Kanunî Sultan Süleyman, 1494 yılında, babası Yavuz Sultan Selim'in sancakbeyi olarak bulunduğu Trabzon'da dünyaya geldi. Annesi Kırım Hanı'nın kızı Hafsa Sultan'dır. Doğduğunda Kur'ân'dan tefe'ül yapılmış, "İnnehü min Süleymane..." âyetinin çıkması üzerine kendisine Süleyman ismi verilmiştir. Kültürümüzde isim ile sahibi arasında bir münasebet kurulmaya çalışılır. İsmiyle karakteri ve yaptıkları onun kadar bütünleşen çok az insan vardır.
Kanunî, Osmanlı padişahlarının onuncusudur. 1520-1566 yılları arasında 46 yıl cihanın en büyük devletine padişahlık yapmıştır. Yuvarlak yüzlü, ela gözlü, açık kaşlı, doğan burunludur. Açık kaşlı olması, sinirli ve celâlli olmayacağının; büyük dedesi Fatih gibi doğan burunlu olması ise, akıl ve hikmet sahibi olacağının işareti olarak görüldü. O, babası Yavuz Selim Han gibi celâl sahibi değildi. Dedesi Bayezid-i Veli gibi mülâyim de olmadı. Daha ziyade büyük dedesi Fatih gibi vakur ve dengeli bir hükümdar oldu. Açık sözlü idi. Muhatabının sözlerinden, söylemediklerini anlardı.
Avrupalılar onu "Muhteşem" unvanıyla tanırlar. Müslümanlar arasında "Kanunî" olarak meşhur olmuştur. Bu farklı isimlendirme, iki medeniyetin kuvvet ve hak anlayışını göstermektedir. Batılılar Kanunî'nin güç ve kuvvetini en üstün vasıf olarak görmüşlerdir. Çünkü onlara göre "Hak kuvvettedir". Müslümanlar ise hakka, hukuka ve adalete önem vermesini onun en belirgin vasfı görmüşler ve Kanunî unvanını vermişlerdir. Çünkü İslâm'a göre "Kuvvet haktadır".
1520 Eylül'ünde insanlar iki farklı duyguyu birlikte yaşıyorlardı. Çaldıran'da İran Şahı'nı; Mercidabık ve Ridaniye'de de Mısır Memlük Sultanı'nı yenerek ittihad-ı İslâm davasına büyük hizmetler yapan Yavuz Sultan Selim Han'ın vefatı, Osmanlı ülkesini mateme boğmuştu. Buna karşılık oğlu Süleyman'ın padişah olması da herkesi sevindirmişti.
İnsanlar Kur'ân'daki Hz. Süleyman (as) ile alâkalı âyetlerden yola çıkarak Sultan Süleyman döneminin çok hayırlı olacağını düşünüyorlardı. Hz. Süleyman'a verilen devletin ona da verileceğine inanıyorlardı. Gerçekten de bu düşüncelerinde yanılmadılar ve Osmanlı tarihinin en muhteşem dönemini yaşadılar. Devrinde, başka erkek kardeşi olmadığı için taht mücadelesi yaşanmamıştır. Macar Kralı'nı Mohaç'ta yendikten sonra, Batı'da ve Doğu'da hiçbir hükümdar doğrudan doğruya onun karşısına çıkmaya cesaret edememiştir.
Lüks ve şatafattan hoşlanmazdı. Sâdeliği ona babasından yadigârdı. Bir gün Trabzon sarayında süslü elbiseler içerisinde babasının yanına varmıştı. Ziyneti kitapları ve zaferleri olan Yavuz ona bakmış ve "Oğlum bu ne hâl. Annene giyecek bir şey bırakmamışsın." demişti. Süleyman, bu tatlı dersten çok etkilendi ve hayatı boyunca lüks ve şatafattan uzak kalmaya çalıştı.
Yüksek hasletlerinden birisi, kabiliyetli insanları keşfedip, önemli makamlara getirmesiydi. Tam mânâsıyla bir insan sarrafıydı. Bâlî Bey'e yazmış olduğu bir mektubunda insanları tanımasıyla alâkalı ipuçları vermektedir: "Bir kimseyi hizmetinde kullandığın zaman sakın evvelki hâline itimat etmeyesin. Çok kimseler vardır, elinde fırsat olmadığı zamanda zâhitlik ve iyilik yüzü gösterip, eline fırsat geçtiği zaman Firavun ve Nemrut olur. Ol kimseleri tecrübe edip göresin. Eğer evvelki hâli, son haline uygunsa hizmetinde kullanasın." Zamanında Barbaros Hayreddin Paşa, Mimar Sinan, İbni Kemal, Ebussuud Efendi, Sokullu Mehmed Paşa, Bakî, Fuzulî gibi alanlarında zirve olan çok sayıda değerli insan yetişmiştir. Üstün vasıflı insanlarla çalışmaktan rahatsız olmazdı.
Tevazusu da büyüklüğünün şahidiydi. Cihan hükümdarı olmasına rağmen, etrafındakilere alçakgönüllülükle muamele ederdi. Teb'asından birisi olan Ebussuud Efendi'ye; "Yaşta yaştaşım, dinde dindaşım, ahiret karındaşım..." diye hitap ederdi. Vezir-i Âzam'ına o kadar çok iltifat ederdi ki, haddini bilmez bazı kimseler kendisini ona denk görebilir ve Makbul İbrahim Paşa iken, Maktul İbrahim Paşa hâline gelebilirlerdi.
Adaleti dillere destandı. Tahta geçer geçmez ilk işi Mısır'dan sürgün getirilen 600 ailenin cezalarını kaldırmak, İran'la ticaret yaptıkları için malları müsadere edilen tüccarlarının zararını tazmin etmek oldu. Yine çok kanlar döktüğü için halkın lânet ve nefretini kazanan ve Kanlı Cafer diye meşhur olan Kaptan-ı Derya Cafer Ağa'yı yargılayıp idam ettirdi. Daha sonra bir sefer sırasında halkın bağına bahçesine el uzatan iki yeniçeriyi cezalandırdı.
Halktan haksız yere vergi alınmaması konusunda son derece hassastı. Hüsrev Paşa Mısır valisi olunca, daha önce 800.000 altın olan Mısır vergisini 1.200.000 altın olarak İstanbul'a göndermiştir. Ancak Kanunî, halka zulüm edilmesi ihtimalinden dolayı bu meselenin tahkik edilmesini emretmişti. Hüsrev Paşa azledilerek İstanbul'a geldiğinde, söz konusu fazlalığın kendisinin daha fazla gayret göstermesinden kaynaklandığı anlaşılmışsa da, Kanunî'nin şüpheleri tam olarak ortadan kalkmamıştı. Bunun üzerine Kanunî bu fazlalığın ne yapılması gerektiğini Ebussuud Efendi'ye sormuş ve onun fetvasına göre bu fazlalık su kemerlerinin inşasında kullanılmıştı.
Toplumun huzur ve güven içerisinde olması Kanunî'nin başlıca hedefiydi. Macaristan seferlerinden birisinde gayrimüslim kadınların yol kenarına dizilmiş ve askere bir şeyler sattıklarını görmüştü. Bu manzara karşısında gözleri dolmuş ve halkının askerden korkmadan bu işi yapmalarından dolayı Rabb'ine şükretmişti. Hâlbuki aynı dönemde Avusturya ordusunun geçtiği yerlerdeki insanlar, çoluk çocuğunu ve silâhlarını alıp ormana saklanmaktaydı.
Askerine karşı da aynı derecede merhametliydi. Onların ruh hâlini çok iyi bilirdi. Seferlerde aralarında dolaşır, hepsini gözyaşları içinde bırakacak hitabeler söylerdi.
Zamanında denizciliğimiz altın devrini yaşamıştı. O zamana kadar kendi başına denizlerde akıncılık yapan Barbaros Hayreddin Paşa, Oruç Reis ve Turgut Reis gibi denizciler, Donanma-yı Hümayûn'a katılmışlar ve Akdeniz hâkimiyetini tam olarak gerçekleştirmişlerdi. Bu denizcilerle güçlenen Osmanlı donanması, Preveze'de büyük haçlı donanmasını bozguna uğratmıştı. Onun iktidarında Osmanlı; Almanya, Rusya, Venedik ve Lehistan gibi Avrupa'nın büyük devletlerinden vergi almaktaydı. Yine aynı dönemde Avrupa'nın büyük devletlerinden olan Fransa, Osmanlı himayesindeydi. Dünya hükümdarlığı iddiasında bulunan İspanya İmparatoru Şarlken'e karşı Fransa desteklenmekteydi.
Arapça, Farsça ve Sırpça biliyordu. Âlimlerle ve şairlerle sohbet etmekten hoşlanırdı. "Devrimde Bakî gibi bir şair yetişmesinden dolayı iftihar ederim." derdi. Kendisi de müstakil divan sahibi bir şairdi. Özellikle
"Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi.
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.
Saltanat dedikleri bir cihan kavgasıdır
Olmaya baht ü saadet dünyada vahdet gibi"
mısraları oldukça meşhurdur.
Kanunî, ilme ve âlimlere değer verir ve hürmet ederdi. Şeyhülislâm Ebussuud Efendi'nin dünyaca meşhur tefsirini yazıp kendisine takdim etmesi üzerine, 200 akçe olan maaşını 600 akçeye yükseltmiş ve ona çok değerli hediyeler vermişti. Yine Mimar Sinan'ın şaheseri Süleymaniye'nin temelini uğurlu ve bereketli olması için Ebussuud Efendi'ye attırmıştı. Aynı caminin çevresine devrin en büyük eğitim kurumu olan Süleymaniye medreselerini yaptırmıştı.
Ağzı dualı sultanlardan olan Kanunî, son çıktığı Zigetvar Seferi'nde şehit olmayı arzulamış, bunun için dua etmişti ve orada şehadet şerbetini içmişti.
Kaynaklar
- Peçevi, Tarih-i Peçevi, c.1, Ank. 1992.
- İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, c. 2, Ank. 1983.
- İsmail Hâmi Danişmend, Osmanlı Tarihi Kronolojisi, c. 2, İst. 1948.
- M. Tayyib Gökbilgin, Kanunî Sultan Süleyman, İst. 1992.
- Yılmaz Öztuna, Türkiye Tarihi, c. 5-6, İst. 1964.
- Hammer, Büyük Osmanlı Tarihi, c. 3, İst. 1993.
Abdullah Demir - Tarihçi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder