MERHABALAR;
Yine kan donduran cinayetlere ev sahipliği yapan bir Grange romanını paylaşmak üzere sizlerleyim.. Romanın kitaplığımdaki yerini almasının üzerinden bir hayli zaman geçti ve daha önce de okundu. Geçtiğimiz günlerde okumadığım kitapları ayırırken SİYAH KAN'ı bir defa daha okuyayım dedim ve önceliği ona verdim.
Öncelikle, arka kapaktan başlamak istiyorum..
ARKA KAPAK YAZISI
"Güneydoğu Asya'da, Yengeç Dönencesi ile Ekvator çizgisi arasında bir yerlerde bir yol vardır. Siyah kanla çizilmiş bir yol. Korkunun ve ölümün hâkim olduğu bir yol.
PARiS.'ilk temas. KUALA LUMPUR. Hayat Yolu. Uçuşan ve Çoğalan. Sonsuzluğun işaretleri. KAMBOÇYA. Bal ve Fresk. TAYLAND. Arınma Odası. Dünyadan soyutlanmış bu mekânda neler olduğunu anlayacaksınız! BANGKOK. Gerçeğin Rengi aynı zamanda Yalanın da Rengi'dir! Ve PARİS. Her şey sona ermedi, yeni başlıyor.
ÇABUK SAKLAN, BABA GELİYOR!"
Gelelim özetimize;
ÖZET
Bölüm bir katilin ormanın derindiklerinde, bambuların arasında, tüm delikleri kapatılmış havasız bir kulübe de bir kadını öldürme ritüeli ile başlıyor.
Ardından Limier Gazetesi’nin sözde Kuala Lumpur’daki muhabiri Marc Dupeyrat’ın 7 Şubat 2003 tarihli bir yazısı takip ediyor cinayet ritüelini.
Yazıda Papan’da, Malezya’nın Güneydoğu kıyısında yer alan Johore Sultanlığı’na ait bir köyde; 1977- 1984 yılları arasında serbest dalış ve limitsiz ağırlıkla dalış şampiyonu , eski bir sporcu olan Jacques Reverdi’nin, öldürdüğü kadınla birlikte bir kulübede Malezyalı balıkçılar tarafından bulunuşuna, balıkçılar tarafından linç edilmekten son anda kurtuluşuna ve cinayet sonrasında Reverdi’nin travma sonrası yaşadığı şoktan dolayı İpoh Akıl Hastanesi’nde bulunduğuna yer verilmektedir.
Ayrıca Reverdi’nin daha önce de Kamboçya’da Linda Kreutz isimli alman bir genç turisti öldürmekten tutuklanmasına ancak delil yetersizliğinden serbest bırakılmasına da yer verilmiştir.
Bu kısımdan sonra olayla Marc Dupeyrat merkezli anlatılmaya başlanır. Marc Dupeyrat’ın piyano çaldığı günlerden, arkadaşı d’Amico’nun ölümüyle girdiği komadan, aynı komayı yine sevgilisi Sophie öldürüldüğünde yaşadığından, paparazzilik yapmaktan Lady Diana’nın ölümünden sonra vazgeçip, cinayet davalarının ve katillerin psikolojilerinin peşine düşmesinden uzun uzadıya bahsedilmektedir.
Marc; elbette Reverdi’nin hikayesine de kayıtsız kalamaz. Onunla ilgili araştırmalar yapıp; makaleler yazmak ister. İlk araştırmasında Marc; Reverdi’nin çocukluğu ile ilgili bilgilere ulaşır.
Reverdi 1954'te Val-d'oise'ın taşrasında Epinay-sur-Seine'de doğmuştur. Sosyal yardım kuruluşunda çalışan annesinin tek çocuğudur. Babası ile hiç tanışmamıştır. Annesi Monique Reverdi 1968’de intihar etmiştir. Bundan sonra Sosyal Hizmetlerin korumasında hayatını devam ettiren Reverdi’nin dalış yeteneği ve zekası da annesinin ölümünden sonra keşfedilmiştir.
Bir çok gazeteci ve araştırmacı görüşmek için katilin peşine düşse de; Reverdi İpoh’dan sonra nakledildiği cezaevinde hiçbir görüşme talebini kabul etmez. Marc’ın aklına farklı bir fikir gelir. Reverdi’nin kurbanlarının hepsinin kadın olmasından yola çıkarak; bir kadın ismi ile Reverdi’yle iletişim kurmaya karar verir.
Elizabeth Bremen, adıyla katile bir mektup yollar, Nanterre Fakültesi’nde Psikoloji mastırı yaptığını ve tez konusu için de Reverdi ve cinayetleri ilgili araştırma yaptığını söyleyerek bilgi ister. Başlangıçta Reverdi; Elizabeth ile pek ilgilenmese de ardından aralarında önce mektupla, ardından e-posta yoluyla yazışmalar devam eder.
Katil Elisabeth’in bir fotoğrafını istediğinde Marc paparazzilik günlerinde birlikte çalıştığı fotoğrafçı Vincent’in stüdyosundan fotoğraf çalar. Fotoğraf, yıldızı yeni parlamakta olan bir manken olan Hatica’ya aittir.
Ardından katilin verdiği şifreli ipuçları yardımıyla Marc sırayla tüm cinayetlere ve katilin cinayet ritüelinin, cinayet itkisinin kaynağına ve nedenlerine ulaşmak için Malezya’dan başlayan bir yolculuğa çıkar.
KİTAPTAN NOTLAR:
Romanın ilk sayfalarını okuduğumda öncelikle biraz şaşırdım. Grange’nin genel tarzından farklı olarak katil ve cinayet ritüeli romanın başında verilmekteydi. Katilin bulunma aşamasındaki takipten mahrum kalacağımı düşündüm ilkin. Ama elbette öyle olmadı. Grange yine kendini yakışır bir biçimde maceranın içine sürükledi beni.
Yazar; cinayet ritüeli ve Marc’ın gazete yazısından sonra; Marc’ın hayatını uzun uzadıya anlattığı bölümde Marc ile ilgili verilen en yakın arkadaşı ve sevgilisi öldürüldüğünde girdiği komadan bahsetmesi, cesetleri bulmadan önceki birkaç saati hatırlamaması, bende soru işaretlerini romanın en başında oluşturdu. Hem Marc’ın hayatında işlenen iki cinayette de cesetleri bulan olması ve komaya girmesi, aynı zamanda annesi babası öldüğünde aynı komayı yaşamaması, ayrıca katillerin cinayet işlerken hissettiklerine odaklanması, Marc ile ilgili şüpheleri romanın en başından itibaren güçlendiriyor. (Hiç değilse sevgilisi ve arkadaşı öldüğünde cesetleri bulan Marc olmasaydı.)
Yazar her romanında küçük ya da büyük roller verdiği gibi bu defa da yine bir Müslümana romanında Hatica kanalı ile rol veriyor. Yine tam olarak belirtilmese de Hatica’nın uyuşturucu bağımlısı anne ve babası ve yaşamları üzerinden bir aşağılama olduğunu düşünüyorum. Yazarın Türkler ve Müslümanlara açıktan ya da ima yoluyla dokundurmaları Grange okurları için sürpriz değil elbette. Aslında iyi Fransızca bilseydim. Kendisine bu konuda sorular sormak istedim doğrusu.
Yazarın kadın kurban takıntısı da yine devamlılığını sürdüren ayrıntılardan...
Grange okurken bazen sıradan hayatı olan; anne babası da normal olan, normal hayatı olabilen hiç kimse romanlarına konu olamaz mı acaba? Her karakterin mutlaka ya kendinde ya da ailesinde bir sorun bulunmakta. Hem de son derece ciddi sorunlar, bu romanda hem en yakın arkadaşı hem de sevgilisi cinayete kurban gitmiş Marc; annesi babası uyuşturucu bağımlısı Hatica, diğer romanlarında da buna pek çok örnek bulunabilir. Örneğin Sisle Gelen Yolcu’da babası işkenceci olan Anais…
Ve bir de Grange romanlarında bolca anti-depresan kullanılıyor ve bunlar isimleri ve bazen de miktarları ile de veriliyor. Açıkçası bu bana son derece gereksiz geliyor.
Marc’ın komaları da akla Şeytan Yemini’ndeki Eric’in sahte komasını da hatırlatmadı değil doğrusu…
Romanın sonlarında katilini öldüğünü öğrendiğimde bir rahatlama hissettim elbette. Ancak daha 50 sayfa kadar vardı romanın bitmesine. Acaba diğer romanlarının aksine yazar bu sayfalarda farklı ya da mutlu bir sona mı yer verecek derken; katilin Testereyi aratmayan bir takipçisi çıkıyor ortaya. Onu yarım bıraktığını tamamlamak için. Romanın başından beri aslında şüpheleri üstüne çeken bazı yönleriyle de itici gelen karakter katilin yerini almaya çalışsa da; Hatica ikinci katilin elinden de kurtulmayı başarıyor.
Sonuç olarak Grange severleri hayal kırıklığına uğratmayacak son derece hareketli bir kurgusu ve hareket basamakları ile kendine hayran bırakacak cinsten bir kitap… Okumamış kitap dostlarıma şiddetle tavsiye ederim.
YENİ KİTAPLARLA GÖRÜŞMEK DİLEĞİYLE..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder