon and Schuster. (24 p.) 21 cm.



This may be one of the most remembered of children's space travel books because so many children owned it.






It covers the basics of rocket propulsion and then summarizes the current state of research up through the 1958 launch of Laika, the space dog.

From 2009 it is fascinating to see what they thought a landing on the moon would look like from the perspective of 51 years earlier.

I also wished that I had lived to see a rocket port, when "Rockets will be as common as airplanes are now."


18 Mayıs 2009 Pazartesi

The Dawning Space Age (1963)


This is actually a kind of textbook. In the late 50s and early to mid 1960s the Civil Air Patrol had classes for older student about spaceflight and the future. Since their mission was aerospace education these were meant to orient students to the space age. It was first written in 1959, this is the second revised edition from 1963.









Mehrens, H.E. Revised by Conroy, Charles W. The Dawning Space Age (2nd ed.) Ellington Air Force Base, Texas : United States Air Force, Civil Air Patrol National Headquarters. (248 p.) 22 cm. Softcover.
















I really enjoy how they chose illustrations to make the text seem exciting and new. The illustration seem to be from various aerospace and Air Force reports. The fact that they chose to put so much effort into gettting art that is inspirational makes this worth tracking down.



Because it is basically an outdated textbook you can find this (and the workbooks that went with it) all over.












Here are a few more illustrations:

Look it is the Hubble repair mission!!!




















15 Mayıs 2009 Cuma

The Big Book of Space (1953)


This is BIG, really BIG...


I mean it must be...oh never mind..It is however a pain to store.






Hurst, Earl Oliver. The Big Book of Space: Space Ships, Space Stations, Rockets, Equipment, Star Maps. New York: Grosset and Dunlap. ( 24 p.) 34 x 24 cm.






One of the great early children's "space books". With "scientific detail" approved by Willy Ley, it has many illustrations of rockets, space suits, space stations and the surface of the Moon. The illustrations are very different from the standard Bonestell rockets, being more fanciful but still conveying the sense that this world was just around the corner. "




























14 Mayıs 2009 Perşembe

This is not a project

Dan Green's new project is a reminder of the limits of literary blogging. However high the quality of writing - with The Reading Experience among the best of course - there is always the undertow of an awkward form dragging itself back across the shingle of broken ambition (oh yes). Isn't a blog post just a carefree alternative to something more considered: a formal review, an essay? And if a full-length book is presumptuous, then wouldn't a collection carry more authority? Yes, we suppose. Hence the tendency to agglomerate; to secrete an aura of unity.

Looking over the 740 posts here renews the urge to move away from the haphazard direction of a blog (NB: I have nearly 70,000 words from an earlier blog that is no longer online!). In recent months this has taken shape in the posting of reviews here rather than in a more formal arena (the link goes to a list). And while I have begun to relegate chatter to Twitter, the longer form demands proactivity. While that waits, here's a selection that might be called The Best of This Space.

From 2004: Struck by Death, a post on Blanchot's review essay The Birth of Art on cave paintings. I have written a lot on Blanchot of course.

2005: The Decorum of Michel Houllebecq, my first reading of this notorious author via his novel Atomised.

2006: This was the year I seemed to focus on Nick Hornby and other powerhouses of London's circle of writers and journalists. First, a response to an essay he wrote about the joy of reading, then a diagnosis of The despair of popular authors (there is a part 1 too) - a worrying affliction yet to receive professional help. Next there was Daniel Johnson whose TLS review of Sebald's Airwar book had troubled me so much three years earlier. This time, it was his attack on Günter Grass that prompted a response.

2007: A review of JM Coetzee's Diary of a Bad Year. As with so much I've written over the years, this was partly in response to the astounding display of insensitivity from mainstream reviewers, people who really should know better (but then probably wouldn't be where they are today if they did).

2008 was the first year I spent recovering (or not as it turned out) from a head injury. There are fewer longer posts as a result. Once again though I took issue with reviewing and critical culture. The two blogs that stand out are Anti-events, a comparison of reviews of Alain Badiou's books and The Stroker, about Kafka's alleged porn stash.

Since then, the best posts on this blog have not been written by me but are translations by Charlotte Mandell. The first was of Jean-Luc Nancy's centenary tribute to Blanchot, then of Emilie Colombani's superb review of Blanchot's Chroniques littéraires du Journal des Débats. This year she has also given us Jonathan Littell's reading of Blanchot's essay "Reading".

I have to admit, I thought these latter posts would be huge hits with blog readers - the latter in particular as it coincided with Charlotte's mesmerising translation of his novel The Kindly Ones - and thereby might be more demanding in future. Yet the appetite for edranting jerks and chicklit gush continues unchecked, immune to the real thing. Perhaps my disappointment at this predictable revelation has caused me to ponder alternatives to this non-project.

I'll end with what I think is one of this blog's best posts: The huge difficulty of dying, a review of The Kindly Ones. Both the book and the review came as a complete surprise to me and, though posting 3,500 words in one block seemed inappropriate, it also indicates the value of blogging's contingent state (my reviews of Glavinic's Night Work and Solstad's Novel 11, Book 18 are also good examples). In October 2005, I wrote that a blog goes on because it operates within the specific orbit of its author, which also means its struggle with silence.

UPDATE: I forgot to include one of my more unusual posts: Non-writers' rooms.

13 Mayıs 2009 Çarşamba

Eagle Book of Rockets and Space Travel (1961)




Taylor, John W.R. and Allward, Maurice. Illustrated by Sentovic, J. Eagle Book of Rockets and Space Travel. London : Longacre Press. (192 p.) 27 cm. Cloth, DJ.




This is a wonderful British book outlining whatever every child needed to know about the space age. Eagle magazine was a mainstay of many British children. To broaden their market they issued annuals and various "branded" products.




So there is the "Eagle Book of..." for a variety of subjects.








A lot interesting factual pages. Covers all aspects of space travel, from the history of space to rocket models to future Moon landing plans and interplanetary travel. Interesting for its British perspective on space travel and rocket research.



11 Mayıs 2009 Pazartesi

The Story of Earth Satellites (1957)




Somehow I find it terribly exciting how Sputnik and the IGY changed people's minds about space flight. Up until 1957 if you mentioned space flight or published a book it had to show brave space men (and women) flying to the moon and fighting aliens. Suddenly the everyday person had to learn more about this new word "satellite".




This is a pamphlet that came with Reploge Globes. When you bought the globe this pamphlet helped you understand that something could actually fly around it!




There must have been a burst of interest in the Earth as a sphere as people realized that it really was round, so globes had a resurgence.




8 Mayıs 2009 Cuma

ÖNSÖZ

Sağlık Bakanlığınca hazırlanan 2006 tarihli "Kronik Hastalıklar Raporuna göre, Türkiye'de yaklaşık 22 milyon kişi kronik hastalıkların etkisi altında yaşıyor ve kronik hastaların sayısında sürekli artış gözleniyor. Yaklaşık 15 milyon kişide yüksek tansiyon, 4 milyon kişide şeker, 3 milyon kişide kronik obstruktif akciğer hastalığı, 2 milyon kişide koroner kalp hastalığı; hastaların %40'ında farklı derecede anemi bulunuyor.

Bunun dışında hemen hemen her genç kızda, hatta bazı erkeklerde endometriozis görülüyor, kısırlık sel gibi artıyor ve her iki bebekten biri sezaryenle doğuyor. Raporlarla çizilen bu tablo tek başına çok vahimdir, aynı zamanda insanları ümitsizliğe, korkuya sevketmekte ve büyük hatalar yapmalarına da sebep olmaktadır.
Çağdaş tıp bilgileri ve teşhis imkanları "dev adımlarla" ilerliyor gibi görünüyor fakat hastalıklar gün geçtikçe daha da derinleşiyor, çeşitleniyor, yaygınlaşıyor ve çoğalıyor. Hastalıklara çare bulunamıyor, tam tersine tıbbi tedaviler sonucunda hastalıkların direnci artıyor, daha önce hiç bilinmeyen hastalıklar ortaya çıkıyor. Karşımıza çıkan bu tablo bize hiç şaşırtıcı gelmiyor çünkü modern tıbbın felsefesi temelden yanlıştır. Modern tıp ateş yükselince ateş düşürücü, tansiyon yükselince tansiyon düşürücü, enfeksiyon olunca antibiyotik kullanmayı önerir. Bu, hastalığı tedavi değil, bağışıklık sistemine açılmış şiddetli ve sürekli bir savaştır. Çağdaş tıbbi müdahalelere maruz kalan bağışıklık sistemi, tamamen çökene kadar muazzam bir şekilde direnir. Bağışıklık sistemi çöktükten sonra ise insanın başına birer birer gerçek hastalıklar gelmeye başlar.
Sentetik ilaçlar, ameliyatlar, sezaryenle doğum, kan ve organ nakli, iki anneli ve tüp bebekler, kök hücresi kullanma, klonlama, gen teknolojisi ve nanoteknoloji yöntemleriyle üretilen aşılar ve vitaminler gibi kurtuluş umuduyla bel bağlanan bu hayali gelişmeler her seferinde hüsranla bitmektedir ve bitecektir. Bunun sebebini, Yaratıcı'nın kanunlarını gözardı ederek veya onlara karşı gelerek tedavi yolu arayanların zihniyetinde aramak gerekir.
Gerçeğe giden yol, ilahi kanunları çiğnemeyen yoldur. Allah tarafından yaratılan bu kanunlar, Levh-i Mahfuz'da yazılmış ve yaratılışa nokta koyulmuştur. Allah'ın yasalarında asla hata olamaz. Bir değişiklik de yapılamaz. Allahü Teala Müminun Suresi 71. Ayet-i Kerime'de "Velev ki Hak, onların hevalarına tabi olsaydı göklerde, yerde ve bunların içinde bulunanlar mutlaka fesada giderdi" buyurarak felaketin büyüklüğünü bize tanımlıyor.
Biz gerçek hastalığı değil de, tedavi edilmemesi gereken "hastalıkları" tedavi ederken, daha doğrusu, vücudun gönderdiği "imdat" sinyallerini sustururken hatayı insan vücudunda, vücudun sözde eksikliği ya da bozukluğunda arıyoruz. Yani, hatayı Allah'ın yarattığı mekanizmada arıyoruz. Halbuki, O'nun mekanizmasında hata olamaz. Bu sebeple, insanın bağışıklık sistemi tüm çağdaş tedavi yöntemlerine karşı kendi savunmasını yapar, sonuna kadar direnir. Bazı insanlar tıbbi ilaçlarla veya cerrahi müdahalelerle değil, bunlara rağmen iyileşir.
Bugün mizaçların sırrı keşfedilmiş ve mizaca yani kan grubuna göre beslenme şekli ayrıntılı bir şekilde sistemleştirilmiştir. Bu sistemi uygulayan insan bütün hastalıklardan emin olabilirdi. Ancak bu sistemi hayata geçirmek için doğal, genetiğine müdahale edilmemiş yiyecek kalmamıştır.
Kainatta tüm cisimler ve sistemler bir bütündür. Bedenimiz de tüm kainatın bir misali olarak yaratılmıştır. İnsan bedenine baktığımız zaman çeşit çeşit, içiçe geçmiş ve birbiriyle etkileşim halinde olan sistemler görürüz. Modern tıp, insan bedenini, branşlara ayırarak inceler ancak bunun insan vücudunu anlamaya yeterli olmadığını biliyoruz. İnsan vücudunu anlamak için sistemin ve işleyişin bütününe bakmak gerekir. Yaratılış kanunlarını ne kadar iyi anlarsak o kadar sağlıklı ve doğru yaşama imkanı buluruz.
Bu kitapta anlatılan tedavi sistemini anlamak için bütünsel bir bakış gereklidir. Tek tek hastalıkların tedavisiyle ilgilenmek yeterli olamaz. Bu nedenle ancak kitabımızın tamamını okuduktan sonra tedavinin felsefesiyle ve metoduyla ilgili bir fikir sahibi olunabilir. Öyleyse ateşi düşürmek, öksürüğü engellemek, burun akıntısını durdurmaya çalışmak, antibiyotik kullanmak, bademcikleri aldırmak cahilliktir, vücuda karşı yapılan bir haksızlık ve zulümdür. Halbuki, insan kendisini çevresindeki zararlardan koruyup, yemeklerini düzeltir, fazla ve zararlı yemekten vazgeçerse, onun ne ateşi yükselir, ne bademcikleri şişer, ne de alerjisi olur.
Midede hazım bittikten sonra besin maddeleri kimus şeklinde bağırsaklara iner. Orada birinci hazım tamamlanır, besin emilir ve karaciğere ikinci hazma gönderilir. Doğal olarak bağırsaklarda yaşayan mikroplar midede hazmolunmamış yiyecek kalıntılarını parçalar ve vücudun menfaatine kullanarak vitamin, şeker, hatta protein üretirler. Vazifeli mikroplar toksik maddeleri nötralize ederek hızlı bir şekilde dışarı atmaya çalışırlar. İnsan, antibiyotik (anti:karşı, biyo:hayat yani hayat karşıtı) kullandığı zaman, antibiyotik vücuttaki mikroplarla birlikte, bağırsaklarda yaşayan doğal vazifeli mikropları da öldürür. Faydalı mikroplardan boşalan yeri zararlı mikroplar doldurur.
Doğal olmayan, iyi çiğnenmeyen, karışık ve çok yenen, birbirine zıt yemekler midede çürüyerek bağırsaklara iner. Bağırsaklardaki yabancı mikroplar onlardan çeşitli zehirler üretir ve bu zehirler, toksinleri kana karıştırmadan dışarı atmakla görevli bağırsak tüycüklerini çürütür. Tüycüklerin çürümesiyle kelleşen bağırsaklarda yaralar oluşur ve bağırsaklar koruma görevini yapamayıp, faydalı maddelerin yanı sıra zararlı maddeleri de kana karıştırır. Bu zehirleri toplayan kan, direkt karaciğere geçer. Karaciğer, bu kanın bir kısmını böbreklere, bir kısmını da temizleyerek kalbe gönderir. Kalp, gelen kanı bütün organ ve hücrelere taksim etmekle görevlidir. Ancak kandaki toksin ve atıkların oranı devamlı yüksek olursa, karaciğerin onları temizlemesi zorlaşır. Bu durumda karaciğer onları kendinde toplayarak hastalanır, yağlanmaya, büyümeye, kistler oluşturmaya başlar ve kanı yeteri kadar temizleyemez hale gelir. Böylece kanda atıklar çoğalır, kolesterol yükselir. Vücut, bu ağırlaşan kanın dolaşımını hızlandırmak ve atıkları çıkartmak için, damarları daraltmak ve tansiyonu yükseltmek mecburiyetinde kalır. Ancak hasta, tansiyon düşürücü ilaç aldığında, damarlar zorla genişler, kan dolaşımı yavaşlar, pis ve ağır kan damarlarda dolaşarak, atıkları damar duvarlarında biriktirir, dokuları kirletir, kılcal damarları tıkar.
Kan, daralan ve tıkanan atar damarlardan organların dokularına gerektiği gibi ulaşamayacağı için yeterli miktarda gıda da ulaştıramaz. Hücrelerin metabolik atıkları da daralan ve tıkanan toplar damarlardan ve o damarların bulunduğu organdan uzaklaşamaz ve hücrelerde birikmeye başlar. Sonuç olarak, hücre ve organlar aç kalır ve sürekli atıklarla uğraşmaktan asıl görevini yapamaz hale gelir.
Her bir hücre ve her bir organ belli bir titreşimle çalışır (Allah'ı zikreder). Ancak, atıkların birikmesiyle değişmiş olan hücre ve organların titreşim frekansları bozulur (Allah'ı zikirden ayrılır). Peygamberimiz "Allah'ı zikirden ayrılmayan hayvanı avcı avlayamaz", buyuruyor. Sağlıklı hayvanı ne yırtıcı bir hayvan ne de avcı avlayamaz. (Bilimsel araştırmalar, avlanan hayvanların tamamının hasta hayvanlar olduğunu göstermiştir.) Öyleyse, zikirden ayrılmayan organ da hastalanmaz.
Aslında hastalık tektir: Yanlış yaşam tarzı. Ancak hastalık olarak isimlendirilen her vaka, yanlış yaşam tarzına karşı vücudumuzun gösterdiği tepkidir. Bu tepki yukarıda gördüğümüz gibi, mide ve bağırsakların işlevinin (hazmın) bozulması ile, bademciklerin şişmesi ile ve karaciğerde atıkların birikmesi ile noktalanır. Ancak karaciğer kendi fonksiyonunu tam olarak yapamaz hale geldiğinde, hastanın tabiatına göre, böbrek, cilt, akciğer, rahim, yumurtalık, kalp ve damar hastalıkları gibi farklı hastalıklar baş gösterir. Bu hastalıklarla tek tek uğraşmak, boşuna, hatta zararına zaman geçirmektir. Çünkü birbirine bağlı olmayan hiçbir hastalık yoktur ki, tek başına tedavi edilebilsin.
Mesela bronşit ve zatürre olayını ele alalım:
İnsan uzun ömürlü süt ve süt tozu içeren hazır yiyecekleri, farklı peynir türlerini, rafine edilmiş ve katkılı hazır yiyecekleri, asitli içecekleri, mizaca uygun olmayan karışık yemekleri bol bol tüketiyorsa, bu yiyecekler kanın PH dengesini bozar ve vücutta büyük miktarda farklı toksik madde üretilmesine sebep olur.
Havaya karışmış dumanlar, zehirli gazlar, tozlar, deterjan kokuları, özellikle çamaşır suyu ve tuz ruhu kokusu, solunum sistemini bozarak kana karışır. Kömür, kireç, alçı gibi maddelerin tozlan akciğerleri doldurur. Böyle bir zarara karşı bağışıklık sistemi, insanın iştahını keser, ateşini yükseltir. Ateş kanı ısıtır. Isınan kan ise akciğerde toplanmış eriyebilen atıkları eritmeye başlar ve balgamı çoğaltır. Akciğeri korumakla görevli mikroplar kanın ısınması ve balgamın artmasıyla birlikte çoğalır. Bu mikropların enzim Bu kitapta modern tıbbın "bilimsel" ve işe yaramaz dipnotlarla dolu üslubu yerine hastalıkların sebebini ve gerçek şifanın nerede olduğunu sade bir dille anlatmaya çalışan ifadeler tercih edilmiştir. Bu kitap şifa arayan ve hesap gününe inanan insanlar için "bilimsel" ifadelerin izafiliği yerine, acı da olsa gerçeklerin ortaya serilmesinin daha önemli olduğu düşünülerek yazılmıştır.
Irsî hastalıklar hariç, hemen hemen bütün hastalıkların sebebi hayret verici derecede aynıdır. İlginç olan şudur ki, bütün hastalıkların tedavisi de aşağı yukarı aynıdır. Elinizdeki kitap bu sade ve hikmet dolu gerçeği anlatma yolunda Allah'ın izin verdiği ölçüde atılmış bir adımdır.
Vücudundaki hastalıkların başlıca sorumlusu insanın kendisidir. Hasta olmak insanın kendi ayıbıdır, kendi suçudur. Çünkü vücutta, onu hastalıklardan koruyan öyle mükemmel bir mekanizma yaratılmıştır ki, bu mekanizmayı tahrip etmek için çok "uğraşmak" gerekir. Eğer insan bu mükemmel mekanizmaya rağmen yine de hastalanırsa, Allah, bu durumda da insanoğluna şifa bulması için dosdoğru bir yol göstermiştir. İnsanın bundan istifade etmeyip, kendini tedavi etmemesi ya da şifayı yanlış yerlerde araması ikinci bir suçtur.
Hiçbir doktorun yardımı olmaksızın, tıp dünyası tarafından en tehlikeli görülen hastalıklardan bile kurtulmak mümkündür. Hastalığı teşhis etmek de önemli değildir. Bu kitapta takdim edilen kuralları ve tedavileri kendi hayatınızda uygularsanız, hastalıkların sebebini anlayacaksınız. Sebeplerini anlamakla kalmayıp, hayatî önem taşıyan bir çok ayrıntıyı göreceksiniz. Hastane kapısında sıra beklemeyecek, dolaplar dolusu ilaçlardan ve tüm tedavi masraflarından kurtulacaksınız. Sağlıklı olmanın ne kadar kolay olduğunu görüp şaşıracaksınız ve böyle mükemmel yaratıldığınız için Yaradan'a şükredeceksiniz.
Gerçeğe götüren yol sarihtir.

HASTALIKLARIN ESAS SEBEPLERİ

Fazla Yemek
"Yemek onlar için bir ceza, bir ağ, bir tuzak ve bir pranga olacaktır." Hz. Davut (a.s.)
"Her hastalığın temelinde tokluk vardır." Hz. Muhammed (s.a.v.)
"Çok yeme ağacı diken, hastalık meyvesi toplar" Atasözü

"Çok yeme ağacı"nın hastalık meyvelerini nasıl olgunlaştırdığına bakalım. Çok yemek yenildiğinde midenin daha çok enzime ihtiyacı olur. Enzim üretmek vücut için çok güçtür ve kıymetli maddeler gerektirir. Sağlıklı bir insanın midesi 200-250 gr. yemeğin birinci hazmını, besinlere ve kişinin hazım gücüne göre değişmekle beraber, 3-4 saat içinde kolayca gerçekleştirebilir. Bu miktarda yemeği hazmetmek için kalp zorlanmadan rahatça çalışacaktır. Bunun iki katı yemek yenildiğinde ise, yemeğin hazmedilmesi ve fazlalıkların kısmen depolanarak, kısmen çıkartılması için, kalbin dört-altı misli daha fazla çalışması gerekecektir. Bu işlem sadece kalbi değil, besinlerin hazmedilmesi, depolanması ve çıkartılmasıyla görevli diğer organları da yıpratır. Mesela, bir araba taşlı, bozuk ve dik bir yolda, düzgün yolda harcadığı yakıtın iki-üç katını harcar. Mesafe aynıdır fakat harcanan yakıt miktarı farklıdır. Devamlı zorlu çalışmadan harap olan motor gibi, insan kalbi de aşırı çalışmadan dolayı rızkını çabuk tüketir. Çünkü kalp atışları sayılıdır. Genç vücut, kuvvetli olduğu için, yemekleri hazmederek, fazlalıkları dışarı atabilir. Ancak zorlanma devam ettiği sürece, bu kuvvet tükenir, fazlalıkların giderek daha az atılmasıyla vücutta depolar oluşmaya, depolar dolduktan sonra da atıklar kan ile birlikte dolaşmaya başlar. Böylece kan ağırlaşır, dolaşımı yavaşlar. Ağırlaşan kan bu atıkları damarlarda biriktirmeye ve zamanla damarları tıkamaya başlar. Daralmış ve tıkanmış damarlardaki kan, organları yeterli derecede besleyemeyecek kadar azalır. Beslenemeyen organlar beyne "Açız!" uyarısı gönderirler, beyin de bu çağrıya cevap olarak iştahı çoğaltır. Bu, insanı daha çok yemeye zorlar. Yedikçe kandaki fazlalıklar ve damarlardaki tıkanıklıklar çoğalır. Kan daha da koyulaşır, dolayısıyla organların açlık hissi daha çok artar. Bu kısır döngü devam ederken insanlarda konsantrasyon, hafıza, düşünme, anlama ve öğrenme kabiliyetleri azalmaya, hastalıklar bir bir kendini göstermeye başlar. "Fikir uyur, hikmet ölür, organlar durur, insanî sıfatlar yavaş yavaş kaybolur." Böylece, 'Yemek onlar için bir ceza olacaktır" hikmeti zuhur eder. Bazı insanlar fazla yemenin bedelini aşırı şişmanlıkla ve beraberinde getirdiği hastalıklarla öderler. Bazıları da vardır ki, ne kadar yerse yesin, hep zayıf kalırlar. Bunlar kendi durumlarının şişmanlardan daha iyi olduğunu zannederler. Çoğu zaman onların durumu şişmanlardan daha tehlikeli olabilir. Çünkü fazlalıklardan oluşan atıklar, ilaçlar, toksinler ve katkı maddeleri şişmanların vücudundaki yağlarda depolanarak, organların tahrip olmasını kısmen de olsa önlenebilir. Ancak zayıfların, kan vasıtasıyla bütün vücutlarını dolaşan toksinler, hem ateş, öksürük, terleme, nezle, kusma, ishal, sivilce, çıban gibi yollarla dışarı atılırken bu ağır işlemler organlarını yıpratır hem de eklemlerde, kaslarda ve organlarda depolanarak, buralarda ağrıya, enfeksiyona, kistlere ve genetik değişimlere (mutasyonlara) sebep olur. Bu tip insanlar genelde sık hastalanan, sıkıntılı ve asabî insanlardır. Araf suresi 31. Ayette: "Yiyin-için, fakat israf etmeyin, çünkü Allah israf edenleri sevmez", buyrulmuştur. Ancak Allah'tan korkmayı ve utanmayı unutan insanları artık bu ayet de etkilemiyor. Peygamberimiz (s.a.v.): "Sizin Allah'a en sevimli olanınız, yemesi en az ve bedenen en hafif olanınızdır." "buyurmuştur. Bu söz özellikle günümüz insanının sağlığı için büyük önem taşımaktadır. Vücudumuzdaki sistemler yalnız doğal yiyecekleri kaldırabilir ve doğal besinleri sindirmekte hemen hemen hiç problem yaşamaz. Fakat sindirim sistemimiz ve bağışıklık sistemimiz, genetiği değiştirilmiş, gen teknolojisi ve nanoteknolojiyle üretilmiş ürünlerin belli bir miktarından fazlasına dayanamaz. Bu ürünlerden kaçınmak neredeyse imkansız hale geldiğinden sağlıklı kalmak için az yemek daha büyük bir zorunluluktur.
Karışık Yemek
Peygamberimiz (s.a.v.) süt ile balığı, ekşiyi, yumurtayı ve eti asla birlikte yemezdi. Tabiatınıza uymayan veya birbirine uygun olmayıp, hazmı için ayrı enzimler gerektiren yemekler karıştığında hazmolamadan çürür. Mesela, karbonhidratlar ile proteinler, süt ürünleri ile balık, birkaç inekten sağılarak karıştırılmış süt, karışık et (örneğin, aynı cinsten iki hayvanın karıştırılmış eti, bir hayvanın eti ile bir diğerinin yağı, dana ile tavuk eti veya aklınıza gelebilecek herhangi bir et kombinasyonu), balık ile et, karışık yağlar (örneğin, koyun ile tavuk yağı, katı yağ ile sıvı yağ) birbirlerine zıttır. Çünkü bunların parçalanabilmesi için ihtiyaç duyulan enzimler birbirine zıttır. Bu zıtlık, enzimlerin üretilmesine engel olur ya da üretilmiş enzimlerin birbirini yok etmesini sağlar ve yenen yemek hazmolmadan çürümeye başlar. Bu, midede saatler süren bir işlemdir ve bağırsaklarda da devam eder. Yemekten sonra kanda lökosit sayısı bu sebeple yükselir. Çürüme veya mayalanma sonucu oluşan zehirli ve asitli kalıntılar sinir hücrelerini doğrudan etkileyerek bağırsakların hareketini yavaşlatır. Kalıntılar yavaşlamış bağırsaklarda toplanarak, onları genişletir, cepler oluşturur. Bu ceplerde dışkısal taşlar meydana gelir ve orada yıllarca kalır. Zamanla bağırsak ağırlaşır, hareketi daha da yavaşlar ve kabızlık meydana gelir. Bağırsakların duvarları kanalizasyon boruları misali zehirli, yağlı atıklarla kaplanır. Bu noktadan sonra vücudun intoksikasyonu (toksinlerle dolması) hızla artmaya başlar. Vücut direncini kaybeder, halsizleşir, bağırsaklarda devamlı gaz oluşur, uyku ve tembellik artar. Çürümüş veya mayalanmış yemek artıkları bağırsağı zehirleyerek kana karışır. Bu atıklar kandan bütün organlara ve hücrelere yayılarak onları da zehirler, hastalıklara yol açar. Damarları tıkayıp, organ ve eklemlerde toplanır. Bu tıkanmış damarlarda akan koyu, ağır kan organları beslemekte yetersiz kalır. Ve yukarıda belirttiğimiz gibi, organlar "Açız!" diye çığlık atmaya başlarlar.
Sık Yemek
Hazmın tamamlanmasını beklemeden herhangi birşey yemek
Eski tabipler "Hastalık nedir?" sorusuna "Yediğini sindirmeden ikinci bir yemek yemektir", diye cevap vermişlerdir.
Hastalıkların temel nedenlerinden biri de bir yemeğin üstüne başka bir yemek yemektir. Sindirim sistemi belli kurallarla çalışır. Bu kurallara göre, 200-250 gr. miktarında bir yemek, midede 3-4 saatte hazmolur ki buna birinci hazım denir. Yemeğin cinsine, miktarına ve ağırlığına göre birinci hazım süreci 6-10 saate kadar uzayabilir. Hazım tamamlanmadan ufacık birşey dahi yense, midenin hazım seyrini bozar. Bu bir lokma, önceki yemekle karıştığında hazmolamayacağı için mayalanmaya ve çürümeye başlar. Önceki yemeği de bozup çürüterek midede yanma, ekşime, gaz ve şişkinliğe sebep olur.
Aslında, ilk hazımdan değil, üçüncü hazımdan sonra yani, besin maddesi kandan hücrelere geçtikten sonra ikinci bir yemek yenebilir. Yani günde iki defa yemek insan için yeterlidir. İçme konusunda da hüküm aynıdır.
Günümüzde insanlar, özellikle kadın ve çocuklar, hayatlarının büyük kısmını sürekli çiğneyerek geçiriyorlar. Yolda yürürken, sokakta konuşurken, sinemada otururken veya ders çalışırken sürekli bir şeyler atıştırarak, vücutlarını çöplüğe çeviriyorlar. Peygamberimiz (s.a.v.) çoğu zaman aç ve susuz dururdu. Hatta üç gece arka arkaya karnını doyurduğu olmamıştır. "Geceleyin veya gündüzün ikişer defa yemek yemek illettir" ve 'Tokken yemek hem hastalık, hem de haramdır", buyurmuştur. O halde en önemli sağlık kuralı ve bütün hastalıklara deva olan yegâne ilaç iyice acıkmadan yememektir.

Birbirine Ters Yiyecekler Yemek
Et, yumurta, peynir gibi proteinli yiyecekler midede hazmı uzun süren besinlerdir. Tatlılar ve meyveler midede fazla kalmadan bağırsağa geçerek birinci hazmını burada tamamlar. Su ise midede vücut ısısına ulaştıktan sonra, doğrudan bağırsağa geçer. Demek ki, önce su, sonra birlikte yememek şartıyla meyve veya tatlı, sonra salata ve yemek yenmelidir, iki çeşit yemek yeniyorsa hafif ve sulu olanı ağır ve kuru olandan önce yemek tercih edilir. Önce yemek, sonra meyve veya tatlı yenirse, meyve veya tatlı hazmını tamamlamak için bağırsağa geçemez, midede mayalanır veya çürür ve gaz oluşturur. Kur'an-ı Kerim'de de bu tertibe riayet edilmiş, "beğendikleri meyveleri ve arzu ettikleri kuş etlerini dolaştırırlar." (Vakıa: 20, 21) buyrularak et meyveden sonra takdim edilmiştir. Yine: "Ve size manna ve selva indirdik" (Bakara 57). Gördüğünüz gibi, burada da helva yani karbonhidrat (manna), bıldırcından yani proteinden (selva) önce gelir.
İbn-i Sina sabah ekmek yiyenlere, akşam et yemeyi tavsiye ederdi. Ekmek ve et arasındaki vakit dilimi bu kadar uzun olmalıdır. Ama mutlaka eti ekmek ile yemek isteyenler, ilk önce ekmeği et suyuna veya yemeğin sulu kısmına batırarak yemeli sonra eti ve sebzeyi yemelidir.
Yemekten sonra su içilirse, aynı şekilde su bağırsağa geçemez, midenin genişlemesine, mide asidinin sulanıp zayıflamasına, hazmın uzamasına, zorlaşmasına ve bozulmasına sebep olur. Yemek arasında su içmek de doğru değildir çünkü yemekte su içen, yemeği iyi çiğneyemez. Gerektiği kadar çiğnenmemiş yemek mideye, bağırsağa ve dalağa ağır zarar verir ("Az çiğneme" bölümüne bakınız).
Yemek yendikten 1,5-3 saat sonra su içmek daha uygundur. Zaten 1,5-3 saat sonra midenin hazım işlemi sona doğru yaklaşınca yani yemek ikinci hazma hazır hale gelince insanın su istemesi normaldir, su içmek için doğru olan zaman dilimi de budur. Araf suresi 31. Ayette: "...yiyin-için, fakat israf etmeyin ..."buyrulmuştur. Bu ayette de "için" emri "yiyin" emrinden sonra gelir. Ancak yemek kuru ise o zaman çiğnenip yutulan her lokmadan sonra bir yudum su içmekte zarar yoktur. İsteyenler yemekten sonra birkaç küçük yudum su içebilirler.
Bekletilmiş ve Isıtılmış Yiyecekler Yemek
Taze sebze ve meyveler güneşten aldıkları enerjiyle doludur. Çiğ olarak yendiğinde vücuda çok enerji verirler ve hazımları kolaydır. Pişirilince güneşten aldıkları enerjiyi ve diri sularını tamamen kaybederek aslına yani toprağa ve minerallere dönmeye başlarlar. Suyunu kaybeden sebzenin miktarı azalır, içindeki mineral madde oranı ise artar. Çiğ olarak bir kilo ıspanağı kimse yiyemezken, bir kilo ıspanaktan pişirilmiş yemek kolaylıkla tüketilebilir. Bu mineral maddeler vücutta ağır kalıntı oluşturur ve bu kalıntı kaslarda, organlarda, damarlarda toplanarak onları sertleştirir. Bu sebeple pişmiş sebze yemeği yerine çiğ sebzeyi tercih etmek, pişmiş sebze yemeğini ise az miktarda yemek daha doğrudur.
Yemeği, piştikten sonra biraz soğutarak hemen yemek gerekir. Yemek insanı değil, insan yemeği hürmetle beklemelidir. Mikroplar beklemiş yemeklerin yapısını değiştirir. Yemekler ısıtıldığında ise yeni kimyasal bağlantılar oluştuğu için faydadan çok zararı vardır. Isıtılan yemeğin özü ve tadı değişir, hazmı ağır olur, hatta imkansızlaşır. Yarattığı elektromanyetik radyasyon sebebiyle mikrodalga fırınların kullanılması da sakıncalıdır. ("Su" bölümüne bakınız.)
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) akşamdan kalan, ertesi gün ısıtılan yemeği asla yemezdi.

Katkılı Hazır Yiyecekler Yemek

Marketlerdeki bütün uzun ömürlü ürünler, sağlığı, bilhassa çocukların sağlığını, büyük ölçüde tehdit etmektedir. ("GMO" bölümüne bakınız.) Bu gıdalar metabolizmayı, bağışıklık sistemini ve genetiği ciddi şekilde etkiler. Hazmolunmadığı için damar tıkanıklıklarına neden olur. Vücuttaki vitamin üretme mekanizmasını, su yapısını, vücudun su oranı ve su terkibini bozarak, yaşlanmayı hızlandırır, hastalıklara sebep olur. Bu faktörleri gözönünde bulundurarak diyebiliriz ki, 10-12 yaş grubu çocukların büyük çoğunluğu artık, bu gıdaların beyin ve üreme organlarında oluşturduğu tahribatlar sonucu, şimdiden küçük birer ihtiyar gibiler.
Günümüzde, dünya gıda endüstrisinde, bir yıl içinde binlerce çeşit ve milyonlarca ton katkı maddesi kullanılıyor. Hazır gıdaları tüketmekte sakınca görmeyen bir insan her gün yaklaşık 2000 çeşit katkı maddesi tüketiyor: Tatlandırıcı, tat verici, kıvam koruyucu, kıvam artırıcı, renk koruyucu, beyazlatıcı, bozulmayı önleyici, nem tutucu, boya, aroma vs...
Yiyecek endüstrisi, kullanılan katkı maddelerini ambalaj üzerinde belirtmek zorundadır. Fakat katkı maddelerini belirtme zorunluluğu sadece üreticinin kendi kattığı maddelere mahsustur. Mesela bir fırın, ürettiği bir üründe su, maya, tuz, yağ, yumurta ve şeker kullandıysa bunları belirtmek zorundadır fakat un, su, maya, tuz, yağ, yumurta ve şekerdeki katkı maddelerini belirtmek zorunda değildir. Bununla birlikte katkı maddelerinin üretim metodunu da belirtmek zorunda değildir. Çiklet, şeker, sakız gibi tamamen katkı maddelerinden oluşan, 10 cm2'den küçük, ambalajlı ürünleri üretenler, katkı maddelerini belirtmek zorunda değildir. Zeytin, et, peynir, ekmek, baharat, kuruyemiş, taze meyve ve sebze gibi açık satılan yiyeceklerde, lokanta veya pastanelerdeki ürünlerde de katkı maddelerini belirtme mecburiyeti yoktur.
Basit bir sakızın içindekiler:
Sakız mayası (Sakızın ana maddesi): Ambalajda belirtilmeyen, sakız mayasının içindekiler şunlardır: Kauçuk, vaks, antioksidant, elastomer, reçine, venil polimer, parafin ve katkı maddeleri (hangi katkı maddeleri olduğu belirtilmemiştir).
Tatlandırıcılar (7 tane): Doğal olmadığı için, hepsi de hazmı bozar ve diyabete zemin hazırlar. Buna ek olarak aspartam gibi bazı tatlandırıcılar beyin faaliyetini bozar, baş ağrısı, baş dönmesi ve bayılmalara sebep olur. Dudaklarda, dilde ve ayaklarda şişme yapar. Aspartam, fenilalanin denilen bir aminoasit içerir. Fenilalanin ve metabolikleri kan ve dokularda birikir. Çocukların gelişmekte olan üreme organlarında ve beyinlerinde hasara yol açar. Bu hasar, kısırlığa, zeka geriliğine ve çocukların zihinsel özürlü olmasına neden olur.
Doğala özdeş aromalar (3 tane): Gen teknolojisi ve nanoteknoloji yöntemleriyle üretilenler beden-ruh dengesini ve hormonal dengeyi etkiler. ("Nanoteknoloji" bölümüne bakınız.)
Nem tutucu (Gliserol): Büyük ihtimalle domuz ürünü ya da mezbaha atıklarından elde edilir. Genteknolojisi ve nanoteknoloji yöntemleriyle de üretilebilir.
Emülgatör (Lesitin): Büyük oranda domuz ürünüdür. Bitkisel olanlarda "soya lesitini" yazar (GM ürünü).
Parlatıcılar (2 tane): Onlardan biri, "şellak"tır ki genetiği değiştirilmiş bir tür "bit'ten elde edilir. Alerjilere ve beklenmeyen yan etkilere yol açabilir. Diğeri "karnauba mumu"dur. Brezilya hurması mumuna benzeyen sentetik bir mumdur. Aslında kağıtçılık, mobilyacılık gibi sanayilerde kullanılan bir parlatıcıdır.
Renklendirici ve nem tutucu (Titanyumdioksit, E 171): Nanoteknolojide kullanılan ana maddelerden biridir. Bir süredir mineral şeklinde değil, nanoparçacıklar halinde kullanılmaktadır. Ağız yoluyla vücuda giren ve dokularda depolanan bu nanoparçacıklar, organik bir maddeyi su ve karbondioksite kadar parçalama özelliğine sahiptir. Kuvvetli nem tutucu olduğu için, vücudun su terkibi üzerinde çok etkili olabilir.
Çok geniş bir kullanım alanı vardır: ilaçlar, vitaminler, şekerlemeler, sakızlar, un, şeker, tuz, karbonat, kabartma tozu ve küçük parçacıklar halindeki bütün gıdalara beyazlatıcı ve nem tutucu olarak katılır.
Gördüğünüz gibi 2,5 gr.'hk küçücük bir sakız en az 18 tane katkı maddesi içeriyor. En az diyoruz çünkü her bir katkı maddesinin 1-3 tane kendi koruyucu katkısı vardır.
Sakızın üzerinde "laksatif etki (ishal) yapabilir" ve "Sakızdır, yutmayınız" uyarıları yer alır. Çocukların bu uyarıyı anlaması beklenemez ve tabii ki küçük çocukların hepsi sakızı yutar!
Katkı maddelerini savunanlar "Katkı maddelerinin içinde zararsız hatta faydalı olanlar vardır" diyorlar. Olabilir, ancak, bugün katkı maddeleri değişik malzemelerden, değişik teknoloji ve yöntemlerle elde edildiğinden, üretim metodlarının, kimyevi içeriğinin ve kaynaklarının, güvenli, tehlikeli veya şüpheli olup olmadığının belirlenmesi kesinlikle mümkün değildir. Örneğin, Karoten (E 160) Doğal A vitamini kaynağıdır ve doğal bitki pigmentlerinden elde edilir. Betanin (E 162) ise kırmızı pancardan elde edilebilir. 30 yıl önce bu şekilde doğal bitkilerden elde edildiği için ikisinin de adı, 30 yıl önceki gibi hâlâ "güvenilir" sınıfında yer alır. Ancak, bu süre zarfında yeni metodlar ve teknolojiler kullanılır olmuştur ve bu katkı maddeleri, büyük oranda, GM bitkilerden üretilmektedir. Hatta biyosentez veya nanoteknoloji yöntemleriyle de elde edilenler olabilir. Öyleyse bunlar artık "güvenilir" değildir, "tehlikeli" hale gelmiştir. Demek ki, ürün ambalajlı veya ambalajsız olsun, ambalaj üzerinde içindekiler belirtilsin veya belirtilmesin, üründe kullanılan gerçek katkı maddelerini ve bunların sıfatlarını tespit etmek mümkün değildir. Dolayısıyla, her üründe onlarca çeşit katkı maddesi kullanılır. Bazı katkı maddeleri tek başına zararlı olmasa da, karıştırıldığında zararlı olabilir veya birbirinin zararını yükseltebilir (sinerjizm etkileşimi), ya da vücuttaki her türlü madde ile, alınan ilaçlar ve besinlerle, depolarda birikenlerle, üretilen enzimlerle tehlikeli bileşimler oluşturabilir. Ancak en sık kullanılan katkı maddeleri tek başlarına da çok zararlıdır.
En Yaygın Kullanılan Katkı Maddeleri
Bisphenol-A: Gıda endüstirisi ürünlerine bozulmayı önleyici katkı maddesi olarak katılır. Ostrojen hormonu gibi etki yapan bisphenol-A içeren ürünler, yiyenlerin vücudunda ostrojen oranının artmasına yol açar. Bu durum ise trombosit üretiminin azalmasına, hem kadınlarda hem de erkeklerde endometriozis oluşumuna sebep olur. ("Endometriozis" bölümüne bakınız.)
Nitrat-Nitrit: İşlenmiş et ürünlerinde en sık kullanılan katkı maddeleridir. Bu iki tür madde hem koruyucu olarak hem de renklendirici ve lezzet arttırıcı olarak kullanılır.
Sodyum nitrit (E-250): Türkiye'de, Nitrat-Nitrit'lerden en çok kullanılan tür budur. Tüm işlenmiş et ürünlerinde (sosis, salam, pastırma, sucuk) katkı maddesi olarak kullanılıyor. Et ürünleri ile alınan sodyum nitrit, vücutta, kanserojen maddeler olan nitrosaminler oluşturur. Nitrosaminler, dokuların hasarına, mutasyonlara ve kansere neden olur (kolon kanseri, karaciğer kanseri, pankreas kanseri, beyin kanseri, lösemi vb.) Sodyum nitritli ürünlerin tüketilmesi, baş dönmesine, başağrısına, nefes alma zorluğuna, kan üretimindeki bozukluklara da neden olabilir.
Sodyum Sülfit (E221): Gıda maddelerinde ve ilaçlarda renk ve kıvam koruyucu, bozulmayı önleyici ve beyazlatıcı olarak kullanılır. Türkiye'de, en geniş alanda ve en sık kullanılan sülfitleyicidir. Fermente içeceklerin ambalajında, bir çok restoranın salata barında, bira ve şarap gibi içeceklerde bulunur. Şekerlemeler, peynirler, çikletler, dondurmalar, portakallı içecekler, meşrubatlar, meyve suları, üzüm, kayısı, incir, dut gibi kurutulmuş meyveler, kek ve bisküvi gibi fırınlanmış ürünler, çaylar, çeşniler, hazır deniz ürünleri, reçeller, jöleler, konserveler ve suyu alınmış sebzeler, dondurulmuş patates, hazır çorbalar, salam, sosis, sucuk, kurutulmuş et ve balık ürünlerinde katkı maddesi olarak kullanılır. Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde bu konuda yapılan araştırmalarda, sodyum sülfitin besin ve ilaç yoluyla alınmasının, öğrenme ve hafıza bozukluklarına, beyin fonksiyonlarının bozulmasına neden olduğu ve bu bozuklukların, zamanla daha büyük boyutlara çıkmasının kaçınılmaz olduğu tespit edilmiştir. Sülfitler göğüste sıkışma, kurdeşen, karında kramp, ishal, kan basıncının düşmesi, başta yanma hissi, halsizlik ve nabız hızlanmasına neden olur. Ayrıca sülfitler, astımlılarda astım atağını tetikleyebilir.
Sodyum Nitrit (E-250) ve Sodyum sülfit'in zararları özellikle cenin, bebek ve çocuklar üzerinde etkili olmaktadır.
Karamel (E150): GM buğday ve GM mısırdan üretilir. Çeşitli konserve türleri, işlenmiş et ürünleri (sosis, sucuk, salam vb.), hamburger, kek, pasta, bisküvi, şekerleme çeşitleri, çikolatalı ürünler, hazır çorbalar, soslar, soya sosu, kolalı içecekler, bazı içkiler ve benzerlerinde renklendirici (kahverengi) ve tat verici olarak kullanılır. Kansere neden olabilir.
Titanyumdioksit (E 171): En tehlikeli katkı maddelerinden biri olan titanyumdioksit için "Sakızın içindekiler" konusuna bakınız.
E173 Alüminyum kaynaklı olan bu katkı maddesi, renklendirici (alüminyum rengi) ve nem tutucu olarak bazı haplarda ve şekerlemelerde kullanılır. Toksik veya allerjen olan her maddeye karşı (katkı maddeleri dahil) aşırı duyarlılığa neden olabilir. Dünyanın çoğu ülkesinde yasaklanmış olmasına rağmen Türkiye'de alüminyum kaynaklı katkı maddeleri sadece ilaç ve şekerlemelerde kullanılmamakta, sofra tuzuna bile katılarak, bebekler dahil, herkese yedirilmektedir.
Aspartam (Aspasvit, Aspamiks): GM bakteri metoduyla üretilir. Çikolata, sakız, ketçap, soslar, gazozlar, şekerlemeler, ilaçlar, diyet yiyecek ve içecekler ve benzerlerinde kullanılır. Aspartam, fenilalanin denilen sentetik amino asit içerir. Sentetik fenilalanin ve metabolikleri kan ve dokularda birikir. Çocukların gelişmekte olan beyinlerinde hasara yol açar. Beyin hasarı havaleye, otistik veya agresif davranışlara, zeka geriliğine ve çocukların zihinsel özürlü olmasına neden olur. Aspartam göz kapaklarında, dudaklarda, ellerde veya ayaklarda şişmeye neden olur. Beyin faaliyetini bozduğu, baş ağrısı, baş dönmesi ve bayılmalara sebeb olduğu için çoğu ülkelerde yasaklamıştır. Aspartamı yasaklayan veya kullanımına sınır koyan ülkelerdeki gelişme çağındaki çocuklarda zihinsel özürlülük oranı hızla azalmakta, Türkiye'de ise aynı hızla artmaktadır.
Monosodyum glutamat (MSG) (E621): Lezzet arttırıcıdır. Bir çok imalathane ve restoranda lezzet arttırıcı olarak kullanılır. Özellikle Çin, Japon ve Türk mutfağında kullanılır. MSG ile oluşan reaksiyonlar: Baş ağrısı, bulantı, ishal, terleme, göğüste sıkışma, boyun arkasında yanma ve astımlı hastalarda ağır astım ataklarını tetikleme. MSG ile oluşan reaksiyona "Çin Restoranı Sendromu" da denir.
Tatlandırıcılar, Maltodekstrin, Glikoz, Glikoz Şurubu, Fruktoz, Dekstroz Türkiye'de, Amerika kaynaklı GM mısırdan üretilmektedir. Bebek maması, bebe bisküvisi, her çeşit unlu ürün (ekmek, baklavalar, pastalar, bisküviler vb), cips, hazır çorbalar, her türlü içecek (kolalı içecekler, meyve suları, gazozlar vb.), işlenmiş et ürünleri, soslar ve akla gelen her tür hazır yiyeceğe eklenir ve ayrıca fast-food ve bal üretiminde kullanılır. Diyabete, hormonal sistemde ve bağışıklık sisteminde dengesizliğe sebep olabilir. ("GMO" ve "Diyabet" bölümüne bakınız.)
Formaldehit: Ürünlerin bozulmasını önleyicidir. Formaldehit kimya endüstrisinde en yaygın olarak üretilip kullanılan maddelerden biridir: Sıva, duvar kağıdı, tekstil, halıfleks, boya, yağlı boya, lastik, metal, mobilya, vücut bakım ürünleri, bulaşık deterjanları, çamaşır deterjanları, ev temizliğinde kullanılan deterjanların yapımında, et, balık, sucuk, yağlar, tahıllar, hayvan yemi ve tohumluklar gibi besin maddelerinde.
Aromalar ve emülgatörler gibi katkı maddelerinde bozulmayı önleyici olarak katılır. Ayrıca mantar hastalıklarında ve tıbbi laboratuvarlarda koruyucu sıvı ve sterilize edici madde olarak kullanılır.
Yaklaşık 40 yıldır bu kadar geniş bir alanda kullanılan Formaldehit, kuvvetli mutajen ve allerjenler arasında yer alır ve ödem, kronik rinit, astmatik bronşit, bronşiyal astım, alerjik gastrit, kolit ve aşırı duyarlılığa neden olabilir. Aşırı duyarlılık ise bir sonraki formaldehit etkileşiminde daha şiddetli bir reaksiyona yol açabilir.
Formaldehit, hidroklorik asit ile (mide özsuyu) reaksiyona girdiğinde kanserojen bir madde oluşturur. Burun kanseri, akciğer kanseri, beyin kanseri ve lösemiye yol açabilir.
İnsanlar, inşaat malzemelerinden, kozmetiklerden ve ev eşyalarından yayılan, gıdada, sigara ve egzost dumanında bulunan formaldehitten etkilenebilirler. En önemli formaldehit kaynakları, sıkıştırılmış tahtadan yapılan yer döşemeleri, dolaplar, duvar kaplamaları, mobilyalar, oda spreyleri, kumaş dokumalar, ev temizliğinde kullanılan çeşitli sıvılar, döşeme cilaları, duvar kağıtları, halılar ve boyalardır. Evin ısı ve nemi ne kadar yüksek, ev eşyaları ne kadar yeni ise, havaya formaldehit yayılışı o kadar fazladır.
Katkı maddelerinin gıdalarda kullanılması yıkıcı hastalıkların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bunların bazıları şunlardır: Hazım sisteminde bozukluklar, kronik toksik hepatit, böbrek ve böbrek üstü bezi hastalıkları, üreme organlarında bozukluklar, kısırlık, endometriozis, kist, kanser, diyabet, tiroid rahatsızlıkları, havale, hiperaktivite, davranış bozukluğu, otizm, baş dönmesi, baş ağrısı, depresyon, alzheimer, parkinson, MS gibi sinirsel ve ruhsal hastalıklar, düşük tansiyon, yüksek tansiyon, titreme, alerjik kaşıntılar, egzama, astım ve aşırı duyarlılık...
Dünyanın çeşitli ülkelerinde katkı maddeleri üzerine yapılan araştırmaların sonuçları dehşet vericidir. Ancak bu ürpertici gerçeklere rağmen, üretici firmaların ve parayı elinde tutanların karşısında, sesini yükseltecek, yorum yapacak veya bir kampanya başlatacak herhangi bir kamuoyu oluşabilmiş değildir ("GMO" bölümüne bakınız.)