30 Eylül 2013 Pazartesi

YAVUZ HOCAMIZDAN MUHTEŞEM BİR YAZI

YAVUZ HOCAMIZDAN MUHTEŞEM BİR YAZI

Geçenlerde beş yıldızlı ve de oldukça yaldızlı bir otelde verdiğim konferansta tarihi örnekleriyle birlikte “sade hayat”ı anlatmaya çalıştım, ama katılanların çok da hoşuna gittiğini sanmıyorum.

Çünkü herkes çok gösterişli giyinmişti... “Müslüman aristokrasi” üzerine okuduğum bir yazıyı acı acı hatırladım.

Kadınların çoğu baloya (bu gidişle yakında eminim “Müslüman balosu” da başlar) gider gibi süslenmişti. Erkekler biraz daha umursamazdı, ama hemen hemen hepsi bilinen markaların elbiselerini, ayakkabılarını, kravatlarını, saatlerini taşıyorlardı.

Ben mi nasıldım? Doğrusu içlerinde “ayrık otu” gibi kaldığımı itiraf etmeliyim. Yaldızlı salona en yakışmayan kişi sanırım bendim.

Ayağımda blücin, sırtımda deri montla sığır çobanı gibi kaldım.

Böyle bir topluluğa “sade hayat”ı anlatmanın uygun olup olmayacağını uzun süre düşündüm. Çelişki olursa bu kadar olurdu. Sonra “Her şey zıddıyla” dedim ve konuya Yavuz Sultan Selim’den girdim.

Müthiş bir “sade hayat” tutkunuydu. Neden süslenmediğini soranlara şöyle cevap verirdi: “Vezirlerin süslenmesi padişahlarına hoş görünmek içindir, benim padişahım kılığa bakmaz yüreğe bakar! Bu yüzden süslü elbiseler giymeme gerek yoktur.”

Öyle bir Peygamber-i Alişan sevdalısıydı ki, Kapıcıbaşı Hasan Ağa’nın rüyasına girip, “Selim evlâdımız Hilâfet sancağını yüceltsin” der demez, “Mısır Sefer-i Hümâyunu”na çıkmıştı. Halife unvanıyla İstanbul’a döndüğünde kendisini alkışlamak için günlerden beri bekleşen halka gözükmeden, arka kapıdan sarayına girmiş, bunun sebebini soranlara şöyle demişti: “Biz bu yola, halka kendimizi alkışlatmak için çıkmadık, Biz bu yola Peygamber-i Zişan emriyle, Allah rızasını tahsil için çıktık! Bu durumda halka kendimizi alkışlatmamız kul hakkına girer.”

Yavuz Padişah’ın duruşu böyle bir duruştur. Yürek pusulasını Peygamber-i Alişan Efendimiz’in yüreğine ayarlamış, bu aşk sayesinde, sekiz yıllık saltanata seksen yıllık icraat sığdırmıştır.

Anlayacağınız Yavuz Padişah’ın kendi duruşu, kendi anlayışı, hayata kendi bakışı vardı. Bu haliyle, kıble yürekli Osmanlı insanının özü ve özeti gibiydi.

Sonra ne olduysa oldu, ya kıyamet öncesinde eseceği söylenen o müthiş rüzgâr esti, ya da yürek depremine uğradık, yürek pusulamız şaştı! Yönümüz kıbleden saptı.

Duruşumuz bozuldu, ihlâsımız çözüldü, direncimiz ezildi, irademiz yamuldu!.. Batı’ya özenmeye, “ehl-i dünya”yı taklide başladık. Önce kıyafetimizi, sonra siyasetimizi uydurduk onlara...

Derken sıra, onlar gibi yaşamaya geldi. Gerçi hala “mazbut”, hala “tesettür”lüyüz, ama onların öngördüğü “moda”ya göre giyiniyor (epeydir moda dergimiz bile var çok şükür), moda ürünler tüketiyor, moda olan tatil yerlerinde tatilimizi geçiriyor, aynı podyumda aynı mankenlerle “defile”ye çıkıyoruz...

Yedi yıldızlı devremülk “şeriat oteli”miz de inşa aşamasında...

“Bikini mayo”ya itirazımız hala sürüyor. Ne var ki, “özenti”miz de devam ediyor: “Çıplaklık”tan beslenen “mayo” ile “örtünme” anlamına gelen “tesettür”ü birleştirip icat ettiğimiz “tesettür mayo” deniz sefamızın özünü teşkil ediyor.

Denize girmek “farz” olmuş da benim mi haberim yok?

Artık bizim de, tıpkı “ötekiler” gibi tatil köylerimiz, tesettür plajlarımız, gösterişli ciplerimiz, ikişer bin dolarlık ayakkabılarımızla çantalarımız, yatımız-katımız var... Bizim de “Cafe”lerimiz, “Restaurant”larımız, “boutique”lerimiz, beş yıldızlı “Hotel”lerimiz, “Palace”larımız, “Branche”larımız var... Biz de tıpkı “onlar” gibi, gecekondulardan yüksek duvarlarla ayrılmış Avrupai “City”lerde, yahut “Rezidance”larda oturuyor, bizim kadar şanslı olmayan “dindaş”larımıza hava basıyoruz!

Yavuz Bahadıroğlu - Yeni Akit

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder