24 Temmuz 2011 Pazar

BABA OLMAK

Oğlumla ilk göz göze geldiğimde tüm yaşamım değişti. Henüz bir kaç gün olmuştu dünyaya geleli. Beni görüyor muydu bilmiyorum, öylecene dikmiş gözlerini gözlerime, bana bakıyordu. Gözlerimi kaçırdığımı, şaşırdığımı, biraz utandığımı hatırlıyorum.  Büyülü bir andı ve o ilk bakış, hayatımı “ondan önce” ve “ondan sonra” diye ikiye ayırdı.

Ben bir hekim çocuğuyum, çocukluğum hastaneden yorgun argın eve dönen babamı beklemekle geçti. Öylesine işine yoğun bir adamdı ki, çoğu zaman onunla oturup 10 dakika konuşamazdım.  O zamanlar babama çok kızardım.  Onu ancak yıllar içinde anladım.  Sadece aynı meslekten olduğumdan, o zaman ne hissettiklerini anlamaya başladığımdan değil, başka ve çoğunu tanımlayamadığım nedenlerden de, her geçen gün ona daha yakın hissettim kendimi.

Oğlum ne zaman bana “sitem” etse babam aklıma gelir.  Çoğu zaman yorgun bedenim, işimle dolu beynim oğluma yeterli vakit ayırmamı önlüyor.  O da bana tıpkı ben gibi kızıyor, biliyorum. 

Şimdilerde babam da kızıyor bana, salt torununa daha fazla vakit ayıramadığımdan değil, kendine de yeterli zaman ayırmadığımı düşünüyor. Yanında olmadığımdan yakınıyor hep. Oysa ben de küçük bir çocukken yanında olmak isterdim hep, beni farketmiyor sanırdım. Aynı yanlışı şimdi o bana yapıyor. Ne yaman çelişkidir değil mi? babama en çok gereksinim duyduğum çocukluk yıllarımda, o hep çok meşguldü. Şimdi o beni istiyor ama şimdi de ben çok meşgulüm.

Geçtiğimiz haftalarda oğlumla tüm bir -pazar gününü birlikte geçirdik. İki yetişkin arkadaş gibi birlikte dolaştık sokaklarda, başbaşa yemek yedik, kitaplara, CD’lere baktık, kahve içtik birlikte. Yorulduğumuzda bir kafeye oturup Asteriks okuduk birbirimize. İşlerimden söz ettim, dinledi. O arkadaşlarını anlattı, ben dinledim. Olmadık şeylere güldük, maça gittik birlikte, takımın kötü oyununa sinirlenen taraftarları izleyip çok eğlendik, sosisli sandviç yedik devre arasında. Düşünüyorum da, yaşamında hangi güne geri dönmek istersin deselerdi, yanıtım “o Pazar” günü olurdu herhalde.

Kimi akşamları uykudayken seyrediyorum oğlumu, kokusunu biliyorum, aklıma kazınmış, soluk alıp verişini izliyorum. Uyanıkken eskisi kadar çok yaklaştırmıyor beni yanına, onun istediği başka artık. Artık iki yabancıdan olma üçüncü bir yabancı olduğunu bize öğretme sürecinde şimdi. Öğreniyoruz hepimiz. Bazen kendime soruyorum. “Bu evimdeki küçük adam kim, nereden çıktı şimdi?” Bazen ne kadar büyüdüğüne, ne kadar yaşlandığıma inanamıyorum. Bizim çocukluğumuzda leblebi tozları vardı, komşuların Shaub Lorenz televizyonlarında siyah beyaz “Pilli bebek” dizileri izlerdik. Korkusuzca sokaklarda dolaşır, akşam yemeğine gecikip anne babalarımızı kızdırdırırdık. Benim oğlum farklı benden, bilgisayarın başında çoğu kez, hiç anlamadığım bambaşka bir dünyaya hazırlanıyor. Yardımıma gereksinimi hiç yokmuş gibi hissettiriyor bazen. Benim bilip onun bilmediklerini öğrenmesi gerkemezmiş gibi düşünüyorum.

Ama bana gereksinimi aslında var.

Onun benden ve annesinden özerk biri olduğunu bilmeye gereksinimi var. Farklı zevkleri, istekleri, hayalleri, idealleri olduğunu görmemize gereksinimi var. Saygı görmeye, desteğe, yüreklendirilmeye, korunmaya gereksinimi var.

Dahası da var.  

Daha adil bir dünyaya, daha yeşil, daha mutlu, daha sulak bir dünyaya gereksinimi var, kansız, gözyaşı olmayan, insanların “öteki” olmadığı bir dünyaya.

Eskiden uydurup anlattığım masalları dinlerdi merakla. İyi adam hep kazanırdı. Artık kulak asmıyor. Şimdi 10 yaşında ve iyi adamların hep kazanamadığını öğrendi belki de. Eskiden o uyumadan yanına uzanırdım. Meraklı gözleri loş ışıkta gözlerime kenetlenirdi ve ben anlatmaya başlardım.

 “ Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde “Basra” diye bir kent varmış. Bu kentte “Sinbad” adında biri yaşarmış...”

Ben masalı bitirmeden, ufaklığın gözleri kapanır, öykünün sonunu beklemeden uykuya dalardı. Belki de düşlerinde “halısının üzerinde uçan neşeli adamı” görürdü. Oysa gerçek yaşamdaki öykünün sonu yetişkinler içindi.

“Bunca kan ve gözyaşından sonra geride ne Sinbad’a, ne de onun doğduğu şehir “Basra”ya ait bir iz, bir kalıntı kaldı” 

Onunla ilk göz göze gelişimiz ile değişti herşey. Henüz bir kaç gün olmuştu dünyaya geleli. Beni görüyor muydu bilmiyorum, öylecene dikmiş gözlerini gözlerime, bana bakıyordu.

Kendi çocuğunuz olması hiç gerekmez. Bir çocuğun gözlerinin ta derinine bakamadan, bir çocuğa emek vermeden, onun sorumluluğunu duymadan eksik bence insan. Eğer bu dünyayı değiştirecek bir güç, bir umut varsa, sanırım o güç masum bir çocuğun gözlerinin derinliklerinde saklanandır. Bu dünyayı değiştirecek olanlar, o bakışların derinliklerindeki gücü görmeyi başaranlardır.

                                                                                                                                                             31.03.2009

www.mustafacetiner.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder