Mukadderat’ diye mırıldandı, “Mukadderat Şükrü. Malta'ya gidiyoruz.
Öyle icap etti. Ondan sonra bakalım kısmet nereye ise.”
Tütüncübaşı Şükrü Bey, Malaya zırhlısına beraber bindiği Vahdettin'in 17 Kasım 1922 günü kendisine böyle dediğini naklediyor.
Neden gitti? Kaçtı mı, kaçırıldı mı? Yoksa Refet Paşa'nın ‘Gitmeseydi çok fena şeyler olacaktı' imasından anlaşıldığı kadarıyla bir danışıklı dövüş gereği mi gitmişti? Bunlar meçhul. Meçhul olmayan şey, ‘Sultan'ın kaçmadığı. Zira Vahdettin yurtdışına çıktığında 17 gündür Yıldız Sarayı'nda Halife sıfatıyla oturuyor ve etrafındaki çember giderek daralıyordu. Güpegündüz silahlar patlıyor, ölüm tehditleri alıyordu.
1922 sonlarından itibaren Vahdettin lehine konuşmak cezayı gerektiren bir suç haline gelmişti, bu yüzden birçok gerçeğin üstü örtülmüş veya bulandırılmıştı. Milli Mücadele'de Vahdettin'in tavrı bu yüzden gizemini korumakta. Başkâtibi Ali Fuat Türkgeldi'ye “Ben tahtın kuştüyünden minderlerine değil, milletin ateşli külü üzerine oturdum” diyerek tahta çıkmakla nasıl bir fedakârlık yaptığını anlatacaktı. Ancak General Petain anlaşıldı da Vahdettin anlaşılamadı.
90 yıldır tartıştığımız belgelerden biri, Vahdettin'in M. Kemal Paşa'yı Samsun'a gönderirken eline verdiği söylenen Hatt-ı Hümayun, yani fermandır. Bugüne kadar orijinali bulunamadığı için yok farz edilen fermanda Vahdettin, Mustafa Kemal'e, atandığı bölgede düzeni sağlamasını, razı olmayacağı durumları önlemesini, en önemlisi de “memleketimin saldırgan ellerden kurtarılması için tek bir vücut olarak hareket etmesini” emretmekte, mesajın “hükümdarlara mahsus selamı”yla birlikte gittiği yerlerdeki asker, memur ve ahaliye bildirilmesini istemektedir.
Mevlanzade Rifat, Hüseyin Kâzım Kadri ve Avni Paşa'nın hatıratlarında, ayrıca Vahdettin'in evrakı arasında birer kopyası çıkan fermanın içeriğini bir an için yok sayalım ve bizzat Mustafa Kemal'in yazıp konuştuklarından aralarındaki gizemli ilişkiyi anlamaya çalışalım.
Mustafa Kemal Paşa'nın anlattığına göre Samsun'a hareketinden hemen önce Yıldız Sarayı'nda Padişah'la "adeta diz dize” oturmuş, Vahdettin kendisine “hiç unutmayacağı” şu sözleri söylemişti:
“Paşa, Paşa! Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin, bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir (elini bir tarih kitabının üstüne bastı). Bunları unutun, dedi. Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa, Paşa, devleti kurtarabilirsin!” Bu sözlere hayret eden Mustafa Kemal, 1926'da gazetecilere Vahdettin'in samimiyetinden şüpheye düştüğünü ve düşmanla işbirliği yaparak devlet ve saltanatını kurtarmaya çalışan birinin bu sözlerini ‘sahtekârlık' olarak yorumladığını söylemiştir. Ona göre Vahdettin “devleti kurtarabilirsin” derken İngilizleri memnun etmeyi ve Anadolu'da İngiliz siyasetine karşı gelen Türkleri yola getirmeyi kastetmiştir. Dolayısıyla Samsun'a gönderilme gerekçem buydu demeye getirir.
Ancak “Elimden gelen hizmette kusur etmeyeceğime emniyet buyurunuz. Merak buyurmayınız efendim, dedim, bakış açınızı (“nokta-i nazar-ı Şahanenizi”) anladım. İrade-i seniyeniz olursa hemen hareket edeceğim ve bana emir buyurduklarınızı bir an unutmayacağım” demeyi de ihmal etmediğini anlatır. Padişah da “Muvaffak ol” dedikten sonra kendisine üzerinde isminin baş harfleri bulunan bir altın saat hediye eder.
“İnşallah millet uyanır”
Şimdi resmi tarihin kabul ettiği ve Mustafa Kemal'in ABD Elçisi Sherrill'e krokisini çizip verdiği bu görüşme sahnesini buraya raptiyeleyip yolumuza devam edelim.
24 Nisan 1920 günü BMM'de yaptığı konuşmada Mustafa Kemal Paşa, Vahdettin'le yaptığı o görüşmeyi kamuoyuna ilk kez şöyle açıklar:
“(Padişah) İngiliz zırhlılarının saraya yönelmiş toplarını göstererek ‘Görüyorsun' dedi, ‘Ben artık memleket ve milleti nasıl kurtarmak lazım geleceğini tasarlamakta tereddüde düşüyorum.' Ve ellerini kaldırarak, ‘İnşaallah millet uyanık ve teyakkuzda olur, bu acı vaziyetten gerek beni, gerekse kendisini kurtarır' buyurmuşlardı.”
Atatürk'ün her iki ifadesi arasındaki fark açık. 1920'deki anlatımına bakılırsa Vahdettin M. Kemal'e sadece ‘devleti kurtarabilirsin' dememiş, ‘milletin de uyanarak bu acı durumdan kurtulması için' dua etmiştir. Demek ki, ülke ve milletin kurtarılması gibi bir sabit fikir Vahdettin'in zihninde dolaşmaktaydı.
Devam edelim. Mustafa Kemal Paşa'nın Vahdettin'e 14 Haziran tarihli ilk telgrafı çarpıcı şifrelerle dolu. Şöyle yazar:
“Ülkenin parçalanma tehlikesini ancak yüce şahsınız başta olmak üzere milli ve mukaddes bir kudretin var olma haykırışı” kurtarabilir. İzmir'in işgalinden dolayı pek hüzünlü olan kalbinizin “bu kurtuluş noktasına ait ilhamları” bu anda bile hafızamda bütün canlılığıyla yaşamaktadır. Sizin ısrar ve zorlamanızdan (“ilkâ-ı milkdârilerinden”) aldığım azim ve imanla acizane görevimi sürdürüyorum.”
Aynı mektupta aslında Vahdettin'in İstanbul'da beyan ettiği ‘millet uyanır' temennisine bir cevap da buluruz: “Netice olarak millet baştan aşağı uyanık olup devlet ve milletin bağımsızlığını, saltanat ve hilafetin yüksek haklarını sağlamlaştırmak için sağlam bir azim ve imanla donanmış bulunuyor.” Çarpıcı bir itirafta da bulunur Paşa: “İstanbul'dayken milletin bu kadar kuvvetli ve uyanık olabileceğini düşünemezdim.” Demek ki, Anadolu'ya gittikten sonra Padişah'ın ‘millet uyanır' dileğinin yerine geldiğini ve milletin zaten ‘uyanmış' olduğunu görüp hayret eden bir Mustafa Kemal Paşa vardır karşımızda.
Prof. Salahi R. Sonyel'in “Gizli Belgelerde Mustafa Kemal, Vahdettin ve Kurtuluş Savaşı” (2010) adlı kitabında ilginç bir ayrıntı var. Mustafa Kemal'in Samsun'a hareket edeceğini Yunan istihbarat servisi haber alır ve İngiliz işgal kuvvetleri komutanı General Milne'in dikkatine sunarak onun tutuklanmasını ister. Ancak Milne bu görüşe katılmaz, “Bırakınız gitsin, daha iyi olur. Böylece tüm Türk direnişini kökünden temizleme fırsatını sağlamış oluruz.” der.
Keza Yunanistan'ın eski büyükelçilerinden Sakkelaropulu, Nutuk'ta Samsun'a gönderilme gerekçesini kamufle etmek için yazılan “Hasımlarım beni İstanbul'dan zorla uzaklaştırmak istedi” görüşüne karşı çıkmakta ve şu ilginç yaklaşımı getirmektedir:
“Osmanlı hükümetinin amacı, Mustafa Kemal'in örgütleyici yeteneklerinden Anadolu'da yararlanarak barış görüşmeleri sırasında İtilaf devletleri üzerinde baskı kurmak ve Türklerin sert bulacağı barış şartlarına karşı davranmaya hazır olacak silahlı kuvvetleri kurdurmaktı.” Sadece Mustafa Kemal Paşa'nın mektup ve konuşmalarından Yıldız Sarayı'ndaki görüşmede ona emanet edilen sırları tahmin etmemiz mümkündür. Nitekim 1992'ye kadar yayınlanmamış olan Erzurum Kongresi tutanaklarında M. Kemal Paşa'nın “Padişah ile aramızdaki sırların (“esrâr”) şimdilik açıklanması uygun olmayıp zaferden sonra açıklayacağım” ifadesinin üzerinin bilinçli olarak çizildiğini ve bu cümlenin Nutuk'a alınmadığını fark edince insan sormadan edemiyor: Vahdettin ile Mustafa Kemal'in arasındaki o “sırlar” nelerdi? Vahdettin, Ali Fuat Türkgeldi'ye 27 Ocak 1919'da öyle dememiş miydi: “İstiklalimizi kurtarmak için zaruri olarak bu hallere tahammül ediliyor. Bunlardan kimseye bahsedilemiyor, millete de malumat verilemiyor. Elbette bir gün tarih bu hakikatleri yazar.” Aradan 90 yıl geçti. O “bir gün” geldi mi dersiniz?
Mustafa ARMAĞAN-Tarihçi
Tütüncübaşı Şükrü Bey, Malaya zırhlısına beraber bindiği Vahdettin'in 17 Kasım 1922 günü kendisine böyle dediğini naklediyor.
Neden gitti? Kaçtı mı, kaçırıldı mı? Yoksa Refet Paşa'nın ‘Gitmeseydi çok fena şeyler olacaktı' imasından anlaşıldığı kadarıyla bir danışıklı dövüş gereği mi gitmişti? Bunlar meçhul. Meçhul olmayan şey, ‘Sultan'ın kaçmadığı. Zira Vahdettin yurtdışına çıktığında 17 gündür Yıldız Sarayı'nda Halife sıfatıyla oturuyor ve etrafındaki çember giderek daralıyordu. Güpegündüz silahlar patlıyor, ölüm tehditleri alıyordu.
1922 sonlarından itibaren Vahdettin lehine konuşmak cezayı gerektiren bir suç haline gelmişti, bu yüzden birçok gerçeğin üstü örtülmüş veya bulandırılmıştı. Milli Mücadele'de Vahdettin'in tavrı bu yüzden gizemini korumakta. Başkâtibi Ali Fuat Türkgeldi'ye “Ben tahtın kuştüyünden minderlerine değil, milletin ateşli külü üzerine oturdum” diyerek tahta çıkmakla nasıl bir fedakârlık yaptığını anlatacaktı. Ancak General Petain anlaşıldı da Vahdettin anlaşılamadı.
Sultan Vahdettin, bir törene giderken
Mustafa Kemal’e ferman verdi mi?90 yıldır tartıştığımız belgelerden biri, Vahdettin'in M. Kemal Paşa'yı Samsun'a gönderirken eline verdiği söylenen Hatt-ı Hümayun, yani fermandır. Bugüne kadar orijinali bulunamadığı için yok farz edilen fermanda Vahdettin, Mustafa Kemal'e, atandığı bölgede düzeni sağlamasını, razı olmayacağı durumları önlemesini, en önemlisi de “memleketimin saldırgan ellerden kurtarılması için tek bir vücut olarak hareket etmesini” emretmekte, mesajın “hükümdarlara mahsus selamı”yla birlikte gittiği yerlerdeki asker, memur ve ahaliye bildirilmesini istemektedir.
Mevlanzade Rifat, Hüseyin Kâzım Kadri ve Avni Paşa'nın hatıratlarında, ayrıca Vahdettin'in evrakı arasında birer kopyası çıkan fermanın içeriğini bir an için yok sayalım ve bizzat Mustafa Kemal'in yazıp konuştuklarından aralarındaki gizemli ilişkiyi anlamaya çalışalım.
Mustafa Kemal Paşa'nın anlattığına göre Samsun'a hareketinden hemen önce Yıldız Sarayı'nda Padişah'la "adeta diz dize” oturmuş, Vahdettin kendisine “hiç unutmayacağı” şu sözleri söylemişti:
“Paşa, Paşa! Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin, bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir (elini bir tarih kitabının üstüne bastı). Bunları unutun, dedi. Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa, Paşa, devleti kurtarabilirsin!” Bu sözlere hayret eden Mustafa Kemal, 1926'da gazetecilere Vahdettin'in samimiyetinden şüpheye düştüğünü ve düşmanla işbirliği yaparak devlet ve saltanatını kurtarmaya çalışan birinin bu sözlerini ‘sahtekârlık' olarak yorumladığını söylemiştir. Ona göre Vahdettin “devleti kurtarabilirsin” derken İngilizleri memnun etmeyi ve Anadolu'da İngiliz siyasetine karşı gelen Türkleri yola getirmeyi kastetmiştir. Dolayısıyla Samsun'a gönderilme gerekçem buydu demeye getirir.
Ancak “Elimden gelen hizmette kusur etmeyeceğime emniyet buyurunuz. Merak buyurmayınız efendim, dedim, bakış açınızı (“nokta-i nazar-ı Şahanenizi”) anladım. İrade-i seniyeniz olursa hemen hareket edeceğim ve bana emir buyurduklarınızı bir an unutmayacağım” demeyi de ihmal etmediğini anlatır. Padişah da “Muvaffak ol” dedikten sonra kendisine üzerinde isminin baş harfleri bulunan bir altın saat hediye eder.
Atatürk’ü Anadolu’ya tayin kararnamesi
“İnşallah millet uyanır”
Şimdi resmi tarihin kabul ettiği ve Mustafa Kemal'in ABD Elçisi Sherrill'e krokisini çizip verdiği bu görüşme sahnesini buraya raptiyeleyip yolumuza devam edelim.
24 Nisan 1920 günü BMM'de yaptığı konuşmada Mustafa Kemal Paşa, Vahdettin'le yaptığı o görüşmeyi kamuoyuna ilk kez şöyle açıklar:
“(Padişah) İngiliz zırhlılarının saraya yönelmiş toplarını göstererek ‘Görüyorsun' dedi, ‘Ben artık memleket ve milleti nasıl kurtarmak lazım geleceğini tasarlamakta tereddüde düşüyorum.' Ve ellerini kaldırarak, ‘İnşaallah millet uyanık ve teyakkuzda olur, bu acı vaziyetten gerek beni, gerekse kendisini kurtarır' buyurmuşlardı.”
Sultan Vahdettin’in oğlu Şehzade Ertuğrul, Malaya zırhlısında Malta’ya giderken.
Atatürk'ün her iki ifadesi arasındaki fark açık. 1920'deki anlatımına bakılırsa Vahdettin M. Kemal'e sadece ‘devleti kurtarabilirsin' dememiş, ‘milletin de uyanarak bu acı durumdan kurtulması için' dua etmiştir. Demek ki, ülke ve milletin kurtarılması gibi bir sabit fikir Vahdettin'in zihninde dolaşmaktaydı.
Devam edelim. Mustafa Kemal Paşa'nın Vahdettin'e 14 Haziran tarihli ilk telgrafı çarpıcı şifrelerle dolu. Şöyle yazar:
“Ülkenin parçalanma tehlikesini ancak yüce şahsınız başta olmak üzere milli ve mukaddes bir kudretin var olma haykırışı” kurtarabilir. İzmir'in işgalinden dolayı pek hüzünlü olan kalbinizin “bu kurtuluş noktasına ait ilhamları” bu anda bile hafızamda bütün canlılığıyla yaşamaktadır. Sizin ısrar ve zorlamanızdan (“ilkâ-ı milkdârilerinden”) aldığım azim ve imanla acizane görevimi sürdürüyorum.”
Aynı mektupta aslında Vahdettin'in İstanbul'da beyan ettiği ‘millet uyanır' temennisine bir cevap da buluruz: “Netice olarak millet baştan aşağı uyanık olup devlet ve milletin bağımsızlığını, saltanat ve hilafetin yüksek haklarını sağlamlaştırmak için sağlam bir azim ve imanla donanmış bulunuyor.” Çarpıcı bir itirafta da bulunur Paşa: “İstanbul'dayken milletin bu kadar kuvvetli ve uyanık olabileceğini düşünemezdim.” Demek ki, Anadolu'ya gittikten sonra Padişah'ın ‘millet uyanır' dileğinin yerine geldiğini ve milletin zaten ‘uyanmış' olduğunu görüp hayret eden bir Mustafa Kemal Paşa vardır karşımızda.
Sultan Vahdettin’in cülüs töreni
Peki gerçek neydi?Prof. Salahi R. Sonyel'in “Gizli Belgelerde Mustafa Kemal, Vahdettin ve Kurtuluş Savaşı” (2010) adlı kitabında ilginç bir ayrıntı var. Mustafa Kemal'in Samsun'a hareket edeceğini Yunan istihbarat servisi haber alır ve İngiliz işgal kuvvetleri komutanı General Milne'in dikkatine sunarak onun tutuklanmasını ister. Ancak Milne bu görüşe katılmaz, “Bırakınız gitsin, daha iyi olur. Böylece tüm Türk direnişini kökünden temizleme fırsatını sağlamış oluruz.” der.
Keza Yunanistan'ın eski büyükelçilerinden Sakkelaropulu, Nutuk'ta Samsun'a gönderilme gerekçesini kamufle etmek için yazılan “Hasımlarım beni İstanbul'dan zorla uzaklaştırmak istedi” görüşüne karşı çıkmakta ve şu ilginç yaklaşımı getirmektedir:
“Osmanlı hükümetinin amacı, Mustafa Kemal'in örgütleyici yeteneklerinden Anadolu'da yararlanarak barış görüşmeleri sırasında İtilaf devletleri üzerinde baskı kurmak ve Türklerin sert bulacağı barış şartlarına karşı davranmaya hazır olacak silahlı kuvvetleri kurdurmaktı.” Sadece Mustafa Kemal Paşa'nın mektup ve konuşmalarından Yıldız Sarayı'ndaki görüşmede ona emanet edilen sırları tahmin etmemiz mümkündür. Nitekim 1992'ye kadar yayınlanmamış olan Erzurum Kongresi tutanaklarında M. Kemal Paşa'nın “Padişah ile aramızdaki sırların (“esrâr”) şimdilik açıklanması uygun olmayıp zaferden sonra açıklayacağım” ifadesinin üzerinin bilinçli olarak çizildiğini ve bu cümlenin Nutuk'a alınmadığını fark edince insan sormadan edemiyor: Vahdettin ile Mustafa Kemal'in arasındaki o “sırlar” nelerdi? Vahdettin, Ali Fuat Türkgeldi'ye 27 Ocak 1919'da öyle dememiş miydi: “İstiklalimizi kurtarmak için zaruri olarak bu hallere tahammül ediliyor. Bunlardan kimseye bahsedilemiyor, millete de malumat verilemiyor. Elbette bir gün tarih bu hakikatleri yazar.” Aradan 90 yıl geçti. O “bir gün” geldi mi dersiniz?
Mustafa ARMAĞAN-Tarihçi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder