31 Mart 2012 Cumartesi

Tatlı bir blog buluşması

Perşembe sabahı resimde gördüğünüz bu tatlı kişilerle buluştum.Kim mi bu şeker insanlar-Özge(Sonsuz dekorasyon),diğer Özge(Batuşun annesi-ben öyle diyorum) ve Semi (Mutlu eller).Harika bir buluşma oldu.Sabah saat 10'da buluştuk.Konuşacak öyle çok şey vardı ki.Hiç yabancılık çekmedik.Saat nasıl üç oldu ben şahsen anlamadım.Çok çok keyifli saatlerdi.Umarım tekrarlanır.Hatta aramızı isteyen herkes katılabilir.
Özge- Semi -Smilena
Güzel güzel kahvaltılar edildi.Çaylar kahveler içildi.
Hediyeleştik.Bu Semi için yaptığım matruşka.
Bunlar da Seminin bizim için yaptığı kitap ayraçları.Kedili olan benim.Teşekkürler Semi.Az kaldı kaptırıyordum Efeye.
Bunlar Özge için hazırladığım saksı süsleri.
Bu da Özge - Batuşun annesi.Biraz geç katıldı aramıza.İş görüşmesi vardı.Çok şükür güzel haberlerle geldi.Yeni işinde başarılar diliyorum Özgecim.Bu da minnoşu için yaptığım hediye.Masada puantiyeli bişeyler var ya o da Özgenin benim için hazırladığı su damacanası kılıfı.İlk fırsatta resimini çekip koyacağım.Çook teşekkür ediyorum hepinize kızlar.İyi ki buluşmuşuz.En kısa zamanda çoğalarak buluşmak dileklerimle !!!


P.S.Perşembeden beri yokum buralarda.Çook işlerim var bu ara.Özledim herkesi.Böyle ara verince merak ediyorum kim ne yaptı diye.Pazartesi döneceğim kısmet olursa :))))Yarın için tüm sınava girecek kuzulara başarılar diliyorum.Ayşeciğin kızı için ve bizim Eciş için (ablamın kızı)çoook dua edeceğim.Herşey herkesin gönlüne göre olsun.Tüm emekler karşılığını bulsun !!!

Bağa girdim kamışa su ne yapsın yanmışa


Bağa girdim kamışa su ne yapsın yanmışa

(Hey hey)
Bağa girdim kamışa
Su ne yapsın yanmışa
Mevlâm sabırlar versin
Yârinden ayrılmışa

(Hey hey)
Gidin bulutlar gidin
Yârime selam edin
Yârim uykuda ise
Uykusun haram edin

(Hey hey)
Tepsiye koydum narı
Ağlarım zârı zârı
Gurbet ele yolladım
Kıvırcık saçlı yâri

Beste: Manol Ağa
Güfte: ?
Makâm: Kürdîli Hicazkâr
Usûl: Sofyân
Form: şarkı
Seslendiren:

Nasrettin Hoca Ve Papağanı


Nasrettin Hocanın bir papağanı varmış.Nasrettin hoca maça gitmiş fb-ile bjk yapıyormuş maça gitmişler fbli bir adam topa vurmuş taraftarda sıyırdı geçti demiş.papağanda ezberlemiş daha sonra sahanın ortasına uçak düşmüş.taraftar benzini bitti israf etti demiş papaağan bunu sa ezberlemiş ve Nasrettin hoca ile eve gitmiş nasrettin hocanın hanımı yahu şu papağanı satta kurtulalım demiş nasrettin hoca dinlemeden yatağına yatmış .Nasrettin hocanın hanımı ayağındak terliği papağana fırlatmış papağanda sıyırdı geçti sıyırdı geçti demiş sonra hanım bayılmış papğanda benzini bitti israf etti demiş.

Berabere

Futbol maçı başlamadan önce iki takımdan birinin kaptanı, hakemi bir köşeye çekip:
- “Hocam,” der “Sen bizim takımın durumunu bilmezsin… ”
- “Bu maçı bize kaybettirecek olursan, bizimkiler seni ne yapar bilir misin?”
- “Ne yaparlar?” – “Seni parça parça ederler…”
Hakem cevap verdi:
- “Anlaşıldı, siz bu oyunda berabere kalacaksınız…”
- “Neden?”
- “Öteki takımın kaptanı da bana aynı sözleri söyledi de ondan!…”

Avuçlarımda hâlâ sıcaklığın var inan

 Avuçlarımda hâlâ sıcaklığın var inan
Avuçlarımda hâlâ sıcaklığın var inan
Unuttum dese dilim yalan billahi yalan
Hasretindir içimde hep alev alev yanan
Unuttum dese dilim yalan billahi yalan

Beste: Yusuf Nalkesen
Güfte: Yusuf Nalkesen
Makam: KürdiliHicazkâr
Usûl: Düyek
Form: Şarkı
Seslendiren: Serap Kuzey

Bitmez tükenmez bu dert ömür diyorlar buna


Bitmez tükenmez bu dert ömür diyorlar buna

Bitmez tükenmez bu dert ömür diyorlar buna
Bu gece mehtâb gibi aşkım da bitse suda
Gönlüm uyusun sesinde gel dokunma şuna
Bu gece mehtâb gibi aşkım da bitse suda

Beste: Selâhattin İçli
Güfte: Selim Aru
Makam: Kürdîli Hicazkâr
Usûl: Curcuna
Form: Şarkı
Seslendiren: Berrin Şener Ersoy

30 Mart 2012 Cuma

Gün Mü Ay Mı Sene Mi


Adamın biri doktora gitmiş. Doktor muayene etmiş ve bizimki sormuş:
- Ne oldu doktor bey? Ne kadar ömrüm kaldı?
Doktor cevaplamış:
- 10
Bizimki de :
- Ne 10′u doktor bey, gün mü, ay mı sene mi?
Doktor:
- 9, 8, 7, 6….

Bir tane daha solucan


Derste öğretmen herkese teker teker sorar. Önce Ahmet’e sorar:
- Ayakları olmayan bir hayvan biliyor musun?
Ahmet:
- Balık.
Sonra Mahmut’a sorar:
- Sen bir tane daha biliyor musun?
Mahmut:
- Solucan.
En son olarak bizim Hasan’a sorar:
- Sende bir tane daha söyle de, başka soruya geçelim.
Hasan:
- Bir tane daha solucan.

29 Mart 2012 Perşembe

Apostle of impassioned sincerity: My Struggle by Karl Ove Knausgaard

“It is not every day one is sent a masterpiece to review”,  wrote Gabriel Josipovici in reviewing WG Sebald's The Emigrants; “(I suppose one is lucky if it happens more than once or twice in a lifetime)”.

I started writing reviews in the year Josipovici's review was published (1996) and had not read a book by an author entirely new to me that I believed was a masterpiece. As I read Karl Ove Knausgaard’s My Struggle, I thought that this is perhaps the closest I will ever get. Such is the reach of the word masterpiece beyond craft and industry considerations, my instinct was not to review at all but to thrust the book into the hands of friends for whom reading is absolutely central to their lives (not many).








But I must write something. Reading My Struggle was often like reliving fragments of my own life – an intensity resonating in a void – and a review would mean explicating this in formal terms, and that wouldn’t be right. Yet the terms available seemed too personal, something to be shared only by handing the book over in silence. How then to recommend? This is perhaps the gift of reading: others can open doors. Josipovici spends most of his Sebald review describing a twenty-page short story rather than racing through a summary of all four:
Like all good art, the form and the style bring into being what would otherwise have remained in darkness and silence for ever, so that a mere account of what the story was ‘about’ would not have begun to do it justice.
This is good advice for any reviewer: stick to what you believe is important. My Struggle (published in the UK as A Death in the Family) is 471 pages long and is ‘about’ the relatively normal, middle-class life of a Norwegian male born in 1968, so even an extended account would say very little (almost nothing), and while Knausgaard’s ability to make the unremarkable resound means the detail is vital, it is its framing that brings the book to vivid life.




Knausgaard has explained how his difficulty in writing led to the specific form of the book: “I was looking for language ... to tell the story about my father.” His father had left his family, began a new relationship and then became an alcoholic. Before Knausgaard had “tried to write a kind of regular, realistic but fictional work about his death. Nothing worked.” Then he found the solution: “Eventually I just started to write it as it was. I gave up all ambition, I didn’t try to be clever or anything: I just tried to write as fast as I could.” Except the book does not begin with regular memories nor, as in so many careless novels nowadays, drops the reader in medias res into a voice-world providing its own alibi. Instead it begins with a confrontational prologue about dead bodies in modern society. Death, he writes, is all around us and we even consume media in which violent death is the main attraction, yet its physical reality is repressed.
A town that does not keep its dead out of sight, that leaves people where they died, on highways and byways, in parks and car parks, is not a town but a hell. The fact that this hell reflects our life-experience in a more realistic and essentially truer way is of no consequence. We know this is how it is, but we do not want to face it. Hence the collective act of repression symbolised by the concealment of our dead. What exactly it is that is being repressed, however, is not so easy to say.
He contrasts the physical reality of bodies in basement mortuaries with their digital abstraction: “One is associated with concealment and gravity, earth and darkness, the other with openness and airiness, ether and light.” The images of death, no matter how graphic, “have no weight, no depth, no time and no place, and nor do they have any connection to the bodies that spawned them. They are nowhere and everywhere.” What is the purpose of this severe opening full of examples with which we are all familiar? Knausgaard finally includes one we're unlikely to know, a news report of a fishing boat lost off the coast of Norway in which the crew of seven drown, which he then blends seamlessly into a childhood episode because he saw news footage from a helicopter flying over the scene (with his emphasis):
I stare at the surface of the sea without listening to what the reporter says, and suddenly the outline of a face emerges. I don’t know how long it stays there, a few seconds perhaps, but long enough for it to have a huge impact on me. The moment the face disappears I go to find someone I can tell.
The only person nearby at the time is his father, a stern man, a head teacher after all, who tells him not to give it another thought. For many, not giving it another thought is no problem, and My Struggle will probably leave them nonplussed (the allusive title is likely meant for those who may regard the whole enterprise as arrogant and self-indulgent), but for Karl Ove Knausgaard it is the beginning of thought. What did he see?


Throughout the book there are variations of the face-in-the-sea incident and for Knausgaard and the reader each one has the promise and terror of an imminent revelation, which never in fact occurs (much like Roberto Bolaño's 2666, though the similarities end there). From a distance, they can appear banal. Sometimes he is able to identify windows on the experience and provide an interpretation. Looking at a book of Constable’s paintings for instance:
I didn’t need to do any more than let my eyes skim over them before I was moved to tears. So great was the impression some of the pictures made on me. Others left me cold. That was my only parameter with art, the feeling it aroused. The feeling of inexhaustibility. The feeling of beauty. The feeling of presence. All compressed into such acute moments that sometimes they could be difficult to endure.
Another is when the elderly poet Olav H. Hauge reads a poem on his driveway to a youthful Knausgaard and his mates. He finds it in music, having at one time a poster of John Lennon – “the apostle of impassioned sincerity” – over his desk. The epithet suits Knausgaard himself and Don Bartlett’s translation is especially convincing and memorable in evoking such passion and sincerity.

The immense and visceral detail describing Karl Ove’s family and friends has contributed to the news media controversy surrounding the book and will no doubt detract from the necessity of its form, as will summarising the face-in-the-sea experience as “religious” or “mystical”. Like his grand amour for a girl called Hanne, it is the everyday unknown. Also in the same movement of distraction, Proust is invoked as the main precursor, though only Boyd Tonkin has singled out the reason as Knausgaard’s “microscopically detailed account of how [the book] came to be written”. The other major influence would seem to be Thomas Bernhard, whose father also died in mysterious circumstances and who also describes each turn of his life with preternatural precision. The collective title of his great five-book memoir Gathering Evidence is a good pointer as to why, as well as Knausgaard’s expressed admiration. The author’s need to understand his father’s trajectory from family man to squalid drunk requires access to the unknowable, to the physically dead, and the only alternative he discovers is to piece together evidence of his own experience – experience of his father and of everything else – and, now as his father’s equal in age and social position – to try to pinpoint the origin of the descent. Only then might something remarkable emerge from darkness and silence. And it does.

Makedonya’dan Orta Asya’ya Enver Paşa, Şevket Süreyya Aydemir

Makedonya’dan Orta Asya’ya Enver Paşa, Şevket Süreyya Aydemir,1993, İstanbul (3Cilt)
1860-1922 yılları arası Osmanlı İmparatorluğunun içinde bulunduğu durum ve Enver Paşa’nın hayatı
Şevket Süreyya Aydemir tarafından hazırlanan bu kitap Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerine ışık tutacak bir belge niteliği taşımaktadır. Yazar olayların önemli bir bölümünü tarihi bir tanık gibi gözlemlemiş ve özellikle Enver Paşa'nın Sovyetler Birliği topraklarında bulunduğu tarihlerde kendisi de Azerbaycan'da bulunmuş ve Enver Paşa ile görüşme şansına sahip olmuştur.
        Makedonya'dan Orta Asya'ya Enver Paşa kitaplarında, Enver Paşa konusu etrafında 1860-1922 yılları arasında geçen olaylar incelenmekte ve yakın tarihimizin bu en önemli dönemlerinden biri yorumlanmaktadır. Eser 3 cilt olarak hazırlanmış ve her ciltte Enver Paşa'nın belirli bir dönemi incelenmiştir. Eserin birinci cildi 1860-1908 devresinin işlenmesine tahsis edilmiştir, 1908 ihtilalini hazırlayan şartları içine alır ve Enver Paşa’ nın 10 Temmuz 1908’de bir Hürriyet kahramanı olarak tarih sahnesine çıkışı ile biter.İkinci ciltte 1908-1914 devresi ele alınır.Enver Paşa’nın ana şahsiyet olarak rol oynadığı İttihat ve Terakki’nin ihtilal sonrası gelişmelerdeki yeri, Balkanlardaki meseleler, Trablusgarp ve Balkan harpleri sırasıyla incelenir. Nihayet Enver Paşa’nın bir hükümet darbesiyle iktidara İttihat ve Terakki’yi getirişi, bunu takip eden olaylarla 1914 de Osmanlı İmparatorluğunun gene Enver Paşa’nın etkisi altında bir kliğin eliyle Birinci Dünya Harbine katılışı bu cildin konularını teşkil eder. Üçüncü ciltte ise Birinci Dünya Harbi içinde Osmanlı Devletinin durumu ve ordunun, kader tayin edici muharebeleri izlenir. Sonra, ihtilalin, devlet ve ordu içinde doğurduğu problemlere girilir. Nihayet müttefikleriyle beraber Osmanlı Devleti için de harp kaybedildikten sonra, içlerinde Enver Paşa’nın da bulunduğu başlıca aktif ittihatçıların yurt dışına çıkışları, yurt dışındaki çok cepheli  temaslar ve en sonunda Enver Paşa’nın Oataasya’ya geçişi, Doğu Buhara’daki çileler ve 4 Ağustos 1922’ de Pamir Dağları eteklerindeki dramatik son bu cildin konularıdır.
MAKEDONYA'DAN ORTA ASYA'YA ENVER PAŞA - I :
İsmail Enver 23 Kasım 1881 günü İstanbul'da doğar. Babası uzun yıllar Manastır vilayeti Bayındırlık teşkilatında kondüktör olarak çalışan; Gagavuz Türklerinden Ahmet Bey, annesi Ayşe hanımdır.
       İlköğrenimine İstanbul'da başlar ve Manastırda bitirir. İsmail Enver orta derecede bir öğrencidir. Askeri Rüştiye (Ortaokul) ve Askeri İdadîyi (Lise) Manastır'da bitirir. Müteakiben İstanbul'da Harp Okulunu ve 1902 yılında da Harp Akademisini yüzbaşı rütbesi ile bitirmiştir.
       İlk siyasî macerası amcası Halil Bey (Halil Paşa) ile birlikte Yıldız Sarayında sorgulanmaları ile başlar. Enver Paşa öğrencilik yıllarında Yeni Osmanlılar ve Birinci Meşrutiyetin siyasî akımlarıyla yakından ilgilenmiş; Namık Kemal, Ziya Gökalp ve Mithat Paşa'dan etkilenmiştir.
        30 Ağustos 1906'da binbaşı olan Enver Paşa Ekim 1907'de Rumeli'de Osmanlı İmparatorluğu'na isyan eden eşkiyaların takibine görevlendirildi, Enver Paşa'yı 1908'de Padişaha karşı dağa çıkmaya ve Hürriyetin ilanına sevk eden ruh ve staj hazırlığı bu eşkiya takibi vazifesi ile başlamıştır.
       Enver Paşa tarih sahnesine Genç Türkler ihtilâlinin bir yıldızı olarak 23 Temmuz 1908'de çıktı. Makedonya'dan Orta Asya'ya Enver Paşa adlı eserin birinci cildi 1908 İhtilalini hazırlayan şartları ve Enver Paşa'nın yükseliş öyküsünü anlatmaktadır. Bu ciltte;
-    Yeni Osmanlılar ve I'nci Meşrutiyet dönemi ile İmparatorluğun durumu,
-    1877-1878 Osmanlı-Rus Harbinin İmparatorluk üzerindeki etkileri,
-    II'nci Meşrutiyeti oluşturan koşullar,
-    Balkanlarda milliyetçilik hareketleri ve Osmanlı Avrupasındaki son durum,
-    Osmanlı subaylarının Makedonya'daki çete savaşları sonucunda kendi padişahlarına karşı politize olmaları ve teşkilatlanmaları,
-    İttihat ve Terakki Cemiyeti faaliyetleri anlatılmıştır.
Cildin eklerinde Enver Paşa'nın aile şeceresi ve II' nci Meşrutiyete ait Kanun-î Esasî bulunmaktadır.Ayrıca bu ciltte Osmanlı İmparatorluğunun ve Osmanlı Padişahlarının içinde bulundukları durum yazarın bazen belgelerle bazen de kişisel değerlendirilmeleriyle anlatılmaktadır.
Tüm dünya ileri giderken, teknolojik ve bilimsel gelişmelerden azami derecede faydalanırken II. Abdülhamit bunları göremeyecek kadar dar kalıplar içinde kalıyordu. Makineleşme, sanayileşme, üretim artık başarının ve birliğin en büyük sırrı ve ilacı iken II. Abdülhamit bütün gücünü ve ilgisini jurnalciliğe veriyordu. Kendisine olması imkansız aleyhte bir rejim veya değişim haberi geldiğinde oldukça bonkör davranıp,hazine borç batağında olmasına rağmen çil çil altınlar saçıp jurnalcileri devlet yönetiminde üst mevkilere getirmektedir.
    Başında bulunduğu birimin hakkaniyetle çalışmasını sağlayan,görevini dürüst,namuslu bir şekilde yapanlar, oluşturulan bu sahte duvarları aşamamakta,kıt kanaat yoksulluk içinde yaşamakta ve hatta canını vatan savunması için feda edenler dahi maaşlarını ve haklarını alamamaktadır.
    Kitap,gazete okumayan,kendi amcasını bile 27 yıl boyunca hiç görmeyen,kendisini lüks ve şatafatlı hayata alıştıran, muhteşem yemeklerle kutlamalar yapan, çok büyük ve güzel bir kütüphane kurdurmasına rağmen sadece polisiye romanlar okutup dinleyen bir padişah, Yeniliğe kapalı, geleceği göremeyen, etrafında olup bitenleri şiddetle her şeyi bastırabileceğini zanneden, 13 - 15 yaşındaki çocuklara yarbaylık, albaylık rütbesi veren haksızlıklarla dolu bir terfi düzmecesi, Eşkıyalık almış başını gitmiş eline birkaç silah alıp etrafına 3-5 çapulcu toplayanların köy basıp yağma yaptıkları yanlarına kar kalması, Dürüst ve namuslu insanların sürgüne gönderildiği, yazarların, şairlerin, aydınların, düşünürlerin kendi yurtlarından evlerinden edilerek, sürgün ve perişanlıklarla dolu bir yaşama mahkum olmaları,  Gemileri tersanelerde çürümeye bırakılmış, askerleri arasında başı bozukluk diz boyu olmuş, disiplin yerini adam kayırmaya ve yalakalığa bırakmış, teçhizatı, giyimi, kuşamı ve silahı yenilenmemiş kısacası ordusu uyutulmuş bir imparatorluk,  Dünyanın diğer tarafında ise millet olma, kendi kendini yönetme, bağımsız bir toprak elde etme mücadelesi veren, milliyetçi ruhu kabarmış insanlar artık sahnededir.
    Bu kadar çok olumsuzluğun,çürümüşlüğün, yozlaşmışlığın, cehaletin, kendi kendini kandırmışlığın, yönetim kadrolarının ihanet yarışının yaşandığı bir devlet, krallık veya imparatorluk tabi ki ayakta kalamazdı. Ya yok olup tarih sayfalarına karışacaktı veyahut ta vatanperver Enver Paşa gibiler ilk siyasi oluşumlar ve iyiye doğru değişim için dağlara çıkıp Kanunu Esasi’yi Bab-ı Âli'ye zorla da olsa kabul ettirecektir.
       MAKEDONYA'DAN ORTA ASYA'YA ENVER PAŞA - II :
        Enver Paşa II'nci Meşrutiyet ile birlikte bir yıldız gibi parlar, II' nci Meşrutiyet İmparatorluğun sonunu hazırlayan şartlar bakımından kritik bir devredir. 1908-1914 arasındaki 6 yıllık bu devrede Enver Paşa'yı ümitleri, yenilgileri ve zafer çabalarıyla izlemek mümkündür.
       1908'in Hürriyet kahramanı Enver Bey bu kısa devrede Enver Paşa olur ve artık İmparatorluğun tek söz sahibidir. Genç, inançlı, muhteris, hem kaderci hem de kaderini yaratan adam olarak tarih sahnesindedir. Bir küçük evde doğmuştur, bir sarayda yerini alır. Girdiği sarayın kapısında bir gün Padişah olacağına dair inançları vardır, Sarayla olan ilişkilerini artırmak ve hanedana girmek maksadıyla Sultan Abdülmecid'in torunu Naciye Sultan ile evlenir.
        Makedonya'dan Orta Asya'ya Enver Paşa adlı eserin II'nci cildi 1908-1914 devresinde Osmanlı İmparatorluğunda yaşanan olayların incelenmesine tahsis edilmiştir. Bu ciltte;
-    -1908 İhtilâlini hazırlayan olaylar ve ihtilâlin yapısı,
-     İttihat ve Terakki Partisi ve İmparatorluğun kaderi üzerindeki, etkisi,
-     31 Mart olayı,
-     Padişah II'nci Abdülhamit'in sonu,
-    1911 Trablusgarp Savaşı ve İmparatorluğun çözülüşü,
-    Balkan Harbi mağlubiyetinin nedenleri ve Enver Paşa'nın bu yenilgiden sonra İmparatorlukta tek otorite haline gelmesi,
-    Türk Milliyetçilik akımının kuvvetlenmesi,
-    Osmanlı İmparatorluğunun I'nci Dünya Harbi'ne giriş neden ve koşulları detayları ile anlatılmaktadır.
    Eser,Enver Paşa konusu etrafında bir devrin hikayesidir.Ve bu devir,Enver Paşa daha dünyaya gözlerini açmadan önce başlar.  
    Enver Paşa, İkinci Meşrutiyet dönemi ile birlikte bir yıldız gibi parlar. Ama İkinci Meşrutiyet, Birinci Meşrutiyetin devamı niteliğindedir. Birinci meşrutiyet yakın tarihimizde adına Genç Osmanlılar harekatı denilen bir akıma bağlıdır. Bu hareketin kökleri 1860’lara kadar uzanmaktadır. Oysa Enver Paşanın doğum tarihi 1880 dır.
    Enver  Paşa, genç, inançlı, muhteris daha doğrusu hem kaderci hem de kaderini yaratan bir yapıya sahiptir. Mütevekkil, başa geleceği önceden yazılmış alın yazısının kaçınılmaz hükmü olarak kabul eden bir insandır.
    Fanatik, yani mutaassıp bir dindar değilse de kaderini daima hükmedeceğine inandığı Tanrıya bütün hayatı boyunca inanır. İçten gelen bir samimiyetle bağlanır. Bu teslimiyet onda yalnız mistik bir ruh hali olarak kalmaz. Bütün yaşantısına hükmettiğine inandığı Tanrıya kulluğu ile de inananı gösterir. Hele hayatının buhranlı günlerinde dua ve ibadet onda Tanrıya ruhtan gelen bir kendini veriştir.
    Enver Paşa konuşan adam da değildir. Zaman zaman şu  veya bu vesile ile ağzından dökülecek sözler Harbiye Nazırı Başkumandan vekili olduğu zaman makam odasında veya askeri karargahlarda verdiği emirler gibi kısa ve  kesindir. Çok defa tek veya birkaç kelimeden ibarettir. Fakat hatıra yazılarında ve elde bulunan mektuplarında Enver Paşa  iç alemi yaşayan bir duygu adamıdır.
    1908-1914 arası Osmanlı imparatorluğunda önemli bir adaptasyon dönemidir. Bir sonun başlangıcı olarak kabul edilmektedir. 1908’in Hürriyet Kahramanı Binbaşı Enver Bey işte bu kısa devrede Enver Paşa İmparatorluğun tek sahibi olur. Bahtının açık olduğuna ve bahtının kendini belki de bir tahta çıkaracağına inanır. Bir küçük evde dünyaya gelmiştir. Daha sonraki sarayın kapısında bir gün bir padişahlığın tahtına oturmak için çıkacağına dair gizemli inanışları vardır. Ama o, seçtiği yolun basamak taşlarını, adım adım dizdiği, yerleştirdiği kanısındadır.
    Ne var ki bir imparatorluğun sonunun bütün hazırlayıcı şartları da bu devrede, taş taş üstüne konularak işlenir. Enver Paşa iki uç arasındadır. Ümitleri hayalleriyle büyük yenilgi arasında daima cesur, daima dinamik kendi tahliliyle boğuşur. Ve son ne yazık ki İmparatorluğun sonu da olur.
    1908’ den sonra artık, kendini tamamen terazinin gözüne atan bir adamdır. Kendini bütünüyle bir mücadeleye veren bu insan, son nefesini gene bir mücadele sahnesinde tamamlar.
    1908 ihtilali ile meşrutiyete dönüş, aynı zamanda Mithat Paşa’ya ve onun hatırasına dönüş gibi olmuştur. Çünkü 1908 Meşrutiyetinin hukuki temeli, 1876 Kanuni Esasisi idi. Bu Kanuni Esasi ise kanunlaşmadan önce tadiller görmekle  beraber, Mithat Paşa’nın eseriydi. Ama vaktiyle hem bu kanunu kaldıran, hem onun emrini veren padişah, yine tahtında kalıyordu ve padişahın adamları, gene aynı kadroyla hükümetteydiler.
    1876 Kanun-i Esasi'nin temeli, Avrupa'da 1848 ihtilallerinin yönetici fikirlerin, bunlarda 1789 Fransız ihtilallerinin temel prensiplerine dayanıyordu. Nitekim 10 Temmuz 1908’ de Makedonya şehirlerinde meşrutiyetin fiilen ilanından sonra padişah 10/11 Temmuz 1908 gecesi Meşrutiyetin iadesi zorunda kaldıktan sonra ve 11 Temmuz günü Sadrazam Sait Paşa imzasıyla vilayetlere bu yolda tebliğler yapıldıktan sonra, İkinci Abdülhamit Sadrazamına ilgi çekici bir ferman daha gönderir. Bu ferman 20 Temmuz 1324 (1908) tarihini taşır:
    Böyle bir fermana lüzum vardır.Çünkü Padişahın tutumuna pek inanılmamaktadır. Hava öylesine değişik bir yapıya bürünür ki büyük bir halk kalabalığı 15 Temmuz 1908 de Şeyhülislam kapısına yürür. Halk, meşrutiyet hakkında ve o zaman devletin en yüksek dini makamı sayılan Şeyhülislamdan da teminat almak ister. Bu vaziyeti önceden sezen veya vaktinde davranan Şeyhülislam hazırlıklı  bulunur. Daha önce padişaha varmış ve ondan kutsal kitap olan Kuran’a el basarak, Kanun-i Esasi'ye sadakat yemini almıştır. Buna göredir ki binlerce kişilik kalabalık Şeyhülislam kapısı ve bahçesini doldurunca dönemin Şeyhülislamı Mehmet Cemalettin Efendi göz alıcı kıyafeti ve heybetli hareketleri ile halkın karşısına çıkar. Halka Sultan II nci Abdülhamit’in kendi önünde Kuran’a el basarak Kanun-u Esasiye ve meşrutiyete sadık kalacağına yemin ettiğini ilan eder.
    Sahne etkileyicidir. Olay, geleneklerimiz bakımından son derece önemli bir durumdur. Padişah en büyük din adamını şahitliği ve dinin dönülmez ahdi olan yeminle yeni rejime başlamış olur.
    Padişah Abdülhamit, birinci meşrutiyet ilan olunurken de hem de daha saltanata getirilmeden önce, meşrutiyete sadık kalacağına dair Mithat Paşaya yemin vermiştir. Bunu bir tarafa bıraksak bile, tahta geçtikten sonra umumi meclis yani Mebussan-Ayan müşterek toplantısı açılırken meclisin önünde, Meşrutiyete sadakat yemini tekrarlamıştır. Ama sonraki gelişmeler yine her seferinde olduğu gibi olumsuzlukla sonuçlanmıştır.
    20 Temmuz 1908 tarihli bu ferman yalnız Kanun-i Esasi'nin yürürlüğünü ve hükümlerini yeniden kabul etmekle kalmaz. Aynı zamanda Meşrutiyetin ve Kanun-i Esasi'nin sağladığı ve hepsi de Fransız ihtilali ile 1848 ihtilallerinin temel fikirlerine dayanarak bazı prensipleri de teyit eder.
    Bu ferman; Osmanlının hangi dil ve mezhepten olursa olsun Hürriyet hakkı en başta gelir, ırk din ve cinsleri ne olursa olsun bütün Osmanlıların aynı eşit vatandaşlık hakları içinde muamele görerek mutluluğa erişilmeleri lüzumunda ve benzeri genel şartlardan bahseder. İnsan hakları beyannamesine göre de hür doğmak ve hür ölmek insanın en doğal hakkıdır. Hiç kimsenin kanun hükmü dışında cezalandırılamayacağı bildirilir.
    Mücadeleyle geçen bu altı yıllık süreçte yönetimin yanlış kararları doğrultusunda Osmanlı imparatorluğu çok zorlu dönemler geçirmiştir. Bu hareketli dönemde Enver Paşa adeta bir aydınlatıcı rolü üstlenmiştir. Onun olaylar karşısındaki yaklaşımı,sonuca ulaşırken izlediği akılcı yaklaşım kendi mahiyetinde buluna kişilerle olan ilişkileri Osmanlı devleti için önemli bir şahsiyet olarak ortaya çıkmasında etkili olmuştur
MAKEDONYA'DAN ORTA ASYA'YA ENVER PAŞA - III;
      Osmanlı İmparatorluğu yorgundur. Trablusgarp ve Balkan Harbi yenilgileri, iç çekişmeler imparatorluğu tüketmiş ve tarihi ömrünü tamamlamak üzeredir. Bu koşullar altında bu devlet aslında I'nci Dünya Harbine girdiği gün yenilmişti, yani Enver Paşa daha baştan kaybedilmiş bir harbe girmiştir. Ancak genç, ihtiraslı hayallerine sınır tanımayan bu adam çarkların kendisi için çalıştığına inanmaktadır; bu inancı da kendisi gibi genç ve yenilgi kabul etmeyen bir komutanlar kadrosuna sahip olmasından kaynaklanmaktadır.
Savaş, Osmanlı Devleti'nin devamı, Osmanlı ülkesinin korunması hatta kaybedilmiş Osmanlı topraklarının geri alınması için yapılır ama devlet Türk devleti değil Osmanlı devletidir, içinde pek çok etnik unsurları barındırmaktadır. Bunlardan Araplar ve Ermeniler hem harp içinde hem de mütareke döneminde Osmanlı devletinin başına büyük problemler açacaktır.
       Birinci Dünya Harbi kaybedildikten ve 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi imzalandıktan sonra; Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa ile birlikte 8/9 Kasım 1918 gecesi bir Alman denizaltısıyla İstanbul'dan Karadeniz'e açılır ve Kırım kıyılarında Sivastopol yakınlarında Evpatorya'ya giderek ülkeyi terk eder. Enver Paşa bu tarihte 38 yaşındaydı ve barıştan sonra ülkeye dönerek etkili bir şahıs olarak kaldığı yerden devam etmeyi düşlemektedir. Bu dönemde kendisine koyduğu hedef Kafkaslar ve Orta Asya'da yaşayan Türkleri teşkilatlandırmak ve Turan ülküsünü hayata geçirmektir. Her ne kadar bazı Özbek, Tacik ve Türkmen Beyleri ona ''Hakanların hakanı, Padişahların en büyüğü'' dese de ülkesine bir daha hiç dönemeyecektir ve Himalayanın Pamir Dağları eteğinde, Balcıvan'ın Çeğen mevkiinde Bolşevikler tarafından 4 Ağustos 1922'de şehit edilecektir. Makedonya dağlarında hürriyet kahramanı Enver Bey'le açılan bu devre Pamir eteklerinde sona ermiştir, mezarı Abıderya köyündedir.
Bu ciltte;
- Birinci Dünya Savaşında İmparatorluk cephelerinin durumu,
- Sarıkamış Harekatı ve Çanakkale Savaşları,
- Çanakkale'de Mustafa Kemal'in yükselişi ve Enver Paşa ile olan ilişkileri,
- Mustafa Kemal'in 20 Eylül 1917'de Halep'ten Enver ve Talat Paşa'ya gönderdiği mektup,
- Osmanlı ordusunun durumu,
- Rusya'daki ihtilâlin etkileri ve müttefikimiz Almanya'nın tavrı,
- Kafkas İslam Ordusu ve Kafkasya Harekâtı,
- Ermeni Meselesi,
- Enver Paşa ve arkadaşlarının ülkeyi terk edişi,
- Enver Paşa'nın ülkeye dönüş çabaları, TBMM ve Mustafa Kemal'in hareket tarzı,
- Enver Paşa'nın ölümü anlatılmaktadır.

Herkese bedava içki


Adamin biri bara girmis. Garson, herkese içki ver kendine de al demis. Içkiler içilmis garson hesap için gelince adam: Para yok demis. Tabi garson bunu bir güzel dövüp disari atmis. Diger aksam tekrar gelmis ve yine garson herkese içki kendine de al demis ve sonuçta parasi olmadigi için yine dayak yemis ve gitmis. Bu üç aksam böyle devam etmis. Dördüncü gün yine gelmis ve garson herkese içki fakat bu sefer sen içme, içince sapitiyorsun

GÜLERYÜZLÜ TIP


Modern doktorun hastalığı teşhis etmede attığı ilk adım, aslında hiç de yüksek teknoloji gerektirmeyen hastayla konuşmak ile yani hastadan öykü almakla başlar. Bu gerçek, Gallen’den, Hipokrat’dan beri hep böyle olagelmiştir.  Teknolojide ve tıpta gerçekleşen baş döndürücü ve heyecan verici gelişmelere karşın hekim hasta ilişkisinde yine de temel iletişim biçimi Hipokrat döneminde olduğundan hiç de farklı değildir. Bu durum hekim-hasta ilişkilerinde inanılmaz bir ikilem yaratıyor. Günümüzün hekimi, hastanın duygusal ve desteğe gereksinim duyan yanını bir yana bırakarak tıpkı tıbbın ilkel çağlarındaki büyücüler gibi hastaya bilinmez bir takım tetkikler yapıyor, hastanın hiç de tam olarak anlamadığı tedaviler uyguluyor ve bu tetkik ve tedavilerin hiç sorgulanmadan hasta tarafından kabulünü bekliyor. İnsanın kendisine neler yapıldığını bilmek en temel hakkıdır. Durum böyle olunca bu çelişki, kocaman bir güven bunalımı ve kargaşa anlamına geliyor.

Peki, hasta hekim ilişkisinin sağlıksız yürümesinde temel sorumlu kimdir?

Sorumluluk öncelikli olarak hekimlerindir. Pek azımız hastayla güvene dayalı bir ilişki kurabiliyoruz. “Bu iş öyle karmaşıktır ki size anlatsam da anlamazsınız” yaklaşımının en azından hasta gözünde ilkel çağlardaki büyücülerin yaklaşımından çok da farklı olmadığını düşünüyorum.   

Hekimlerin asla unutmaması gereken bir diğer nokta “tıpta değerler dizisinin dinamik bir biçimde değiştiği” gerçeğidir.    Fransız bir bilim adamı olan Jean Baptist Denis, 17 yüzyılda, uysal hayvanlardan yapılan kan naklinin bazı psikiyatrik hastalıkların tedavisinde kullanılabileceğini iddia ediyordu. Eğer uysal hayvanların kanı saldırgan davranış biçimleri sergileyen akıl hastalarına verilirse hastaların uysallaşabileceğine inanıyordu. Denis, bu amaçla koyun kanını akıl hastalarına vermiş ve tümünün ölümüne neden olmuştu. Belki de o zamanlar akıl hastalarının yakınlarına “bu tedavi yeni bir tedavidir ve hastanızı kurtarabilir” diyordu, kimbilir?   Öte yandan tıpla hiç ilgisi olmayan ancak tıbba büyük katkıları olmuş başkalarının da tıp dünyası tarafından dışlanmış ve küçümsenmiş olduğu bir gerçektir. Örneğin mikroskop, ilk yıllarında sadece saray mensupları, soylular ve zenginlerin bir oyuncağı olmaktan öteye gidemedi. Ünlü Alman yazar Goethe, mikroskobu tıpkı teleskop gibi insanın kafasını karıştırmaya yarayan anlamsız bir buluş olarak görmekteydi. Leeuwenhook, buluşunu ve bulgularını küçümseyen mağrur tıp çevrelerine şu sözlerle sitem ediyordu.  “Çalışmalarımın katıksız hayal ürünü olduklarının söylendiğini duydum. Fransa’da biri, bahsettiğim küçük yaratıkların aslında cansız olduğunu söylemiş. Oysa ben bunun aksini pek çok saygın bilim adamına kanıtladım. Böyle yorumlar yapan gözüpek kişilerin yargıda bulunacak deneyimleri olmadığını görüyorum.’ Günümüzde, Leeuwenhoek’un tanımladığı küçük mikroorganizmaların varlığını inkâr edebilir miyiz?   Özetle belirtmek gerekirse, hekimler ne kadar önyargıdan uzak, ne kadar iç görü sahibi ve verdiği tanı ve tedavi kararlarında ne kadar sorgulayıcı ve kuşkucu olursa o denli ideal hekime yakınlaşır diye düşünüyorum.  Kanımca bunu sağlamanın yolu hekim merkezli bir hasta-hekim ilişkisinden hasta merkezli bir iletişime geçebilmenin yollarını araştırmakla olabilir.

Bence yukarıda tartışmaya çalıştığım sorun güncel tıbbın en kritik sorunlarından biridir. Bu sorunun çözümü amacıyla dünyada birçok tıp fakültesinde ve ülkemizde de klinik stajlar sırasında uygulamalı etik dersleri konuldu. Amaç öğrencilere uğraştıkları ana unsurun insan olduğunun hatırlatılması. Bu amaçla tamamen interaktif, hiçbir yönlendirmede bulunmadan öğrencilerin belli etik konularda duyarlılık kazanmaları hedefleniyor. Örneğin hastaya ya da hasta yakınlarına kötü haber nasıl verilir. Bir insana “sen lösemi hastasısın” ya da “bu girişim sonucu ölüm riskin şu kadardır” nasıl söylenir, ya da söylenmeli midir? Öğrenciler, eğiticilerin gözetiminde bu ve bunun gibi birçok etik konuyu tartışıyorlar. Bu dersin klasik etik derslerinden farkı, öğrencilerin hastayla karşılaşmaya başladıkları klinik stajlar sırasında verilmesi ve klasik ders anlatımı olmadan interaktif ve öğrenci merkezli olarak yapılmasıdır. Bu derslerde hekim adaylarına hiç bir yönlendirmede bulunmadan, asla kesin doğrular veya davranış kalıpları sunmadan insana yönelik bir duyarlılık kazandırmak hedeflenmektedir. Aslında hekim adaylarının tüm meslek yaşamları boyunca şu soru ile yaşamalarını sağlayacak eğitim metodlarının geliştirilmesi gereklidir.  “ Belki hastalığınıza değil ama size insan olarak duyarsız, ilgisiz kalan, sizi sadece gerektiği kadar dinleyen ve hiçbir tinsel gereksiniminizi karşılamayan bir hekime ne kadar güvenebilirsiniz?.  

Zeytin gözlüm sana meylim nedendir


Zeytin gözlüm sana meylim nedendir


Zeytin gözlüm sana meylim nedendir
Bu sevmenin kabahati kimdedir
Gül olmuşsun dikenlerin bendedir
Zeytin gözlüm uzaklarda işin ne
Şarkıları düşürürüm peşine

Zeytin gözlüm özlem ektim yollara
Rast gelirsen halimi sor onlara
Gül kurusu akşamlar senden yana
Zeytin gözlüm uzaklarda işin ne
Şarkıları düşürürüm peşine

Beste: Selahattin İçli
Güfte: Hüceste

Supernatural da Oynayan İlk Türk

Kiraladığım Eldorado
2008 yazıydı work and travel hadisesi ile amerikaya gittim. Malum work and travelde size bir iş bulunuyor ve bir kaç ay amerikada kalma vizesi veriliyor, neyse önce kanada ya gittim, ilk 3 ay ellerimi balıkların içine soka soka  9000 dolar kazandım sonra hayalim olan new yorku gormek için amerikaya geçtim. New york da biraz takıldım daha sonra ikinci hayalim  new york tan las vegas a kadar olan kısmı otoban vasıtasıyla geze geze katetmek olduğu için 2000 dolara bir el dorado araba aldım. Ama araba demeye bin şahit isteyen vıcırt vıcırt sesler çıkaran demir yığınından başka bir şey değildi. Benzin denen şey ucuz olduğundan doldurup yola çıktım, filedelfiya batı virjinya, kentaki derken otobanda ilerliyordum, hani filmlerde moteller küçük diner rest. cafeler olur ya otoban kenarındaki, onlardan birini görürde dururum hayaliyle delicesine 300-500 basıyordum.



İsmail Türütün bu albümü yol boyunca yanımdaydı
Yanımda ismail türüt kasedi vermiştim coşkuyu neyse bir tane rest in tabelalı bir yer buldum hemen yanında küçük bir restoranı vardı. Arabayı  çektim direk restoranın önüne hatta inceden kaydırarak durdum ilk önce sol ayağımı arabadan indirdim sonra içimden bir ..asktr çektim çizmem yoktu. Acil bir çizme almam lazımdı neyse arabadan indim etrafıma baktım ama kimse yoktu sanki daha yeni zombiler geçmiş herkesi yemişcesine bir görüntü vardı neyse içeri girdim hayalimde kısa etekli çizmeli büyük memeli hatunların servis yaptığı bir restorant vardı ancak içeri girer girmez ben burayı tanıyorum dedim. Bildiğin karaambar kamyoncular derneğine gelmiştim, restoranın arkasına sıra sıra dizilen tırları farketmemiştim, içerisi üsküdar askerlik şubesi gibiydi, sakallı siyah gözlüklü kıllı mıllı bir sürü herif "huarrer ahureer ahaurhau" diye anıra anıra gülerek yemeklerini yiyiyorlardı. Boş yer baktım ama her yer doluydu bende en insana benzeyen iki kamyoncunun masasına "sori" diyerek oturdum. İngilizcem geldiğimden beri mal gibi balık ayıkladığımdan olsa gerek "hello, my name is mehmet, hav ar yu, fuck, pimp ve sori " den öteye gidememişti.


Tipik amerikalı tır şöforu
 Adamlar "hello" dedi ama aksanları bir garipti sonra aralarında türkçe konuşmaya başladılar iri yarı olan küçük olana "olm dün karolaynlaydım of ilik gibi hatun" diyordu ben hemen atladım "abi türk müsünüz "dedim küçük olan "yok türk değiliz türkçe kursuna gittik"dedi ben daha bir mallaşmışken diğeri "ahuahua" gülerek ""daşşak geçme olm çocukla" diyerek bana döndü "tabi türküz selamun aleykum kardeş" dedi. Ben afallamıştım sen git kentuckyi geçerken türk kamyonculara rast gel neyse garson hatun gelmişti hatun dememe bakmayın benden çok bıyıgı ve kasları olan tipik kentucky köylüsüydü. Yanıma yaklaşarak "Selemin Eleyküm ebi" dedi. "N'oluyor lan" dedim bir an korktum önümde iki türk kamyoncu ve ebleh ebleh selamun aleykum dıye bir amerikalı garson kız vardı. Benim terlediğimi kızardığımı gören kamyonculardan biri "lan gorkma lan biz öğrettik türkçe bilir o" dedi, yanındaki "tabe tabe kardeş bir menemen yapıyor parnaklarını yersin" diyerek kıza döndü ve " patrişya bacı bize 3 menemen getir" dedi. Garson kız "temem ebi eyvolli" diyerek gitti. Bende o sırada götüm götüm kaçmaya çalışıyordum beni farkettiler lan ne oldu demeye kalmadan koşa koşa el dorado ya atladım ve yola devam ettim. Artı kendime söz vermiştim bir restorana girmeyecektim. Indiana dan ilinoyi ye geçtim burada oyunculuk kariyerim başlıyordu ve benim bundan hiç haberim yoktu.



Hiç sevmedim ilinoyiyi
İlinoyi desen her yer tarla neyse morton diye bir kasabaya geldim gerçi ismi mortondu ama morton olduğuna dair hiç birşey yazmıyordu biri çıksa burası kayseri dese inanabilirdim. Şansıma amerikan futbolu oyananan sahası vardı bende  çok merak ettiğimden izleyeyim dedim ve sahanın oraya doğru arabayı sürdüm ancak arabadan "yeter lan azıma sctın fak yu fakyu" gibisinden catır cutur sesler cıkıyordu. Herhalde hararet yaptı diyerek kenara çektim ve bir sigara yaktım. Etrafı seyrederken karışıda bir kalabalık farkettim. Bir sürü kamyon araba 20-30 kişi toplanmış birşeye bakıyordu bende meraklıyım tabi hemen yaklaştım.




Sağdaki jensen soldakine kılım
Tırın birinin üstünde supernatural yazıyordu. "Laaaan" dedim hastasıydım bu dizinin hemen kaynak oldum kalabalığa. Kesinlikle ne yapıp etmeli buraya kadar gelmişken dizide oynamalıyım dedim en kötü feysbukluk resim çekerim ortamlara şeklimi gösteririm diye düşünerek kimseye çaktırmadan izbandut gibi korumaları geçtim. Ortam muhteşemdi sağda solda makyajlı kostümlü tipler bir koşuşturma derken dizide dean karakterini oynayan jensen ı farkettim herif hakkatten erkek güzeli bir surata sahipti ama boyu kısa olduğundna" türkiyede iş yapmaz bu" dedim. Yanında sam karakterini oynayan jared vardı. Dizide hep dean karakteri sam dan bahsederken iri miri derdi bende anlamazdım olm bu niye iri diyor hakkatten gördümkü adam 2 metre nerdeyse ama bir suratsız ki sanki yeni telefonunu çarpmışlar edasıyla sinirli sinirli bakıyor sağa sola. Neyse jensen candır diyerek yanına yaklaştım." Hi i lav supernatural heyo hulee" diye karşısına çıktım, kelimeleri o kadar yutarak ve şuursuzca demiştim ki adam dediğimden ne anladıysa gülmekten altına etti ardından anlamadığım ve daha dogrusu sadece" yes, game, oo" kelimelerini anladığım bir cümleyle bana cevap vermişti ve karşılık bekliyordu. Bende böyle durumlarda kullandığım " yes" cevabını vererek tebessüm ettim. "i want to play with you just for a min" diye bir cümle kurdum kendisi bir bok anlamadı ama şansıma nerden olduğunu anlamadığım bir şekilde elime bir text tutuşturdular. Sonra jensen da sırtımı pışpışlayarak kayboldu. Bu ne lan dediğimde gördüm ki bildiğin bir rol vermişlerdi. İncelediğimde yaratık tarafından parçalanan 3. kişi rolünü vermişlerdi. Konuşma olarakda "aaaaauauuauauauuaaaa" demem yetiyordu. OO süper dememe kalmadan bir kaç herif yanıma yaklaşıp üzerime kanlı gömlek giydirdi daha sonra kan poşeti falan yapıştırmaya başladılar , "yes! no! yes! no! action!" derken ne olduğunu anlamadan kıllı mıllı kostümlü bir herif üstüme atladı. Hayvanoğluhayvan üstüme öyle bir atladı ki kafamı betona vurdum sadece" cut" diyen yönetmenin  sesini duydum sonra bayılmışım.



viktoryas sikrıt olsun çamurdan olsun
 Uyandığımda jensen başımda birşeyler diyordu "ağzıma sçtiniz lan" diye sayıklıyordum bende, elime bir 500 dolar sıkıştırdılar. Sonra uzaklaştılar jensen gelip parti vercez katıl sende dedi tamam lan dedim beni takip et deyip lamborcini türevi acaip bir arabaya bindi. Ben daha el doradonun kapısını açıp anahtarı kontağa sokana kadar uzaklaşmıştı. Yarım saat ilinoi içinde dolandıktan sonra bir cafenin önünde arabayı gördüm içeri girdim. Jensen i gördüm "e be peseveng" dedim "insan bir yavaş gider" ama kendisi sanki ona "nasılsın hacı" demişcesine "hello hay may" diyerek elime bir bira tutuşturdu. O an onu gördüm 1.90 boyunda muhteşem suratlı bir hatun jensenla takılıyordu, hatuna çaktırmadan "olm jensen bana yapsana şunu" dedim gene anlamadığım bir kaç şey dedi ama arasında şu kelime vardı "viktoryas sikrıt" evet hatun bir viktoryas sikrıt modeliydi ismi dubriç mubriçli birşeydi, bende gittim kızın kulağına yaklaşıp ince ince üfledim. Aslında çok seksi bir intiba bırakmayı düşünüyordum ama kız " oww whatt oww" diye çığlık atarak korktuğunu belli etti. "Eeh yeter lan" diyerek mekandan ayrılmaya karar verdim, tam giderken jensen "yarın cedar rapids te cekim var oraya gel bir rol veririz" anlamına geldiğini çözebildiğim bir şeyler dedi. "Tamam" diyerek eldoradoma doğru uyumak üzere seyirttim.




cedar rapids denilince aklıma hep kurabiye geliyor
Sabah kalktığımda direk cedar rapidse gittim. Ekibi bulmak zor olmadı bizdeki gibi 1-2 kamyonla çalışmıyor adamlar an az 5-6 kamyon bir kaç araba ve bisikletleri vardı. Neyse sete girdiğimde elime yeni text leri verdiler. Bu sefer yaratık tarafından ısırılan 2. kişi rolünü vermişlerdi." Tşşakmı geçionuz lan benle" dedim. Tabi kimse anlamadı "olsun kariyerim gittikçe yükseliyor" diyerek rolümü kabul ettim.





Bir kaç hafta bunlarla takıldım. Ardından Türkiyeye döndüm oynadığım bölümleri bekledim ama ne göreyim hiç bir bölümde gözükmüyordum Şerefsiz yönetmen canavara en fazla bir kişi yediriyor gerisini göstermiyordu. "Ulan jensen" dedim içimden, ama iyi adamdı hakkını yememek lazım. Gerçi bu ilk değil daha öncede star trek te foton subayı olarak oynamıştım ama türkiyeye geldiğimde foton subayı diye bir şey olmadığını aslında çay getir götür işini bana kaktıklarını öğrenmiştim.
Sonuç olarak supernaturalda oynayan ilk türk bendim. Her ne kadar gözükmesemde bir katkım vardı.

DÜĞÜM POAÇA

ÇAY KAHVE BAHANE ETKİNLİĞİNE EV SAHİPLİĞİ YAPAN MARİFETANEARKADAŞIMA GÖNDERİYORUM

PAMUKTAN BİLE YUMUŞAK

MALZEMELER
1kilo un
1su bardağı yoğurt
1paket yaş maya 42gram
1paket kabartma tozu
1yemek kaşığı şeker
2 tatlı kaşığı tuz
aldığı kadar süt
{1su bardağı sıvı yağ  dışına  }
1 yumurta sarısı , bir tatlı kaşığı yoğurt  üzerine

YAPILIŞI
Un bir kaba elenir; kenarına maya, şeker ve ılınmış sütün birazı ilave edilip, 
iyice karıştırılır, üzeri biraz unla kapatılır.Biraz bekler, un çatlamaya başlayınca
maya olmuş demektir.Diğer malzemelerde (sıvı yağ hariç) katılıp yumuşak bir
hamur yoğrulur , mayalandırılır ve iki katı olana kadar bekler, limon büyüklüğünde 
kopartılıp sıvı yağa batırılır elde tabak büyüklüğünde açılır. İstenirse içine peynir,
zeytin ezmesi konup rulo yapılıp bükülüp düğüm atılır ve yağlanmış tepsiye dizilir, 
tekrar tepsi mayası aldırılır, (1 saat beklerse iyi oluyor) üzerine yoğurt ve yumurta
sarısı sürüp  200 derecede ısıtılmış fırında pişer.       Afiyet olsun... 

28 Mart 2012 Çarşamba

Yağmur Duası


Bir kaç adam, yanlarına ilkokul çocuklarını alıp kıra yağmur duasına çıkmışlar.
Birisi “Nereye götürüyorsunuz bu çocukları?” diye sormuş.
“”Yağmur duasına. Çocukların duası kabul olurmuş ya…” demişler.
Adam umutsuzlukla cevaplamış:
“Çocukların duası kabul olsaydı, dünya yüzünde tek öğretmen kalmazdı!”

Sekreter


Temel bir gün arkadaşına telefon etmiş. Karşısına sekreter çıkmış.
Temel:
”Ben telesekretere not bırakacaktım.” demiş.
“Notunuzu bana bırakabilirsiniz” demiş sekreter kız.
Temel uzunca bir süre beklemiş. Ses çıkmamış.
Hala bir şey söylemediniz diye sekreter sorunca Temel’in cevabı: “Sinyali bekliyorum.” olmuş.

Aşkın ile gündüz gece giryânım efendim

 Aşkın ile gündüz gece giryânım efendim
Aşkın ile gündüz gece giryânım efendim
Bülbül gibi gül rûyine hayrânım efendim
Beyhûde imiş eylediğim mihr ü vefâlar
Ettiklerime şimdi peşimânım efendim

Beste: Sâdi Hoşses
Güfte: Nevres Paşa
Makam: Acemkürdî
Usûl: Yürük Semâî
Form: Şarkı
Seslendiren: Korkut Samancı

ELMALI KURABİYE

/ 100de100 Marifet 
  ARKADAŞIMIZ IN SAYFASINDA GÖRÜNCE ÇOK BEĞENMİŞ TİM DENEDİM ÇOK GÜZEL OLDULAR ELLERİNE
 SAĞLIK ARKADAŞIM
MALZEMELER

 (125 gr ) margarin
1/2 cay bardağı sıvı yağ
1/2 cay bardağı yoğurt
1 paket kabartma tozu
3 su bardağı un

İÇİ İÇİN
3  adet elma
1 çay bardağı şeker
1 çay bardağı ceviz
1 tatlı kaşığı  tarçın

ÜZERLERİ İÇİN
1 su bardağı kadar pudra şekeri


YAPILIŞI
Elmalar soyulup rendelenir    1 çay bardağı şeker ile suyunu çekene kadar pişirilir, ceviz ve tarçın ilave edilip soğumaya bırakılır.
Hamur malzemeleri hepsi geniş bir kabın içerisinde yoğurulur, resimdeki gibi şekilli kesilip elmalı içten koyulup sarılır yağlı kağıt serili tepsiye yerleştirip 180 dercede ısıtılmış fırında pişirilir, fırından çıkar çıkmaz biraz pudra şekeri eleyip soğuyunca tekrar üzerlerine pudra şekeri elenip servis yapılır .


Şu karşı yaylada göç kater kater


Şu karşı yaylada göç kater kater

Şu karşı yaylada göç kater kater
Bir güzel sevdası serimde tüter
Bu ayrılık bana ölümden beter
Geçti dost kervanı eyleme beni

Şu benim sevdiğim başta oturur
Bir güzelin derdi beni bitirir
Bu ayrılık bize zulum getirir
Geçti dost kervanı eyleme beni

Pir Sultan Abdal'ım kalkın aşalım
Aşıp yüceleri engin düşelim
Çok nimetin yedik helallaşalım
Geçti dost kervanı

Koparan sinemi ağyâr elidir

 Koparan sinemi ağyâr elidir
Koparan sinemi ağyâr elidir
Dost elinden yüreğim yârelidir
Yâreme yâre açan yâr elidir
Dost elinden yüreğim yârelidir

Beste: Bimen Şen
Güfte: ?
Makam: Kürdilihicazkar
Usul: Ağır Aksak
Seslendiren: Hamiyet Yüceses - Şerif İçli

Toplum ve İnsana Attığı Acımasız Yumruklar II

Televizyon müthiş bir icat aslında kimbilir ilk çıktığı dönem bu kadar etkili olacağı tahmin edilmiyordu belki. Bilgisayarlar içinde öyle demişlerdi ilk çıktıkları dönem son kullanıcı için çok pahalı olduğundan yokolup gidecek bir teknoloji olarak bakıyorlardı. Neyse televizyon diyordum. Muhteşem bir mallaştırma makinesi, aptallık kutusu tabiri caizse. Gözüne ışık tutulmuş kuş gibi saatlerce baktığınız bir alet. Hayatı boyunca televizyon görmemiş bir adam için fatmagülün şucu ne adlı diziyi izlerken nasıl göründüğünüzü düşünün. Dikdörtgen ışıklı ve sesli bir kutuya 2 saat boyunca bakan aynı esnada gülen ağlayan şaşıran bir insan. Aklınıza gelen ilk şey delilik olur.


       Sistemde insanlar ne kadar düşünürse o kadar aşağı itilirler. Ne kadar düşünmezse ve he he diyip geçerse o kadar üste konulurlar. İnsanlar sorunlarla sıkıntılarla bilgiye aç sorularla gelen kişileri sevmez yanından uzaklaştırır, aklı ile oynayabileceği kendi kurallarını dayatabileceği, isteklerini yaptırabileceği kimseleri yanında tutar. Televizyon nasıl bir aptal kutusu ise Toplum için düşünmek bir aptallıktır. Düşünmeye gerek yoktur, neden düşünelim ki! Aç sörvayvır ünlüler gönüllüleri mis kim zıplamış kim atlamış 3 saat boyunca seyret. Oh düşünmene gerek yok tek derdin ada konseyinde kim kime kaçacak o olsun, ondan sonra o bitsin aç fatmagülü muhteşem yüzyılı kanuniden gir fatmagülden çık arada reklamlarla beynini doldur ardından televizyonu kapa yat uyu sabah kalk işe git akşam tekrar devam et. Aslında o sabah kallkıp gittiğimiz ve tüm günü geçirdiğimiz işyeri dediğimiz yer bizim çalıştığımız yer değil, asıl işimiz eve gelip televizyonu açtığımızda başlıyor. Televizyon işçisi olmuşuz hepimiz ve karşılığında para almıyoruz üstüne beynimizi ve zamanımızı veriyoruz. Zaman derken hergün 2 saat televizyon izlediğimizi düşünelim ortalama yaşam ömrümüzde 60 sene olsun su an minimum 20 yaşında olduğunuzu düşünerek 20 senesini atalım kaldı 40:) bir günde ortalama 8 saat uyuduğumuzu düşünelim;

bir ayın 10 günü
senenin 120 günü
40 senenin ise 13 senesi uyumakla geçiyor.





 Öyle ki ben öğrenciyken 10 saatten aşağı uyumayan bir hayvandım oraya değinmiyorum. Neyse bize kalan 27 sene. Ne kadar az değil mi? Hani daha afrikaya gidecektik papua yenigine de maymun sevecektik? Venedikte gondoldan şıpır şıpır su fışlatcaktık? neyse bu 27 senede haftada 5 gün sadece 5 saat calıstığımızı düşünelim ki nerede çalışıyorsak artık bu kadar az, olsun biz kaliforniya valisi yada mişigın kaymakamı olduğumuzu düşünelim neyse haftanın sadece 5 günü ve günde 5 saat çalışırsak;

haftada 25 saat
ayda 100 saat
senede ise 1200 saat yani 50 günümüz
27 senede ise 1350 günümüz yani 4 senemiz çalışmakla geçti.

Geriye ne kaldı 23 sene. Ve bu şu an 20 yaşında olanlar için geçerli. Eğer 30 yaşında iseniz size kalan 13 sene.

Neyse siz 20 yaşındasınız diyelim ve elinizde sadece 23 sene var kendinize ayırabileceğiniz. Ve bu minimum olan süre yok tibette 90 sene yaşayan biri olmayı hayal ediyorsanız size bir şey diyemem ama bu zamanı iyi kullanmaya bakın. Günde 2 saat televizyon izlerseniz bu 23 senenin 2 senesini sörvayvıra, fatmagüle, osmanla izdivaç programlarına vermiş olursunuz.

E ben bunları izlemiyorum televizyonda cnbc-e belgesel başka birşey izlemem birde movie max, e ben napacağım?

Günde iki saat çita izliyorsanız gidin afrikaya kendisini görün daha mantıklı bence hatta şimdi bir kenyada safari turu ne kadarmış bakalım,
 Kenya Safari Turu

 yuh 1669 avro yani 3.800 tl falan  tabi siz mallık yapıp turla gitmeyin alın uçak biletini kendiniz takılın onun fiyatına bakalım merak ettim yahu kenyaya uçak bileti gidiş dönüş;
Kenya Gidiş Dönüş (link çalışır umarım)

Gidiş dönüş THY 625 avro 1500 tl e gidin işte orda bir otel ucuz bulursunuz takılırsınız.

Zaman konusunu yeterince ayrıntılı anlatabildim sanırım yani hayatımız çok kısa ve göz açıp kapayıncaya kadar geçiyor en azından bu kısa zamanda hayalleriniz gerçekleştirin yapmak istedikleriniz yapın, eğer hayaliniz televizyon izlemekse izleyin anasını satim sabah akşam televizyon izleyin ama bunu siz istediğiniz için yapın.



Toplum ölümsüzdür. Çünkü toplumu oluşturan bireyler bir nehir edasıyla toplumun önünden akar giderler. Nehrin başında doğup sonunda ölürler ama arkadan yenileri doğar ve onlarda ölür sonra yeniden doğar... Toplum sizi o nehirin başında izler ve o ölen insanların kötü huylarını iyi huylarını aşklarını, sevgilerini, intikam duygusunu, oyunlarını, hayallerini, umutlarını sentezler. Bunları birbirine karıştırır ve elde ettiği bu tatsız acaip lapayı yeni doğanlara yedirmeye çalışır.

Hesapladığımız o 23 sene nehrin başından sonuna kadar akacağımız süredir. Ve o zaman içinde size toplum tarafından o tatsız tuzsuz lapa zorla yedirilmeye çalışılır.

Yemeyiniz.

Düşünün yeter.

Kek bahane önlük şahane

Yavrulara hergün okul için ev yapımı beslenme yapmaya çalışan annelerdenim,tabii onlar hazır şeyleri yemeye bayılsalarda ,ben azimle hazırlamaya devam edeceğim.
Kek bahane ,önlüğüm şahane.Yeni dikildi.Önde cebinde bişeyler eksik .En kısa zamanda oraya bişeyler konduracağım.
Gelelim top keklere,yoksa cupcake mi desem ,evet böyle daha havalı.Bildiğiniz ev keki yani.Sadece minik kek kalıplarında piştiler.Üzeri Dr. profesör Oetker'in beyaz çikolata sosu ve minik topçuklarla süslendiler.
Ve test anı.Arabada dedesi annen kek yaptı demiş.O da bas gaza dede bas demiş.Git de yapma şimdi bu kuzulara bişeyler :))))
Resimler dünden.Ben okula gidiyorum.Bugün seminer günüm.Güzel bişeyler yakalarsam yine paylaşacağım.

27 Mart 2012 Salı

Söyleme bilmesinler bu aşkın bittiğini


Söyleme bilmesinler bu aşkın bittiğini


Söyleme bilmesinler bu aşkın bittiğini
Neden beni bırakıp terkedip gittiğini
Yolumuz ayrılsa da dost kalalım seninle
Yalan olan sevgimiz düşmesin el diline

Hiç kimse dolduramaz kalbimdeki yerini
Yok artık benim için senden başka sevgili

Biliyorsun çekemez hep kıskanırlar bizi
Biliyorsun yıllarca çıkmaz iftira izi
Bırak gizli sırrımız içimizde yaşasın

Madem küstün dargındın neden geldin ağladın


Madem küstün dargındın neden geldin ağladın

Madem küstün dargındın neden geldin ağladın
Rıhtımda boynun büküp ana mendil salladın
Bu halinle beni şifasız yaraladın
Rıhtımda boynun büküp bana mendil salladın

Beste: Yusuf Nalkesen
Güfte: Yusuf Nalkesen
Makam: Hüzzam
Usûl: Curcuna
Form: şarkı
Seslendiren: Süheyla Eren

Çatılmış kaşlarınla kime düşman gibisin


Çatılmış kaşlarınla kime düşman gibisin

Çatılmış kaşlarınla kime düşman gibisin
Gözünde yaşlarınla belli pişman gibisin
Nazar mı değdi bize düştük bu hale neden
Kaderimiz böyleymiş ayrıldık istemeden

Çağırıyormuş gibi kulağımda hep sesin
Ölsem bile unutmam şu mahsun kalbimdesin
Alamaz hiç kimse bil kalbimdeki yerini
Rastlarsan birgün bana gizleme gözlerini

Beste: Yusuf Nalkesen
Güfte: Yusuf

Jip De Yoksa


İki acemi er paraşüt eğitimlerini tamamladıktan sonra ilk atlayışları için havalanırlar. Makul seviyeye geldiklerinde komutanları son kontrolleri yapıp:
- Atladıktan bir süre sonra paraşütün sağ tarafındaki ipi çekin, paraşütleriniz açılacaktır. Şayet açılmazsa hiç telaşa kapılmayın, sol tarafta yedek bir ip var onu çekin, sorun kalmaz. İndiğinizde sizi bir jip bekliyor olacak;sizi karargaha geri götürecek. Askerler korkarak da olsa atlamışlar. Heyecanla sağ taraftaki iplerine asılmışlar.. Tık yok. Biraz da korkuyla sol taraftaki iplere asılmışlar, paraşütler yine açılmamış… Çok sinirlenen asker:
- Bu komutanın hiçbir dediği çıkmıyor; dur bakalım, aşağıda jip de yoksa o zaman görüşürüz onla!

Bugün güzel bir gün,çünkü...

Artık ikitane puantiyeli kupam ve puantiyeli çoraplarım var  :)
Dün blogları gezerken puantiyeli kupaları gördüm. Keşke bende de olsa bunlardan diye geçirdim içimden ve mesajımı evrene attım .Akşam üstü zil çaldı .Kim o sorusuna ,kargo deyince şaşırdım.Esas şaşkınlığı paketi açınca yaşadım,çünkü içinde sadece bir kaç saat önce istediğim kupalardan vardı.Şimdi bu çekim değil de nedir söyleyin bana.Canım arkadaşım "Enerji ve Huzur"Fatoşçuğum puantiyeli bişeyler görünce dayanamamış almış benim için.Üstelik o puantiyeli çorapları da çok beğenmiştim daha önce,hatta almak istedim ama ödeme kuyruğunu görünce vazgeçmiştim.Evet evren beni seviyor ama esas bu evrende  beni seven bu kadar iyi arkadaşlarım olduğu için çok şanslıyım.Teşekkürler bitanem !!!
Bu da son ördüğüm oyuncak leylek.Berkeye  leylek olduğunu kabul ettiremedim.Martı deyip duruyor.
Herkese güzel bir salı diliyorum !!!Perşembeyi iple çekiyorum ,neden mi??? Sonra anlatırım:))

Hem cemâlin gösterip çekmek olur mu kendini


Hem cemâlin gösterip çekmek olur mu kendini

Hem cemâlin gösterip çekmek olur mu kendini
Böyle aşkın ıstırâbı öldürür her dem beni
Göster Allah aşkına bir kere olsun handeni
Kaçma gel ey şivekârım kalbim özler hep seni

Beste: Zeki Duygulu
Güfte: Sâdık Açar
Makam: Hüseyni
Usûl: Müsemmen
Form: Şarkı
Seslendiren: Adnan Şenses

26 Mart 2012 Pazartesi

Bir Darbenin Anatomisi, Yılmaz Öztuna

Bir Darbenin Anatomisi, Yılmaz Öztuna, Ötüken Neşriyat, 1990, İstanbul   
1876 Askeri Darbesi, Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesi ve ölümü...

    Kitabın birinci bölümünde; 1876 Türkiyesi tasvir edilmiş, 1074’ten 1875 yılına kadar hızlı bir geçiş yapılmış ve ardından eylemi gerçekleştiren kişiler detaylı bir şekilde tanıtılmıştır. Bu bölümde sultan İkinci Mahmud için Kanuni Sultan Süleyman’dan beri gelen padişahların en büyüğü olarak bahsedilmektedir. Ali Paşa’nın 1871 yılında öldükten sonra “kaht-ı rical” (devlet adamı kıtlığı) oluştuğu belirtilmektedir. Eylemin en önemli kişisi olan Hüseyin Avni Paşa ilk olarak anlatılmıştır.
    Kitapta anlatıldığı şekli ile Hüseyin Avni Paşa Fuad Paşa’nın himayesindedir. Hüseyin Avni Paşa Birinci Ordu Komutanı iken bir cuma selamlığında Sultan Abdülaziz’in eşlerinden birine sözle sarkıntılık etmiştir. Bu olayın neticesinde Hüseyin Avni Paşa görevden alınmış, 14 ay hiçbir görev almamış, fakat maaşını almıştır. Bu suçuna rağmen yükselmeye devam etmiş ve sonunda Serasker olmuştur. Serasker görevinde iken padişahın çok yüksek rütbeli cariyelerinden biri veya ikisiyle münasebette olduğu ortaya çıkmış, bunun üzerine rütbesi ve nişanları alınıp Isparta’ya sürülmüştür.
Fakat 15 Şubat 1873’de rütbesi ve nişanları iade edilmiş ve ikinci defa serasker olmuştur. 1874’de de sadrazamlığa getirilmiştir. Yerine geldiği sadrazam Şirvani-zade Rüşdü Paşa’yı önce Hicaz valiliğine getirerek İstanbul’dan uzaklaştırmış sonrasında Taif’de zehirleterek öldürtmüştür. Hasta olduğunu ileri sürerek tedavi için Avrupa’ya gitmiş, Londra’da İngiltere nazırları ile Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesini görüşmüş ve İngiltere’nin olurunu aldıktan sonra Avrupa’dan dönmüştür.
    Midhat Paşa eylemin ikinci şahsıdır. Midhat Paşa’nın şöhreti bugünkü Bulgaristan’dan daha büyük olan Tuna valiliği görevinde iken yaptığı harika işlerle bütün Avrupa’ya yayılmıştır. Midhat Paşa Ali Paşa’nın himayesindedir. Sadrazamlığı sırasında yolsuzluk yapmış ve padişaha açığı olan bütçede gelir fazlası olduğu yalanını söylemiştir. Bunun üzerine görevinden azledilmiştir. Yeni Osmanlılar’ın çok sevdiği padişahın yeğeni Veliahd Murad tarafından desteklenen Midhat Paşa İngiltere’deki parlamento idaresini Osmanlı Devleti’nde uygulandığı an Osmanlı’nın İngiltere kadar bayındır olacağına inanmaktadır. Hüseyin Avni Paşa’ya göre Midhat Paşa muhteris, akılsız ve gerçekleri anlamakta yeteneksiz bir insandır.
    Mütercim Rüşdü Paşa eylemin üçüncü kişisidir. Arabca, farsca ve çok iyi derecede fransızca bilmektedir. Sultan Mahmud’un kurduğu yeni askeri okullar için kitaplar ve tüzükler tercüme ederek padişahın takdirini kazanmıştır ve “Mütercim” diye anılmaya başlamıştır. Mütercim Mehmed Rüşdü Paşa batı kültürüne sahip, son derece zeki ve kurnaz bir politikacıdır. Aynı zamanda aksi mizaçta, korkak ve mesuliyet yüklenmekte son derece ürkek bir insandır. Entrikacı, yalancı ve menfaatlerine düşkündür.
    Hasan Hayrullah Efendi eylemin dördüncü ve sonuncu büyük şahsiyetidir. Şeyhülislam Hasan Hayrullah Efendi menfaatlerine son derece düşkün bir yobazdır. Sesinin güzelliği sayesinde aklından bile geçiremiyeceği mertebelere yükselmiştir. Şeyhülislamlık görevini layıkıyla yerine getiremediği için bu görevde sadece 38 gün kalabilmiştir. Mütercim Rüşdü Paşa sadrazam olunca O’nun teklifiyle tekrar şeyhülislam olmuştur. Sarayda Şerrullah = Allah’ın Şerri olarak anılmaktadır.
    Eylemi tek başına Hüseyin Avni Paşa planlamıştır. Eylemin diğer kişileri eyleme bir hafta kala plandan haberleri olmuştur.
    Kitabın ikinci bölümünde, eylemin nasıl gerçekleştiği anlatılmaktadır. Eylemi gerçekleştirmek için Hüseyin Avni Paşa Süleyman Paşa’yı kullanmıştır. Eylemde Türkçe bilmeyen birkaç bölük arab asıllı asker ve er kıyafeti giydirilmiş 300 Harbiyeli kullanılmıştır. Mekteb-i Harbiye-i Şahane Komutanı Süleyman Paşa askerlere ve Harbiyelilere padişaha suikasd yapılmak üzere bulunulduğu, bu suikasdin önlenmesi için sarayın içinden dışarıya ve dışardan saraya kuş uçurtulmaması gerektiğini söylemiştir. Gerçekte olayı sadece 63 kişi bilmektedir. Eylemin gerçekleştiği sabah Sultan Abdüllaziz’in eline birkaç defa kurtulma şansı geçmiş, fakat basireti bağlanmış gibi bu şansların hiçbirisini değerlendirememiştir. Ayrıca eylemden birkaç gün önce Sultan Abdülaziz önce büyük oğlu Şehzade Yusuf İzzettin Efendi sonrada validesi tarafından uyarılmış, fakat oğlunun ve annesinin söylediklerini Sadrazam Mahmud Nedim Paşa’nın vesveleri olarak değerlendirmiştir.
    Padişahın tahttan indirilmesi için padişahın delirmiş veya dinden sapmış yada vatana hiyanet suçunu işlemiş olması gerekmektedir. Midhat Paşa tarafından halkın ve ordunun eylem sonrası isyan etmemeleri için bu ithamları içeren bir fetva kaleme alınmış, fakat kimse bu ithamlara inanmamıştır.
    Eylemden bir gün sonra 63 kişilik cunta ekibinin bütün yalan ve uydurmalarına rağmen herkes olayın içyüzünü öğrenmiştir. Herkes Sultan Aziz’in ihtiyatsizlik ettiğinde hemfikirdir. Eğer eylem bir gün daha geciktirilseydi, Hüseyin Avni Paşa seraskerlik görevinden azledilip yerine eski serasker Müşir Derviş Paşa getirilecektir.
    Sultan Abdülaziz hal’inden sonra, kendisi gibi Türkiye’nin yükselmesi için büyük çaba harcayanların yabancı güçler tarafından Türk devlet adamlarına para dağıtılarak felakete uğratıldıklarını açıkça ima etmiştir.
    Eylemin ardından Sultan Abdülaziz’in servetinin tesbiti için bir komisyon kurulmuştur. Bu komisyon Sultan Abdülaziz’in ilk gün çalınan yüzbinlerce altın değerindeki mücevherler hariç olmak üzere 8.285.000 altın serveti olduğunu tespit etmiştir. Bu hazinenin içerisinde Sultan’ın annesinin, eşlerinin, kızlarının ve oğullarının nakti paraları da olmasına rağmen bütün para Sultan’ın olarak kabul edilip bu servete milletindir denilerek el konulmuştur.   
    Sultan Abdülaziz’den sonra tahta Beşinci Murad geçmiştir. Beşinci Murad babasından ve amcasından da müsrif bir insandır. Padişah olduğunda borçlarının seviyesi bir milyon aziz altına ulaşmıştır. Bu borçların çoğunluğunu Yeni Osmanlılar cemiyetine verdiği paralar teşkil etmektedir.
    Sultan Abdülaziz eylemin beşinci gününde, Ortaköy’de ikamet ettirildiği yerde öldürülmüş ve Hüseyin Avni Paşa tarafından intihar süsü verilmiş ve yine aynı kişinin taraftarı olan doktorlar tarafından intihar ettiğine dair bir rapor hazırlanmıştır.
    Eylemden tam oniki gün sonra Sultan Beşinci Murad akli dengesini tamamen kaybetmiş ve eylemin 93’üncü gününde Sultan II. Abdülhamid padişah olmuştur.
    Kitabın üçüncü bölümünü yazar KARŞI EYLEM olarak adlandırmıştır.
    Eylemin onbeşinci günü, yani Sultan Abdülaziz’in ölümünden on gün sonra, Sultan Abdülaziz’in kayınbiraderi, Neş’erek Kadın-Efendi’nin kardeşi Çerkes Hasan, Hüseyin Avni Paşa’yı, Ahmed Paşa’yı ve Midhad Paşa’yı öldürmek için bu kişilerin de bulunduğu bir toplantıyı basmış, ancak bu üç kişiden sadece Hüseyin Avni Paşa’yı öldürebilmiştir.
    Sultan Murad Çerkes Hasan olayını duyduktan sonra tamamen akli dengesini kaybetmiştir. Sultan Murad’ın hastalığı artık halktan gizlenemiyecek seviyeye gelmiştir. Bu durum karşısında veliahd Abdülhamid Midhat Paşa’yı ve Rüşdü Paşa’yı Maslak köşküne davet edip, hastalığı ciddi olan ağabeyi Sultan Murad’ın tahttan indirilip kendisinin saltanatı devralması konusunda ikna etmeye çalışmıştır. Bunun üzerine hemen kabine toplanıp bu yönde karar alınmıştır. Sultan Beşinci Murad saltanatının 93’üncü gününde tahttan indirilerek yerine kardeşi Sultan II. Abdülhamid getirilmiştir.
    Sultan II’nci Abdülhamid, Midhat Paşa’nın hazırladığı anayasayı 23 Aralaık 1876 günü top atışları ile ilan etmiştir. Bu şekilde Birinci Meşrutiyet ilan edilmiştir. Midhat Paşa bu anayasa ile büyük devletleri şiddetle etkiliyeceğine ve Balkanlar’da hristiyanlar lehinde reform istemekten vazgeçireceğine inanmaktadır. 
    Sultan Abdülhamid, siyasetinden ve karakterinden hoşlanmadığı Midhat Paşa’yı bir Avrupa gezisinde iken görevinden almış ve yerine eski fransızca öğretmeni İbrahim Edhem Paşa’yı getirmiştir. 19 Mart 1877’de de Meclis-i Mebusan’ı açmıştır. Midhat Paşa meclisin açıldığını Avrupa’dan duymuştur. Bu olaydan kısa bir süre sonra da meşhur 93 Harbi başlamıştır.
    93 Harbi Türkiye için çok vahim sonuçları olmuş ve arkasından Sultan Abdülhamid 13 Şubat 1878’de meclisi süresiz olarak kapatmıştır. Böylelikle Birinci Meşrutiyet fiilen sona ermiş ve “Devr-i İstibdad” olarak tarihe geçen Sultan II’nci Abdülhamid’in 30,5 yıllık şahsi idare dönemi başlamıştır. Yazar meclisin kapatılmasını II’inci Abdülhamid’in büyük hizmetlerinden biri olarak değerlendirmektedir.
    1876 askeri darbesi olmasaydı, yani Sultan Abdülaziz tahttan indirilmeseydi, çok ağır sonuçları olan 93 Harbi’nin olmayacağı belirtilmektedir. Bundan dolayı yazar  özellikle Hüseyin Avni Paşa ve Midhat Paşa başta olmak üzere bütün cunta ekibine adeta kin kusmuştur. Ayrıca 1876 eyleminden cesaret alan, eski Yeni Osmanlılar’dan gazeteci Ali Suavi Efendi 93 Harbinden yararlanmak istemiş ve tekrar Sultan V’inci Murad’ı tahta çıkarmak istemiş ve buna teşebbüs etmiş, fakat başaramamıştır. Bu olayın neticesinde Sultan II’nci Abdülhamid’in şahsına bağlı gizli bir emniyet teşkilatı kurması ile bu teşkilatın hafiye denen meşhur ajanları ortalığı istila etmiş ve basın hürriyeti kalmamıştır. Ali Suavi olayının arkasında, Sultan II’nci Abdülhamid, sadrazam Sadık Paşa ve eniştesi Serasker Damad Mahmud Celaleddin Paşa ve birkaç şairin olduğunu, bunların arkasında da İngiltere’nin olduğunu beyan etmiştir.
    İkinci Meşrutiyet’in ilanından daha bir yıl geçmeden, Sultan Abdülhamid’i 31 Mart asilerinin ellerinden kurtaracağını ilan ederek Selanik’ten çıkan “Harekat Ordusu” adı verilen ve içinde Türkler’in azınlıkta olduğu birliğin başında Mahmud Şevket Paşa bulunmaktaydı. Yazara göre bu olayla 550 yıllık Türk yurdu Rumeli’nin kaybı ve Türk sınırının Adriyetik’ten Meriç’e çekilmesine netice veren olaylar silsilesinin baş halkasını oluşturan Mahmud Şevket Paşa, Hüseyin Avni Paşa’nın Dolmabahçe Sarayı’nı yağmaladığı gibi Yıldız Sarayı’nı yağmalamıştır.
    Kitabın dördüncü bölümü yargı bölümüdür. Bu bölümde Sultan II’nci Abdülhamid’in kurdurttuğu Yıldız mahkemesi süreci çok detaylı bir şekilde anlatılmıştır. Ayrıca 1876 Darbesi, Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesi ve ölümü ile ilgili sanıkların ve şahitlerin sorgularına, bu kişiler hakkındaki diğer kişilerin yorumlarına yine bu bölümde yer verilmiştir.
    Yıldız Mahkemesinde toplam 11 sanık yargılanmıştır. Bunlar: eski Sadrazam Midhat Paşa, eski nazırlardan Damad Mahmud Celaleddin Paşa ve Müşir Damad Nuri Paşa, eski ikinci mabeynci Fahri Bey ve Seyyid Bey, Albay İzzet Bey, Binbaşı Namık Paşa-zade Ali Bey, Binbaşı Gürcü Necib Bey, Pehlivan Mustafa Çavuş, Pehlivan Cezayirli Mustafa, Pehlivan Hacı Mehmed’tir. Üç gün süren mahkeme sonucunda yukarıda isimleri olan kişilerden sadece Midhat Paşa idama, diğerleri ise 10’ar sene hapse mahkum edilmişlerdir.
    Midhat Paşa temyiz mahkemesine başvurmuş, temyiz mahkemesi ilk mahkemenin verdiği kararı doğru bulmuş, ancak mecliste görüşülmesine karar vermiştir. Meclis de kararı doğru bulmuş fakat idam cezaları ile ilgili olarak padişaha af hakkı tanımıştır. Bunun üzerine Sultan II’nci Abdülhamid idam cezalarının hepsini müebbed hapse çevirmiştir. Bu suretle 9 idam hükümlüsünün ve Yıldız Mahkemesinde hüküm yememekle beraber aynı statüde olan Manisa’daki Rüşdü Paşa ile Medinede’ki Hayrullah Efendi’nin cezaları da müebbed hapse çevrilmiştir. Ama sonuçta Sultan Abdülaziz Vakası’na karışan herkes cezalandırılmıştır.
    Kitabın son bölümünde bir “Netice” kısmı yer almaktadır. Burada yazar 1876 Askeri Darbesi ve doğurduğu sonuçlar hakkında fikirlerini kısa ve toplu bir şekilde tekrar beyan etmiştir.