31 Ağustos 2011 Çarşamba

NEJAT BİYEDİÇ VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ


Onu yaklaşık 5 yıl önce tanıdım. Poliklinikte sessizce muayene sırasının gelmesini bekliyordu. Çok uygar biriydi, adam gibi adamdı…

Genç yaşta “Miyelodisplastik Sendrom” tanısı almıştı. Hastalığını ve olabilecekleri ona anlattığımda son derece soğukkanlı bir biçimde dinlemiş, hiçbir aşırı tepki göstermemiş ve umudunu hiç yitirmemişti.

Yürekli adamdı. Kemik iliği nakli olduktan kısa bir süre sonra Eskişehirspor’u çalıştırmış ve takımın Süper Lige çıkmasını sağlamıştı.

Play-off maçları öncesi kamptayken antrenmanlar arasında kontrole gelir, kan sayımlarını yaptırır, yine büyük bir soğukkanlılık ve disiplinle kampa geri dönerdi.

Hasta insan, her zaman yakınlarında ona destek olacak birilerini arar. Bursaspor ve onun vefakâr taraftarını bir yana bırakırsak Türk futbolu ve bu ülke ondan desteğini esirgedi. Eskişehirspor’u şampiyon yaptıktan sonra hak ettiği ücretini alabildi mi, onu bile bilmiyorum.

Ölümü zaten pek temiz olmadığını yılardır hissettiğimiz ancak son birkaç aydır kirlenmişliği iyice gözler önüne serilen futbolumuzun en krizli günlerine denk geldi. Hakkında yazılan birkaç kısa haber ile duyuruldu ölümü. Hepsi o kadar ile kaldı. Unutuldu gitti hemen.

Onun yaşadıkları ülkemizdeki yüzlerce kanser hastasının yaşadıkları ile aynıydı.

Ülkemizin sağlık alanındaki en büyük eksikliklerinden biri kanser hastalarına yeterince sosyal ve psikolojik destek verecek oluşumların olmamasıdır.

Halen tıbbi anlamda birçok temel eksiğini bile tam olarak halledememiş bir ülke için bu tür desteklerden söz etmek gereksiz bir lüks değildir.  Tam tersine bu en önemli eksikliklerimizden biridir.

Tıp pratiğinde sık kullanılmaya başlanan “farkındalık”, “hekim merkezli tıp yerine hasta merkezli tıp”, “kişinin başına gelebilecekleri bilme hakkı”, tedavi uygulamaları ve tıbbi girişimler için artık zorunlu olan “hasta onamı” gibi kavramlar, günümüzde bireyin özgürleşme sürecinin uzantılarıdır.

Hasta hakları hareketi aslında kişilik hakları ile yani demokrasi talebi ile tıbbın gündemine giren ve hastanın kendi sağlığı konusunda kişisel tercihlerine önem verilmesini, özerkliğine saygı gösterilmesini zorunlu kılan bir süreçtir.

Bu sürecin sağlıklı işlemesi ancak sağlam bir sosyal yardımlaşma ve dayanışma ile var olabilir. Bunun için gerekli olan başta kanser olmak üzere ciddi ve kronik hastalığı olan kişilere sosyal destek verecek oluşumlardır. Bu oluşumların ana görevi hastaları hastalıkları hakkında bilgilendirmek, yalnız olmadıklarını hissettirmek, yasal tüm haklarını savunmaktır. Nejat Biyediç’in yaşadıkları bu tür destek grup ve kuruluşlarına sahip olmayan bir ülkede hastaların birçoğunun yaşadığı “yalnızlık ve savunmasızlık” haliydi.

Oysa bu ülkede Biyediç gibi yüzlerce hasta var.  

Bu ülkede bırakın bu sosyal oluşumları, kendisini kanser merkezi olarak tanımlayan, hastayı ilk karşılamadan taburcu edene kadar her türlü tıbbi, sosyal ve psikoloji desteği vermeyi amaç edinmiş, hastanın süreçlere katılımını sağlayacak, hastalıklar ile ilgili temel eğitimin sunulduğu bir “kanser merkezi” bile yoktur. Hastalar, birlikte çalışmaya çok da alışkın olmayan hekimler ve merkezler arasında gidip gelmekte ve en temel sosyal ve psikolojik gereksinimlerini bile karşılayamamaktadır. Hastaların haklarını sağlık kuruluş ve çalışanlarına, çalıştıkları kurumlardaki işverenlerine, Sağlık Bakanlığı gibi resmi kurumlara karşı savunacak oluşumlar çok azdır.

Biz hekimler bilmeliyiz ki, ne kadar iyi tıbbi hizmet verirsek verelim, hastalara sosyal ve psikolojik destek sağlamadan yaptığımız iş eksiktir.

Hastaların talepleri nettir.

Ben bir hasta olarak kendime ne yapıldığını bilmek, bana uyguladığınız tedaviler hakkında bilgilenmek, hakkımda aldığınız kararlarda söz sahibi olmak istiyorum, ben aynı hastalık tanısını aldığım diğer hastalar ile aynı kişi değilim, ben kendimim, benzersizim, bunu fark etmenizi ve öncelikli gereksinimlerimi göz önüne almanızı istiyorum

Bu çok anlaşılır talebi karşılama zamanı çoktan gelmiştir.

İletişim

<p>&amp;amp;amp;amp;lt;p&amp;amp;amp;amp;gt;Yükleniyor...&amp;amp;amp;amp;lt;/p&amp;amp;amp;amp;gt;</p>

PUF BÖREĞİ


MALZEMELER
1 yumurta
1 su bardağı yoğurt
1 çay kaşığı karbonat
1 çay kaşığı tuz
Aldığı kadar un
İÇİNE
Beyaz peyir Veya istenilen herhangi bir iç olabilir
YAPILIŞI 
Yumurta , yoğurt, un, tu ve , karbonat ile kulak memesi yumuşaklığında bir hamur yoğrulur 10 dakika dinlendirilir. Hamur iki parçaya bölünür mantı kalınlığında büyük bir hamur açılır , Resimdeki gibi bir kapakla istenilen büyüklükte kesilir, içi konulup kapatılır kenarları kesilir ve bol yağda kızartılıp bir kağıt peçete üzerine alınır Not:peynirin içine maydanoz ve taze soğan ilave edilirse çok lezzetli oluyor ben evde olmadığı için koyamadım ..

29 Ağustos 2011 Pazartesi

HAYIRLI BAYRAMLAR

ARKADAŞLAR HAYIRLI BAYRAMLAR  BU RAMAZAN ÇOK YOĞUN GEÇTİ SİZLERDEN ÇOK AYRI KALDIM AMA MANEVİ AÇIDAN DOLU DOLU BİR RAMAZAN GEÇİRDİM ALLAH HEPİMİZE BÖYLE HUZUR DOLU RAMAZANLAR NASİP ETSİN İNŞALLAH BU UZUN AYRILIĞI EN KISA ZAMANDA TELAFİ EDERİM KUSURUMA BAKMAZSINIZ  UMARIM SEVGİLERİMLE

26 Ağustos 2011 Cuma

HAYIRLI KANDİLLER

Bin aydan daha hayırlı bu mübarek gecenin büyüsüne kapılmanız dileğiyle; yüzünüzden gülücük, kalbinizden sevgi, bedeninizden sağlık, çevrenizden dostluk, ömrünüzden huzur ve neşe eksik olmasın. Kandiliniz mübarek olsun.

24 Ağustos 2011 Çarşamba

23 Ağustos 2011 Salı

BİLİM VE SAVAŞ


İnsanlık tarihi boyunca savaşlar, bilimsel gelişmelerin de hızlandığı dönemler olmuştur. Kanser tedavisinde kullanılan kemoterapi ilaçlarının keşfi de bir savaş döneminin ürünüdür.

Hardal gazı (mustard gas) ilk kez birinci dünya savaşında kullanılan biyolojik bir silahtır. Son derece basit moleküler yapıya sahip bu gaz aynı zamanda  büyük bir biyolojik hasar gücüne sahiptir. Gaza maruz kalma sonucu ciltte sulu yaralar, körlük, akciğerde sıvı birikimi, akciğer yetmezliği ve kemik iliğinin baskılanması gibi ölümcül etkiler ortaya çıkar. Bu ilk etkiyi izleyen dönemde kişi eğer canlı kalabilmeyi başarırsa  ikincil kanserlerin gelişme riski de çok yüksektir. 

Hardal gazı en son Saddam Hüseyin’in Halepçe katliamı sırasında tarih sahnesine çıkmıştır. Bu gazın insanlık için kullanılabilecek olması eminim ki, bunu savaşlarda kullanmak üzere üretenlerin hiç aklına gelmemişti. Ancak insanlık tarihi insanlığa karşı olanlar kadar, insanlıktan yana olanların da tarihidir. Yale Üniversitesinde çalışan iki ilâç bilimci, Louis Goodman ve Alfred Gilman, mustard gazının kanser tedavisinde kullanılabileceğini ilk düşünenlerdir.  Aslında bu düşünceleri çok basit bir gözleme dayanıyordu. Hardal gazına bağlı zehirlenerek yaşamlarını yitiren askerlerin otopsilerinde kemik iliği hücrelerinde azalma ve lenf bezlerinde belirgin bir gerileme, küçülme ortaya çıkıyordu. İkili, bu gözleme dayanarak lenfoma ve lösemi tedavisinde mustard gazının kullanılabileceğini düşündüler ve 1942 yılında “nitrogen mustard” isimli bir madde ile çalışmaya başladılar.

Farelerde yaptıkları çalışmalar tümörün belirgin olarak gerilediğini gösteriyordu. Nitrogen Mustardın artık insanda denenebileceğine inanmaya başlamışlardı. Nitrogen mustardın bir örneği olan “mustine” isimli bileşiği, 48 yaşında radyasyon tedavisine yanıtsız bir lenfoma olgusuna uyguladılar.  İlacı ne dozda ve ne kadar süre vermeleri gerektiği hakkında en ufak bir fikirleri yoktu. Yine de birbirini izleyen 10 gün boyunca ilacı farklı dozlarda denediler. Sonuç şaşırtıcıydı. Hastanın tümör kitlesinde ikinci gün yumuşama olmuş ve tedavi sonunda belirgin bir küçülme ortaya çıkmıştı. Ancak ne yazık ki, elde edilen bu yanıt haftalar içinde ortadan kalktı ve hastanın tüm klinik bulguları eski haline döndü. İlacı ikinci kez denediler, elde edilen yanıt yine geçiciydi. Üçüncü denemede ise yanıt alamadılar. Buna rağmen Goodman ve Gilman’ın denemesi şunu açıkça göstermişti. “kanser ilaç ile tedavi edilebilirdi”.

İzleyen süreçte Gilman ve arkadaşları Yale Üniversitesinde 67 hastaya ilacı uyguladılar ve o günün koşullarına göre çok iyi sonuç aldılar. Ancak bulgularını yayımlayamadılar ve diğer meslektaşları ile paylaşamadılar. Çünkü ikinci Dünya Savaşı halen sürüyordu ve ABD ordusu, ikilinin bulgularını askeri bir sır sayıyor ve yayımlanmasına izin vermiyordu. Ekip konu ile ilgili ilk makalelerini ancak savaştan sonra 1946 yılında yazabildi.

Kimileri bu makaleyi öylesine önemser ki, onlara göre kanseri ilaç ile tedavi etmeyi denemek, Mısırlıların ilk kez şifalı otları hastalıkların tedavisinde kullanmaya başlamaları kadar önemli tarihsel bir olaydır.

Alfred Gilman ve çalışma arkadaşı Louis Goodman çok yakın iki dost idiler.  Alfred Gilman, oğlu doğduğunda bu dostluğun göstergesi olarak onun ikinci ismini Goodman koymuştu. Alfred Gilman’ı anarken oğlundan söz etmemek olmaz. Çünkü Alfred Gilman’ın oğlu Alfred Goodman Gilman’da en az babası kadar önemli bir bilim insanıdır. Onun kariyerinin en tepe noktası G proteinlerini izole etmesi ve Martin Rodbell ile birlikte 1994 Nobel Tıp ödülünü kazanmasıdır.

Aydınlama çağının ve Rönesansın tüm dünyayı değiştirdiği, tüm değer yargılarını alt üst ettiği, insanlık tarihinin belki de en yoğun düşünsel sürecinin yaşandığı 1500’lü yılların başında ünlü filozof Erasmus tanrıya şöyle isyan ediyordu. “Ölümsüz tanrı, ufukta öylesine güzel bir dünya görüyorum ki! Tekrar genç olmak neden elimde değil ?.” Onun tanrıya isyan ettiği yıllarda insanlık savaşların, ön yargının, bağnazlığın pençesinde kıvranıyordu. Erasmus bugünü görüyor olsaydı sanırım yine hayal kırıklığına uğrardı. Ne de olsa, günümüzde de halen bağnazlık, şiddet ve önyargılar dünyaya egemen değil mi?

19 Ağustos 2011 Cuma

Feysbuk sevmeyen insan



Fsi. Evet tşörtümün ön yüzünde bu yazsın istiyorum. Fsi. Bir küfür gibi adeta. Ama aslında feysbuk sevmeyen insan demenin kısa hali. Sevmiyorum ben bu feysbuk olayını ama çılgıncasına ve sanki feysbuh bir tarikatta bende müridiymişcesine çıkamıyorum içinden.


Neden çıkamıyorum?
Yok lan aslında çıkıyorum ama abartıyorum biraz en azından boş anlarımda çarls dikıns dostoyevski gibi kitaplar okuyup si en bi si e yada neyşınıl ceogrofik de belgesel izleyeceğime giriyorum feysbuka hangi arkadaşım evlenmiş hangi arkadaşım himalaya gezisinden dönmüş kim dalmış kim çıkmış derken ne kitap kalıyor ne belgesel. Halbuse ben belgesel izleyip kitap okumak istiyorum ardından biraz puzzle yaptıktan sonra günün önemi ve türkiye nereye gidiyor adlı bir monologla kendimi başbaşa bırakmak istiyorum.


feysbuk şeytan icadı mı?
tabii kide.. bak ben de ve da eklerini ayrı yazamıyorum neden çünkü feysbuk türkçeyide katletti. Bunlar şeytanın icadı pis ve kaka. pok.


feysbuktan nasıl kurtulucaz, feysbuk avcılarımı olalım?
ulen yazı nerden nereye geldi, paniklemeyin girmeyin olur biter.






18 Ağustos 2011 Perşembe

Rockets & Space Ships (1953)


Rockets and Spaceships was one of the first English children's "space" books I found. It has unique painted color illustrations that look very different from the Bonestellian ones I was used to in American books.

Hollinson, Harry. Illustrated by Butler, Leslie and Bayly, Cecil. Rockets and Space Ships. London : Perry Colour Books Ltd. (44 p.) 19 cm. "Do You Know" series. 1953







In my continued collecting I found it seems to be one of the earliest British children's books solely on spaceflight. The text focuses on the history of spaceflight, rocket theory, and first steps to the Moon.



The book was reprinted so here is the original and the more generic looking reprint side by side:



It has 20 color paintings of rockets, space stations, space suits and man landing on the Moon. Images of rockets are "non-Bonestellian" and almost romantic in style.


I really like the illustrations in this book, especially this one:


I have never seen another illustration of a bicycle in space. Being a bike commuter, I have thought of making this one into a t-shirt. I also appreciate a different take on the round space station.

This book gives a friendlier version of what life in space would be like. The rounded illustration style seems gentler than the usually angular engineering illustrations.

A lovely small book well worth hunting down.

16 Ağustos 2011 Salı

Birecik baraj gölünde kayık

Birecik baraj gölü

Birecik baraj gölü ve kayık...

Eagle Book of How It Works (1962)



Eagle was one of the big publishers of non-fiction for children in England because of their weekly magazine. They repurposed contents of the magazine into a number of books. This one is an anthology of articles collected for young people.

Eagle book of how it works. London, Longacre Press, 192 p. illus., 27 cm. 1962



Most of the illustrations are familiar but it still has a variety of space vehicles to explore.


I do like the idea of using my "jet pack" to leap over such a small car. Sort of like having "rocket boots."

Delta wings rule!

I also enjoy the British slant on spaceflight with this illustration of the Ariel satellite, "designed by in Britain and launched by the Americans."

 Solar sails are cool too!

An early Project Apollo design. And now my favorite picture from the book, not necessarily space-related but still very "space age".





TORUNUM ERTUĞRULUN DOĞUM GÜNÜ


TORUNUM ERTUĞRU'LUN İLK DOĞUM GÜNÜNDE RAHATSIZDIM 2 YAŞ GÜNÜNÜ ELİMDEN GELDİĞİNCE HAZIRLAMAYA ÇALIŞTIM SEVGİLİ YAVRUMA MUTLU ,SAĞLIKLI BİR ÖMÜR DİLİYORUM YENİ YAŞI KUTLU OLSUN



















15 Ağustos 2011 Pazartesi

HEKİM OLMAK


Gözlerini gözlerime dikti, “sizinle özel konuşmak istiyorum” dedi güçlükle. Son günlerindeydi, düzelmesi imkânsız bir kan hastalığı ile bir yıla yakın bir süre boğuşuyordu. Eşi ve çocukları onu bir dakika bile yalnız bırakmıyor, olanaksız bir iyileşme için gözlerinin içine bakıyorlardı…

Yalnız bir zamanında odasına girdim, gülümsedi. Yanına oturmamı işaret etti. Vücudunun savunmasından sorumlu beyaz kan hücreleri hasta kemik iliğinde yapılamadığından iltihap oluşumundan onu koruyabilmek için maske takıyorduk. Eliyle maskemi çıkarmamı istedi, dediğini yaptım.

“Biliyorum” dedi, ”umut yok, yakın bir zamanda öleceğim, ne olur beni yorma, eşim, çocuklarım her şeyin yapılmasını isteyeceklerdir, boş ver, beni uğraştırma.” Ellerini tuttum, “onlara bir şey anlatma” dedi, “bu konuşmayı bilmesinler”. “Siz” dedim, “inanılmaz bir kadınsınız”. “Hayır” dedi, ”ben, çok sıradan bir kadınım”…

İzleyen süreçte şuurunu kaybetti, çevreyi tanımadı, çığlıklarla uyandı geceleri. Ailesi son güne kadar hep yanındaydı. Her sabah vizitinde gözümün içine bakıyor, “yeter artık” diyordu, ya da bana öyle geliyordu.

Ben bir hekimim ve son ana kadar bir hekim ne yapmalıysa onu yaptım, tıbbi desteği kesmedim tabii, ama gözlerinin içine de bakamadım hiç. Sonraki günlerde onu kaybettik.

Sevgili Hocam Prof Dr Akif Berki, “her kaybettiğim hastamla benim de bir yanım ölür” derdi, haklıydı… Her hekimin hastası öldüğünde onun da bir tarafı ölür gerçekten.

Bu anımı neden paylaştım…

Çünkü genç lise mezunları meslek tercihlerini yapıyorlar bu günlerde. Son yıllarda Tıp fakültelerinin puanları yeniden çok yükseldi, insanlar meslek garantisi yüzünden “hekim” olmayı tercih ediyorlar artık. Onlara çok kısaca şunu hatırlatmak isterim, hekimlik bir meslek değil, bir yaşam biçimidir. Sizler bakmayın son yıllarda hekimler ile ilgili çok yetkili ağızlardan “paragöz” oldukları anlamına gelen imalara…Gündelik siyasetin sarmalına takılmış, hekimlik ile ilgili hiçbir fikri olmayan insanlar farklı anlayabiliyor ve öyle anlatabiliyorlar hekimleri insanlara. Şunu bilmenizi isterim, bir avucu geçmeyecek kadar olan nadir örnekleri bir yana koyarsanız, yukarıda size aktardığıma benzer tek bir anısı olan bir hekim bile yaptığı işin eksenine parayı koyamaz. Sizlerin yazılı basında okuduğunuz, televizyonlarda seyrettiğiniz tam gün yasası, öğretim üyelerinin farklı üniversitelerde görevlendirilmesi gibi sorunların ana eksenini hekimlerin “paragöz” olmaları oluşturmuyor. Bu tartışmanın ana eksenini olanaksızlıklardan, politika üretememekten, hastane kapılarında ölen hastaların, halen ilaca ve hekime ulaşamayan vatandaşların sorumluluğundan kurtulmaya çalışan politikacılar oluşturuyor. Onların hesapları hekimleri hedef göstererek işlemeyen bir sağlık sisteminin sorumluluğundan kurtulmaktır. Hekimler ve diğer tüm sağlık personelini ucuza, yok pahasına çalıştırmak ve her bir zorlukta onları hedef göstermektir.

Hekimlik mesleğini seçmeyi planlayan hekim adaylarının şunu iyi bilmeleri gerekir. Eğer ekonomik nedenler ile hekimlik mesleğini seçecekseniz, bunu yapmayın. Çünkü önümüzdeki süreç Türkiye’de bu mesleği insanlık sınırlarını zorlayan bir özveri gerektiren ve boğaz tokluğuna yapılacak bir meslek haline getirecektir. Dahası yaşanacak her zorlukta siz ve mesleğiniz suçlanacaksınız.

Ama eğer içinde “insan” olan bir meslek seçmek istiyorsanız, başka insanların acılarını dindirerek mutlu olacağınızı düşünüyorsanız, yaşamınızın her anını işinizle geçirmeyi kabul ediyorsanız “hekim” olun.  

Sağlık Bakanı Akdağ diyor ki, “Bunlar ısrarla para kazanmak istiyorlar”…

Kendisi de bir hekim olan sayın bakanın “bunlar” diye hitap ettiği insanları ileride meslektaşınız olarak görecek ve sayacaksınız, onlara değer verecek ve beraber çalışmayı isteyecekseniz hekim olunuz. Şuna inanın, “bunların” asıl istediği insanca, uygarca, bilimin rehberliğinde, hastayı ve sağlık personelini gözeten iyi planlanmış sağlık sistemleri içinde insanca hastalarına yardımcı olabilmektir.

Eğer halen “hekim” olmak istiyorsanız, buyurun gelin, sizlerde aramıza katılın, meslektaşımız olun.

12 Ağustos 2011 Cuma

The Hippo Book of Rockets and Missiles (1962)


This was #8 in the Hippo series of books about all sorts of topics. The Hippo books were all , only 10 x 13 cm. but this one had 127 pages so it is a weighty little monster.

Taylor, John W.R. Rockets and Missiles. Feltham, England : Odhams. (127 p.) 10 x 13 cm.

"Hippo Books" series (#8). Also 1968, 1971 editions.






It has a relatively simple format with photographs of each type of rocket or missile alternating with descriptions. It was a "train-spotting" sort of book (if I am using the term correctly), that allowed the child to see all the varieties of vehicles that were out there. This was a common format for getting a space book published.  They would use aerospace press release photographs and text and show what was current.  Like the airplane books of earlier years there was little discussion of the vehicles beyond dimensions and performance characteristics.


As I said I have a number of these types of books but without much "space art" I am just getting around to scanning them now.

FIRINDA YOĞURTLU PATLICAN



  • MALZEMELER 

  • 1 kilo patlıcan

  • 3 adet domates

  • 500 gram yoğurt

  • 2 diş sarımsak

  • ½ çay bardağı sıvıyağ

  • 2 su bardağı su

  • tuz

  • un

YAPILIŞI
Patlıcanlar alacalı soyulur resimdeki gibi 1 santim kalınlığında dilimlenir, kaynayan tuzlu suda haşlanır, suyu süzülür soğuması bekenir. Balık unlar gbi unlanarak yağlanmış tepsiye dizilir domatesler rendelenir, yarım çay bardağı sıvıyağda iyice kavrulur, çok az tuz ilave edilir 2 su bardağı sıcak su ilave edilerek bir iki taşım kaynatılır, tepsiye dizdiğimiz patlıcanların üzerine dökülür 170 derecede sıcak fırında çok hafif kızarana kadar pişer. Üzerine sarımsaklı çok az tuz katılmış yoğurt dökülerek tekrar fırında yoğurt tutununa kadar 5 dakika kadar pişirilir. Soğuk olarak sevis yapılır. 1 gün beklerse çok daha güzel oluyor, servis tabağına dilimleyerek alınıp kapağı kapatılıp veya streçlenerek buzdolabında soğutulur. NOT:Rahmetli anneannemim yaptığı bizimde çok sevdiğimiz ve fazla bilinmeyen bir yöre yemeği

Pessinus Antik Kenti






Hakkında bilgi:
Pessinus, Eskişehir Sivrihisar İlçesi, Ballıhisar Köyü yerleşimi altındadır. Antik Pessinus kenti, antik Kral Yolu üzerindedir. Ticaretin yanı sıra Kybele ve Attis için yapılan ayinleri ile de ün salmıştır. Pessinus, çok eski çağlardan beri Kybele Kültünün en önemli merkezidir. Ana Tanrıça Kybele'nin başında kuleye benzer yüksek bir taç vardır; Bu taç, onun, kentlerin ve tarımsal ürünlerin tek egemeni sayıldığının simgesidir. Aynı zamanda genç kızların da koruyucusudur. Kybele kültünün Frig Krallığının ilk zamanlarına, çok masraflı bir ilk tapınağın yapılmasını hatta şehrin kuruluşunu Frig Kralı Midas'a bağlayan geleneğe rağmen, şehrin kuruluşu daha eski çağlara dayanır. Söz konusu tapınak etrafında bir baş rahip tarafından yönetilen bir "Rahip Prensliği" gelişmiştir. M.Ö.205'ten itibaren I. Attalos'la Pessinus baş rahibinin arasında dostluk bağları kurulmuştur. Sibil kehanetinden sonra M.Ö.205/4 yıllarında Roma'yı Annibal'dan kurtarmak için Palatin'deki zafer tapınağına konulmak üzere Kybele'nin heykelini almak üzere bir Roma heyeti Bergama kralı aracılığı ile Pessinus'a gelmiştir.
Helenistik Çağda (M.Ö.3 yy.) Grek hakimiyeti altına giren Pessinus şehrinin yapı ve planları Yunan anlayışına göre düzenlenir. Mabet tamamen onarılır. 
Meclis binası, stoa, yollar, kanal ve tiyatro kurulur. Pessinus, M.Ö.25 tarihinde Augustus zamanında Roma hakimiyeti altına girerek, şehir bu çağda çok gelişir ve büyür. Şehrin içinden geçmekte olan su kanalı mermerlerle onarılarak iki yanı heykellerle süslü muhteşem bir duruma getirilir. Hatta şehrin iç kısmandaki kanal tamamen mermer döşenerek içine merdivenlerle girilen bir havuz havasına bürünür. Şehir kendi adına para basma imtiyazına sahip olur. Mahalli Kybele dini inanç ve ayinlerine saygı daha da artar. Bizans Çağında şehir çok bakımsız kalır. Yeni bir şey yapılmaktan ziyade, eski yapılar sökülerek basit iskan malzemesi olarak kullanılır. Şahane sanat eserleri kırılarak temellerde yapı malzemesi olarak kullanılır. M.S. 800 yıllarından sonra ise şehir bütün vasıflarını kaybeder. Bundan faydalanan Jüstinianapolis (Sivrihisar) üstünlüğü ele alır. 
Antik Pessinus Kenti'nde ilk kazılar 1967-1973 yılları arasında Prof. Dr. Pierre Lambrechts başkanlığında Belçika Gent Üniversitesi tarafından gerçekleşmiştir. Ara verilen arkeolojik araştırma ve kazılara, 1983 yılından bu yana Prof Dr. John Devreker başkanlığında devam edilmektedir. Kazıdan çıkan buluntuların taşınabilir olanları Eskişehir Arkeoloji Müzesinde, büyük buluntular, mimari parçalar da Pessinus Depo ve Açık Hava Teşhirinde yer almaktadır.
Kaynak: Turizm ve Kültür Bakanlığı.


Sivrihisar ilçesi Ballıhisar (Pessinus) antik kentinde, Belçika Gent Üniversitesi tarafından başlatılan kazılar, günümüzde Avustralya Melbourne Üniversitesi tarafından yürütülmektedir.
Eskişehir Valiliği'nin desteği ve Eskişehir Arkeoloji Müzesi'nin katkıları ile 1988 yılında bir açıkhava müzesi düzenlenmiştir. Antik kentte sürdürülen Kazılar sonucu ortaya çıkarılan taş eserlerin bir kısmı müzenin bahçesinde, küçük parçalar ise tek katlı yapıda sergilenmektedir.
Kaynak: Eskişehir Rehberi

Kişisel Notlar: 
Pessinus'a varmak açıkçası biraz sıkıntılı oldu. Çünkü ilk gördüğümüz tabeladan sonra hiçbir yerde bir tabelaya rastlayamadık ve gittiğimiz yolun doğru yol olduğundan emin olamadık. Pessinusa vardığımızda ise açıkçası biraz hayalkırıklığına uğradım. Köyün tam ortasında yer alan antik kentte bulunan taşlar ve yapıların bir kısmı sanırım köylülerin ot yakma çabaları sonucu otlarla beraber yanmış ve isten kararmıştı. Kapıya da kocaman bir girilmez yazısı asılmıştı. Bu yüzden ayrıntılı gezme, görme hevesimiz ne yazık ki kursağımızda kaldı....