Alper Görmüş'ün Taraf Gazetesi'nde başlattığı bir tartışma var; onu eğrisiyle doğrusuyla değerlendirmek gerekiyor. Görmüş, Taraf Gazetesi'ni bekleyen bir tehlikeye işaret ediyor ve diyor ki: ‘Muhalif Gazetecilik' bütün fiyakasına rağmen doğru ve etkili bir gazetecilik çizgisini ima etmez. Doğrusu, gazetecinin ‘eleştirel' olmasıdır.
Tespit doğru. Ancak bizdeki acûl (maalesef bazen de cehûl) medya, bunu “Şok, şok, şok” kolaycılığına kaçarak “Taraf yazarı kendi gazetesine ‘çaktı'” şeklinde yorumluyor ve bunu bir yazar-yazı işleri tartışmasına indirgiyor. Mesele bu kadar basitse bu mevzuu konuşmaya değmez. Hâlbuki hadiseyi, gazetecilik ekseninde tartışmak; ‘muhalif gazetecilik'in iflah olmaz kodlarından, ne idüğü belirsiz ve nevzuhur bir kavram olan ‘yandaş gazetecilik'in hem kendine hem tarafı olduğu gruplara vereceği zarara kadar pek çok tartışmayı cesurca -ama akl-ı selimi elden bırakmaksızın- yapmak gerekiyor.
Görmüş'ün eleştirileri sadece kendi gazetesine değil. Öteden beri kadim medyaya ağır eleştiriler yöneltiyordu. Daha önce de ‘muhafazakâr medya' üzerine bazı uyarılarda bulunmuş, onları meslekî duyarlılığa davet etmişti. O yazıları da “Sen kim oluyorsun ki bizi uyarıyorsun?” sertliğiyle savuşturmak mümkün; ancak Türkiye'de gazeteciliğin sıkıştığı bir alanı yok farz etmek -kısa vadede problemin koynundaki gazetecilere huzur verse bile- ileride başka sıkıntılara neden olacaktır.
Biraz da medyanın yanlış tutumundan kaynaklanan bir yere doğru savruluyor Türkiye: Ya toptan reddiye yahut topyekûn methiye. Reddiye cephesinden arada bir kadirşinaslık sâdır olsa, o cephenin içinden recm cezası çıkıyor. “Sen nasıl olur da onları takdir edersin!” diyen kerli ferli insanların ortak akıl ve ortak vicdan gibi gerçeklerden haz almaması endişe uyandırıyor. Uyandırması da lazım. Toptan methiye bekleyenler ise arada bir dostça yapılan uyarıları bile mecrasından başka bir alana çekerek sürekli hıyanet girdabını işaretliyor. Bu sağda da böyle oluyor solda da; X partisi için de geçerli oluyor, Y partisi için de.
Demokrasilerde medyanın ana görevi her alandaki icraat denetimine katkıda bulunmak, tefekkür boyutunda derinlik oluşturmak, toplumu bekleyen bir kısım inkırazlara karşı önleyici hekimlik yapıyorcasına ön analizler yapmak. Aslında bunu herkes biliyor. Ancak problem, medyanın dil ve üslup seçiminde gün yüzüne çıkıyor. Ağır ithamlar, külhanbeyce sataşmalar, kışkırtıcı yorumlar, rencide edici laflar… Halbuki, art niyetle yazıldığı kanaati oluşturan sert eleştiriler, muhatabını doğru bir mecraya çekmek şöyle dursun, onu yanlışta ısrara bile sürüklüyor.
Karşı(t) tarafın canını yakarak, etini çimdikleyerek; hatta mukaddeslerine dokunarak yapılan eleştiriler çoğu kez medya mensuplarına daha cazip geliyor. O yüzden eleştirdiğini düşündükleri kişi ya da kitlelerin kutsalına saldırarak gazetecilik yapmayı yeğliyorlar. Oysa medyanın aslî görevi bu değil! Tefekkür burçlarında özgür düşünceyi bayraklaştırmak da bu değil. Önce bir kelime uydurulup, sonra onu “kavramsallaştırıyoruz” diyerek bir yaftaya dönüştürme çabası başta ses getirse bile zamanla sahibini inandırıcılıktan uzaklaştırıyor. Dikkat edin, medyanın alanı daraldıkça toplumun büyük bir kısmından itirazlar yükseleceğine “oh olsun; az bile” sesleri duyuluyor. Aslında kadim medya ektiğini biçiyor bir bakıma.
Üslupsuz gazetecilik aslında bir kaçış noktasıdır. Araştırmaktan, soruşturmaktan, derinlemesine bilgi sahibi olmaktan, herkese söz hakkı verme cesaretini göstermekten kaçış! Her konu yazılabilir. Ancak; akılla, bilgiyle ve tabii ki yapıcı ve yol gösterici bir üslupla. Bunu yapmak zor; çünkü donanım gerekiyor, birikim gerekiyor, sükûnet gerekiyor...
Türk medyası kendi elleriyle ördüğü bir hücrenin içinde kilitli kaldı maalesef. Soğuk Savaş döneminden kalma siyah/beyaz siyaset algısı, iyi/kötü sosyal ayrışım kümesi, Türk medyasına “düşmanlar” ve “dostlar” kazandırmıştı. Oysa o kavramlar Berlin Duvarı'nın altında kaldı çoktan. Kişileri, kitleleri, partileri vs. topyekûn iyi ya da kötü diye tasnif etmek; sonra da bu pozisyon üzerinden hırçın, yıkıcı, bölücü, ötekileştirici bir dil oluşturmak geçen asrın çeperlerine takılıp kaldı. Ne yazık ki bu büyük değişimi bir tek bizim medya idrak edemedi…
Vicdan gazeteciliğine dönmek, onlarca yıldır süren “gazetecilik günahı”ndan tevbe-i nasuh yapıyorcasına vazgeçmek gerekiyor. Her bir bireyin/kitlenin hakkına riayet ederek oluşturulacak demokratik eleştiri gücü gazeteciliğin inandırıcılığını da artıracak ve itibar kaybına da son verecek. O büyük dönüşüm için iz'ana, insafa, irfana ihtiyaç var. Bu yol seçildiğinde sağdan soldan homurtuların yükseleceğini, “etkisiz olma” kehanetiyle bazı lafların geveleneceğini bittecrübe biliyorum; ancak coşkun yazmanın şehvetine, tefekkür yoksunu tartışmaların dehşetine boyun eğmemek gerekiyor. Medya yeni bir dil, yeni bir üslup, yeni bir yaklaşım ortaya koymak zorunda. İlkeli, evrensel, sağduyulu, bağımsız, özgürlükçü bir yol! O yol haritasının netleşmesi için hem bizim mahallenin, hem komşu mahallenin (karşı mahalle demiyorum) aynı şehrin parçası olduğunu hatırlamasında fayda var. Alper Görmüş bunu hatırlattı. İyi de etti. Tabii bu konuya kafa yoranların mevzuu derinleştirmesi şart…
Avrupa Parlamentosu’nda
Brüksel’deki Avrupa Parlamentosu (AP) binasında açılan Zaman fotoğraf sergisi, “Time in Turkey” ile ilgili haberleri okudunuz. Gerçekten de görülmeye değerdi. Sergi, binadaki bütün blokların kesiştiği bir alanda açılmıştı. Gelenler, geçenler hep gördü bu sergiyi, takdirle bahsetti.
Sergi sonrasında panele geçildi. AB-Türkiye Karma Parlamentosu Eşbaşkanı Helene Flautre’ün yöneticiliğini yaptığı panelde ilk konuşmayı ‘68 kuşağı arasında “Kızıl Danny” diye bilinen Daniel Cohn-Bendit yaptı. O şimdi AP Yeşiller Grubu Eşbaşkanı görevini ifa ediyor. Oturum başkanı Yeşiller Grubu üyesi Helene Flautre, Dışişleri Bakanımız Ahmet Davutoğlu’na söz verirken bir giriş yaptı ve o kısa dibacenin içine birkaç soruyu da sıkıştırdı. Dışişleri Bakanımız Davutoğlu’nun giriş faslı tam bir ufuk turuna davet şeklindeydi. Dünyayı etkileyen üç depremin sosyolojik ve siyasi nedenlerini izah etti. O depremlerin artçı şokları ile güncel hadiseler arasında paralellik kurdu. Üst düzey ve seçkin katılımcılardan oluşan dinleyicileri tek tek takip etmeye çalıştım. Herkesin simasına ayrı ayrı baktım. Herkes çok etkilenmişti. Kısa konuşmanın ardından sorulara geçildi. Tahmin edebileceğiniz soran/sorgulayan sualler tevcih edildi. Bakan Bey’in her soruya titizlikle ve cesaretle cevap vermesi görülmeye değerdi. Güney Kıbrıs’tan gelen provokatif bir soruya verdiği cevap üzerine alkış koptu salonda. Alkışa aldırmaksızın meselenin diplomatik yanını da somut veriler eşliğinde sunması gayet yerinde bir hamleydi.
Program bittikten sonra akşam yemeğine geçildi. Dışişleri Bakanımız âcilen Katar’a geçiyordu; ancak davetlilerin tamamı akşam yemeğine icabet etti. Herkesin gözündeki parıltıdan, sadece gazete için değil, Türkiye için, hatta AB için doğru bir program yapıldığını okuyabiliyorduk. Burada tek tek ismini yazamadığım için affına sığınarak bu programda emeği geçen herkese (en başta da onca meşguliyetine rağmen iştirak eden Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ve ekibine) teşekkür ediyorum…
1 Kasım’da başlayan abone kampanyamız aşk-u şevkle devam ediyor. Henüz hedeflenen noktaya ulaşamadık; lakin kampanyamız ay sonuna kadar sürecek. Daha önceki dönemlerde yaptığımız gibi tirajımızın günlük raporunu birinci sayfadan sizlerle paylaşacağız. Kalp ritimlerimizi tiraj sayacımızda her gün göreceksiniz. Ayrıca bu sütunda her hafta illerin son durumunu gösteren bir tablo yayınlayacağız. Allah mahcup etmesin...
Ekrem Dumanlı-Zaman
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder