29 Mart 2012 Perşembe

GÜLERYÜZLÜ TIP


Modern doktorun hastalığı teşhis etmede attığı ilk adım, aslında hiç de yüksek teknoloji gerektirmeyen hastayla konuşmak ile yani hastadan öykü almakla başlar. Bu gerçek, Gallen’den, Hipokrat’dan beri hep böyle olagelmiştir.  Teknolojide ve tıpta gerçekleşen baş döndürücü ve heyecan verici gelişmelere karşın hekim hasta ilişkisinde yine de temel iletişim biçimi Hipokrat döneminde olduğundan hiç de farklı değildir. Bu durum hekim-hasta ilişkilerinde inanılmaz bir ikilem yaratıyor. Günümüzün hekimi, hastanın duygusal ve desteğe gereksinim duyan yanını bir yana bırakarak tıpkı tıbbın ilkel çağlarındaki büyücüler gibi hastaya bilinmez bir takım tetkikler yapıyor, hastanın hiç de tam olarak anlamadığı tedaviler uyguluyor ve bu tetkik ve tedavilerin hiç sorgulanmadan hasta tarafından kabulünü bekliyor. İnsanın kendisine neler yapıldığını bilmek en temel hakkıdır. Durum böyle olunca bu çelişki, kocaman bir güven bunalımı ve kargaşa anlamına geliyor.

Peki, hasta hekim ilişkisinin sağlıksız yürümesinde temel sorumlu kimdir?

Sorumluluk öncelikli olarak hekimlerindir. Pek azımız hastayla güvene dayalı bir ilişki kurabiliyoruz. “Bu iş öyle karmaşıktır ki size anlatsam da anlamazsınız” yaklaşımının en azından hasta gözünde ilkel çağlardaki büyücülerin yaklaşımından çok da farklı olmadığını düşünüyorum.   

Hekimlerin asla unutmaması gereken bir diğer nokta “tıpta değerler dizisinin dinamik bir biçimde değiştiği” gerçeğidir.    Fransız bir bilim adamı olan Jean Baptist Denis, 17 yüzyılda, uysal hayvanlardan yapılan kan naklinin bazı psikiyatrik hastalıkların tedavisinde kullanılabileceğini iddia ediyordu. Eğer uysal hayvanların kanı saldırgan davranış biçimleri sergileyen akıl hastalarına verilirse hastaların uysallaşabileceğine inanıyordu. Denis, bu amaçla koyun kanını akıl hastalarına vermiş ve tümünün ölümüne neden olmuştu. Belki de o zamanlar akıl hastalarının yakınlarına “bu tedavi yeni bir tedavidir ve hastanızı kurtarabilir” diyordu, kimbilir?   Öte yandan tıpla hiç ilgisi olmayan ancak tıbba büyük katkıları olmuş başkalarının da tıp dünyası tarafından dışlanmış ve küçümsenmiş olduğu bir gerçektir. Örneğin mikroskop, ilk yıllarında sadece saray mensupları, soylular ve zenginlerin bir oyuncağı olmaktan öteye gidemedi. Ünlü Alman yazar Goethe, mikroskobu tıpkı teleskop gibi insanın kafasını karıştırmaya yarayan anlamsız bir buluş olarak görmekteydi. Leeuwenhook, buluşunu ve bulgularını küçümseyen mağrur tıp çevrelerine şu sözlerle sitem ediyordu.  “Çalışmalarımın katıksız hayal ürünü olduklarının söylendiğini duydum. Fransa’da biri, bahsettiğim küçük yaratıkların aslında cansız olduğunu söylemiş. Oysa ben bunun aksini pek çok saygın bilim adamına kanıtladım. Böyle yorumlar yapan gözüpek kişilerin yargıda bulunacak deneyimleri olmadığını görüyorum.’ Günümüzde, Leeuwenhoek’un tanımladığı küçük mikroorganizmaların varlığını inkâr edebilir miyiz?   Özetle belirtmek gerekirse, hekimler ne kadar önyargıdan uzak, ne kadar iç görü sahibi ve verdiği tanı ve tedavi kararlarında ne kadar sorgulayıcı ve kuşkucu olursa o denli ideal hekime yakınlaşır diye düşünüyorum.  Kanımca bunu sağlamanın yolu hekim merkezli bir hasta-hekim ilişkisinden hasta merkezli bir iletişime geçebilmenin yollarını araştırmakla olabilir.

Bence yukarıda tartışmaya çalıştığım sorun güncel tıbbın en kritik sorunlarından biridir. Bu sorunun çözümü amacıyla dünyada birçok tıp fakültesinde ve ülkemizde de klinik stajlar sırasında uygulamalı etik dersleri konuldu. Amaç öğrencilere uğraştıkları ana unsurun insan olduğunun hatırlatılması. Bu amaçla tamamen interaktif, hiçbir yönlendirmede bulunmadan öğrencilerin belli etik konularda duyarlılık kazanmaları hedefleniyor. Örneğin hastaya ya da hasta yakınlarına kötü haber nasıl verilir. Bir insana “sen lösemi hastasısın” ya da “bu girişim sonucu ölüm riskin şu kadardır” nasıl söylenir, ya da söylenmeli midir? Öğrenciler, eğiticilerin gözetiminde bu ve bunun gibi birçok etik konuyu tartışıyorlar. Bu dersin klasik etik derslerinden farkı, öğrencilerin hastayla karşılaşmaya başladıkları klinik stajlar sırasında verilmesi ve klasik ders anlatımı olmadan interaktif ve öğrenci merkezli olarak yapılmasıdır. Bu derslerde hekim adaylarına hiç bir yönlendirmede bulunmadan, asla kesin doğrular veya davranış kalıpları sunmadan insana yönelik bir duyarlılık kazandırmak hedeflenmektedir. Aslında hekim adaylarının tüm meslek yaşamları boyunca şu soru ile yaşamalarını sağlayacak eğitim metodlarının geliştirilmesi gereklidir.  “ Belki hastalığınıza değil ama size insan olarak duyarsız, ilgisiz kalan, sizi sadece gerektiği kadar dinleyen ve hiçbir tinsel gereksiniminizi karşılamayan bir hekime ne kadar güvenebilirsiniz?.  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder