31 Ekim 2013 Perşembe

Kurtuluş Savaşı Bu Evde Kazanıldı



Ankara Garında, Bağdat Demiryolunun yapımı sırasında, 1892'de yapılmış, pek dikkat çekmeyen bir bina. Eski adıyla "Direksiyon Binası". Adından da anlaşılacağı gibi demiryolu hattının sevk ve idaresi buradan yapılıyormuş... Atatürk'ün 27 Aralık 1919 tarihinde Ankara'ya gelişinden itibaren, uzun süre hem Başkomutanlık karargahı hem de konut olarak, demiryolu hattına ek olarak Kurtuluş Savaşı'nın da "direksiyon binalığını" yapmaya başlamış. 1920-1922 yılları arasında alınan en önemli iç ve dış kararlara tanıklık etmiş. Kurtuluş Savaşının Harekât planları burada hazırlanmış. 21 Ekim 1921 tarihinde, Fransızlarla yapılan anlaşmanın görüşmeleri ve imza töreni bu binada gerçekleşmiş. 23 Nisan 1920 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin oluşturulması ile bugünün her yıl Milli Egemenlik ve Çocuk Bayramı olarak kutlanmasının kararları bu binada alınmış.

TCDD, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde seçkin bir yeri olan bu mütevazi binayı yeniden düzenleyerek, 24 Aralık 1964 tarihinde müze olarak halkın hizmetine açmış. Binada herkesin ilk dikkatini çeken, binanın işlevi ve alınan tarihsel kararların büyük önemi ile ters orantılı, nohut oda, bakla sofa, son derece sade odalar... (Kıssadan anlaşılan: İş yapmak için lüks ve şatafat gerekmiyor...) Ziyarete üst kattan başlıyoruz. Atatürk'ün kabul salonu, çalışma salonu, yatak odası, banyo, Fikriye Hanımın Ankara'ya Atatürk'ü görmeye geldiğinde kullandığı odası. Kendilerine ait özel eşyalarla, o günün özelliklerini taşıyan mobilyalar olduğu gibi korunmuş. Buyrun birlikte gezelim:









Binanın alt katı ise, Demiryolları Müzesi olarak kullanılıyor. 1857 yılından günümüze, demiryolları ile ilgili eşya ve belgeler sergileniyor. Pazar ve Pazartesi hariç, 9.00-12.00 ve 13.00-17.00 saatleri arasında gezilebiliyor.

Mustafa Kemal Paşa Samsun'dan Ankara'ya ne şartlarda ve nasıl ulaştı? Atatürk'ün Ankara yolculuğunun bilinmeyen öyküsü: Ankara Beynam Ormanları ve Beynam Atatürk Evi...
Anıtkabir hakkında bilinmeyenler: Anıtkabir'in öyküsü...
Sakarya Şehitleri Anıtı ve Sakarya Köyünün öyküsü...
Ankara Anıtkabir'den görüntüler...

World War Z Torrent Film İndir 1080p

World    War    Z    -    Dünya    Savaşı    Z    1080p
Yapımı : 2013 – AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ
Tür : Aksiyon , Dram , Korku
Süre: 113 Dak.
Yönetmen : Marc Forster
Oyuncular : Brad Pitt , Mireille Enos , James Badge Dale , Ludi Boeken , Matthew Fox
Senaryo : Damon Lindelof , Max Brooks
Yapımcı : Brad Pitt , Ian Bryce
Film Özeti
Zombi Savaşı’nın gerçek dehşetiyle yüzleşmenin vaktidir… Çin’de ortaya çıkan bir virüs insanları yaşayan ölüler haline getirmektedir. Ve insan erkek çocuğu ikiye ayrılır.
Brad Pitt’in hem başrolünü hem de yapımcılığını üstlendiği film, insanlar ve zombiler arasında yaşanan sıra dışı bir savaşı odağına alıyor. Film Max Brooks’un aynı isimli kitabından uyarlandı.


Altyazı Sürümü: world.war.z.2013.unrated.1080p.brrip.x264.yify

World War Z Torrent indir

Sakarya Şehitleri Anıtı ve Sakarya Köyü'nün Öyküsü

Polatlı Zafer Anıtı

Eskişehir'den Ankara yönünde giderken Polatlı'ya yaklaştığımızda yolun kuzey tarafında beyaz merdivenli bir anıt yapı dikkatimizi çeker hep, önünden geçip giderken, ne olduğunu bilmeden... Merak ettik, gittik baktık... İşte Sakarya Şehitleri Anıtı ve Sakarya Köyü'nün öyküsü...

Ankara'nın Polatlı ilçesinin bir kilometre kuzeybatısında, Şehitlerkaşı Karatepe mevkii, İstiklâl Savaşı’nda Yunan Ordusunun ulaştığı son noktadır. Sakarya savaşı sırasında Polatlı yakınlarında Tırnaksız köyünü de işgal etmiş, işgal öncesinde Türk ordusunun tümen komutanı, işgal sonrasında ise Yunan ordusu komutanı bu köyde kalmıştır. Tırnaksız köyünün yanıbaşındaki Velidede, Karatepe, Beştepe, Adatepe gibi tepeler hem Türk Ordusu ve hem de Yunan ordusu için önemli savunma mevzileri olmuştur. Bu tepeler için yapılan muharebelerde her iki taraf da çok sayıda kayıp vermiştir.



Kırım Tatarlarınca kurulan Tırnaksız köyü savaştan sonra Atatürk tarafından Sakarya olarak adlandırılmış. Polatlı’dan Konya’nın Yunak ilçesi istikametinde merkez ilçeye 14 km mesafede. Millî mücadelenin önemli kadın simalarından ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarından itibaren hikaye ve romanları ile bilinen Halide Edip Adıvar ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu da savaş sırasında Sakarya köyünde kalmış. Ama ne yazık ki:
"Epeydir boş olduğu söylenen iki katlı bu evin önce alt ve sonra da üst katına orijinalliğini hâlâ koruyan basamaklı merdivenden çıkarak geziyoruz. Alt katta, daha önce evi kullananlara ait olduğunu düşündüğümüz bazı eşyaları sağa-sola dağınık vaziyette görürken bir ara yerde Arap harfleri ile ve muhtemelen Osmanlıca olarak yazıldığını düşündüğümüz bazı kâğıt parçalarını fark ediyoruz, bu tür tarihi belge olduğu belli olan evrakların sahipsiz ve sorumsuzca yerlerde bulunması hepimizi rahatsız ediyor. Sonra üst katta Halide Edip’in kaldığı söylenilen odayı ziyaret ediyoruz. Bomboş durumda ve inşa edildiği dönemdeki ahşap doğramalarının hâlâ bugün dahi ayakta olduğunu görüyoruz. Üst kattaki balkon korkulukları orijinal haliyle ayakta dururken, söz konusu binanın kültür varlıkları listesine alınıp korunması gerektiğini düşünüyorum..."
diyor, Ertuğrul Karaş, Fikirde Birlik, Kırım Tatar Aylık İnternet Dergisi fikirdebirlik.org'daki yazısında...

Sakarya Köyü:
"Kırım Savaşı'ndan (1853) sonra Romanya'nın Köstence ve Bulgaristan'ın Pazarcık bölgesinde bir süre ikamet edip daha sonra bu bölgeye gelen; Hacı Bavbek Bayar,Yusuf Sezginer, Hacı Ömer Özcan, Hacı Osman Balcı, Ali Altay ağalar tarafından 1908 yılında kurulmuş. Daha sonra aynı bölgelerden göç edenlerle nüfusu 450-500 kadar olmuş. İstanbul'un işgali ve daha sonra Eskişehir'in de elden çıkması sonucu buradaki akrabalarının köye gelmesiyle bu nüfus artmıştır. Henüz asfalt ana yollar yapılmadan önce Günyüzü- Polatlı yolunun geçtiği, Tuz Gölünden Sivrihisar'a giden tuz götüren deve kervanlarının geçtiği bir uğrak noktasıdır. Ben o günleri yani kervanların geçtiği dönemleri yaşadım. Ve develerin üzerine binebilmek için koşuşturduğum günleri anımsarım."

"Sakarya Savaşı öncesinde; Velidede Tepesine siper kazma işlerinde bütün köy; çocuk, kadın demeden herkes bu kazı ve hazırlık döneminde yardımcı oluyor. Köy 12.Grup ordu karargahına ev sahipliği yapıyor. Halide Edip Adıvar o bölgeleri savaştan sonra gezmiş ve "Elle, tırnakla kazılmış çukurlar vardı."diyor. 12. Grup ordu karargahı'nı hemen köyün yanındaki Yarıkkaya denilen bölgede, Velidede tepesinin eteklerinde ve harman yerlerinde kuruyor. Harman zamanı olduğu için bir yandan harman kaldırma işleriyle erzaklarını temin etmeye çalışırken bir yandan da ordunun ihtiyaçlarını temin etmek için gayret içine girerler. Eli silah tutabilecek olanlar hemen askere alınıyor. Yaşlılar, kadınlar ve çocuklar diğer işlere bakıyor. Köyün su sıkıntısı vardır. Bir kısımı köyün çevresindeki kuyulardan, şırşır çeşmesi ve Yarıkkaya Çeşmesinden tahtadan yapılı metiy dediğimiz varillerle sürekli, su taşırlar. Bu su zaten köylüye zor yeterken, bir anda ordu karargahı olunca ihtiyaç da o nispette artmıştır. Köylüler suyu kendilerinden çok askerlere ve askeri görevlerde kullanılan hayvanlara verirler. Ağustos'un sıcağında suyun damlası dahi çok değerlidir."

"Ordu Komutanları, öğretmen Yaşar Adak'ın dedesi o zaman muhtardır, onun evinde kalırlar. Benim dedem de İstanbul Fatih Medresesinden mezun olmuş, köyün hem imamı, hem de öğretmenidir. Daha alt düzeydeki ordu mensupları diğer evlere dağılırlar."

"Velidede tepelerinde çok şiddetli çarpışmalar olur. Kıran kırana bir savaş. Fakat Yunan 7.Tümen'i hem sayı olarak, hem de teknolojik silah gücü olarak çok üstündür. Savaşın 3. günü Velidede Tepesi ve Tırnaksız Köyü Yunanlıların eline geçer. O sırada köydeki kadınların bir kısımı günlük işleri de yürütmek zorundadır. Örneğin, koyunları sağarken yanlarına kurşunların düştüğünden bahsederler. Yunanlıların 3 günde ordumuzu geri püskürtmesi beklenmiyen bir olaydır. Süngü süngüye çok çetin bir çarpışma olur. Bizim bir alay komutanımız burada şehit olur. Bir alay komutanımız da yaralanır. Bir günde 4 km.lik geri çekilme olur. Ordumuz Adatepe'ye çekilir. Orada da tutunamıyacak, daha gerilere Eskipolatlı sırtlarına kadar çekilecektir."

"Savaştan önce çok yer gezmiş, çok zülum görmüş olan köy halkı tutunabildiği son toprak parçasından koparak kaçmayı hiçbir zaman düşünmez. Köyün ileri gelenleri nasıl bir tavır izleyeceklerini hemen karara bağlarlar. Köyde yaşlılar, kadınlar, çocuklar,muhtar,ve köyün imamı ve öğretmeni olan dedem kalır. (Dedem, Sarıkamış'ta askerlik yapmış, tek kurşun atamadan donan askerler arasında sağ kurtulup, Suriye Şam cephesine gönderilip orada İngilizlere esir düşüp, daha sonra esir değişiminden sonra, köyünden 6 yıl kadar ayrı kalıp, dönmüş, o sırada da hastadır.) Köylüler gerek evlerindeki odaların tabanlarına, gerekse bahçelerinde çeşitli yerlere sığınaklar kazmışlar. Onları güzelce kamufle etmişler. İşgal altında kaldıkları 13 gün boyunca buralarda yaşamışlar. Aç ve susuz kalmışlar. Kadınları ve kızları koyun pisliğini sulandırıp, yüzlerine ve saçlarına sürerek hem çirkin hem de kökü kokmalarını sağlamışlar."

"Köyün yaşlıları henüz Rusça'yı unutmamışlardır. Rusça ve Romence'yi çok iyi bilmektedirler. Köy Yunanlıların eline geçince Yunan ordu mensuplarına kendilerinin Rus olduklarını söylüyorlar. Rusça konuşmaları ve onlarla görüşenlerin sarışın renkli gözlü olmaları Yunanlıları ikna ediyor. Türk Ordusu'na yardım eden Sovyetler Birliği ile aralarının bozulmasını pek istemeyen Yunanlılar köye zarar vermiyorlar. Bu durum daha sonra ellerine geçirecekleri diğer Kırım göçmeni köylere de bir ışık olacaktır. Çünkü onlara da dokunmuyorlar. Savaştan hemen sonra köye gelen Halide Edip Adıvar anılarında şöyle anlatıyor:"

"Bir hafta kadar bir Tatar köyünde kaldım. Onları Rus saydıkları için Yunanlılar bir şey yapmamışlardı. Köy çok temiz bir yerdi. Kadınları yorgun değil, çocuklar okuyup yazıyordu. Mektep hocaları vardı. Kısacası, Anadolu'da o sınıf halkın biraz üstünde görünüyorlardı. Bunlar elli yıl önce, Kırım Muharebesi sırasında göç etmişlerdi. O zaman Türkiye'nin büyük meselesi ,nüfusunun azlığı olduğu için, bir gün İsmet Paşa'ya Kırım'dan göçmen getirtmek için fikrimi söyledim." diyor.

Bu kahramanların fotoğraflarını bulduk. Halide Edip Adıvar'ın kaldığı evi belirledik.
diye aktarıyor, Dr.Mansur Sezginer, Polatlı, vatankirim.net'teki yazısında...

Halide Edip, 8 Eylül 1921’de Duatepe’de meydana gelen çarpışmaları Hakimiyeti Milliye Gazetesinin 15 Eylül günkü nüshasında anlatırken şunları söylüyor:
“Atlarımızın etrafında bir toz bulutu var. Sağdan, soldan uzun saman kolları geçiyor. Sağda yamaca sığınmış, mütevazı bir hastane çadırı!.. Biraz sonra bir parıltı ve müşiş bir gümbürtü dağlara uzanıyor. Karapınar'ın arkasındaki toplarımız faaliyete geldi diyorlar. Bu, uzun ve müşiş inilti, dağlarda birbirine cevap vererek uzayan dev sesleri buna top faaliyeti diyorlar.

Şimdi tepedeyiz, etrafta daha az sert, fakat daha pis ve engin tarrakalar vadilerde ve tepelerde dolaşıyor. Derin bir siperin içinde kürklü bir gölge var. Telefonla kalın bîr sesle emir veriyor. Bu, Grup Kumandanı Kâzım Bey!.. Duatepe'ye onun fırkaları hücum ediyor.

Başkumandan ayakta arkasında geniş bir pelerin uzaklara bakıyor. İsmet Paşa daha iyi dinlemek için başını telefona eğmiş. Biraz uzakta Fevzi Paşanın geniş arkası görünüyor. Omuzları önüne mütemayil dağlara bakıyor. Etrafta gelen giden yaverler. Siperin içinde harekât işini devam ettiren zabitler var. Önümüzde bir ova, karşımızda çepçevre müdevver içice sarı, kızıl, mor dumanlı dağlar. En garpta sarı iki yüksek tepeli bir dağ, işte o Duatepe ve biz ona hücum ediyoruz.

Güneşin en yüksek, rüzgârın en kuvvetli olduğu anda kavga azıyor. Duatepe'nin üstü birkaç ağızlı yanardağ gibi dumanları tâ gökte!.. Yanındaki sırtlarından ve arkasındaki Kartaltepe'nin dargın ve siyah zirvelerinden topraklar, dumanlar fışkırıyor. Coşkun ve ebedi bir homurtu ortasında rengârenk dumanları beyaz kandiller gibi uçuşan şarapneller bu semavî teranenin sahnesidir. Bu bir dev dünyasına benziyor. İşte artık bir yer görünüyor. Topların köpüren, azan, çıldıran iniltileri arasında bir şey işitilmez oldu, bakıyorum. Fevzi Paşanın omuzları dua eder gibi büsbütün eğilmiş, Başkumandanın mavi gözleri yükseklere bakıyor, göğe akıyor. İsmet Paşanın gözleri sabit bîr ateşe benziyor. Biraz ilerde neferlerin yanık yüzlerinde kalbi buran bir bekleyiş bir ıstırap var. Bir otomobil arkamızda kumandanları hemen aldı götürdü. Ben sevgili kardeşlerimin arasındayım: Dizlerimin altında taş, başımın üstünde duman ve ateş var...

Hangi an bilmiyorum. Uzaktan bir dört nal sesidir. Zabit arkadaş yanımıza geliyor, bir fırkamız arkadan Çekirdeksiz'e girdi. Duatepe'deki Yunanın arkası çevrildi. Bütün ordunun ruhunu Duatepe'den çıkan zafer birbirine vurmuş gibi tepede kumandan, zabit nefer hepsinin nazarları Duatepe'de. Toplar susmuş, duman dağılmış... Düşmanın kaçan kollarından çıkan toz bulutlarını ufuklarımızın ziyası parlatıyor, Duatepe'nin üstünde bir tek adam ayakta duruyor, o çıkanlardan ilk sağ vâsıl olan neferdir. Belki dua ediyor: "Allahım! Türk milletini daim koru!..."”
Halide Edip, 15 Eylül 1921, Hakimiyeti Milliye Gazetesi
Sakarya Şehitleri Anıtı, Polatlı

Mustafa Kemal Paşa Samsun'dan Ankara'ya ne şartlarda ve nasıl ulaştı? Atatürk'ün Ankara yolculuğunun bilinmeyen öyküsü: Ankara Beynam Ormanları ve Beynam Atatürk Evi...
Kurtuluş Savaşı bu evde kazanıldı: Atatürk ve Fikriye Hanım'ın öyküsü...
Anıtkabir hakkında bilinmeyenler: Anıtkabir'in öyküsü...
Ankara Anıtkabir'den görüntüler...

Gitar Eğitimi Ders Notları

http://egitim-akademisi.blogspot.com/2013/10/Gitar-Calma-Egitimi-Ders-Notlari.htmlGitar Eğitimi Ders Notları İsimli Döküman Sayesinde Artık Siz de Gitar Çalmayı Öğreneceksiniz.

Sayfa Sayısı : 42 sayfa
Dosya Türü: .pdf
Dosya Boyutu: 3.71 MB

İÇİNDEKİLER
Ders 1: Gitarın Tutuluşu.......................................................................................... 1
Ders 2: Akorun Tanımı, Am ve E Akorları..............................................................  2
Ders 3: Ritm Çalışmaları.......................................................................................... 3      
Ders 4: Dm Akoru ve Folk Ritm.............................................................................. 4
Ders 5: Am,E ve Dm Akorlarının Kullanıldığı Örnek Şarkılar................................ 5-13
Ders 6: Diğer Birinci Pozisyon Akorları (C, D, A, G, Em, B7)............................... 14
Ders 7:Do Majör, Re Majör Akorları ve Kullanımı................................................  15-16
Ders 8: Sol Majör Akoru ve Kullanımı.................................................................... 17
Ders 9: Si Majör 7’li akoru ve kullanımı.................................................................. 18
Ders 10: La Majör, Mi Minör Akorları ve Kullanımı..............................................  19
Ders 11: Birinci Pozisyon Akorlarının Kullanıldığı Örnek Şarkılar........................   20-22
Ders 12: Bare Akorlar Fa Majör ve Örnek Şarkılar................................................. 23-24
Ders 13: Bare Akorlar Fa Minör ve Örnek Şarkılar................................................. 25-26
Ders 14: Bare Akorlar Si Bemol Majör ve Örnek Şarkılar......................................  27-28
Ders15 : Bare Akorlar Si Bemol Minör ve Örnek Şarkılar....................................... 29-30 
Dağarcık................................................................................................................... 31-33
Ritmler..................................................................................................................... 34-38           
En Çok Kullanılan Yedili Akorlar :C7 , D7 , G7 , B7 , A7 , E7 , F7 , Bb7.......... 39 


 İNDİRGitar Eğitimi Ders Notları.pdf

Hıristiyanlığa Reddiye

Hıristiyanlığa Reddiye
İspanyol papazı iken, İslamiyeti kabul eden Abdullah Tercüman, “Tuhfetü’l-Erib Fi’r-Reddi Ala Ehli’s-Salib” isimli kitabında bıraktığı dinle ilgili çarpıcı tespitlerde bulunuyor.


İhvanlar.net’te sözkonusu kitap ve yazarıyla ilgili şu yorumda bulunuldu: “Aslen Anselmo Turmeda adında bir İspanyol papazı iken, bilahare İslamiyeti kabul eden muhtedi Abdullah Tercüman’ın, Hıristiyanlığı çürüten ‘Tuhfetü’l-Erib Fi’r-Reddi Ala Ehli’s-Salib’ isimli eseri bu batıl dinin karanlık yüzünü görmemiz için bütün Müslümanların okuması gereken bir eser.

Bugün ‘bütün dinleri bir merkezde toplayacağım’ diyenler bu eserleri sağlıklı bir şekilde tahlil etseydi böyle hezeyanlarda bulunamayacaklardı.

Papaz bile Müslüman olunca bıraktığı batıl dindeki yanlışlıkları birbir sıralıyor, bizim Müslüman bildiklerimiz ‘aman darılırlar’ diye ses çıkartmadıkları gibi onların hak yolda olduğunu ima edecek söz ve davranışlar içerisine giriyorlar. Bu nedenle kitabı iyi okuyun…”

Kitabın içerisinden küçük bir bölüm şöyle:

“Metta İncilinin dördüncü babında: [Şeytan, Mesih'in kendisine secde etmesi için davette bulundu; Ona dünyanın memleketlerim ve güzelliklerini gösterip: «Bana secde et, bunların hepsini sana vereyim», dediğinde, Mesih ona: «Her insana AIlah'dan başkasına ibadet ve secde etmemek yazılmıştır» diye cevap verdi.], yazılıdır.

Eğer Hazret-i İsa (A.S.) ilah olsaydı, şeytan ona böyle söz söylemeğe cesaret edemezdi. Bu sözüyle Hazret-i Mesih, varlığı vacib olan Allahü Teala’dan gayrıya secde edilmiyeceğini bildirmiştir.”

KİTABIN TAMAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYIN
https://docs.google.com/file/d/0B_TWCeDpz9J7aU90UGc0Vml2VjQ/edit?usp=sharing

30 Ekim 2013 Çarşamba

Zamanı Unutturan Kitaplar



 Birçok aksilik yaşadıktan sonra sonunda videoyu yayınlayabildim. Lütfen video ile ilgili görüşlerinizi belirtin :)
 İyi Seyirler :)


Jakoben Elitler Cumhuriyetinden, Demokratik Cumhuriyete!..

Jakoben Elitler Cumhuriyetinden, Demokratik Cumhuriyete!..

Cumhuriyet fikri Osmanlının son yıllarında konuşulmaya ve tartışılmaya başlanmıştı. Tanzimat, Islahat ve Meşrutiyet ilanlarıyla gerçekleştirilen reformlar sonucu getirilen yenilikler, monarşiden Cumhuriyete dönüşümü hazırlayan safhalardı.

Osmanlı devlet bürokrasisi çevrelerinde hatta saray içinde bile Cumhuriyet söylemi yüksek sesle konuşulması kimseleri rahatsız etmiyordu. Nitekim o, hazırlık dönemine itiraz edilmediği içindir ki; Osmanlı sonrasında Cumhuriyetin ilanına hiç kimse karşı çıkmamıştır. İtirazlar ve karşı duruş; Cumhuriyetin ilanına değil, ilan ediliş şeklineydi.

O gün yaşanan siyasi kavgaları;

Hilafet ve halifeliğin kaldırılması, Harf devrimi ile kılık kıyafet devrimleri ile reddi miras politikalarının sebep olduğu travmalar ve verdiği büyük yıkımı, birinci meclisin feshi ve kurtuluş savaşının kahraman komutanlarının hain ilan edilişini bu gün yazacak değilim.

Ancak bu gün 90. yılını kutladığımız Cumhuriyetin geçtiği safhalarda ihanet derecesinde yapılan yanlışları düzeltme yolunda atılan adımların bilinmesi gerektiğine inanıyorum.

Kurtuluş Savaş’ımızın ardından 1923 yılında Cumhuriyetin ilanıyla “egemenlik padişahtan alınarak millete verildi, milletin kendisini yönetecek siyasi kadroları seçerek bir özgürleştirme ve demokrasi gibi değerlere kavuştu” şeklinde hep anlatıldı.

Eğer bu doğru olsaydı;

2013 ve Cumhuriyetimizin 90. yılını kutladığımız şu günlerde, hala demokratikleşme adına paketler açıklanıyor olmazdı.

Eğer;

Egemenlik padişahtan alınıp millet yerine bir avuç seçkine bırakılmasaydı, bu gün içinde bulunduğumuz sıkıntılarla boğuşan ülke olmazdık. Geçen 90 yıla rağmen hala temel hak ve özgürlüklerimiz üzerinden tartışmalar yapılmazdı.

Demek ki;

bir yerlerde hatalar olmuştur…

Geçen 90 yıla rağmen sorunlarını aşamayan bir ülke olmamızın asıl sebebi;

Cumhuriyetin ilanını gerçekleştiren iradenin kendileri gibi düşünmeyenleri dışlamasıyla başlayan o fikir ayrılığın kavgası yatmaktadır.

Bu kavga o günden sonra siyasi kadrolaşmaya dönüşerek siyaset arenasına taşınmıştır. Despotçu CHP’nin tek parti dönemi; devlet içinde vesayetçi güç olmayı başaran o kadronun eseriydi.

Çok partili dönemde ise seçilmişler, vesayetçi gücün emrinde olmaya ve yetkilerini paylaşmaya mecbur bırakılmışlardı. Devlet içindeki hukuk dışı yapılanmanın aşılarak kuvvetler ayrılığı esasında devletin yeniden yapılandırılmasını isteyen iktidarlar, darbeler, muhtıralar veya yüksek yargı kullanılarak iktidardan uzaklaştırılmıştı.
Şu bir gerçek:

Cumhuriyetin ilanında rejimin dayanağı olan “Batılılaşma” da eğer; şekilcilik ve taklitçilik olan giyim ve yaşam tarzı yerine; ekonomik alanda üretime yönelik sanayileşme ile teknoloji esas alınarak milli kalkınmanın temelleri atılmış olsaydı, bu gün geldiğimiz noktadan fersah fersah ilerde olurduk. Ve yine: Dayatmacı, yasakçı ve baskıcı uygulamalar yerine demokratikleşme başlatılarak, bireyin özgürlüğü, insan hakları ve adaleti ilke edinen bir hukuk devleti görüşü benimsenmiş olsaydı bu gün; bölünmez bütünlüğümüzü hedef alan saldırılar olmaz, bizi birbirimize ötekileştiren kavgalar hala yaşanıyor olmazdı.

Mehmet Koçak

29 Ekim 2013 Salı

419 ) MONDROS'A BEŞ KALA !..

   
Rauf Orbay                  Townshend

   İstanbul'da, Bütükada'da yıllardır esir düşmüş bir İngiliz generali vardı : Charles Townshend.. Suriye cephesinde esir edilen bu general, rütbesine yakışır bir şekilde davranış görüyordu.. Bu arada pek çok dost edinmişti.. Hele Rauf Bey ile arası pek iyiydi..
  Yeni kabine, onun aracılığıyla İngilizlerle barış masasına oturmanın ilk adımını atmak istedi. Rauf Bey gitti Townshend ile görüştü. İngiltere'nin Akdeniz Filosu Kumandanı Amiral Calthorpe'a, Osmanlı hükumetinin barış isteğini iletmesini söyledi..
  Sadrazam, ayrıca İstanbul'da Hahambaşı Nahum Efendi'yi Köstence üzerinden Amerika'ya gönderdi. Yine paşanın eski bir bankacı dostu Fransızlarla temas kurmak üzere görevlendirildi ve daha birçok koldan barış olanakları aranmaya başlandı..
  Fakat, en etkili ve sonuç getiren girişim, Townshend'in Amiral Calthorpe ile görüşmesi oldu.. Bütün bu temaslar olağanüstü gizlilik içinde yapılıyordu.
  Yalnız bu arada bir önemli sorun da, mütareke müzakerelerine Osmanlı tarafından kimlerin katılacağı idi. İngilizlerin, Rauf Bey'in başmurahhas olmasını istedikleri biliniyordu.. Halbuki padişah, bu görevin eniştesi Damat Ferid Paşa'ya verilmesini arzu ediyordu. Vahdeddin herhalde güvensizliğinden olacak, her zaman yakınlarını kilit görevlere getirme çabasındaydı. Nitekim, dünürü Tevfik Paşa'ya bu nedenle daima iltifat ediyor, yanından hiçbir zaman ayırmıyordu..
  Vahdeddin bir gün sadrazamla bu konuyu konuşup eniştesi Damat Ferid'in başmurahhas yapılmasını ileriye sürerken, İzzet Paşa direndi :
"- Bu adam mecnundur efendimiz !.. Böyle önemli bir görev kendisine verilemez," dedi. 
  Hünkar ısrar etti :
"- Biz onu idare ederiz !.."
  Padişah barış masasına oturacak heyetin başında, mutlaka kendisine çok yakın bir kişinin bulunmasını arzu ediyor, başkalarına güvenemiyordu..
  İzzet Paşa'nın direnmesine rağmen Sultan Vahdeddin ikna olmayınca Damat Ferid Paşa ile Ayan Meclisi'nde görüşmeyi kabul etti. Kısa bir süre sonra mütareke konusunda neler yapılabileceğini karşı karşıya oturup konuştular.. 
  Damat Ferid anlattıkça, İzzet Paşa renkten renge giriyor, bir megalomanla karşı karşıya bulunduğunu daha iyi anlıyordu. Üstelik kafasızdı bu adam !.. Ne devletlerarası politikadan, ne de siyasetten haberi vardı !. Damat Paşa şunları söylüyordu Sadrazam'a :
"- İngiliz Amirali Calthorpe ile görüşeceğim. Eğer devletin kesin ülke bütünlüğünü esas alan bir mütarekeye yanaşmazlarsa derhal bir savaş gemisi, kruvazör isteyip Londra'ya gideceğim. İngiltere kralına, 'Ben senin baban olan kralın kadim dostuydum ! Arzularımın kabulünü senden beklerim' diyerek barış için tekliflerimizi kabul ettireceğim !.."
  Sadrazam İzzet Paşa bu sözler üzerine donmuş kalmıştı. Bu mevkiye gelmiş bir adam nasıl olurdu da, hala devletlerin yüce menfaatlerinde böyle dostlukların sökmeyeceğini bilemezdi ?.. Üstelik İngiltere kralının babasıyla hiçbir dostluğu filan yokken !..

   
Damat Ferid              İzzet Paşa

   Damat Ferit Paşa, İkinci Abdülhamid'in sevgili kız kardeşi, Veliaht Vahdeddin Efendi'nin ise ablası Mediha Sultan ile evlenmişti. Mediha Sultan'ın ikinci kocası olan Ferid, gençliğinde Londra sefaretinde başkatip olarak görev yapmıştı. O zamanlar henüz prens ve veliaht olan İngiltere Kralı VII.Edward'ın eski bir dostu olduğunu söylemesi, megalomaniden, gülünç olmaktan başka bir şey değildi. Herhalde, Damat Ferid bir davet sırasında prense takdim edilmiş, bu arada bir süre onunla görüşmüş olabilirdi. Üstelik İngiltere'de kralın devlet işlerinde, hele dış siyasette hiçbir etkinliğinin olmadığı da ayrı bir gerçekti. Ne çare ki, Ferid Paşa farkında bile değildi bütün bunların, idrakten acizdi..
  Sadrazam İzzet Paşa'nın saraydan ani olarak çağırdığı Ali Fuad Bey, Babıali'ye gittiği sırada bakanlar toplantı halindeydi. Sadrazam ayağa kalkmış, konuşmasını yapıyordu :
"- Zatışahanenin yanında, mütareke görüşmelerine Damad Ferid Paşa'nın memur edilmeleri buyurulmuşsa da, arkadaşlarımızla yaptığımız toplantı sonucu icra kuvvetlerine ait bir konuyu, sorumsuz bir kişinin yönetemeyeceğine ve bunun uygun olmadığına karar verdik.. Biz başmurahhas olarak Bahriye Nazırı Rauf Bey'i uygun gördük.."
  Başkatip Ali Fuad Bey bu sözleri dinledikten sonra salondan çıkarken, Sadrazam İzzet Paşa geldi yanına ve onu alıp kendi odasına götürdü. Orada "hanedanı Osman"a bağlılığını, sadakatini tekrarladı ve dedi ki : 
"- Şayet zatışahanenin bu olay nedeniyle bana güvenleri kalmadıysa, bir işaretleri ile çekilmeye hazırım.. Ferid Paşa'nın başmurahhas olmaları mümkün değildir.."
  Başkatip süratle Yıldız Sarayı'na döndü.. Padişaha bunları aynen nakletmek üzere huzura çıktığı zaman gördü ki, Babıali'de, sadrazamdan hayli süre cevap beklemiş olan Ferid Paşa çoktan gelmiş, padişahın yanına çıkmıştır..
  O da, arkadan giderek, olan biteni aynen anlattı. Gözleri yarı kapalı dinleyen Vahideddin,
 "- Bu herhalde, bir anlamda istifa etmek midir ?" dedi. 
 "- Evet Efendimiz, istifa etmektir.."
  Padişah bir an durdu, düşündü ve konuştu :
 "- Ferid Paşa'nın gönderilmesini isteyişim, yararlı olur düşüncesiyle idi. Yoksa ben işi bozmak amacıyla değil, hallini kolaylaştırmak için ısrar ettim. Fakat madem bu kadar büyütülüyor, ben de onun gönderilmesinden vazgeçerek, az önce tatlılıkla savdım.."
  Eniştesi paşayı bir anda kenara bırakan Vahdeddin sonra hemen mütareke heyetinden neler istediğini sıralamaya başladı :
  "- 1. Ulu halifeliğin, yüce saltanatın ve Osmanlı hanedanı hukukunun devamı ve korunmasının sağlanması.
     2. Bazı eyaletlere verilecek muhtariyeti idarenin şekil ve mahiyeti sağlanarak, muhtariyetin yalnız idari olup siyasi olmaması.. Şayet hiçbir çare ve imkan bulunamayıp da siyasi olacaksa istiklaliyetin daha ehven olacağı ve eğer siyasi muhtariyeti kabul edecek olursak, İslam alemine ihanet etmiş olacağımız fikrindeyim.."
  Bunlar Sultan Vahdeddin'in Osmanlı heyetine verdiği talimattı.. Padişah görüldüğü gibi, hilafetin, saltanatın ve hanedan haklarının korunmasını istiyordu.. Ama Ferid Paşa'yı başmurahhas gönderebilseydi belki de kendisinin padişah kalması bile mütareke şartları içine girebilirdi.. 



      


   

ZORUNLU HİZMETTE HEKİM OLMAK…

Otobüsün arka kapısındaki son basamakta öylece kalakalmıştım. Otobüsten aşağıya adımımı atamıyordum. Karanlık bir sabahtı. Otobüsün dışında bağırışan insanların görüntülerini yok eden sis sanki aşağıya inmemem için beni tehdit ediyordu.
-Taksi lazım mı abi

Sesin geldiği tarafa döndüm, sisin arkasına gizlenen sesin sahibini görmeye çalıştım. Çamura gömülmüş bir çift lastik pabuç kadardı sanki, yüzünü hiç ayrımsayamadım.
Zorunlu hizmet yükümlülüğüm beni Ankara’daki korkusuz yaşamımdan Ağrı’nın bu uzak köşesine fırlatıvermişti.

Kızgındım, zorla gönderildiğim bu yerden hoşlanmayacağımı, her günümü büyük bir mutsuzlukla yaşayacağımı, burada geçireceğim günleri ileride hiç anımsamak istemeyeceğimi sanıyordum.

Yaşamla ilgili gerçekleştirmek istediğim onlarca hayalim vardı ve buralara gelmek onların arasında değildi.

Feci halde yanılmışım.

Ağrı ilinin bir dağ köyünde sağlık ocağı hekimi olarak geçirdiğim o bir yıl yaşamımın en muazzam deneyimlerimden biri oldu.

Mesleğe ve hastaya saygı konusundaki duyarlılıklarımı borçlu olduğum başlangıç noktası zorunlu hizmet günlerimdir. 

Hekimliğin ne demek olduğunu orada farkettim, mesleğimi orada öğrenmeye başladım.
Orada tanıdığım taksi şoförü Hayrettin, sevgili Bülent ağabeyim yaşamımda sahip olduğum en değerli dostlarım arasına girdiler. Daha sonraları da onlar kadar yakın dostlar edindim ama onlardan daha iyisine hiç sahip olmadım.

Franz Kafka diyor ki;
-Reçete yazmak kolaydır ancak insanları anlayışla karşılamak zordur.
Ben zorunlu hizmet süremde reçete yazmak kadar insanları anlayışla karşılamayı da öğrendim.

Bir çokları bana kızacaklardır, biliyorum.
Çünkü oralarda sadece bir yıl kaldım.
Yaşamımın büyük bölümü Ankara ve İstanbul’da geçti.
Bu kısacık doğu hizmeti deneyimimle boyumdan büyük konuştuğumu söyleyeceklerdir.
Tuzumun kuru olduğunu da.
Haklılar…
Büyük olasılıkla oralarda çok uzun yıllar yaşamak zorunda kalsaydım ben de kızgın, kırgın ve düş kırıklığına uğramış olurdum.
Herkesin yaptığını yapmayı ister ve oralardan bir an önce kaçmaya çalışırdım.

Ama bu bir gerçeği değiştirmiyor. 
Eğer bir gün bu ülkede daha güzel günler yaşanacaksa bu umudun ilk yeşereceği yerler Nişantaşı, Çankaya değil benim zorunlu hizmette çalıştığım Murathan köyü gibi gelişememiş yerler olacaktır.
Ve bu ülkenin her bir bireyi de bu umudun yeşerebilmesi için en azından yaşamının bir yılını bu hayale feda edebilmelidir...

Üniversitede öğretim üyesi olduğum yıllarda öğrencilerim diyorlardı ki;
-Altı yılımızı tıp fakültesinde geçirdik, şimdi zorunlu hizmete gideceğiz, sonra şanslıysak TUS sınavını kazanacağız ve 4–6 yıl uzmanlık eğitimi yapacağız. Daha sonra yeniden zorunlu hizmete gideceğiz. Sonra 2–3 yıl yan dal uzmanlık eğitimi, sonra yeniden zorunlu hizmet. Toplamı 20 yıla yakın bir eğitim. Sınırlı ekonomik olanaklar…”

Haklıydılar…

Onların haklılığını bilerek yine de onlara yanıtım şu oluyordu.
- Yaşamınızı belirleyen tercihlerinizdir. Mesleğinizi nasıl yapacağımızı, ne karşılığında hangi bedeli ödeyeceğinizi, hangi ilkeler için yaşayıp hangilerinden ne uğruna vazgeçeceğinizi tercihleriniz belirler. Tercihinizi yapın.
Evet, halen öyle diyorum.

Tercihinizi yapın…





Cümle şarkılar yarım gözlerinde bu akşam







Cümle şarkılar yarım gözlerinde bu akşam






------------------------------------------------


Cümle şarkılar yarım gözlerinde bu akşam
Bütün unuttuklarım gözlerinde bu akşam

Ne söylense yeri var, beni yakan biri var
Bir içki tesiri var gözlerinde bu akşam

Düşünceler dil dökmüş, ümitler boyun bükmüş
Ne çağrılar diz çökmüş gözlerinde bu akşam

Hiç kalmadı umudum, eridim yudum yudum
Bir

27 Ekim 2013 Pazar

manda valisi

İnönü ve Sükrü Saracoğlu Türk Milletini ve Vatanını Sattılar !

Osmanli Devleti nasil 1. Dünya savasina girmemekte direnmissede Enver Pasa nin 1907 yilinda Almanlarla imzaladigi gizli Pakt Antlasmasi ile Osmanli Devletinin ve Padisahinin dahi haberi olmadan kendini savasin icinde bulmussa, 1. Dünya savasina da sokulmamiz icin az tezgahlar kurulmadi.

1. Dünya savasiyla yikilan Osmanli Devleti 30 Ekim 1918 de Atatürk´ün baskisi ile Vahdeddin tarafindan Mondros Ateskes yani Teslim anlasmasini imzalayarak teslim olmustu. 23 Temmuz 1923 e kadar Osmanli Devletine bagli topraklar alinmis üzerlerinde Manda Cumhuriyetleri kurulmus, Anadolu ve Trakyada kalan diger Osmanli Devleti topraklarindan önce Ruslara ve Yunanlilara topraklar satilmis, kalan topraklar ise Fransizlar, Ingilizler, Italyanlar ve Amerikalilar tarafindan Lozan da paylasilmisti. Fakat bu topraklarin tümü üzerinde Türkiye Cumhuriyeti adinda bir Manda Devleti kurulmasi kararlastirilmis ve bu koloninin valiligine M.Kemal getirilmisti.

Türkiye Cumhutiyeti üzerindeki Manda Haklarina sahip olan Ingiltere, Fransa, italya Almanya karsisinda savasa girmek mecburiyetinde kalmislardi.

Türkiye 2. Dünya Savaşı’na girmekte kararsızdı. Ortalık ajan kaynıyordu.

Bir de spor kulübü kisvesiyle Yahudiler’i Filistin’e taşıyan gizli teşkilat vardı.

Bugünkü Hapoel Haifa, o gün Hapoel İstanbul’du. Hollanda’nın ünlü Ajax kulübü de bu amaçla İstanbul’da kuruldu.

Beşiktaş, Anadolu’ya silah kaçırıyordu. Babam da, bu teşkilatın içindeydi. Siyah-beyazlılar, bu nedenle Kuvay-ı Milliye’nin takımıdır.

Galatasaray’ı Masonlar, Fenerbahçe’yi ise Rum kopiller kurdu.

ABD’li ünlü casus Allen Dulles, İstanbul’a gelerek istihbarat ağı oluşturdu.

Türkiye’ye ‘Yellow’ yani ‘Sarı’ kod ismini verdi. Yazışmalarda “Harem’den alınan bilgiye göre” ibaresi vardı.

Bütün belge ve bilgiler, sadece onun üzerinden Amerika’ya gidiyordu.

Harem kod adlı ünlü Türk yönetici, Başbakan Şükrü Saracoğlu’ydu.

KOD ADI: HAREM

II. Dünya Harbi sırasında İstanbul’da casuslar savaşı yaşanıyordu. Devrin Başbakanı Amerikalılar’a casusluk yapıyordu. Bunu bir tek Cumhurbaşkanı İnönü biliyordu. .Peki kimmiş Harem?

Başbakan Şükrü Saraçoğlu. Başbakanın ta kendisi. Bu ilk kez sizde yayınlanacak! İnönü cumhurbaşkanı, Saraçoğlu başbakan o dönemde. “Sarı’dan -yani Haremden- gelen bilgiye göre.” diyor ABD kaynakları.

Saraçoğlu bir yandan da Amerikalılar’a bilgi veriyor.

Elbette. Bunu da bir tek İnönü biliyor. Şimdi Almanlar’la bir anlaşma yaptı ya, bakıyorlar savaş başka türlü gidiyor, Amerikalılar da Pearl Harour baskınından sonra girmiş savaşa. İster misin Amerika kazansın bu işi! Biz de Alman taraftarı olarak arada kaynarız gideriz maazallah! Saraçoğlu, Lozan Üniversitesi mezunu bir hukukçu ve İnönü’nün en güvendiği adam. Bu yüzden önce Şükrü Kaya’yı başbakanlıktan alıp Saraçoğlu’nu getiriyor yerine. Onun müttefiklerle aramızı düzeltecek bir yol bulmasını istiyor gizliden gizliye. İşte ‘Harem’ o zamanki CIA yani OSS’in Saraçoğlu için kullandığı kod adı. Bütün belgeler ve bilgiler bir tek onun üzerinden Amerika’ya geçebiliyor.

Sonuçta Harem, yani Şükrü Saraçoğlu, ABD istihbaratına bilgi ulaştırıyor!

Tamamen öyle. 1942-1946 yılları arası bir işbirliği yapıldı ve bu belgeler iki yıl önce açıklandı. Ama Türkiye’de hiç duyan olmadı. Bu olay Türkiye’deki istihbarat faaliyetlerinin boyutlarını göstermesi bakımından çok önemli

Okumaya Başladım #21 Baharı Beklerken


 Ateş ve Buz'u sevememiştim. O yüzden bu kitaba başlarken tereddütlüyüm. Çünkü Zaten günümüz aşk kitaplarını kolay kolay sevemiyorum. Benim günümüz aşk romanını sevebilmem için güçlü bir konusu olmalı. 

 Umarım Julie Garwood bu kitabıyla beni hayal kırıklığına uğratmaz.

 Siz bu kitabı okudunuz mu? Julie Garwood hakkında ne düşünüyorsunuz ?

Hz. Peygamber'in Tebliğ ve Terbiye Metodu

Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır.

"Hz. Peygamber’in kendisinden öğüt isteyen bir sahabiye defalarca, “Kızma, kızma, kızma” diyerek tavsiyede bulunması, onun tebliğinin ve öğretiminin temel esasının öfkelenmeme olduğunu göstermektedir."


Âlemlere rahmet olarak gönderilen Rasûl-i Ekrem’in İslam’ı tebliğ etme ve insanları terbiye metodu, Kur’ân’ın tayin ettiği ve sınırlarını çizdiği ilkeler doğrultusunda gerçekleşmiştir. Onun davetinin ve taliminin temeli, hikmete, güzel öğüde, merhamet ve yumuşaklık prensiplerine dayanıyordu.
Kur’ân ona tebliğ konusunda şu öneride bulunmuştur: “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et…” (Nahl, 16/125) Ayette geçen “hikmet” kavramı çeşitli anlamlara gelmektedir. Hikmet, sözde ve fiilde doğruyu tutturmak, varlıkların özündeki manaları ve Allah’ın emrini anlamak, varlık düzenindeki her şeyi yerli yerine koymak, doğru ve güzel işlere yönelmektir. Allah’ın emirlerini düşünmek ve ona uymaktır. Doğru ve hızlı karar verebilmektir. Allah’a itaattir. Doğruya iletmektir. (Geniş bilgi için bkz. Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, İstanbul, 1971, II. 205–215)

İnsanın gücü nispetinde Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmasıdır. (Râzî, Fahruddin Muhammed b. Ömer er-Râzî, Mefâtîhu’l-Ğayb (Tefsîru’l-Kebîr), Beyrut 1990, VIII, 60)

Hikmet kelimesine yüklenen anlamlar çerçevesinde düşünüldüğünde Hz. Peygamber, en güzel, en hızlı, en verimli şekilde tebliğini sürdürmüştür. Sözü ve özü ile tam bir uyum içerisinde tebliğ vazifesini icra etmiştir. Rasûl-i Ekrem,“Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz. Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir nefretle karşılanır.” (Saff, 61/2–3) ayetlerinde bildirilen esaslara bağlı kalmış, Allah tarafından vahyedilen kuralları öncelikle nefsinde ve aile içerisinde hayata geçirmiştir. Zira o tebliğin başarılı olmasının, tebliğcinin hâl ve hareketlerinin söyledikleri ile uyum içerisinde olmasına bağlı olduğunu biliyordu.
Hz. Peygamber’in tebliğdeki başarısını Kur’ân-ı Kerîm, onun muamelelerinde insanlara merhametli olmasına ve yumuşak davranmasına bağlamıştır. “O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi.” (Âl-i İmran, 3/159) Görüldüğü gibi Hz. Peygamber’in risalet görevindeki başarısı, onun yufka yüreğe, müşfik bir kalbe ve tatlı bir dile sahip olması ile irtibatlandırılmıştır. Rasûl-i Ekrem, bu sayede insanları etrafında toparlamayı başarmış, kendisini ve tebliğ ettiği dini sevdirebilmiştir. Onun tebliğ ve terbiye metodunu şu hadis veciz bir şekilde anlatmaktadır:

“Ey Aişe! Allah refiktir. Yumuşak davranmayı sever. Sert davranış karşılığında vermediğini, yumuşaklık karşılığında verir. Allah bütün işlerde yumuşak davrananları sever.” (Buhari, Daavat, 59; İsti’zan, 22; Müslim, Birr, 77; Ebu Davud, Edeb, 11; Tirmizi, İsti’zan, 12)

Eğitim ve öğretimin temelini sevgi oluşturmaktadır. Yumuşak ve yumuşak üsluplarla verilecek eğitimin, daha etkili ve kalıcı olduğu bilinmektedir. Kendisinin kolaylaştırıcı bir muallim olarak gönderildiğini (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 328; İbn Mace, Mukaddime, 17) söyleyen Hz. Peygamber’in, yukarıdaki açıklaması, çağdaş eğitim sistemlerinin de en önemli kuralı olarak karşımıza çıkmaktadır.

Hz. Peygamber’in kendisinden öğüt isteyen bir sahabeye defalarca, “Kızma, kızma, kızma.” (Buhari, Edeb, 76; Tirmizi, Birr, 73) diyerek tavsiyede bulunması, onun tebliğinin ve öğretiminin temel esasının öfkelenmeme olduğunu göstermektedir.


Hz. Peygamber insanları Allah yoluna davet ederken, Kur’ân’ın kendisine tebliğ konusunda yüklediği sorumluluğu yerine getirebilmek için son derece nazik ve sevecen bir tavırla hareket etmiştir. Onun bu metodunun insanlar üzerindeki muazzam etkisi aşağıdaki misalde bariz bir şekilde görülmektedir.

Hz. Peygamber insanları Allah yoluna davet ederken, Kur’ân’ın kendisine tebliğ konusunda yüklediği sorumluluğu yerine getirebilmek için son derece nazik ve sevecen bir tavırla hareket etmiştir.


Bir genç Hz. Peygamber’den, “Ey Allah’ın Rasûlü! Zina etmeme müsaade et.” diyerek izin ister. Olaya şahit olan ashab-ı kiramın, gencin bu tavrına canları sıkılır, onu azarlar ve susturmaya çalışırlar. Bunun üzerine Hz. Peygamber gençten kendisine yaklaşmasını ister. Genç Hz. Peygamber’in yanına oturur. Hz. Peygamber, gence herhangi bir kimsenin, annesi, kızı, kız kardeşi, halası ve teyzesi ile zina etmesini hoş karşılayıp karşılamayacağını sorar. Genç, böyle bir duruma hoşnutluk göstermeyeceğini söyleyince Hz. Peygamber, “İnsanlar da, annesi, kızı, kız kardeşi, halası ve teyzesi ile birilerinin zina yapmasını istemez.” buyurur. Daha sonra Hz. Peygamber, elini gencin üzerine koyarak onun hakkında şöyle dua eder: “Allah’ım! Onun günahlarını bağışla. Kalbini temizle, namusunu koru.”Genç bu hadiseden sonra böyle olumsuz ve kötü şeylere iltifat etmez. (Ahmed b. Hanbel, V, 257)
Görüldüğü gibi ashab-ı kiram, Rasûlullah (sav)’a karşı adaba mugayir hareketinden dolayı genci susturmak isterken Hz. Peygamber onu azarlamamış, rencide etmemiş, son derece anlayışlı davranmıştır. Aksine Rasûl-i Ekrem, Allah’ın haram kıldığı bir fiili yapmak için kendisinden ruhsat isteyen genci, empati yöntemi ile irşat etmeye çalışmıştır. Rasûlullah (sav)’ın bu tebliğ ve terbiye metodu yerini bulmuş ve gencin daha sonra böyle bir düşünce ve tavırdan vazgeçtiği bildirilmiştir. Günümüzde İslam’ı tebliğ etmek, anlatmak ve kitlelere ulaştırmak için Peygamber’in yöntemini uygulamaya ne kadar muhtaç olduğumuzu vurgulamaya bile gerek yoktur.
Hz. Peygamber’in kendisine hakaret edenlere, yakışıksız söz söyleyenlere ve onu adaletsiz davranmakla suçlayanlara bile gayet anlayışlı davrandığını görmekteyiz. Bir ganimet dağıtımı esnasında kendisine adaletli davranmasını ve Allah’tan korkmasını söyleyen bir kimseye “Ben adaletli davranmazsam kim davranır? Ben yeryüzündeki insanların Allah’tan korkmaya en layık olanı değil miyim?” buyurmuştur. Hz. Ömer (ra) ve Halid b. Velid (ra), Rasûlullah (sav)’ın adaletini ve takvasını sorgulamaya çalışan ve terbiye sınırlarını aşan bu şahsı cezalandırmaya hazır olduklarını ifade etmişlerdir. Ancak Hz. Peygamber, böyle bir harekete karşı çıkmış, “Belki ileride namaz kılan bir kimse olur.” diyerek Hz. Ömer ve Hz. Halid b. Velid (ra)’in teşebbüslerine ruhsat vermemiştir. Ashab-ı kiramdan bazıları kendisine “Nice namaz kılanlar var ki, kalbinde olmayanı söyler.” dediğinde Hz. Peygamber, “Ben insanların kalplerini açmak, karınlarını yarmak için emrolunmadım” buyurarak hiç kimsenin kalbinden geçen duyguları ve niyetleri sorgulamakla görevli olmadığını söylemiştir. Söz konusu çirkin sözleri söyleyen şahsın ikiyüzlü (münafık) olduğuna hadiste ayrıca işaret edilmiştir ki, (Müslim, Zekât, 142–148) buna rağmen Hz. Peygamber, onu cezalandırma yolunu tercih etmemiştir. Bu uygulama Hz. Peygamber’in engin bir merhamete, İslam’ı tebliğ etmek ve onun güzelliğini göstermek için üstün bir sabra ve fedakârlığa sahip olduğuna işaret etmektedir.

“Halkın, benim ashabımı öldürttüğümü söylemelerinden Allah’a sığınırım” buyurarak İslam’ı tebliğ etmek uğrunda asılsız yakıştırmalara, iftiralara ve incitici dedikodulara tahammülün ne demek olduğunu şahsında göstermiştir.

Rasûl-i Ekrem’in terbiye ve tebliğ yöntemi karşı tarafı incitmeme, gönlünü kırmama ve rencide etmeme temeline dayanıyordu. Bir gün evinde bulunduğu sırada bir sahabi selam vermeden yanına girmek için izin ister. Bunun üzerine Hz. Peygamber, hizmetçisine, “Dışarı çık. Ona izin istemesini öğret. Ona, ‘esselamü aleyküm edhulü?’ (selam sizin üzerinize olsun içeri girebilir miyim?), demesini söyle” buyurur. Dışarıda beklemekte olan sahabi, Peygamber’in sözlerini işitir ve aynen bu sözleri uygular ve neticede Hz. Peygamber’in izni ile içeri girer. (Ahmed b. Hanbel, V, 369; Buhari, Edeb, 38, 48; Ebu Davud, Edeb, 138) Görüldüğü gibi, Hz. Peygamber, bir başkasının evine girmek için nasıl hareket edileceğini gelen misafirine onu incitmeden öğretmek istiyor. Bunun için de hizmetçisini görevlendiriyor. Misafir, olayı izlemekte ve Rasûlullah (sav)’ın hizmetçisine verdiği talimatı duymaktadır. Can kulağı ile meseleyi dinleyen sahabi hizmetçinin kendisine daha henüz talimatı bildirmeden ne yapacağını kavrıyor ve uygulayarak Allah Rasûlü (sav)’nün yanına girmekle müşerref oluyor.
Hz. Peygamber bir kimse hakkında hoşlanmadığı bir şeyi duyunca, “İnsanlara ne oluyor ki, böyle böyle söylüyorlar?” diyerek genele yönelik tenkit yapar ve uyarıda bulunur, şahsın ismini zikretmezdi. (Ebu Davud, Edeb, 6) Hz. Enes’in anlattığına göre, üstü başı kirden sararmış birisi Hz. Peygamber’in yanına girdi. Söz konusu şahıs Hz. Peygamber’in yanından ayrılınca Rasûl-i Ekrem “Yıkanmasını emretseniz iyi olur.” (Ebu Davud, Edeb, 6) buyurmuştur. Görüldüğü gibi Hz. Peygamber, bir kimsede hoşlanmadığı bir şey görse yüzüne vurmaz, onu insanlar arasında utandırmaz ve gayet yumuşak üslupla davranırdı. Bazen de dolaylı olarak terbiye etmeyi ve tebliğde bulunmayı tercih ederdi.

Hz. Peygamber, bir kimsede hoşlanmadığı bir şey görse yüzüne vurmaz, onu insanlar arasında utandırmaz ve gayet yumuşak üslupla davranırdı.


Bedir Savaşı’nın gerçekleştiği sırada Peygamber Efendimiz’in amcası Abbas henüz Müslüman olmamıştı. Savaş Müslümanların zaferi ile neticelenmişti. Hz. Peygamber gömleksiz bir şeklide esirlerin arasında bulunan amcasına acımış, ona gömlek aramaya koyulmuştu. Abbas uzun boylu bir kimse olduğu için onun bedenine uyan gömlek ancak münafıkların reisi Abdullah b. Übey b. Selül’de bulunmuştu. Hz. Peygamber, Abdullah b. Übey’den gömleği alarak amcasını giydirmişti. Abdullah b. Übey vefat edince Hz. Peygamber, bu münafığın Müslüman olan oğlu Abdullah’ın gönlünü hoş tutmak ve Bedir günü yaptığı iyiliğe karşılık olmak üzere kefenlenmesi için kendi gömleğini verdi. Hz. Peygamber, “Benim gömleğim bu şahsı Allah’ın azabından kurtarmak için ona hiçbir fayda sağlayamaz. Benim yaptığım bu uygulama ile onun kavminden bin kişinin Müslüman olmasını ümit ediyorum.” buyurmuştur. Rasûlullah (sav)’in bu uygulamasından dolayı Hazreç kabilesinden bin kişinin Müslüman olduğu ve yaptıkları nifak fiilinden tövbe ettikleri bildirilmiştir. (bkz. Kurtubi, Ebu Abdillah Muhammed b. Ahmed el-Ensari, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân, Dâru’l-Fikr, Beyrut 1995, c. IV, cz. VIII, 143, 144) Günümüzde yukarıda zikredilen nebevi metotla İslam’ı tebliğ etmenin zarureti ortadadır. Hz. Peygamber’in yukarıdaki uygulaması, tebliğ ve irşadın temeli kabul edildiği takdirde, çok faydalı ve köklü çözümlerin gerçekleşeceği unutulmamalıdır.

http://gercektarihdeposu.blogspot.com

Hz. Peygamber, bir kimsede hoşlanmadığı bir şey görse yüzüne vurmaz, 

onu insanlar arasında utandırmaz 

ve gayet yumuşak üslupla davranırdı.