31 Mayıs 2012 Perşembe

A Provisional Miracle: Dublinesque by Enrique Vila-Matas

This is the sad tale of poor Samuel Riba:
He belongs to an increasingly rare breed of sophisticated, literary publishers. And every day, since the beginning of this century, he has watched in despair the spectacle of the noble branch of his trade – publishers who still read and who have always been drawn to literature – gradually, surreptitiously dying out.
There are fewer and fewer “genuine writers and talented readers” to make it worthwhile, a decline Riba ascribes to “the golden calf of the gothic novel”, which created “the stupid myth of the passive reader”. Riba dreams of the return of readers with a capacity for “intelligent emotion, a desire to understand the other and to approach a language distinct to the one of our daily tyrannies”, but he knows it is unlikely to be realised. The younger publishers are keen instead to exploit the “the ‘new language of the digital revolution’, so useful for covering up a lack of imagination and talent”. Yes, it's time for Riba to retire.




Actually, he finds it liberating to be free of the “vampire tales and other nonsense now in fashion” and “no longer to waste hours reading so much rubbish: manuscripts with conventional plots, stories that need a conflict in order to be anything”. Only he regrets not having resolved his lifelong obsession, to uncover an authentic literary genius. He believes the writer is still out there: “in the shadows: in solitude, in doubt, in question”.

There is a dream he can realise however, and that is one he had while seriously ill, caused by years of alcohol abuse. He dreamed of Dublin, “a city he had never been to, but which in the dream he knew perfectly well, as if he'd lived there in another life”. That other life is, of course, reading. He has absorbed James Joyce’s Ulysses as a vampire absorbs another's lifeblood, just as Joyce absorbed Homer. As is only natural for someone who has a “remarkable tendency to read his life as a literary text”, Riba decides to hold a funeral for the Gutenberg age of print in the very same chapel that in episode six of Ulysses saw the funeral of Paddy Dignam. If literature is dying, then a funeral must follow. Literary interconnections fabricate his story: Gutenberg’s funeral aligns itself to Dignam's as it was itself aligned to Odysseus’ descent into the underworld.

Riba is fascinated by the stranger wearing a macintosh encountered by Bloom at the funeral, perhaps because he too often sees mysterious strangers: a man wearing a Nehru jacket staring at him from the street outside his parents’ home, who Riba then spies again on his taxi ride home. What does he signify? Is there a connection? Perhaps his fascination with Ulysses agitates excessive awareness. He wonders if Nabokov is right that the man in the macintosh is Joyce himself, a portrait of the author as friend to the dead. To distract himself, Riba reads a newspaper and happens upon an article featuring comments by Claudio Magris, an author he has published, who argues that Odysseus’ circular journey home was replaced halfway through the twentieth century “by a rectilinear journey: a sort of pilgrimage, a journey always moving forward, towards an impossible point in infinity, like a straight line advancing hesitantly into nothingness”. The correspondence is clear as Riba is himself on his way home in the taxi, reiterating Joyce's achievement in applying Homeric reach to the absolutely mundane, this time taking it further towards that nothingness; his own.

Not that Riba is entirely happy with this literary web spinning, aware perhaps that it is the intellectual equivalent of alcohol ingestion; an induced reverie with damaging consequences. But then it follows that if the everyday of the reader proffers literary correspondences, adding a certain portentous grandeur to ordinary life, the end of literature will mean life disrobed and destitute, leaving him to endure what we might call enchantment hunger (which someone ought to use for a title). When Riba sees a strange suitcase in his Dublin hotel room, he recognises it is an appropriate incident for a novel, but he doesn’t want to be written by novelist of some cheap, conventional fiction. At the funeral, he sees a young man nearby who looks remarkably like a young Samuel Beckett, the “direct and essential heir” of Joyce. Riba now becomes obsessed with him. Could this stranger be the authentic genius to bring Riba and the Gutenberg age back to life?

Of course, following Nabokov, the Beckett figure could be Vila-Matas himself, this millionaire of books and stories (to adapt Borges’ description of Joyce), and thereby Riba’s undiscovered genius. This would certainly deliver a redemptive twist to his sad tale and give his apocalyptic sensibility not only a splendid fictional veneer but necessity. Dublinesque – which is translated from the Spanish by Rosalind Harvey and Ann McLean – is so lightly ironic in this way that it may be dismissed as the densely woven floss of literary candy; it shares not only the title of Philip Larkin’s poem describing a funeral procession but also its sentimental grace. Yet such fairy-tale simplicity and lightness veils the precise patterning of a novel in which every gossamery sentence describing every ghostly event is thread OuLiPo-like through the eyes of a thousand literary needles. Sometimes I wonder if deployment of such dazzling skill is merely that, with too much knowing producing only a warm, colourful rug over the frozen sea rather than a glistening axe. But this is Joyce land, not Kafka.

When Borges introduced the great writer to an Argentine audience in 1925, he characterised himself as a traveller and Ulysses as a new land, confessing to not having cleared a path through all of its pages. In the meantime, he said “let us admire the provisional miracle”. In solitude, in doubt, in question, I suggest we do the same with Dublinesque.


T. S. ELIOT (1888-1965)

XX. yüzyıl İngiliz şairi . T.S. Eliot şairliğinin yanında aynı zamanda oyun yazarı ve eleştirmendi. Amerikada doğdu. Öğrenimini ABD, Fransa, Almanya, İngiltere’de yaptı.
 Modern İngiliz şiirinde W. B. Yeats ve Esra Pound ile başlayan yenileşme sürecini izleyerek sürdürmüstür. Eleştiri yazılarıylada tanınan yazar 1949 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandı. Şiirlerinde uygar dünyanın sorunlar karmaşası içindeki konumunu yaşlı gezegenimizin umutla umutsuzluk arsındaki durumunu işlemektedir.
ESERLERİ: Boş Adamlar, Kutsal Çarsamba, Katedralde Cinayet, Çorak Ülke, Sweney Agonistes, Kokteyl Parti

Buluşmanın resimleri de geldiiii:)))

 İşte karşınızda Bursalı bloggerlar.Öyle çoktuk ki sığmadık bir kareye...
 Tatlı bebişlerimiz de vardı,kimi anne karnında kimi annesinin yanında.Bazı hatunlar da göbeğini kabatma çabalarında :)))
 Sohbetler oldukça koyuydu :)))
 Kimler yoktu ki :)))
incisi.blogspot.com(Düşlerimin incisi)
elifindünyası
nikkentobi.blogspot.com(Franboğazlı ruh pastası)
Kaçırdığım varsa alo desin ,lütfen :))
Böyle de güzel poz veririz yani ...
 Nice buluşmalara  kızlar!!! Çok keyifli ve güzel bir buluşma oldu :)))
Tadı damağımda kaldı...





Akdeniz'in 300 günü güneşli kenti, MARSILYA



Annecy'den sonra direksiyonumuzu Güney Fransa'ya yani Provence-Alpes-Côte d'Azur bölgesine çevirdik. Akdeniz'in 300 günü güneşli şehri, Marsilya’ydı bu sefer hedefimiz…

Kimi zaman yağmurlu kimi zaman güneşli yolculuk boyunca (kullandıgımız yolun adı Autoroute du Soleil  - Günes yolu idi), güneye doğru ilerledikçe tanıdık ve bir o kadar da görülmesi gereken yerler birer birer tabelalarda kendini gösteriyordu; Grenoble, Orange, Avignon... Hatta bir ara tamamen taş evlerden oluşan kücük bir yerleşim dikkatimizi çekti, o kadar ki dönüş yolunda uğranmalıydı. Sonradan öğrendik ki burası Mornas'mış. 

YAZININ DEVAMINI okumak icin TIK TIK TIK»

KOLAY KÜNEFE



 MALZEMELER
1 paket tost ekmeği
250 gram tereyağı
KREMASI
2 çorba kaşığı un
2 çorba kaşığı nışasta
1 çay bardağı şeker
2 su bardağı süt
1 paket krema
ŞERBETİ
1,5 Su bardağı şeker
1,5 su bardağı su
limonsuyu
YAPILIŞI
Tost ekmeklerinin kenarlarını kesip çıkartıyoruz rondadan geçirip minik parçalara bölüyoruz ,tereyağını eritip etimeklerin üzerlerine döküp yediriyoruz. Borcama etimeklerin yarısını boşaltıp bastırarak yerleştiriyoruz . Un ,nışasta ve şekeri bir kapta harmalıyoruz üzerine sütü döküp karıştıra karıştıra pişiriyoruz,soğuyunca 1 paket keremayı döküp mikserle çırpıyoruz hazırladığımız kremayı tost ekmeklerinin üzerlerine döküyoruz, kalan etimekleride kremanın üzerine döküp bastırmadan yerleştiriyoruz önceden ısıtılmış fırında 200 derecede üzeri kızarana kadar pişiriyoruz,
Şerbetini kaynatıp  fırından çıkan tatlının üzerine dökülüp bekletmeden  hemen servis yapılacak şerbet ve tatlı ikiside sıcak olacak .

Özetle buluşmamız ve çekiliş duyurusu

 Dün nefis bir blogger buluşması yaşandı.Katılım süperdi.Bir çok Bursalı blogger geldi.Zaman nasıl geçti anlamadık,mamalar,sohbetler kahveler derken geçti zaman.Yetmedi valla.Tekrarlamak gerek en kısa zamanda fikrimce.Herkesi tanıdığıma çoook memnun oldum.Resimler  ve katılan arkadaşların isimleri bir sonraki postta olucak.Resim bekliyorum,görevli arkadaşlardan.Hazır olur olmaz tekrar yazıcam.Hepinizi öpüyorum kızlar,harika bir geceydi :)))))

Ve çekilkiş haberi geliyor.Sevgili Ebygaleciğimin çekiliş var.Kaçırmayın derim ,çok ciciş şeyler hazırlamış bir de Supercellmacımın çekilişi var hadi pamuk eller tuşlara :))) Aramızda kalsın bu kızlar var yaa çoook şeker çook.İyi ki tanımışım sizi...Biraz Bursalı blog dayanışması olsun di mi ama....

Güzel bir gün diliyorum hepinize !!!



30 Mayıs 2012 Çarşamba

Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Ahmet Hamdi Tanpınar

Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Ahmet Hamdi Tanpınar, Dergah Yayınevi, 1954, İstanbul

    Romanın kahramanı Hayri İrdal’ın saatlere ve zamana olan ilgisi çocukluk yıllarında başlamıştır. İçinde bulunduğu toplum, batılaşmanın sosyal hayatın tüm noktalara nüfuz ettiği, kavramların ve terimlerin yeniden anlam bulduğu, toplumsal hafızanın silinip üzerine yeni anlayışların yeni bakış açılarının yazıldığı bir değişim sürecini yaşamaktadır. Hayri İrdal da bu değişim sürecinden nasibini almakta ve gerçek dünya ile hayal dünyası arasında gidip gelmektedir. Olaylar dizisi roman kahramanını bir anda değişim sürecini gerçekleştiren aktörlerden birisi haline getirir. Halit Ayarcı ile tanışması ve Saatleri Ayarlama Enstitüsünde müdür muavini olarak çalışması hayatının dönüm noktasıdır. 
Hayri İrdal fakir bir ailenin çocuğudur ve Fatih Rüştiyesinde okur. Saatlere ilgi duyması dayısının kendisine sünnet hediyesi olarak aldığı bir kol saati ile başlar. O kadar değişir ki hayatı saatin hediye edildiği günü doğum günü olarak kabul eder. Birinci Dünya savaşına katılır ve döner. Döndüğünde babası savaşta ölmüştür ve harp sonunda İstanbul’da halkın çaresizlik ve fakirlik içinde olduğunu görür.
Savaştan dönen birçok genç gibi o da iş aramaya başlar. Bu esnada Abdüsselam beyin Emine adlı kızıyla evlenir. Bu evlilik çok anlamsız bir evliliktir. Emine hanım onun için çok uygun bir eş değildir Ancak savaş sonrası işsizlik ve İstanbul’da yaşam şartlarının ağırlaşması onu Abdüsselam beyin yanında kalmaya zorlar ve bu evlilik zorunlu hale gelir. Bu evlilikten Zehra ve Ahmet adında çocukları olur. Abdüsselam bey ölür ve Hayri İrdal oğulları ile miras mücadelesine girişir ancak Hayri İrdal birşey elde edemez. Ancak daha sonra oğulları tarafından Abdüsselam beye ait bir elması çaldığı suçlamasıyla karşı karşıya kalır ve dava edilir.
Mahkeme onun adli tıpta bir psikolog tarafından dinlenmesine karar verir ve burada Doktor Ramiz ile tanışır. Doktor Ramiz Hayri İrdal’ın rahatsızlığı olduğuna ve belirli bir süre tedavi olması gerektiğine karar verir. Hayri İrdal’ın tedavi olduğuna inanan Doktor Ramiz tahliyesine karar verir ancak dostlukları devam eder. Tahliye olduktan sonra  Fener Postanesinde memur olarak iş bulur. Eşi Emine bir hastalığa tutulur ve ölür. Doktor Ramiz psikanaliz cemiyeti kurar ve Hayri İrdal’ı da cemiyete müdür olarak alır. Aynı zamanda ispirtizmacılar cemiyetinde de muhasebeci olarak görev yapar. Doktor Ramiz öğrenimini yut dışında yapmıştır ve alanında kendisini ispat etmeye çalışmaktadır. Hayri İrdal da onun ilk hastasıdır. Hayri İrdal’ın durumunu kendisine bir fırsat bilir ve hasta olmadığı halde üzerinden derin psikanalizler yaparak etrafındakilere kendini ispata girişir. Cemiyette, Hayri İrdal’ı kendisinin iyileştirdiği bir hasta olarak tanıtır.
Daha sonra cemiyette Pakize ile tanışır ve ikinci evliliğini yapar. Psikanaliz cemiyetindeyken hayatında çok büyük değişikliler yapacak olan Doktor Ramiz’in okul arkadaşı Halit Ayarcı ile tanışır. Doktor Ramiz Hayri İrdal’dan Halit Ayarcı’ya daha önceden bahsetmiştir. Aralarında bir hiç de samimi olmayan bir dostluğun gelişmesini istemektedir. Hayri İrdal ise bu zengin beyefendiyi etkilemek için saatler konusundaki bilgisini kullanır ve Halit Ayarcı’nın saatini onarır. Halit ayarcı ile İstanbul sokaklarında dolaşırlar anlattığı hikâyelerle onu etkilemeye çalışır. Ancak bu esnada küçük kızı otuz hasta yatağında ölümle mücadele etmektedir.
Hayri İrdal, Doktor Ramiz ve Halit ayarcı ile İstanbul gecelerinde gününü gün eder ve aslında hayat tarzının yaşam seviyesinin uyuşmadığı bu adamlara kendisinde olmayan özelliklerini anlatarak onların gözünde bir yerlere gelmek ister. Halit Ayarcı aslında Hayri İrdal’ın hiç de kendi seviyesinde bir insan olmadığını bilmektedir. Ancak gelecekte ondan bir menfaat beklercesine devamlı dalkavukluk yapmaktadır. Bazen Hayri İrdal bu hayatın kendisine ait olmadığını anlamakta ve içten içe vicdanen rahatsız olmaktadır. Ancak olayların akıp gitmesi ve bu beyfendilerin onu yükseklerde bir yerlerde tutması gerçekleri görmesini engeller.
Hayri İrdal Halit Ayarcı’ya karşı artık kendisini çok yakın hissetmektedir ve aile sorunlarını anlatır. Evde iki baldızı, bir oğlu ve bir kızıyla bohem bir hayat yaşadığından dem vurur. Baldızının hiçbir kabiliyeti olmadığı halde şarkıcı olmak istediğini ancak bunun mümkün olamayacağını ve dolayısıyla evin içinde kendisinin bunalmasından dert yanar. Halit Ayarcı ise hiç de öyle düşünmemektedir. Musikinin sanatsal olarak o zaman için çok önemi yoktur. Önemli olan bu sanatı icra etme cesaretidir. Musiki bilgisi, sesin eğitilmesi gibi şeyler sonradan zaten olacaktır. Gerçektende Halit Ayarcı bir gazino ayarlar ve baldızına sahnede musiki icra etmesi için fırsat verir. Aslında Hayri İrdal’ın düştüğü durum çok kötüdür. Çünkü baldızı hiçte şerefli olmayan bir meslek icra etmektedir. Ancak o bunun farkında olmadan sahnedeki baldızını ‘’icra ettiği sanattan’’ dolayı alkışlamaktadır.
Halit Ayarcı eğitimini Amerika’da yapmış bir iş adamı olarak İstanbul’a geldiğinde zenginliğine zenginlik katmak amacıyla fırsat kollamaktadır. İstanbul, Avrupalılaşmanın ve değişimin yaşandığı sancılı bir dönemin içindedir. Toplum her gün yeni bir şeyle karşılaşmakta ve hayatın içerinse direkt olarak giren ve toplumun tüm fertlerini etkileyen hadiselerin tanımları dahi yapılamadan uygulanmaktadır. Halit Ayarcı için bu durum bulunmaz bir fırsattır. Zamanın toplum için önem arz etmeye başladığı düşüncesinden hareketle günlük hayatta kullanılan saatlerin günün gerçek zamanına göre ayarlanması işine girişerek bir enstitü kurar. Tabi bu enstitüyü devletten aldığı destekle kuracaktır.
Belediye reisi ile anlaşır bir daire kiralar ve içerisini sanki bir devlet dairesi gibi masalar ve daktilolarla donattırır. Belediye reisini modern zamanın gereği olarak, halkın zamana sahip olması, zamanın şuuruna varması ve zamanı kullanması konularında enstitü vasıtasıyla eğitileceğine dair sözler verir. Enstitü aynı zamanda bazı ekipler görevlendirerek İstanbul’un çeşitli yerlerinde şubeler açarak halkın üzerinde taşıdığı ve ya umum yerlerdeki saatleri ayarlama faaliyetini de başlatır. Halit Ayarcı belediye reisini içten içe işlemeye devam eder ve enstitünün ne kadar gerekli ve önemli bir iş yaptığını bahane ederek daha geniş daha lüks bir binaya taşınması gerektiği konusunda ikna eder.
Enstitü büyüdükçe Halit Ayarcı ve Hayri İrdal daha çok akrabasını kadroya alır. Ancak Hayri İrdal’ın kafasında enstitünün hala mantıkla açıklanabilir işler yaptığına dair düşünceler yoktur. Zaman zaman Halit Ayarcı ile enstitünün anlamsız bir müessese olduğu konusunda tartışmalara girer. Halit Ayarcı onu sözüm ona realist olmaya davet ederek susturur. Aslında Hayri İrdal itirazlarını çok fazla derinleştiremez çünkü o da bu müesseseden maaş almakta ve birçok akrabası da onun gibi bu enstitü vasıtasıyla geçimini sürdürmektedir. Gün geçtikçe belediye reisinin enstitünün halka faydalı işler yaptığı konusundaki düşünceleri değişir. Halit Ayarcı yine devreye girer ve Hayri İrdal’ın uydurması olan Şeyh Ahmet Zamani hakkında bir kitap yazması konusunda bütün itirazlarına rağmen Hayri İrdal‘ı ikna eder. Bu esnada gazeteler enstitüye yakın ilgi duyar ve günlerce manşetlerinden enstitü ile ilgili haberler yapar. Halit Ayarcı’nın bir iş adamı olarak bu işin içinde olmasına çok anlam veremez basın ancak bu arada Hayri İrdal’ı yerlere göklere sığdıramaz. Hakkında birçok makale çıkar ve hayali Şeyh Ahmet Zamani Efendi’nin takipçisiymiş gibi göstererek bir filozof kimliği yükler.
Enstitünün yaptığı işin doktrinini anlatan ’Şeyh Ahmet zamani ve Eseri’’ adlı kitabı da tamamlar. Yazdığı kitap 18 dile tercüme edilir. Yurt dışında da bu kitap yankı uyandırır. Hollandalı Van Humbert adında bir bilim adamı sırf onunla tanışmak ve Şeyh Ahmet Zamani’yi tanımak için İstanbul’a gelir. Basın Hayri İrdal’ı artık bir Faust bir Voltaire gibi görmektedir. Bu esnada enstitünün gerçek yüzünü gören gazeteler de vardır. Bu gazetelere göre Halit Ayarcı halkla dalga geçen bir iş adamı, Hayri İrdal ise onun kuklasıdır. Saatleri ayarlama enstitüsünün ünü Avrupa ve Amerika’da da duyulur ve yabancı heyetler enstitüde inceleme yapmak üzere İstanbul’a gelir. Gelen heyet enstitünün yaptığı işin son derece gereksiz bir faaliyet olduğu kanaatine varır ve dolayısıyla kayda değer bir çalışma yapmadan ülkeyi terk eder.
Enstitünün kadrosu artık çok büyümüştür ve eleştirirler gittikçe artmaktadır. Halit Ayarcı da artık enstitüde etkisini kaybetmek üzeredir. Hayri İrdal ile enstitünün yaptığı işle alakalı tartışmalar giderek daha da derinleşir ve aralarında ayrılık rüzgârları esmeye başlar. Nihayetinde hükümet enstitüyü lağıv etmeye karar verir ve tasfiye işlemleri için bir komisyon kurar. Halit Ayarcı ise belirli bir süre ortadan kaybolur ve daha sonra bir trafik kazasında öldüğü haberi gelir. Enstitünün tasfiyesi esnasında Hayri İrdal’ın görevinde bir değişiklik olmayacak ve müdür yardımcılığı görevine devam edecektir ve gerçek ile hayal arasında mutluluğunu sürdürecektir.

MISTER MAKER (BAY BECERİKLİ ) HANGİ KANALDA, SAAT KAÇTA?

Bay becerikli yani Mister Maker, Yumurcak Tv'de her gün yayınlanıyor.
Program her gün şu saatlerde yayınlanmaktadır:

9.55
13.00
16.20
19.55
Özellikle çocukların izlemesi gereken eğlenceli ve eğitici bir program.

ART ATTACK PROGRAMI HANGİ KANALDA,SAAT KAÇTA?

Art Attack programı, çocukların el becerilerini geliştirmeye yönelik bir program.
Bu program Disney Channel'de yayınlanıyor.
Yayın saatleri ise 11.15.


Mutlu bir çarşamba olsun !!!


 Mutlu bir çarşamba diliyorum.Akşama Bursalı bloggerlarle buluşuyoruz.Bakalım nasıl bir ortam olacak .Saat 18.00'de "Leman Kültür"de(FSM bulvarında) olucaz.

 Bu son amigurumilerimden biri.İnstagram aşkına yapıldı akşam.İğnelik olarak kullanıcam galiba:)))
Yarım kalan oyuncakları, tamamlama işine  giriştim.Sırada kurbağacık var.Bugünlük bu kadar.Yarın buluşmanın detaylarıyla burda olucam :))


Pespembe musmutlu bir çarşamba olsun !!!

29 Mayıs 2012 Salı

Peter Carl Fabergé Kimdir

Google, bugün (30.05.2012) Peter Carl Fabergé logosu ile çıktı karşımıza. 
Peki kimdir bu zat-ı muhterem?
Asıl adı Carl Gustavovich Fabergé'dir.
Kendisi 30 Mayıs 1846 'da doğmuştur.
Fransa doğumlu Rus asıllı bir mücevher tasarımcısıdır.
En meşhur eseri kendi adından gelen  "Fabergé Yumurtaları"dır.
Bu meşhur zat, 24 Eylül 1920 tarihinde ölmüştür.

Sana bir buse vermedim diye








 

Sana bir buse vermedim diye





Sana bir buse vermedim diyeNasıl kızarsın, istemedin kiBeni sevdiğini nerden bileyimBir kere olsun söylemedin kiSevgi bir arzu dalında çiçekNe vardı öyle bakıp geçecekSana gönlümün kapısı açıkGel yavaş yavaş gir demedin kiBenim de vardı gizli bir derdimNe bir yakınlık, ne ilgi gördümSeni sevdiğimi söyler dururdumBir kere olsun anlamadın kiSevgi bir arzu

Boş duruyorum sanmayın

Boş duruyorum sanmayın.Çalışıyorum harıl harıl.Anahtarlıklar ,saksı süsleri,komik parti süsleri vs. işlerle uğraşmaktayım.Durmak yok çalışmaya devam.Kafamda bir sürü bişey var bu ara.Yaptıkça ve fırsat buldukça paylaşıcam.

Sağlıcakla kalın !!! Yaz gelmiycek mi bu sene.

28 Mayıs 2012 Pazartesi

SİLVERLİNE HAZIR MUTFAĞIN DÜZENLEDİĞİ EN BAŞARILI FIRIN YEMEKLERİ YARIŞMASINDA ÜÇÜNCÜ OLDUM



ARKADAŞLAR SİLVERLİNE ANKASTRE MUTFAĞIN DÜZENLEDİĞİ YARIŞMADA 3 ÜNCÜLÜK ÖDÜLÜNÜ ALDIM BİR ÇOK BLOGCU ARKADAŞIMLA İLK DEFA TANIŞMA FIRSATIM OLDU ÇOK GÜZEL BİR GÜNDÜ TANSİYON HASTASI OLDUĞUM İÇİN HEYECANLANIRIM DİYE BÖYLE ORTAMLARA GİREMİYORDUM AMA ŞİMDİYE KADAR  KATILMADIĞIMA ÇOK PİŞMAN OLDUM  HERŞEY ÇOK GÜZELDİ

Sosis Kalsın


Bir cimri, bir sosis satın alır ve kendisine bir tüp hardal verilir.
Benim hardala ihtiyacım yok.
Fakat hardal parasızdır

Ha öyle mi? Sosis kalsın, bana yalnız hardalı verin!

Aradığınız Emlak Hurriyetemlak.com'da!

Emlağa dair her şeyi tek çatı altında buluşturan www.hurriyetemlak.com, çok seçenekli güncel ve detaylı ilanlarıyla, gelişmiş arama özellikleri ve kullanıcı dostu tasarımıyla, sektöre dair güncel haberleri ve istatistiki bilgileriyle, tam anlamıyla emlak sektörünün nabzını tutuyor.

Satılık ve kiralık daireler, ofisler, iş yerleri ve tüm konut projelerini bulabileceğiniz www.hurriyetemlak.com, sunduğu çok sayıda seçenekle size aradığınız emlağı mutlaka bulma olanağı sağlıyor.

İlanlarda okul, hastane, restoran, alışveriş merkezi gibi çevre bilgilerine ulaşabiliyorsunuz. Video desteğiyle gayrimenkulü içindeymişcesine izleyebiliyorsunuz. Baktığınız evin ya da iş yerinin net konumunu harita üzerinde görebiliyorsunuz.

Bu kadar kolaylık ve çok seçenek varken www.hurriyetemlak.com’da, aradığınız emlağı ya da emlağınızın talibini bulmanız an meselesi!

Bir bumads advertorial içeriğidir.

26 Mayıs 2012 Cumartesi

Yalan değil pek kolay olmayacak unutmak





Yalan değil pek kolay olmayacak unutmak



Yalan değil pek kolay olmayacak unutmak
Öyle zor, öyle zor ki seni içimden atmak
İstemem o günahkâr ellerini bir daha
Ellerime alıp da ne öpmek ne okşamak
Öyle zor, öyle zor ki seni içimden atmak

Beste: Yusuf Nalkesen
Güfte: Yusuf Nalkesen
Makâm: Hicâz
Usûl: Düyek
Form: Şarkı
Seslendiren: Alp Arslan

Temelle Fadime Küsmüşler


Temel’le Fadim’e küsmüşler kağıta yazılı biçimde anlaşıyorlarmış.
Temel yatarken kağıda Fadime beni sabah 6.30 da kaldır yazmış.
Sabah olmuş Temel bir kalkmış saat 10.00 tabi çok kızmış.
Tam kalkacakken bir kağıt düşmüş yere Temel kağıdı okumuş.
Fadime yazmış; “Temel kalk saat 6.30″ :)

Tv izle - Canlitvtr.net

http://www.canlitvtr.net/player.png
Canlitvtr sitemiz internet üzerinden yerli-yabancı tüm tv kanallarını tv izleme imkanı sunmaktadır.Bazı yayınlarımız hd kalitede olup canlı tv izleme imkanı sunmaktadır.Zengin tv kanalları kadrosu ile alanında bir numarayı hedeflemektedir.Kategoriler halinde Ulusal Kanalları,Yerel Kanallar,Haber Kanalları,Spor Kanalları,Dini Kanallar,Çocuk Kanalları olmak üzere size daha kolay canlı tv kanalları bulma imkanını sunmaktadır.

25 Mayıs 2012 Cuma

Kafamı Dinleyeyim


Bir hayli yaşlı olan Fadime ve Temel’e basın mensupları sormuş:
-Kaç yaşındasınız?
-Seksen yedi. Yüz yaşıma kadar da yaşayacağım; demiş Fadime.
-Ben de seksen yedi, ben yüz bir yaşıma kadar yaşayacağım; demiş Temel de.
-Neden bir yıl fazla yaşamak istiyorsunuz?
-Hiç değilse bir yıl kafamı dinleyim.

Ev yapımı "Sezar " salata

"Sezar" salata severmisiniz ???Ben bayılırım.Dışarıda da her daim ondan yerim.Hatta yurt dışında da şaşmadığım tatlardan oldu.Hem bildiğim lezzet ,hem de beyaz et olması tercihimdir.Dün evde yaptım, nefis oldu.Bir kaç araştırmadan sonra ,sos malzemelerinden istediklerimi seçip kendi sosumu hazırladım.Normalde çiğ yumurta ve ançuezle yapılır ama ben ikisini de kullanmadım.Gelelim yapılışına .Önce tavuk göğsünü ızgara tavasında güzelce pişirdim.Pişince verevine kestim.Aysberg marullarını ellerimle parçalayıp salata kaselerine yerleştirdim(miktar tercihe göre). Önce kibrit kutusundan biraz büyük bir parça mahalıç (parmesan yerine -tadı çok benziyor)peynirini rondoda toz haline getirdim.Bir kaşık kadar içinde bıraktım,sonra sırasıyla sos malzemelerini( 1 çorba kaşığı hardal,1 çorba kaşığı elma sirkesi(Kühne),1 büyük diş sarımsak,biraz karabiber,tuz,1 çorba kaşığı mayonez,bir kaç yaprak taze nane ve yarım limon)ekleyip güzelce sos kıvamına gelene kadar karıştırdım.Koyu olursa limon suyu eklene bilir.Salata kaselerine tavukları da yerleştirdikten sonra sosu döktüm.En son toz halindeki peynirle süsledim  ve doğru mideye:)))Deneyin derim pişman olmazsınız...

Mutlu haftasonu!!!
 Bursalı bayanlara not: Haftaya buluşalım diyoruz.Ayrıntılı bilgileri en kısa zamanda vereceğim.

LOKMA


500 gram un
1/2 paket yaş maya
1 çorba kaşığı toz şeker
1 fiske tuz
ŞERBETİ
3 su bardağı şeker
2 su bardağı su
1/2 limon suyu
YAPILIŞI
 Mayanın  bir su bardağı ılık su ve şeker ile karıştırılıp kabarması beklenir. Unun ortası açılır maya ve ılık su ilave edilerek akışkan bir hamur yapılır, mayalanması beklenir.  Mayalanan hamur sol elimizle bir miktar alınır kaşık sağ elimizde  hamurdan küçük parçalar alınıp kızgın yağa bırakılır, kızaran lokmalar kaynatılıp soğutulan şerbete atılır, biri iki sefer karıştırılıp şerbetten süzgeçle alınıp servis yapılır.

24 Mayıs 2012 Perşembe

Ordan burdan...


Ara verdikçe arayı büyütüyorum.Yazmak istiyorum ama ne yazayım diyorum.Uzun ara verdim, kim ne yaptı ne etti bilmiyorum.Bir türlü oturup okuyamıyorum.Hep bir koşturmaca telaş,nedir bu bilemiyorum.Aslında bütün arkadaşlarımı çok özledim.Siz bir de arayıp sorunca utanıyorum resmen.Onun dışında herşey eskisi gibi.İyiyiz işte...Ben aynı ben işlere devam,bir kaç sipariş var onların telaşındayım.Hala puantiyeleri çok seviyorum,pilatese devam,kilo vermeye de.Geçen gün çok tatlı bir tesadüf yaşadım,çok sevdiğim iki Bursalı bloggerla görüştük.Biri sevgili Kitana ,diğeri de Ebygale.İkisi de pırıl pırıl ,sevimli mi sevimli iki bayan.Sizi tanıdığıma çok mutlu oldum.Bursalı blogger bayanları hadi buluşalım bir gün.


Puantiye aşkı devam.Yalnız bu ara pembe tonlarını ve çiçekli olan herşeyden çok fazla hoşlanmaya başladım.Arkasından ne çıkacak bilmiyorum...

Bu günlük bu kadar.
 Hayırlı kandiller arkadaşlar !!!Sevgilerimle !!!

23 Mayıs 2012 Çarşamba

His and Her Books (1961)

Just a quick fun set of books.  One style of children's book popular in the late 1950s was the "dress-up" book. A child would be shown in different costumes with a little text about what they were pretending to be,

These two 1961 books show some of the last gasps of dressing up like a "space hero" instead of an astronaut.  While charming they remind us how fast the trends changed when real space flight became possible. Space helmets and space guns became un-chic as silver suits and count-downs became the new style.


I don't want to leave the space women out either.  It is surprising that astronauts HAD to be men but space heroes could be anyone.  You saw a lot less female astronauts in the 1960s.

torunuma ördüğüm hırka

Küçük kızım haziranın 25 inde 2 inci çocuğunu ALLAH nasip ederse dünyaya getirecek benimde 6 ıncı erkek torunum olacak inşallah sağ sağlim kucağımıza almak nasip olur bebeğimize ördüğüm hırka

İsabet Ettiremedi Ki


- Baba insanlar bu adama neden kızıyorlar ?
- Hakeme taş attı da onun için kızıyorlar.
- Ama isabet ettiremedi ki?..
- Kızım işte o yüzden kızyorlar ya!..

21 Mayıs 2012 Pazartesi

Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi, Ziya Osman Saba

Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi, Ziya Osman Saba, Varlık Yayınevi, 1962, İstanbul
Yazar kitabını;  çocukluğu,   gençliği   ve  yaşadığı  mahalle ile  çok sevdiği    İstanbul   ili   hakkında     yazmış   olduğu    hikayelerden  oluşturmuştur.
                O akşam işimden erken çıkabilmiştim. Şöyle Beyoğlu'na kadar bir uzanayım, dedim. Köprüden, Haliç’i ve Boğaziçi’ni selamlayarak geçtim.

            Bir zamanlar oturduğum semtlerin vapurları yine hep o hareket telaşı içindeydiler. İşte Kadıköye kalkacak 6 vapurunun zili çalmaya başladı. Bir zamanlar saniyeleri bile kıymetli olan zaman şimdi benim için eski ehemmiyetlerini ne kadar kaybetmişler! Zil istediği kadar acılaşabilir, memur demir kapıyı kapamak tehdidini istediği kadar ileri götürebilir; ben artık o vapurların yolcusu değilim, benim oralarda artık kimsem kalmadı. Yüksek kaldırım'dan istediğim kadar oyalana oyalana çıkabilirim. Tünel’e varınca tramvaya binenleri seyreder, sonra yayan gitmeye karar vermiş bir insan tavrıyla etrafı seyrede ede Galatasaray'a, Taksim'e kadar yürüyebilirim.

             Karşımdan insanlar geliyor, arkamdan insanlar geliyor. Arkamdan yürüyenler nihayet beni geçiyorlar, karşımdan gelenlerin bazılarıyla bir an bakışıyoruz, bana ;sürtünenler, çarpanlar oluyor. Erkekler, kadınlar, uzun boylular, kısa boylular, yaşlılar, gençler, güzeller, çirkinler, zenginler, fakirler... Kocalı kadınlar, yalnızlar, kolunda sevgilisi olanlar, anneleri yanında yürüyen küçük çocuklar var. Cahit Sıtkı'nın, bir şiirinde "gün hazinesi" dediği bir ömür hazinesi genç kızlar var. Yalınayak çocuklar da var. Gazete satmaya çalışıyorlar. Fakat ayakları üşümüyor gibi, herhalde alışmışlardır, diyorum. Hem onlar da kunduralılardan daha az mesut görünmüyorlar. Onlardan gazete alan zenginler, verdikleri paranın gerisini istemiyorlar.Bu onların sevincini bir kat daha artırıyor.

              İki yanımda bu insanları, giydirmeye, doyurmaya, eğlendirmeye, bir kat daha mesut etmeye mahsus;  dükkanlar, mağazalar, salonlar var. Onların camekanları önünde durmaktan, hayale dalmaktan kendimi alamıyorum.  Şu oda takımı ne güzel!      İnsan yemekten sonra şu     geniş koltukta   kimbilir ne kadar rahat eder!     Şu abajur, elindeki örgüsüne     dalmış karısının yüzüne kimbilir ne tatlı bir pembelik verir. O zaman koca, gazetesini bırakarak karısının seyrine dalar... Şu masa, karşıki mağazada satılan   radyolar için bilhassa yapılmış gibi,     tam uygun gelecek. Radyonun üstüne de şu ileride,   antikacıdaki biblolardan biri...    Şehrin en büyük mobilyacısı bütün bir yatak odası takımı teşhir ediyor.     İki kişilik karyola, atlas yorganı serilmiş, başucunda komodinine, üstündeki gece lambasına, yerde küçük halısına, pencerelerdeki tül perdelerine varıncaya kadar düşünülmüş, tam bir yatak odası... Perdeleri arasında da bir kış dekoru gözüküyor. Bütün oda kızıl bir aydınlık içinde, sahiplerini beklemekten sabırsızlanıyor gibi...

              Fakat bütün bu eşyayı nereye taşımalı? Şu kat kat apartmanların hangi katı benim olabilir? İ

              Ya şu mağazadaki mavi kolye.   Tanıdığım kızlardan   şu en mavi gözlüsüne ne kadar yaraşacak!      Fakat   o kız benim sevgilim değil ki!      dekolte, bütün mahremiyetleri ile kadın terlikleri, bütün bir ev hayatını hayal ettiren terlikler...

                Ah şu kadın eşyaları, çamaşırları, elbiseleri satan mağazalar... Düşünüyorum; bütün o çamaşırlardan, elbiselerden, tayyörlerden, mantolardan istediğim kadar alacak param olsa da, onları kullanabilecek, onları giyebilecek, "bütün bunlar senin için" diyebileceğim kimsem yok.

                 Sanki bütün bu mağazalar,  şu insanlara, saadet satıyorlar. Şu manavdaki renk renk,     türlü türlü yemişler,   meselâ şu iri, sarı kabuklular portakal değil, bir sofra saadetini tamamlayacak bir başka lezzet, koku ve serinlik saadetidir. Şu satıcılar avaz avaz bağırarak, şu sattıklarımızdan da alın, daha çok mesut olun, demek istiyorlar. Hele şu köşede, ta Vefa'dan getirilmiş boza şişeleri. Bu, yemekten birkaç saat sonra, bir babanın, ailesi efradına, üzerine tarçın ekerek, leblebiler koyarak yudum yudum tattıracağı bir nev'i şahsına münhasır saadet değil de nedir?

                 Bu caddeye ne kadar da çok fotoğrafçı toplanmış, şimdiye kadar kaç tanesinin önünde resimleri seyre daldım. Bütün bu mesut insanlar buralara da saadetlerini tespit ettirmek için koşuşmuş olacaklar. Bu resimlerde, yaşayacaklarından daha uzun zaman tebessümleri devam edecek.   Bu fotoğrafhanelerde hiç ölülerin resmi yok. Zaten en yakın mezarlık buraya kilometrelerce uzakta. Bu caddede ancak mesut dolaşılabilir. Yalnız bu caddede bulunmak insanı mesut etmeye kafidir. Yaşadığımı, ben de saadetimi düşünmeliyim. Şu kadar dükkanın içinde elbette beni de mesut, hiç olmazsa memnun edebilecek şeyler satanlar da yok değil ya! Şuracıkta kunduralarımı boyatabilirim. Şu kravatı pekala satın alabilirim. Yeni gelmiş şu şiir kitabı bana pekala zevkli saatler geçirtebilir. Ben de pekala şu mesut insanların fotoğraflarını çıkarttıkları fotoğrafhanelerden birine girebilir, ben de mesudum, benim de resmimi çekebilirsiniz diyebilirim. Fotoğrafçı da itiraz edemez, sizin kimseniz yok, fotoğrafı ne yapacaksınız, diyemez. Sorarsa, elbette günün birinde benim de bir sevgilim olabilir. Sizin çekeceğiniz bu en güzel fotoğraf onun çantasının gizli bir köşesinde, güzel kokular içinde yatabilir, derim.

            Sonra, beni sevecek kimse çıkmasa bile, haberiniz yok mu, yeni bir şiir kitabım çıktı, bu kitap pekala bana şair dedirtebilir ve kimbilir, zaman gelir, edebiyat tarihçisi, bu kitap çıktığı zamanki fotoğrafımı arayabilir. İstikbalin nefis kağıtlı bir edebiyat tarihinin sayfaları arasından bütün gençliğimle tebessüm edebilirim. Evet, evet, hiç olmazsa genç değil miyim, ağarmış saçlarımla, biraz bezgin duruşuma bakmayın, nüfus tezkerem yanımda, buyurun, ben daha genç sayılırım. Ve sırf genç olmam, benden isteyeceğiniz tebessümü dudaklarımda yaratabilir.

             Bir fotoğrafhanenin önünde bir otomobil durmuş ve etrafında bir meraklı kalabalık oluşmuş.  Yaklaşıyorum,  otomobilin  içi,  camların   kenarları   bütün    çiçeklerle  süslü.  Demek  gelinle güvey    fotoğrafhanedeler.     Ben de  bu        fotoğrafhaneye    girer,    hem      fotoğrafımı çıkartmış olur,     hem de  en  mesut  zamanlarından birini yaşatmakta olan bu çifti,    kapıdan      çıkmak üzere iken  selamlarım.

              Bütün duvarları fotoğraflarla kaplı holde bekliyorum. Bütün fotoğraflardaki insanlar tebessüm ediyorlar. İşte; yeni rütbesinin verdiği  gurur ve emniyetle  istikbaline   gülümseyen  genç subay. Büyük bir lastik topu dünyanın en büyük hazinesi  imiş çesine sıkı sıkı tutmuş, yanaklarından sıhhat fışkıran gürbüz çocuk.     Bir fakültenin mezunlar hatırası:  Hocalar, memnunluk ve iftihar içinde;   yeni mezunlar da hocalarının etrafında, sırtlarından bir yükü atmış,       uzun bir yolu    bitirip   bir ağaç altına oturmuş insanların saadetiyle gülüyor, hep gülümsüyorlar.
Bir kunduracının camekanında yanlara doğru kaçışmış gibi duran, kimi kapalı, kimi daha sonra,  yan yana dururlarken, sevinçten, hazdan titredikleri adeta hissedilen, çiçekler içinde yeni evliler. Şu delikanlılar hep evlenmişler, saadet duymuşlar ve mekteplerini bitirdikleri zaman fotoğraflarını çekmiş olan fotoğrafçıya koşup, işte evlendik, bu sefer de evlenme saadetini tadıyoruz, yeni fotoğrafımızı çekin,demişler.

                Sonra, pürüzsüz,  uzun  bir evlilik  hayatının   en    güzel  bir   noktasında ,    birkaç    yaşına gelmiş   çocukları ortalarında    resim çektiren    eski evliler.       Kadın  biraz   şişmanlamış,      erkeğin    alnından   doğru    saçları   seyrekleşmeye   başlamış, karşı duvarda asılı bir yeni   evliler   fotoğrafına bakarak gülümsüyorlar.   Burada  her şey,  herkes birbirine gülümsüyor.    Hiçbir ihtiyar,   hiçbir  çirkin,    hiçbir düşünceli insan  resmi yok.     Sanki bu   fotoğrafhaneye  sevinçsiz    hiçbir insan ayak atmamış.   Yahut fotoğrafçı, bir muvaffakiyet sırrı olarak, makinesinin    karşısında   candan   gülümseyemeyecek   müşterisinin fotoğrafını çekmemiş.

            Ben böyle düşünürken,   birden atölyenin kapısı açıldı, gelin,   elindeki çiçeklerden daha beyaz beyazlar içinde,   yanında genç kocası,    bir bahar havası bırakarak,   bir bahar rüzgarı  gibi önümden geçtiler, kendilerini bekleyen otomobile   bindiler.    Fotoğrafçı onları selametledikten sonra bir müddet daha eşikte kalarak otomobili gözleriyle takip etti,  sonra geri döndü,       yarattığı eserden memnun bir sanatkar  haliyle kendi  kendine gülümseyerek,   beni görmeden  bulunduğum  tarafa birkaç  adım attı. Neden sonra varlığımı fark edip, tatlı bir rüyadan uyanır gibi, bakışlarıyla ne istediğimi sordu.

            Fotoğrafımı çektirmek istiyorum.   Güzel olmasını arzu ettiğim bir  fotoğraf çektirmek istiyorum, dedim.    Ben konuşurken adam da beni baştan aşağı süzüyor,  yüzü deminki memnunluk halini yavaş yavaş  kaybediyor,adeta endişeli bir ifade alıyordu:

             Ben önde, o arkada, çiçek ve   lavanta ile karışık bütün  bir  saadet  kokusunun   dalgalandığı atölyeye girdik.    Gösterdiği sandalyeye oturdum.   Makinenin  arkasına geçti,   örtünün   altında yüzü kayboldu, yalnız ara sıra sesini işitiyorum:

         - Tabii durun!

         - Kendinizi sıkmayın!

         - Buraya fotoğraf çektirmek üzere gelmiş olduğunuzu unutun !

         - Güzel sevinçli şeyler düşünün!

         Bunu ihtar etmesine hacet yoktu,   ben buraya zaten sevinçli   düşüncelerle   gelmiştim.  Şimdi burada çekilecek fotoğrafı belki bir gün sevgilim çantasında taşıyacak.

          Birden fotoğrafçının sesi, bu sefer biraz daha asabi, yükseldi:
Lütfen zorla gülümsemeyin!

           Evet, zorla tebessüm ne kadar çirkindir! Zaten benim zorla gülmeye ihtiyacım yok. Şu adesenin arkasından bütün bir ebediyet bana bakıyor demektir, ben de bütün o ebediyete, bana hayran kalacak bütün o   müstakbel   nesillere   büyük bir şair gibi  biraz mağrur,   biraz yüksekten,   sadece tebessüm edebilirim.

           Çok mu fazla kendini beğeniş? Çok büyük, hatta    gülünç bir iddia mı?  Doğru!   Benim esasen hayatta hiçbir iddiam olmadı ki!..   Bu çıkacak fotoğrafımın daha küçük,   daha   mütevazı bir    vazifesi olabilir. Belki, dinimin bana vaat ettiği en yüksek mertebeye erişir, belki bir gün şehit düşerim.   Belki o zaman    bu fotoğrafımı,    bazı mecmualar,   diğer şehitlerinkilerle  beraber, basarlar.  Belki mektebim, verdiği şehitler arasında benim de bu resmimi müzesinin bir köşesine asar. Belki sadece ölüp giderim. O zaman da bu fotoğrafım hayatta kalmış birkaç akrabamın,  birkaç vefalı arkadaşın  beni anmalarına vesile olur. Onlara, şimdiden şükran ve dostluk tebessümlerimi göndermeliyim.


Dışarıdan gelen şu hayat gürültüsüne dalarak, şu odaya sinmiş beyaz gelin kokusunu teneffüs ederek,  o delikanlı mezunlardan biriymiş gibi, genç subay gibi, bir gün şahadet mertebesine erişebileceğimi düşünerek, elimde sevgilimin eli varmış gibi, ortalarında çocuklarıyla fotoğraf çektirmiş olan evlilerin o rahat tebessümüyle... Fakat şimdi niçin böyle uğraşıp duruyorum? Niçin kendi kendimi aldatmaya çalışıyorum? Benim asıl mesut zamanlarım ne oldu? Niçin asıl o zamanlar resim üzerine resim çıkartmadım? Niçin her hafta fotoğrafçıya uğramadık? Neden bugün buraya tek başıma geldim?

           Fakat şimdi böyle şeyler düşünmenin de sırası mı ya! Dünyada her insan az çok bir felakete uğramış olabilir. Bunun için büsbütün kötümser olunur mu?.. Felaketler yerine saadetleri, ölmüşler yerine doğacakları, geçmişler yerine gelecekleri düşünmeliyim.
            
              Birden, fotoğrafçı siyah örtüsünü başından atarak doğruldu. Yüzü hatta biraz terlemişti, ümitsizbirtavırla:

- Beyim mazur görün, sizin fotoğrafınızı çekemeyeceğim, diyerek fotoğrafını çekmez.


Hava Yağmurlu mu?



-uff
-...
-pıff
-...
-mehmeet?
-yep?
-akşam özgelere gidelim mi?
-o kim?
-hani var ya bankacı kardeşi pilot olan
-yarış pilotuydu di mi o?
-evet ya çocuk o f1 arabalarında yarışıyormu
-ben 4. vitese çıkınca heyecanlanıyorum daha ya
-neyse gidelim mi
-hava yağıyor mu
-evet
-ok gidelim
-...
Yağışlı havada dışarı çıkmayı severim ben ama şemsiyem mutlaka olmalı. Gene böyle bir havada çıktık özgelere gidiyorduk ve ben hala özge kim hatırlamamıştım. Yalnız pilot kardeşi aklımda kalmıştı hep bir pilot olmak istemiştim ama gözlerim bozuk kulaklarım sıkıntılı burnumdanda iyi nefes alamıyordum. Sanki doğarken biri beni yumruklamıştıda yamuk doğmuş gibiydim. Güzel bir evin önüne geldik hoşuma gidiyor bahçe içindeki evler, zaten bahçeli evler yavru pofuduk bir köpek almaktan başka ne işe yarar ki? ama özgenin köpeği yoktu cins ve atarlı bir kedisi vardı girer girmez kırşşt kırrşşt diye bana tıslamaya başladı
-yuh mehmet kediden mi korkuyorsun
-korkar o kediden canım
-evet korkuyorum psikopat bunlar baksana nasıl tıslıyo
-bahreyn! bahreyn! tıslama kızım
-ismini bahreyn koymanda ayrı bir şeymiş
-neyse ben tuttum hadi gir sen gir
-bahreynn bahreynn isme bak ya bu ne be
-hadi hadi geç

içeri geçtiğimizde pilot çocukla karşılaştım salonda bile polis gözlüğü takan tiplerden biriydi ama pilottu selam verip yanına oturdum. Hemen önüme biralar mezeler geldi. Pilot sanki bizi beklermişcesine anlatmaya başladı

-4 sene önce bir yarışta takla attım çok acayiptı
-hadi ya geçmiş olsun (ne alaka lan şimdi dedim içimden)
-televizyonda yavaş çekimde saydım tam 15 kere dönmüş araba
-çamaşır makinesi gibi ahah (bir tek ben gülmüştüm buna pilot biraz bozulmuştu)
-görmek istersen gel bir gün piste (yanımdaki hatun kişiye soyluyordu bunları hesapta pilot karizmasını kullanacaktı hemen ortaya atladım bende pilotum dedim o an özgenin ağzındaki biralar dışarı fışkırdı)
-oeh mehmet ne alaka mühendissin sen biliyoruz
-pilot kaleeem! ( deyip birayı çocuğun üstüne döktüm ve yumruk attım nedense kendimi kaybetmiştim sanki içime bir ümraniye minibüsü kadar apaçi girmişti o an bağırıyordum sağa sola zıplıyordum)
-mehmet kendine gel naptın niye vuruyorsun okana (pilotun ismi okanmış o zaman öğrendim ama pilot daha bir iyiydi bence okan yerine)
-neyse ben kaçtım (diyerek evden çıktım cebime bir bira sıkıştırmıştım taksiye binip eve geldim 2 saat sonra kapı çaldı)

-hayvanmısın mehmet sen niye vuruyorsun çocuğa özge deli oldu
-pilotum pilotum diye artistlik yapıyor peseveng kıl oldum vurdum, nereye pilotmuş şumayer var bariçello var ben hiç okan diye pilot duymadım
-saçmalıyorsun ama farkında mısın
-saksı değilim ben saksı değilimmm! (çok köşeye sıkışınca bağırıp bunu söylüyordum )
-güldürme beni çok kızgınım sana!
-eyüp sabri tunceeeer(bunu niye dediğimi hala bilmiyorum)
-ben gidiyorum
-hava yağmurlumu?
-evet
-o zaman git (hava yağmurlu olunca daha bir romantik oluyordu gitmeler...)

20 Mayıs 2012 Pazar

Kız sen geldin Çerkeş'ten














 

Kız sen geldin Çerkeş'ten



Kız sen geldin Çerkeş'ten
Pek güzelsin herkesten
Farkın yoktur billâhî
Lepiska saçlı Çerkes'ten

Annen baban işte bunu bilmezler
Kız seni beylere vermezler

Kız acırım hâline
Aldanma el âline
Satsalardı alırdım
Ben seni dünya mâline

Annen baban işte bunu bilmezler
Kız seni beylere vermezler

Beste: Fâize Ergin
Güfte: ?
Makâm: Nihâvend
Usûl: Aksak
Form

Yıllar yılı hep yalvarır dururum














 

Yıllar yılı hep yalvarır dururum





 Yıllar yılı hep yalvarır dururum
Gelmiyorsun ne diyeyim sen sağol
Bir defacık şöyle bakıp yüzüme
Gülmüyorsun ne diyeyim sen sağol

Allah'ımdan başka bir şey dilemem
Bir sen varsın başkasını sevemem
Hatır nedir gönül nedir bir tanem
Bilmiyorsun, ne diyeyim sen sağol

Bu eziyet seven kalbe revâ mı
Acımadan zehir ettin dünyamı
Veriyorum sana

Ben Üniversitede Okudum


Üniversiteyi yeni bitiren bir genç iş arayip buluyor. İlk çalişacağı gün patronu geliyor:
- Hey sen al şu bezi yerleri silmeye başla.
Genc:
- Ama efendim ben üniversitede okudum
Patron:

- Ha o zaman başka ver bezi, ben sana nasil yapacağini göstereyim.

Maç Öncesi


Bi Adam televizyonun karsisindayken karisina döner ve:
-Karicigim, Türkcell Süper Lig baslamadan söylemek istedigin birsey var mi?”

Infinity: The Story of a Moment by Gabriel Josipovici

The composer Tancredo Pavone is sure of his quest: “The centre of the sound is the heart of the sound. One must always strive to reach the heart of the sound ... If one can reach that one is a true musician. Otherwise one is an artisan.” He compares himself to Indian sādhus, itinerant monks who make pilgrimages to holy sites by rolling all the way, often thousands of miles: “It did not matter to them how long it took to reach their destination. It did not matter if it took them a year or five years or a whole lifetime. They took the cloth from around their shoulders and held it in their hands stretched out above their heads as they rolled to stop themselves falling into ditches. It gave them equilibrium.” Composing music is then an impersonal demand, a spiritual endeavour, a life’s journey, anything but a career.


Pavone’s journey began in the early years of the 20th Century when he beat a piano with his fists and feet, continuing when his aristocratic parents declined to stop him. This is real musicianship, he announces, not notes and counterpoint but “the patrimony of hands and feet”. As a young man free from the need to earn a living he moved to Monte Carlo, dancing, romancing and writing waltzes, before moving on to other cities: “London was where I experimented with women and Vienna was where I experimented with notes”. In Vienna he studied composition and discovered that “thinking is the worst thing for a musician”. He says Schoenberg, who thought he had advanced the cause of German music by a hundred years, was a disaster for music: “the language of music is not the sonata and it is not the tone row ... it is the same kind of language as weeping, sobbing, shrieking and laughing”. Perhaps this indicates Pavone hasn't grown up, or has grown up but recognises what has been lost as a result. If so, that doesn't undermine what he says but strangely enhances our engagement, as if he's onto something.

It was only when he visited Africa with an ethnologist friend and stood before a granite slab sacred to the Ife of north western Africa that he recognised that this Dionysian inclination had a deeper purpose. Standing before the slab it was:
as if at every moment you are going either to be crushed or swept away, but you also feel as if you are in touch with the secret pulse of the universe. It is an extraordinary sensation ... a compressing into the moment of everything that has ever been and ever will be. It is this that I look for in each sound I imagine ... it is this that is at the heart of every note.
The same occurs when he listens to great trumpets played in a temple in Nepal. To cynical Western ears it sounds like Pavone is off his trolley, and he did indeed spend the Second World War with his wife in a sanatorium in Switzerland – “I thought, Europe is a madhouse, so the only way to stay sane is to enter a madhouse”. Still seeking the heart of the note, he sat at his piano and hit the same key over and over, eventually completing a piece called Six Sixty-Six in which the pianist has to play the same note with the same intensity six hundred and sixty-six times: “The world is there to be transformed. The human being is there to be transformed. When a note is played 600 and 66 times, it is transformed.” His wife left him.

Pavone also claims to have cured fellow patients by forming a choir and teaching them to make animal noises rather than merely sing: “Why are the sounds of twenty-eight animals all barking and braying and mooing and hooting in concert any less beautiful than Bach’s B Minor Mass or the last movement of the Ninth Symphony? Tell me that, Massimo, he said, tell me that and I will give you a doctorate in music.”

Massimo is an artisan, Pavone’s manservant. He manages Pavone’s household, he chauffeurs him around the Italian countryside and cleans and presses each one of his one hundred suits even if it had been worn only once. He is also the only other person allowed in his study and, as a result, becomes Pavone’s captive audience. Massimo’s dedication is such that he is apparently able to remember each of Pavone’s monologues, even if he has no interest in or knowledge of their subject. Infinity: The Story of a Moment comprises transcripts of Massimo’s answers to an interviewer’s questions about the late composer, beginning with awkward silences and patient prompting, then soaring to trace the arc of his master’s remarkable life.



Gabriel Josipovici’s new novel is “loosely based” on the life of the composer Giacinto Scelsi and incorporates fragments of his writings. It must be read as a 21st Century revision of Thomas Mann’s 1947 novel Doctor Faustus, the story of the modernist composer Adrian Leverkühn itself loosely based on Arnold Schoenberg, as told by his childhood friend, the humanist Serenus Zeitblom. Where Mann framed the composer’s genius as part of a Faustian bargain, as if Schoenberg’s tone row can be regarded only as a devilish alternative to the Western tradition, Josipovici offers a far more open, Eastern, comic attitude. When Zeitblom complains that the alternative to culture is barbarism, Leverkühn replies: “barbarism is the antithesis of culture only within a structure of thought that provides us the concept. Outside of that structure the antithesis may be something quite different or not even an antithesis at all” (translation John E. Woods). In Pavone’s view, Western music is, if not barbarous, then very immature, nothing but “delayed gratification ending in consummation and exhaustion ... The music of adolescent masturbators.” Instead, his music has sought that “something quite different”:
Our music has ... returned to its ancient roots. It has escaped from the puerile imitation of sexual congress, caress arousal, delay, frenzy, extinction, which was the pattern of Romantic music and the reason for its enormous popularity among the repressed middle classes of Germany and Austria, who imagined that it was leading them up to an aesthetic heaven. Well, he said, they had their climax twice over, first in the First World War and then in the Second World War. That should have been enough for them. But not at all. Look at their books. Look at the music they flock to listen to in the concert halls, this so-called intellectual elite. Caress, arousal, delay, frenzy, extinction. All the same. No change.
While we may snigger at Pavone’s arrogance, his dedication to seeking a different music – transformative rather than transcendent – has its equivalent in Massimo’s dedication to his employer and the novelist's to both. Something quite different finds its way. Massimo pays utmost attention and does not impose any opinion; he waits and lets the human person come forth. And come forth he does, in all his absurdity, arrogance, desperation, loneliness and magnificence. Even as we dismiss him, we admire Pavone's excessive commitment just as we admire Massimo's self-restraint, and recognise what art and the world lacks. He is infinitely quotable on the subject:
One cannot think one's way through artistic problems, he said, one has to go about it in a different way. Bach did not think, he said, he danced. Mozart did not think, he sang. Stravinsky did not think, he prayed.
Pavone did not think then, he listened. But Infinity should not be limited to a repository of wisdom about art. The form is its wisdom. The author does not seek to assert a resolution but calmly follows the course of a life, allowing a space to be cleared in which that life can be seen and felt as one moment, with the individual’s failings as prominent and as vital as his triumphs. There is also the moment of Massimo's interview quietly revealing that the gifts of patience and dedication are affordable in all walks of life. Infinity is a literary production in the spirit of Pavone the artist, Massimo the artisan and his unnamed interviewer.

One last time Massimo drives Pavone into the Roman countryside and places him wrapped in a blanket at the edge of a wood to listen to the cicadas. He tells Massimo how their song is as powerful as any noise emerging from a Buddhist temple in Nepal or Tibet.
What is it saying? Now, it is saying, and eternity. If you can hear the now, he said, you can hear eternity. That is what I have tried to do, he said, to write a music of now which would be a music of eternity. Then he was silent for a long time.

19 Mayıs 2012 Cumartesi

BEZENİN BİR BAŞKA SERVİSİ



BEZE
3 yumurta akı
3 çay bardağı şeker
1 fiske tuz
4 adet milföy hamuru
YAPILIŞI
Derin bir çelik tenereye yumurtanın sarılarını karıştırmadan beyazlarını koyuyoruz ,şekerimizi ekleyip bir çimdik tuz atıp ve ocağın altını yakıyoruz çok kısık ateşte mikserle önce yavaş sonra hızlı devirde kar gibi olana kadar çırpıyoruz yaklaşık 12 dakika sürüyor
Kaşığı kaldırdığımızda dökülmüyorsa olmuş demektir .Yağlı kağıt serilmiş fırın tepsisine krema sıkacağıyla sıkıp 100-110 derecede 20 dakika kadar pişiriyoruz .
NOT: soğuk fırına koyup piştikten sonra soğuyana kadar fırından çıkartmıyoruz
Milföy hamurlarını dolaptan çıkartıp yumuşayınca merdaneyle unladığımız zeminde biraz  açıp  bir santim kalınlığında şeritler kesiyoruz,kalıpları yağlayıp  birbirinin üzerine gelecek şekilde sarıyoruz,200 derecede ısıtılmış fırında pişirip soğutuyoruz, soğuyunca hazırlayıp dolapta beklettiğimiz  bezeleri külahlarımıza  doldurulup bekletmeden servis yapıyoruz .
Ben bir kısmına renklerinin pembe olması için kürdanın ucuyla kırmızı gıda boyası koydum
afiyet olsun .ÇOCUKLARIN DOĞUM GÜNLERİ İÇİN GÜZEL BİR SEÇENEK BEZE PİŞİRİLEREK HAZIRLANDIĞI İÇİN SAĞLIK AÇISINDAN BİR SAKINCASI YOK