17 Nisan 2011 Pazar
Orda bir kent var yakında...
Eski bir koku, eski bir vagon, eski gemileri, ve eski devlet dairelerindeki çelik büro malzemelerini hatırlatan boyalı çelik kapılar ve duvarlar. Karaelmas ekspresi, Zonguldak'ın bir kömür madeni ve işçi şehri olduğunu hatırlatarak karşılıyor beni. Üç eski vagon. İkisi kompartımanlı. Tabii ki yataklı ve restoran vagon yok. Çocukluğumdan beri Zonguldak, Zonguldak diye duya duya kanıksadım her çok duyulan sözcük gibi anlamını düşünmeden... Oysa 1800'lü yıllarda Fransız ve Belçika çok uluslu kömür şirketinin haritalarında "Zone Gul Dagh" olarak işaretli Gül Dağı kömür havzası, Ayşelerin, Ahmetlerin nesiller boyu doğduğu büyüdüğü yaşadığı bir kent ve bir bölge şimdi...
Tren tenha. Yaşlı bir amca kocaman beyaz bir çuvalı sırtlanmış geliyor. Bir teyze çoluk çocuk vacuk vucuk doluşuyorlar. Geceyarısına bir saat 10 dakika kala Ankara Garından yola koyuluyoruz.
Gecenin ilerleyen saatlerinde, bir köyde, sarı soluk ışıkların aydınlattığı istasyonu biraz da geçerek duruyoruz, "Uyyy! Dur ula dur!!" bir kıyamet kopuyor. "Geri gel geri gel!!" diye bağırışıyor en öndeki vagonda köylü kadınlar. En öndeki diyorum ama lafın gelişi, trenin hepsi üç vagon zaten. "Otobüs mü bu!!" diye soruyor bir başkası. En arka vagonda büyük bir parça varmış. O indirilecekmiş. İstasyon da tek odalı bir bina. Fazladan yarım vagon boyu yürüyecekler. En önden inen ufak tefek, zayıf bir yolcu "ne barçasıynış lan bu, @#$€@ €£#$@ !!!" diye söylene söylene gidiyor. Birileri arka vagondan buzdolabı gibi beyaz bir şey indiriyorlar gecenin karanlığında.
"Sabaha kadar böyle.." diyor güleç yüzlü, saçları ağarmış ama o kadar da yaşlı olmayan kondüktör hızlı hızlı yürürken. Aslında aksayan hiç bir şey yok. Her şey tıkır tıkır işliyor.
Tenha ve karanlık bir istasyonda durduk. Bekliyoruz. Elektrik tasarrufu olsun diye bir çok istasyon geceleri karanlık. Arada hareket eden soluk fener ışıkları görünüyor. Fırsattan istifade vagon aralığında kapıyı açıyor, tertemiz havayı kokluyor, nedense geceleri tren geçerken öten kuşları dinliyor, kapkaranlık gökyüzünde sayısız yıldızları izliyorum. Kondüktör geliyor, hazır açık kapıdan dışarı bakıyor, "niye bu kadar bekledik" diye soruyor. Sonra kendisi cevap veriyor: "bizim arkadaş telefonla konuşuyor galiba". Belediye otobüsünü durdurup eve ekmek alanı çok gördüm ama treni durdurup telefon edeni ilk defa duyuyorum.
Tren hareket ediyor. Kapıyı kapatıp yerime geçiyorum. Uyumuşum. Sabah bir başka köy. Tren duruyor. Kalabalık bir köylü topluluğu ciyak ciyak, cümbür cemaat iniyorlar. "Musa Dayı kaldı! Musa Dayı kaldı!" diye bağırışıyorlar, tren hareket eder korkusuyla. Ne mümkün, tren nasıl hareket eder, o kadar bağırışıyorlar ki hareket memurunun ikazına gerek bile kalmıyor, tren bekliyor. Musa Dayı da indikten sonra hareket memuru düdüğünü çalıyor, tren hareket ediyor.
Karadeniz'e yaklaştıkça inen binen artıyor. Karadeniz'in yoğun bitki örtüsü kendini gösteriyor. Ağaç dalları gıcırdayarak camlara sürtünüyor. Belki de bu yüzden pencereleri sabitlemiş açılmaz hale getirmişler. Dağların, ormanların içinden, en vahşi doğadan geçerek ilerliyoruz. Normalde buralardan geçebilmek mümkün değil. Karayolu aynı zevki vermiyor.
Her köyden, kasabadan, işe ya da okula gidenler biniyorlar. Karabük, Zonguldak arasında bölgesel trenlerle birlikte demiryolu yoğun olarak kullanılıyor anlaşılan. Trene binenlerin özellikleri de değişti. Sanki bir Kocaeli-İstanbul arası havası var.
Yemyeşil vadilerden dağlardan ormanlardan geçerken bizi vadiye deniz gibi dolmuş bir sis karşılıyor. Aşağılara indikçe sisin içine giriyoruz.
Filyos. Nihayet Karadeniz'e çıktık. Ancak bizi bir de sürpriz bekliyor. O sis bir bulutmuş ve biz de içindeyiz. Trene iyi giyimli, bakımlı kalabalık bir kız öğrenci grubu biniyor. Zonguldak'a okula gidiyorlar. Ne kadar modern, ne kadar medeni kızlar. Geçerken, daha sonra Filyos kalesine nasıl ulaşabileceğimi de etrafa bakıp araştırıyorum.
Kısa süre sonra Zonguldak'a geliveriyoruz. Bu arada bizi bir sürpriz daha bekliyor. Hala bulutun içindeyiz... İniyoruz. Türkiye sıcaktan kavrulurken burada hava serin. Nefes alırken buhar çıkıyor. Kalabalık nereye gittiğinden emin adımlarla bir yöne ilerliyor. Madem öyle ben de onları izliyorum. Yanılmamışım, şehir merkezine ulaşıyorum. Ama bir hayal kırıklığıyla birlikte. Yoğun bir trafik, kokulu dereler, kamyonlar, gürültü... Kahvaltı yapacak yer de yok. Karnım da aç. Keşke yanımda yiyecek bir sandviç falan getirip trende kahvaltı yapsaydım. "ß@€ vardı!" diye söylenirken, yoğun trafiğin ve kalabalık yolların altında beliriveren sakin ara sokaklardan geçerek kendimi limanda, Karadeniz kıyısında buluveriyorum. Ortam aniden değişiveriyor. Kentin sanayi geçmişini, günlük yaşantısını, sosyal yaşamını içinde barındıran bir liman. Hem de denizin ortasında bir köşk sabah kahvaltısı için beni bekliyor. Bu arada limanda "kordon boyu" diye adlandırdığım bir bölgede sabahın erken saatlerinde oturup kahve, çay keyfi yapan, gazetesini okuyan gayet iyi giyimli insanlar dikkatimi çekti. "Bunlar ne yaptıklarını biliyorlardır" diye düşündüm ama deniz köşkünü kafaya koydum.
Oturup kahvaltımı yapıyor, limanın zevkini çıkarıyorum. Bir kum mavnası limanın dibinden kum alıp taşıyıcı teknelere dolduruyor. İki öğrenci kız okula gitmeden önceki saatlerin keyfini sürüyorlar, ya da ilk dersi kırmışlar. Etrafta bir İstanbul, İzmir havası var.
Kahvaltıdan sonra etrafı keşfe çıkıyorum. Hafta içi olmasına rağmen etrafta bir tatil günü havası var. Ama bunda neden hala derste olmadıklarını merak ettiğim öğrencilerin katkısı büyük. Limanda 1800'lü yıllara dayanan kömür geçmişinin izleri, demiryolu yükleme tesislerinin ve eski kömür ocaklarının girişlerinin kalıntıları var. TTK (Türkiye Taşkömürü Kurumu) binasının hemen yanında 1800'lü yıllardan beri kömür ocaklarında hayatını kaybeden yüzlerce, binlerce kömür işçisinin adlarının yazılı olduğu, uzun mu uzun bir anıt-duvar sessiz bir katar gibi uzanıyor.
Mendirekte balıkçıların arasından ileriye doğru yürüyorum. Burada balıkçıları, sahil güvenliğin silahlı nöbetçilerini ve bekçi köpeklerini, yol bitti galiba diyeceğiniz yığılı balıkçı malzemelerini, "yükleme sahasıdır girilmez" yazılarını, "dikkat gemilerin kablolarından uzak durunuz" yazılarını geçtikten sonra sotada, balıkçıların takıldığı salaş bir çaycı var. İlk seferinde askeri alandaki kocaman bekçi köpeğini gördükten ve nöbetçinin namluya mermiyi sürerken çıkardığı sesi duyduktan sonra daha ileri gitmemiş çaktırmadan geri dönmüştüm. Ama sonra limandan ileriyi tekrar görüp emin olduktan sonra şansımı denemeye karar verdim. "Kalbim o kadar heyecanı kaldırmaz" derseniz hemen TTK binasının solundaki geçitten mendireğin arkasına geçip deniz tarafından da gidebilirsiniz.
Limanı yeterince keşfettikten sonra biraz da limanın karşı tarafını görmek için yürümeye başlıyorum. Şehrin içinden geçerken güzel bir döner kokusu ile "karnım aç, şurdan bir döner alacağım" diye bir ses duyuyorum. Ses bir postacıya ait. Çok haklı. Postacı işini bilir. Yollarda da kamyoncular iyi yemeğin yerini gösterirler daima. Postacıyı izliyorum, ara sokakta salaş bir dönerciye gidiyor. Arkasından "Bir tane de bana" diye sesleniyorum. "Burası iyidir" diyor postacı. İkimiz de paketimizi koltuğumuzun altına kıstırıp yolumuza gidiyoruz. Niyetim deniz kıyısında bir banka oturup yemek.
Limanın karşı tarafında eski sanayi tesisleri var. Eğer çok meraklısı değilseniz gitmeye gerek yok. Ben meraklısıyım ama bir daha gidersem limanın kordon boyu tarafından zoom yaparak fotoğrafını çekmeyi tercih ederim. Hem karşı kıyıdan görünüşü daha güzel.
Şehre iki üç kilometre kadar yakın, sarkıt ve dikitlerin olduğu bir mağara da varmış ama o kadar vaktim yok. Aslında kömür ocaklarını da görmek isterdim.
Limanın etrafında çok ucuz ve güzel çay bahçesi restoran ve kafeler var. Akşam yemeğimi bu çay bahçelerinden birisinde keyif yaparak yiyorum. Kahvemi de içiyorum. Beş lira verip çıkıyorum.
Akşam kordon boyu kafeleri tıka basa dolu. İnsanlar deniz kıyısında dolaşıyor, piyasa yapıyorlar. Genç yaşlı, erkek, kadın, her türden insan burada. Burası ne küçük bir kasaba, ne de mutaassıp bir küçük şehir. Burası ekmeğini taştan çıkarmış, modern bir Avrupa kenti.
Yavaş yavaş istasyona trene doğru yola çıkıyorum. Tertemiz, havalandırılmış trenime biniyorum. Sekiz lira 75 kuruş. Tekli koltuğumu yatırıyorum. Kafamı koyuyorum. Sabah gözümü Ankara'da açıyorum. Bir dahaki sefer niyetim Filyos'a zaman ayırmak, Filyos kalesini ve Roma kalıntılarını fotoğraflamak. Geldikten sonra öğreniyorum, sevimli küçük sis bulutu, tüm yurdu etkisi altına alan yağış dalgasıymış, bir kaç gün devam edecekmiş.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder