Ya da biliyorsunuzdur aslında ama aklınıza getirmek istemiyorsunuzdur. Deprem olacağını bildiğiniz bir şehirde yaşamaya çalışmak gibi…
Ama gerçek size aldırmaz, bir gün, bir an gelir gerçekle yüzleşmekten kaçamazsınız.
Bir gün büyük deprem olur mesela, her şey altüst olur…
Bir gün insanları, onların gözünüzdeki yerinizi, kendinizi çırılçıplak görüverirsiniz.
Çevrenizdeki insanlara şaşırıverirsiniz.
Ummadıklarınızdan gördüğünüz desteği, umduklarınız sizden esirgiyordur aslında, anlayıverirsiniz.
Yaşadıklarınız, insanları tanımak için “turnusol” kâğıdıdır.
Anlarsınız ki, kerpiç evleri gibi plazaların tepelerindekileri de koftur bu ülkenin.
Başkalarının emekleriyle ve onlardan aşırdıkları ile var olmaya çalışanlar, birkaç bölüm yayınlanıp kaybolan televizyon dizilerinin kahramanları gibi gerçek yaşamda aslında “yokturlar”.
Bu yokların temel özellikleri sanki varmış gibi davranmalarıdır.
Maharetleri; bilmeyip biliyor gibi davranmayı becerebilmeleridir.
İnsan tavlayarak sahnede kalır, kendi önceliklerinden başka hiçbir değere inanmazlar.
Profesyonel yaşamında taş üstüne taş koyamayanlar, taşları kendileri yaratmış gibi davranarak var olmaya çalışır.
Yaşamları “miş” gibi geçenler, olup ta aslında olmayanlar, ne pahasına olursa olsun sahnede olmak, bir köşe tutmak için debelenirler yaşamları boyu.
Gerçekle değil görüntüyle ve o görüntünün hak etmeden kendisine kazandırdıkları ile ilgilidirler sadece.
Başkalarının emekleri, düşünceleri ve yıllanmış birikimleriyle var olmayı yaşam biçimi seçenlerin önemli sayıldığı bir ülkedir bu ülke.
Onun için de gericiliğin, bilgisizliğin, bilimsizliğin ve yobazlığın kucağındadır.
Yıllarca yok sayılan halk gruplarının, işsiz ve çaresiz insanlarının umutsuz arayışlarına kayıtsız kalanların, o haykırışı duyamayan sözde aydın ve seçkinlerin eseridir yaşadığımız günler.
Her şeyin bir bedeli vardır ve bu bedel ödenmelidir.
Adalet bir gün herkes için gerekir. Bu gerçeği işine geldiğinde anımsayanların mağdur olduklarında sızlanmaya hakları yoktur.
Gölgesiyle yüzleşemeyen ürkek kalabalıkların, resmi bütünüyle göremeyen, kendine dönük, sadece kendisiyle ilgili kısımları algılayan ve eleştirenlerin, katı ahlakçıların “ne oluyor bize” deme hakları yoktur.
Gündelik pratiklerinde “ne tarafa meyil etsem bana daha yarar” diye soranların, işsizlikten, korkudan, yeteneksizlikten “sahibinin sesi” olmayı içine sindirenlerin ülkesinde korku her yana sinmiştir.
Italio Calvino, “Görünmez kentler” kitabındaki Marozia için der ki; Marozia, en korkunç farelerin dişleri arasından dökülen artıkları birbirlerinin ağzından kapan fare sürüleri gibi, herkesin kurşun dehlizler boyunca koştuğu bir kent bugün...
Öyle mi?
Ama umut hep vardır. Sınır tanımaz, kararlı ve değiştirebileceğine inananların gür sesleri yükselmeye görsün bir, susar hepsi…
Önce o gür sesin sahiplerini saf görür, arkalarından gülerler… Sonra giderek kızarlar, öfkelenirler onlara… Çünkü alışmadıkları, bilmedikleri bir şeydir. Sonunda korkarlar, sinerler…
Çünkü parasız, kendi emeğiyle ve gönülden üretmenin hazzını tatmamışlardır, temiz havada soluk alıp vermeyi bilmezler.
Haklı ve doğru duruşun gücü gibisi yoktur, bilmezler…
Gizlilik anlaşmaları, rüşvetler işe yaramaz…
Duru akıl karmaşık kurnazlıktan, saflık karanlıktan çok daha güçlüdür çünkü.
Pandoranın kutusu bir açılmaya görsün. Kaybolup giderler...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder