7 Şubat 2014 Cuma

Su-Ot-Balık; Boğazpınar

Ahmetin Kahve'de otururken, nereden geldiğini anlayamadığım bir fikir şubat tatilinde bu hareketi yapmamıza sebep oldu. Daha önce arabayla gittiğimiz ama yol durumundan dolayı vazgeçtiğimiz bu yolu acaba yürüyerek geçebilir miydik? Mert zaten yanımdaydı. Ne yolu ne mevkiyi bilmeden direk evet dedi. Bu hızlı evetin ardından Emre'yi aradık o da bu yolu zaten bildiğini çok güzel olacağını söyledi.Kardeşi Furkan da bize katılacakmış. Ben de bu yeri daha önceden Salih Abi'den öğrenmiştim. Hemen yanına gidip yürüyeceğimiz rotadan emin olduk. Artık geriye ertesi günü beklmek kalmıştı. Sabah 9:30 gibi yola çıktık ve yürüyüş yapacağımız yere Aksakal-Manyas yolundan ilerledik. Boğazpınar köyü içinden geniş bir akar suyun aktığı şirin bir köy. Biz de dere yatağının yanından giden yolu takip edecektik...






Yola başladığımız yer hemen akar suyun yanındaki güzel otlak alanlar. Kış olmasına rağmen güneşli bir havada ilerliyoruz. Yapraksız ağaçlar ayrı bir ihtişam kazanmış. Koca düzlükte uzun boylarını sergiliyorlar. Aralarında yürümek büyük kalelerin kapılarından geçmek gibi. Bi çok çeşme görüyoruz.Kel tepenin etekleri olan bu yerde her yerden su fışkırıyor.Ama önceden daha fazla olduğunu gösteren izler var. Akar suyun ne olduğunu anlamadığımız kuyu benzeri yapılar var. Her yerde suyla alakalı bir şeyler. Biz de daha önceleri alabalık tesisine yaşam sağlayan Soğuksu'ya gidiyoruz. Yolda gördüğümüz atlı ve tüfekli çobandan bi kaç ipucu alıyoruz yol hakkında ve devam ediyoruz çeşmeye doğru ve oradan patikaları kullanarak biraz yüksekti ana yola tırmanıyoruz.












Ana yol dediğimiz genişçe bir traktör yolu ama oldukça düzgün. Yerin büyük bölümünü halı gibi otlar kaplamış. İnsana kendini özel hissettiren bir yol.Sanki önümüze halı serilmiş gibi. Biraz ileride sağ tarafımızda ne işe yaradığını anlayamadığımız bir su borusu görüyoruz.. Yukarı doğru dik duran bu boru fıskiye gibi etrafa su saçıyor. Biraz daha yürüdükten sonra vadinin derinliğini ve yapraklarını dökmüş ağaçlarıyla ormanı fark ediyoruz. Manzara yürüdükçe güzelleşiyor. Etrafta açmış çiçekler var. Yaklaşık 15-20 dakika bu şekilde konuşa konuşa ilerliyoruz. Yol oldukça düz ve yoruculuktan uzak. Montlarımız çıkarttıracak kadar da güneş ışıltısı var yolumuzda.




















Ve sonunda terk edilmiş tesise vardık.Varmamızla birlikte yabani ördek sürüsü de önümüzden kalktı. Ortamı incelemeye başladık. Bir sürü ayrıntı var. Terk edilmiş iki katlı bir bina, havuzlar, fırın, masalar ve kafamda uydurduğum eskiden burada yaşanmış olması muhtemel görüntüler. Bütün bunların arasından akıp gelen bir su. Aşağıda Pamukkale benzeri şekiller oluşturup bir şelale yapmış kendine. Suyun yukarısında bir mağara var. İçine girip bakıyoruz. Sanki ilk defa biz gelmişiz gibi. Normalde olması gerekenden daha az insan eli değmiş gibi bir havası var buranın...










































Mağaranın girişindeki kapı ağacı Emre'nin dürtmesiyle kalkan Puhu'yu görmemiş olmak beni üzdü Furkan ve ben nasılsa kuş değil böcek gördüğünü zannettik Emre'nin. Ama Mert ve Emre koca kuşu görmüşler.Ardından Yukarıda gördüğümüz büyük mağaralara gidebilmek için bir yol aradık ama girdiğimiz ilk dere yatağından geri döndük. Hava suların içine düşmek için biraz fazla soğuktu. Tekrar tesisin oraya döndük ve oralarda bulduğumuz patikalarda gezindik. Yine hayranı olduğum yaban çileklerini bulmak beni çok sevindirdi. Hem de çiçek açmış haliyle. Ve başka çiçekler...

























Hoşumuza giden şeylerden oluşan bir menü yapıp yedikten sonra tekrar dönüş yoluna döndük ama bu sefer Emre'nin rehberliğinde evde yemeğini yapacağımız otlardan toplayacaktık. Emre'nin tanıdığı otlar Ebegümeci ve Labada'ydı. Ama isimlerini bilmediği ama az çok tanıdığı başka otlar da vardı. Biraz ileride çobanlık yapan bir abiyle karşılaştık. O bulduğumuz otların doğru olduğunu söyledi. Hedefimiz daha çok Labada yada Kızılbacak denilen otlardı. İleride gelirken gördüğümüz çayıra ilerledik. Biraz kendi kendimize ot topladıktan sonra ileride ot toplayan bir teyze gördük. Yanına gittik ve onun üst düzey yardımıyla torbalarımızı doldurduk. Karşılıklı konuşmalar çok sıcaktı ve çok iyi vakit geçirdik. Üstlerine bastığımız otların çoğunun yendiğini öğrendik. İsimleri akılda kalacak gibi değil. Lakap gibi zaten. Kocakarı otu, Kestane dikeni vs. He bi de aradığımız Şevket-i Bostan'ları bulduk. Yani teyze gösterdi. Toplayıcılık ve eve dönünce bunlardan yemek yapıp yiyebileceğini düşünmek...Bu güne kadar yaşanmış olan insan ve doğa arasındaki en temel hareketlerden toplayıcılığı yapmak sanki bütün o insanlarla selamlaşmış gibi hissettirdi. Bu internete girmekten yada telefonla konuşmaktan çok farklıydı benim için. Mert ve Furkan daha çok izlemeyi tercih etti bizse torbalarımızı doldurduk...








































Teyzeyle vedalaştıktan sonra Bandırma'ya doğru yola çıktık. Mert'e gelen telefon eve ıspanak getirir misin diyordu. Biz de Emre ile al bu otları götür dedik. O da öyle yaptı.Temizlemesi biraz zor bu kadar çeşit otu ama yapmışlar çok beğenmişler yemeğini. Biz de yaptık çok güzel oldu ama pirinçle değil köy bulguruyla teyze öyle dedi. Eğer siz de bu otları bir yerlerde görürseniz bu fırsatı kaçırmayın bence...



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder