Baharda hayal kurmak güzeldir. Biz de Likya Yolu'nda yürümeyi hayal ediyorduk Emre sağdıcımla, çay bahçelerinde, akşam oturmalarında. Kitaplar aldık araştırma yaptık kendimize güvenimiz tamdı. Ama bunun ilk ciddi yürüyüşümüz olacağı gerçeği de masanın ortasındaki sürahi gibi içi dolu bir şekilde önümüzde duruyordu. Yine öyle bir akşam Emre'yle anladırken acaba Likya Yolu'ndan önce bir "hazırlık yürüyüşü" mü yapsak diye düşündük. Falan filan derken Google Earth'de gözümüze Kaz Dağları ilişti. Bu bizim için hesapta hazırlık yürüyüşü olacaktı ama dağların ve vadilerin haritalardaki gibi sadece çizgilerden oluşmadığını henüz o kadar iyi bilmiyorduk...
Hazırlık aşamasında ben işin harita ve yön bulma işlerini ele aldım bu konuda en çok yardımı yine Salih ARIT'ın rotalarından ve deneyimlerinden aldık tabi tek bir fark vardı o bu yolları motorla gitmişti.Bunun yanında biz bazı yerlerde yoldan çıkacaktık :) yani arazide ilerleyecektik.Yol bulmada elimizdeki tek kaynak Emre'nin telefona yüklediğimiz Garmin programı olacaktı ve arazide çok az işimize yarayacaktı...Ben bunlarla uğraşırken Emre'de ekipman toplamaya başlamıştı çadır fener uyku tulumu gibi kamp malzemeleri...Bu sırada Hakan'ın da bize katılacağını öğrendik. Bence bu tarz yürüyüşlerde 3 kişi ideal (sanki 4 kişi hiç yürümüşüm gibi konuştum) Hakan her zaman danışabileceğiniz bilge bir tavırla bize güven veriyordu. Bize göre daha sakindi.
Artık yola çıkma zamanı gelmişti. Hakan'ın Arabayla Bayramiç'e gidip benim eski arkadaşım Kürşat'ı bulacaktık o da bizi başlangıç noktasına Oğlanalanı köyüne bırakacaktı ve yürüyüş bittiğinde de Altınoluk'tan alacaktı.Sonra bundan vazgeçtik Hakan ben arabayı köye bırakırım dedi sonra dönüp alırız. Tamam dedik ve sabah erken yola çıktık. Hakan'ın Lada Samara'sı o gün bizim dağlara koşan atımız gibiydi adeta içi heyecanla doluydu. Araba Barış Manço müziklerinde ısrar eden yapıya sahipti bizde seve seve razı olduk buna. Biga ve sıralı köyleri geçtikten sonra Zeybekçayırı köyüne vardık. Bizim yürüyüşe başlayacağımız köy buraya 13 km kadar uzakta ancak aradaki yol orman yolu. Ya arabayı burada bırakıp yürüyüşe burdan başlayıp birinci günü böyle geçirecektik yada arabayla devam edecektik. Zeybekçayırı köyünde caminin karşısında oturduk. Bir süre sonra İmamla karşılaştık. Ona durumu danıştık. O bize arabanın gidebileceğini söyledi.Köyde İmamdan başka kimseyi görmeden gittik.Tarif ettiği şekilde yola girdik ve ormana daldık.Daha şimdiden güzellikler başlamıştı ancak yol araba için biraz bozuktu. Öyle böyle derken Oğlanalanı köyüne vardık. Hem de ne varmak. Köye girdiğimiz gibi sanki sahneye çıkmıştık.Direk kahvenin önüne ve dar bir alana. Doğal olarak bütün gözler üzerimize çevrilmişti. Arabadan indik biraz konuştuk ama çok da durumdan bahsetmek istemiyorduk çünkü gideceğimiz yer olan Altınoluk'un burasıyla hiç alakası yoktu hatta yolun yarısı olan Ayazma bile çok alakasızdı çünkü buradan oralara giden en yakın yollar orman yollarıydı diğer bağlantılar çok uzaktı. Ben şortlarımızın ve şapkalarımızıın komik karşılanmasından korkarken Bizim şapkalardan çok daha iddaalı şapkası ve bakımlı görüntüsüyle birisi biz çantalarımızı toparlarken yaklaştı ve dedi ki "ne olcak bakam bunla böle" cevap vermekte zorlandık tabi. Sonra durumu anlattık tabi bize biraz güldüler. Ama arabamızın burada güvende olacağını söylediler. Biz de yola çıktık. Daha yolun başında yolumuzu bulamıyorduk. Asfalt yoldan sağa bir dönüş olacaktı ama gelmeden önce hayal ettiğim yolu bir türlü bulamıyorduk. Telefon'a bakmakta çok işe yaramıyordu çünkü sadece görünen bir çizgi vardı evet çizgiye yakın olduğumuzu görüyorduk çizginin yakınında yukarı aşağı giden birçok yol vardı. Biz ilk etapta dere yatağını takip edecektik.Sonra bize en uygun görünen yolu seçtik ve devam ettik.Saat 4 gibi başlamıştık ve aslında bu gün çok fazla yürümeyip güzel bir kamp alanı bulmamız gerekiyordu. Sonra yolumuz derenin içinden geçti ve yine ikiye ayrıldı hatırladığım bir ayrımda burada oldu ve biz aklımıza uygun gelen yoldan devam ettik.
Bu arada Faruk abinin fotoğraf makinası da yanımızdaydı ve ilk başlarda çok fotoğraf çekmemeye çalışıyorduk piller bitmesin diye. Çünkü ilk şarj noktası olan Ayazmaya ne kadar sürede varacağımızı bilmiyordum sadece tahmin ediyordum. Yola devam ettik. Yanımızdan geçen küçük bir kamyoneti durdurduk ve yolumuz üzerinde olması gereken dalaksuyunu sorduk ama cevap alamadık. Telefonu bir süreliğine açtığımda yürümemiz gereken çizgiye yakın olduğumuzu görüp içimiz rahatlamıştı ama ileride oluşacak bir yol ayrımında ne yapacağımız bilmiyorduk. Şimdi düşünüyorum da o zaman kafamızdaki soru işaretleri çok azdı oysaki tek bir yanlış dönemeç bizi günlerce uğraştırabilrdi ve gezi saçma sapan bir hal alabilirdi. Yine bir kamyonet gördük ve umutlandık. Çok sık araç geçmiyordu çünkü. Araçtakiler dalaksuyunu az çok biliyorlardı. Biz kamp yapacak bir açıklık aradığımızı söyledik. Adamlar bize buralarda çok ayı olduğunu ve arıcıların kovanlarını dağıttığını anlattılar.Dikkatli olmamızı söylediler.Dikkatli olarak ayılardan korunabilir miyidik? Bizi, daha önceden ormancıların kullandığı bir kamp alanına götüreceklerini söylediler. Orada çeşme de vardı.Kamyonetin kasasında sallana sallana aslında yürüyeceğimiz bu yolu giderken iyi ki yürümüyoruz diye aramızda konuşuyorduk. İlk günün hediyesi buydu korkusuysa Ayılar...
Hakan-Özlem & Harun-Özge
Güzel bir kamp gecesiydi. Yemeklerimizi yedik, çaylarımızı içtik. Ateş başında sohbet. Ormanın serinliği ve ateşin sıcaklığı bizim vücudumuzda buluşup tatlı bir birliktelik gösteriyorlardı.
Sabah sanki hiç uyumamış gibi kalktık. Buz gibi suda yüzlerimizi yıkayıp kahvaltımızı yaptık. Yola çıkmaya hazırdık ancak çantalarımız yiyecek ve kıyafetle dolu olduğu için çok ağırdı üstelik bunlar bu işe uygun çantalar da değildi.Sadece bendeki çanta biraz iş görürdü. bu yüzden çantaları değişerek takıyorduk. İleride ayrık otlarından kendimize omuzluk bile yaptık. Bunlar bizim rütbelerimiz gibiydi. Ertesi gün Dalaksuyuna doğru yola çıktık. Yürüdüğümüz yol aslında öyle aradığımız türden değildi. Çoğu yerde geniş ilerliyordu.Kamyonların ağaç taşımak için gittiği tozlu bir yoldu. Uzun bir süre böyle yollardan devam ettik. Yollar geniş olduğu için ağaçlarda tepeye yükselen güneşi engelleyemiyordu. Böylece sanki ormanda değil çölde yürüyormuş hissine kapılıyorduk. Hakan bir ara hep böylemi olacak dedi. Ben ileride bizi bekleyen Dalaksuyu'ndan, Ayazma'dan, Düdenalanı yaylasından ve Şahindere kanyonundan bahsettim. Bian önce bunları görmek istiyorduk. Ne kadar ormanın içinde de olsak tozlu kamyon yolu sıkıcıydı ve derken bütün sıkıntılarımızı unutturacak harikulade bir yol ayrımıyla karşılaştık. Bu yürüyüşteki en önemli etkenlerden biriydi ayrımlar. Çünkü hangisinin bizim çizgimize yakın gideceğini bilemiyorduk. Telefona baktık buraya kadar doğru yoldaydık ama şimdi? Telefondan da bir yardım almadık çünkü yol ikiye değil bir çok kola ayrılıyordu. Hani önce üçe ayrılıp sonra her yol kendi içinde başka başka yollara ayrılıyordu. Orada çeşme başında bir süre oturduk.Düşündük. Bayır çıkmak istemiyorduk ama bize en mantıklı gelen yol buydu. Ikına sıkına devam ettik Biraz tırmandıktan sonra yol yine ikiye ayrıldı. birisi daha yukarı çıkıyor biriyse düz devam ediyordu. Ben biraz yukarı çıkıp telefona baktım ve alttaki yoldan devam etmemiz gerektiğini arkadaşlara söyledim. Öyle yaptık. Bundan sonra yol daraldı, küçüldü ve güzelleşti. Artık sanki yolda değil ağaçların arasında yürüyorduk. Yolun uzun zamandır kullanılmadığı belliydi hatta ileride arabaların geçemeyeceği gibi kaymalar da mevcuttu.
Bu süre içinde kafamızda ayıdan daha çok domuz korkusu oluşmuştu. Sanırım ayıyla hiç karşılaşmadığımız ve hakkında çok bilgimiz olmadığından daha çok aşina olduğumuz domuz geliyordu aklımıza.Oysa ayı daha tehlikeliydi.Yol boyunca kaldırılmış taşlar, eşilmiş topraklar ve değişik hayvan dışkılarıyla alakalı teorilerimizi paylaşırken sonunda bişeyle karşılaşmıştık.
Kafası kesik ölü bir domuz.Üstelik çok da eski değil. durum hakkında yorumlar yaparak yolumuza devam ettik. Orman iyice ıssızlaşmış sanki insanlardan iyice uzaklaşmıştık. Artık insana ait birşey bu yolun kullanıldığını gösterecek küçük bir çöp parçasını bile arar olmuştuk.Çünkü bu da bizim doğru yolda olduğumuzu gösterebilecek bir şeydi. Biz bunları ararken ne zamandır peşinde olduğum dağ çileklerine rastladık.
Hiç beklemediğimiz bir anda karşımıza çıkan bu küçük kırmızı meyveler beni sevdiğim her yere her anıya kanatlandırıp götürdü sanki. İnanılmaz bir mutluluk yaşamamıştım. Orman bir anda bambaşka bir yer olmuştu artık sadece izleyip koklamıyor tat da alıyorduk. Buna birde buz gibi akan çoban çeşmelerinin tatlı suları eklendi
İlerledikçe farklı ortamlar farklı manzaralar yakalıyorduk.Sanki birisi biz gelmeden önce bizim için hazırlamış her biri farklı güzellikte orman bahçeleri
Bunların yanında kimi ilginç şeylerle de karşılaşıyorduk. Ormancıların daha önceden kamp yaptıkları yerler, bırakılıp gidilmiş kıyafetler, ateş edilmiş yada yakılmış tenekeler ve hatta yanmış bir iş makinası.
O gün sürekli yürüdük belki de en uzun yürüyüşümüzü yaptık. Emre bir ara akşam çay yaparız diye birşeyler toplamaya başladı.Menü zengindi. Nane olduğunu düşündüğümüz bir bitki ki Hakan buna katılmadı, sarı papatya, çilek, adaçayı olduğunu düşündüğümüz bir bitki Hakan buna da pek inanmadı. Emre bir de bunlara yedek çoraplarını giyerek Isırgan otlarını ekledi. Akşam bunlardan gönlümüze göre bir çay yapabilecektik. Bu arada hiç yol ayrımı olmuyordu. Buna rağmen ben telefona bakma ihtiyacı duydum. O da ne Dalaksuyuna giden yolla alakamız yoktu hatta bu gün konaklayacağımız Dalaksuyunu geçmiştik bile.Buna bayağı üzülmüştüm ama sevindirici yanı yolumuzun yine bizim gitmemiz gereken yolla kesişiyor olmasıydı...
Bir süre ilerledikten sonra kayalardan oluşan bir balkon bulduk. Üzerine çıktığımızda gideceğimiz yer ilk defa bu kadar net görünüyordu. Diğer zamanlarda ormandan başka birşey görmek mümkün değildi. Bir anda kafam karışmıştı. Karşı tarafta beyaz kayalıklar vardı ve bu haritada Ayazma'nın görüntüsüne benziyordu.O kadar hızlı mı yürümüştük? Belki de olabilirdi. Hatta zirvede bir kule bile vardı. Bu da radar olmalıydı.
E o zaman artık Ayazma'ya yürüyerek bu günü bitirip kampımızı kurabilirdik. Kalan vaktimiz anca buna yeterdi zaten ucu ucuna. Üstteki fotoğrafta bulunduğumuz yerin sol tarafından bir U çizip tam karşıdaki beyazlığın altına inecektik. Çok da yakın değildi ama göründüğü için artık problem yoktu. Zaten bu güne kadar yeterince hızlı gelmiştik...
Ve yol ayrımı. Hem de ne ayrım. Neyse devam ediyorum. Biz Ayazma'nın aşağıda olduğuna inandığımız için yukarı giden yolu değil aşağı gideni tercih ettik. Sallandık. Yaklaşık 20 mt sonra aşağıda bir Büyük bir çoban köpeği gördük bizi görünce havlamaya başladı ve geri döndü biz bir süre bekledik. Yolumuz buydu ve ilk defa böyle bir engel çıkmıştı başka birşey deneme şansımız yoktu devam edecektik. Köpek gitti diye peşinden devam ettik ve önümüze çıkan virajı döndüğümüzde 4-5 köpeğin olduğu bir sayayı gördük. Köpekler de bizi görmüştü. Havlıyorlardı. O sırada sahipleri olduğunu fark ettik ama adam bize pek aldırmıyor sanki bir yandan da bağlı olan diğer köpeği çözüyordu. Bu sırada diğer köpekler bize doğru yöneldi ve biz geldiğimiz yöne doğru sırtımızda çantalarla koşarak kaçmaya başladık. Tehlikenin geçtiğini hisseden kadar kaçtık ve sonra durup nefeslendik. Çok sağlıklı düşündüğümüz söylenemez ne yapacağımızı bilmiyorduk. Aslında tehlikeli durumlar için önlem alan biz değildik aşağıdaki çobandı bir sürü köpeği vardı adamın. Dolayısıyla biz tehlikesiz olduğumuzu adama anlatabilirsek köpeklerden geçebilirdik. Tabi adamın bizim gibi çantayla gezen tiplere özel bir antipatisi yoksa. Zira aşağıda bizi bekleyen yeterince köpek patisi vardı. Dayı dayı diye bağırdık biz masumuz. Tabi ki böyle bağırmadık ama buna benzer bir şeylerdi. Sonra çoban köpekleriyle birlikte geldi. İçimiz biraz rahatlamış gibiydi. Bıyıklı, uzun boylu, Saçlarının kenarları hafifi beyazlamış olsa da aslında genç olduğu belli olan bir adamdı. Bize iyice yaklaştı, köpekler sanki kendilerini zor tutuyorlardı.Sahiplerine bırak da saldıralım der gibi hareketler yapıyorlardı ama çoban onları azarlayarak karşılık veriyordu ama bu azarlama öyle çok da ciddi değildi. Biz hemen konuya girdik. Abi şuradan geliyoruz, şuralardan geçtik Ayazmaya gideceğiz vs. Çoban bize gülerek ve şaşırmış bir havayla cevaplar veriyordu. "Ne olcek böyle yav, işiniz mi yoğ bu dağ başında, buralar domuz yatağa yaa". Biz durumu anlattıkça o da anlatmaya başladı. Bu sırada sayaya doğru gidiyorduk. Koyunları varmış. Normalde iki kişilermiş ama bu gün yalnızmış sanki bizim gelmemize sevinmiş gibiydi. Bu gün Ayazma'ya gidemeyeceğimizi o kadar yakın olmadığını söyledi. Zaten bizim gitmeye çalıştığımız yol yani yol ayrımındaki seçimimiz bizi Ayazma dışında heryere götürebilirmiş
Beyaz yol benim rota olarak çizdiğim yoldu.Ancak biz Dalaksuyu'nu kaçırdığımız ve yolu şaşırdığımız daha aşağıdaki yollardan birinden geldik ve eğer köpeklerle karşılaşmasak, Çoban o sırada hayvanlarla bayırda olsa tamamen bir bilinmeze doğru kilometrelerce aşağılara inip kaybolacaktık. Çoban da bize işte tam bunu anlatıyordu, gittiğimiz yolun alakasız bir yer olduğunu, yukarıda bir yangın kulesi olduğunu ve oradaki görevlinin buraları iyi bildiğini, onun bize yolu tarif edebileceğini söyledi. Ancak bu gece orada kalmak durumundaydık ve çoban bir süreliğine hayvanları akşam için otlatmaya çıkaracağını söyledi. Bu süre içinde bize kulübesindeki malzemelerden yemek yapabileceğimizi ve geldiğinde beraber yiyebileceğimizi söyledi. Hazırlıklarını tamamladıktan sonra koyunlarla birlikte yola çıktı. Bize de kulübenin yanından ayrılmamamızı söyledi. Zira yakınlarda bir ayı varmış ve belirli saatlerde yakınlardan geçermiş. Zaten pek ayrılacak durumumuz yoktu hava serinlemişti ve biz de o gün bayağı yürümüştük. Zaten çobanın köpeklerinden birisi onunla gitmemiş kafasına göre arada bir bize havlamaya devam ediyordu. Gergin bir ortam vardı. Biz de kendimizi çok fazla güvende hissetmiyorduk. Şimdi düşününce çoğu mantıksız olsa da aklımıza bin bir türlü senaryo geliyordu. Hakan kenarları naylon brandalarla ve çuvallarla kaplı kulübeye girdi ve altı kalın ağaçlarla desteklenmiş kanepelerden oluşan yaklaşık 2 kişilik çok da düz olmayan yatağa uzandı. Kendini biraz kötü hissediyordu. Emre sırtına biraz masaj yaptı. Ben de o sırada kulübe de neler var onlarla bakıyordum. Aslında biz biraz ileriye çadır kurmayı düşünüyorduk ama çoban gece ayı dolaşıyor deyip bizi caydırdı. Yani 4 kişi kulübede beraber yatacaktık.
Hava kararmaya başladığında biz de yiyeceklerimizi hazırlamıştık. Bir demlik çay, bir tencere makarna, Bir tava kızartılmış koyun peyniri ve yumurta. Çoban geldiğinde neredeyse hazırdık. O da hemen hayvanları kapadı ve hayvanların son ihtiyaçlarını karşıladı. Sağdığı sütü peynir yaparak saklıyormuş. Ve buzdolabı falan yok. Soğuk tutması gereken şeyleri kendi yaptığı çeşmenin altına koyuyormuş.Su da gerçekten buzdolabını aratmayacak kadar soğuktu. Bu kadar fazla köpeğinin olması "Mahluk" tan ötürüymüş. Mahluk daha çok ayı için kullanılan vahşi hayvanlara söylenen genel bir kelime buralarda. Kurt için canavar kullanılıyor. Belli saatlerde mahluk oynamaya başlarmış. "İnsan gibi yaa saati geldi mi şu ilerdeki goca gayanın urdan mağrasına çıkar" diye mahluktan bahsediyordu çoban. O da aslında buraların adamı değil dağın öbür yakasından Zeytinli'denmiş. Anlattığı şeyleri o da burada öğrenmiş. Köpekler gece mahluka sararmış. Bu gece siz de duyarsınız dedi. Zaten köpekler durduk yerde bazen bizim göremediğimiz şeyler için ayaklanıp havlamaya başlıyorlar bazen bi yerlere doğru gidip geri geliyorlardı. Bir de topal köpek vardı. Onun hikayesi de çok enteresandı çoban anlattı. Geldiğinden beri buraya bir kere araba gelmiş o da gelip köpeğe çarpmış. Köpek topal kalmış. Çoban zaten mevsimlik burada. Yazın hayvanlara burada bakıp kış gelmeden aşağıya geri iniyor. Bu da ikinci gelişi falanmış zaten normalde çok çobanlıkla falan alakası yokmuş.Bizim Altınoluk'a doğru gittiğimizi öğrenince bize orada yaşadığı gençlik maceralarını da anlattı. Gece boyunca çayımızı içtik fener ışığında sohbet ettik. Bizim neden böyle şeyler yaptığımıza bir türlü anlam veremiyordu.Biz de anlatmak için türlü örnekler veriyorduk.Onun için saçma olması tabi anlaşılabilirdi.Biz gezip her gün başka bir yer görüyor başka şeyler yaşıyorduk ama o her gün aynı yerde aynı şeyleri yapıyordu.Çok fazla seçenek yoktu. en sonunda "anladım! siz macera arıyonuz" dedi. Aslında aramıyorduk ama genel tabloda bizim yaptıklarımızı yapınca o bizi buluyordu... Artık yatma vakti gelmişti çünkü sabah güneş doğmadan kalkıp yola çıkacaktık o da hayvanları alıp bizimle kulenin oraya gelecekti. Hakan içeri önden girdi ama yatağın en başına yattı. Emre hemen onun arkasına sıkıştı. Ardından ben ve çoban en köşeye yatmış olduk.Bu sıralamada bir amaç var mıydı bilemiyorum ama Hakan kapıya yakın olduğu için sabah biraz kötü kalktı. Ben ise ne sıkıştım ne üşüdüm. Gece ormandan gelen rüzgar sesi ve koyunların çanları sanki geçmişten gelen bir müziğin parçası gibiydi. Ormanda esen rüzgarın ne kadar başka olduğunu ilk defa burada hissetmiştim.Çok uzaklarda esen rüzgarı duyabiliyor ve size doğru gelişini hissedebiliyorsunuz.Bulunduğunuz yerde yaprak kıpırdamıyor bile olsa çok uzaklardan gelen rüzgarı kulaklarınızla görebiliyorsunuz.Bunların arasında bazen köpeklerin bilmediğimiz bir şeylere havlaması ve koyunların insan gibi öksürmesi derken uykuya daldım. Saat 4 gibi uyandım ve bir daha hiç uykum gelmedi.Hayatımda hiç bu kadar dinç uyanmamıştım. 5 gibi de hepimiz kalktık çoban hazırlıklarını yaparken biz de kahvaltıyı hazırladık. Hava hala daha karanlıktı. Köpekler bize alışmış gibiydi. Kahvaltımızı yaptıktan sonra yola çıktık Kule'ye doğru. Bizi orada bekleyen neydi ve nasıl bir manzara vardı? Yol boyunca içimize çektiğimiz serin ve temiz hava burnumuzu ve ciğerlerimizi yakarken sırtımıza vuran güneşin ilk ışıkları sabah erken kalkıp başlanılan heyecanlı bir işin işaretleri gibi bizi mutlu ediyordu.
Konuşa konuşa koyunların hızında kuleye kadar geldik.Ancak henüz erkendi ve kulede görev yapan kişi henüz kalkmamış olabilirdi. Manzaraya karşı biraz oturduk.Geldiğimiz dağlar artık mavileşmişti. Dün baktığımız balkon bile zor görünüyordu. Bunun yanında aşağıda Evciler ve Bayramiç barajı görünüyordu.Bir süre sonra Kuledeki görevli ağbiye seslendik. İsimleri unuttuğum için buraya yazamıyorum. Buradan sonra ona Gözcü diyelim çünkü işi kuleden ormanı gözlemekti. Gözcü ilk başta bizimle pek muhattap olmadı daha çok çobanla konuşuyordu sanki biz yabancı bir dil konuşuyormuşuz gibi bizim derdimizi çoban ona anlatıyordu. Daha sonra bize de sorular sormaya başladı ve aramız biraz ısınmış görünüyordu.Tabi ki biz de ilk etapta çekingendik.Çünkü bu dağlarda sorularını yanıtlayabilecek birini bulmak belki hayat değilse de bir çok şeyi kurtarıyordu. O anlattıkça biz sorduk.Geldiğimiz tarafları çok iyi bilmiyordu.O diğer yakanın adamıydı.Evciler'de kalıyordu.Ama gideceğimiz yolları çok iyi biliyor gibi bir havası vardı. Odasında bitkileri tanıtan bir kitap vardı ve bir radyo. Kule de çalışmanın farklı bir kültürü olsa gerek. Diğer kulelerdekilerle sürekli iletişim halindeydiler. Bunun dışında genelde yalnızdılar. Çokça vahşi yaşam gözlemi yapma fırsatları vardı. İçtiğimiz otları sorma fırsatı da bulmuştuk. Evet nane zannettiğimiz şey yabani nane, adaçayına benzeyen şey ise bir çeşit çaydı. Bize deneyimlerini anlattıkça biz şaşkınlıkla dinliyorduk. Tilkiler, tavşanlar, değişik kuşlar, hatta kurtlar ve son olarak ayılar.Konu yine ayılara gelmişti...
Bir keresinde Gözcü kulenin yakınlarında bir ayıyla karşılaşmış. Çok büyükmüş.Üstelik birde iki ayağının üstüne kalkmış. Ağzından çıkan salyaları görecek kadar nefes alış verişini hissedecek kadar yakınmış. Ne yapacağını bilemeden öylece duruyormuş karşısında. Yanında tüfek varmış ama bir türlü uzanıp cebinden fişeği alamıyormuş.Dona kalmış kıpırdarsa ayı üstüne gelir diye korkuyormuş. Bir süre sonra artık korkudan mı yoksa içinden gelen bir ses sonucu mu vahşi bir hayvan gibi bağırmış. Ayı da sen bağırdığın için değil ben kendim istediğim için gidiyorum dercesine sakin bir şekilde arkasını dönüp gitmiş. gözcü bu hikayeyi hem ayının açısından hem kendi açısından bireysel bir tiyatro oyunu gibi oyunculuk sergileyerek anlattı. Dağ başında izlediğimiz ilk tiyatro diyebiliriz. Bir şeyi yaşamakla anlatmak arasındaki farkı bir kez daha anlamıştım. Bazen çok önemli çok farklı bir şey yaşadığını zannedersin ama anlatırken bu dünyanın en normal şeyine dönüşür.Gözcü, yaşadığı o anları tekrar yaşıyormuşcasına anlatmıştı ve sanki gerçekten ayı oradaymış gibi beni heyecanlandırmıştı. Sonra sıra geldi yol tarifine.İçimizi rahatlatan şeyler söyleyerek bize bir harita çizdi. 2 saate Ayazma'ya varacağımızı söyledi. Anlaşılır bir harita çizdi ve aynı zamanda açıkladı.Biz de Gözcü ve Çoban'la vedalaşarak yola koyulduk.Gerçekten minnettardık ve unutamayacağımızı çok iyi bildiğimiz kısa zaman aralıklarını paylaşmıştık. Gözcü o kadar benimsemişti ki bizi Altınoluk'a vardığımızda haber vermemizi isteyerek telefon numarasını verdi. Gerçi o numara daha sonra yine yazacağım başka bir macerada kayboldu ismini bile unuttum. Ama yaşanılanlar isimlerden daha önemlidir diyerek yola geçiyorum. Çobanın yavru köpeklerinden biri biz yolu tutmuşken peşimize takıldı. Daha çok küçüktü ve peşimizi bırakmıyordu. Bir süre onu geri göndermekle uğraştık. Ama ne yapsak olmadı dönmedi. Bayağı bir yürüdük ama yine de geldi. En sonun da çok uzağa bırakarak bir süre koşmayı denedik ve bize yetişemeyince geri dönmüş olacağını düşündük ve yola devam ettik. Bu gün yürüyüşümüz sırf inişti ve elimizde harita olduğu için herhangi bir kaygımız yoktu.Zaten yapacağımız tek iş en kısa yoldan aşağı inmekti. Ayazma bizim üzerinde bulunduğumuz 1300 küsürlerdeki dağ ile asıl Kaz dağı arasında kalan vadiydi. Oraya indiğimizde elektrik bulacağımızı ve en azından akan bir dere olduğunu düşünüyorduk. Artık yıkanma zamanımız gelmişti bayağı kirlenmiştik. Yol çok ıssızdı hatta bazı yerlerde sanki yol değil sadece kar sularının aktığı taşlık bir patika görünümündeydi. Ayrıca Gözcünün anlattığı hikayeler bizi biraz korkutmuştu. Biraz çekinerek de olsa ormanın içinden aşağılara doğru iniyorduk. Bu sırada orman yine hayranlık uyandırıyordu. Her çeşit ormanı görmüştük buraya kadar. Ormancıların seyrelttiği nizami ormanlar, genç ağaçların olduğu ve çocuk bahçesini andıran ormanlar, kimsenin dokunmadığı tamamen vahşi ormanlar ki devasa ağaçlar vardı ve beni en çok etkileyen yosun tutmuş kuzey yakasına bakan ormanlar. Ağaçlar yaşlı çiftler gibi el ele tutuşmuş yaşlanmış hastalıklarıyla boğuşurken pencerelerinden gelen kısık güneş ışığında huzuru arar gibiydiler. En önemli hobileri mantar yetiştirmek ve küçük kuşların şarkılarını dinlemek. Kuş seslerinin yol boyunca bizi de çok zaman şaşırttığını söyleyebilirim. Kimileri bazen ormanda duyulan tek ses olup çıkıveriyordu ve direk kalbe nüfuz ediyordu. Hissettirdiği duygular en az kuşun kendisi kadar narin ve inceydi.
İnişimiz sayısız güzellikle devam ediyordu ama 2 saatten fazla süreceği de şimdiden belliydi. Önümüzde uçuşan kelebekler bizi dansa davet ediyor yolumuza çıkan yaban çilekleri sırtımızdaki kilolarca ağırlıktaki çantaları çıkarmadan bizi kendilerine eğildirtiriyorlardı. Ama artık yaklaştığımızı da fark ediyorduk ve yukarılardan aşağı inmek içimizde ilk yarının bittiğini ve yukarıların ne kadar güzel olduğunu düşündürüyordu. Aşağılara indikçe hava ısınıyor nem artıyor yukarıdaki ferahlık kalmıyordu. Bu süre içinde Gözcü'nün en ufak yolu, patikayı bile kaçırmadan nasıl haritaya işlediğine şaşırıyorduk. Gerçekten haritaya göre yolumuzu kaybetmemiz imkansızdı. Ben kendi evimin yolunu bile böyle tarif edemeyebilirdi. Gözcü bizi bir koca bir labirentin içinden son ve geniş bir yola çıkaracak bilgiyi vermişti. Artık ana yola çıkmıştık ve bu geniş toprak yol bizi Ayazma'ya indirecekti . Karşıda da Kaz dağı zirvesi görünüyordu.Yarın oraya çıkacaktık ama bizden önce bunu yapanlar olmasa buna inanamayabilirdik çünkü çok yüksek görünüyordu.
Ağacın dibindeki ben ve devasa çam ağacı altta.
Ayazma'ya varmıştık. Burası bir mesire yeri. Her yerde piknik masaları var. Çok kirletilmiş bir yer eğil ve bizim geldiğimiz tarafın tam tersi yönden yani Evciler'den gelen asfalt bir yola açılıyor. Burada da bir kapı var ücret alınıyor. Biraz daha aşağıda alabalık çiftlikleri, Köylülerin meyve bahçeleri ve bir kaç ev var.
Biz çok oyalanmadan kendimize göre bir yer bulup dereyi takibe başladık. Kendimize suya girecek yer arıyorduk. Biraz ileride aradığımızdan fazlası vardı. Yaklaşık 3 metre derinliğinde bir havuzu bulunan tertemiz, buz gibi akan suyuyla bizi karşılayan şelale.Girmek için sabırsızlanıyorduk. Kayalardan atladık. Buz gibi suda yüzdük. Yanımızda getirdiğimiz gözlükle suyun içine baktık. Şelalenin aktığı ilk kayanın üstünde derin bir çukur vardı. Şelale burayı oymuş. Oraya girip şelalenin tam altına erişmiş oluyorsunuz ve suyu şaldır şaldır başınıza ve omuzlarınıza akıyor. Bu şelale beklediğimizden çok fazlasıydıHavuzda iyice yorulduktan sonra gidip yemek yiyeceğimiz bir masa bulduk.Aşağıda alabalık tesisleri vardı ama biz yine kendimiz yapmayı tercih ettik. İyi ki de öyle yapmışız. Biraz aşağıdan aldığımız yumurtalarla ekmeklerimizi kızarttı. Dağdan topladığımız naneler ekmeklere süper tat verdi. Aslında bu yolda hep aç kalırız korkusuyla fazladan eşya taşıyorduk.Buraya gelince biraz olsun rahatlamıştık. Yemek faslı bitince Emre ve Hakan masanın oturaklarına uzandılar.Ben de pilleri şarj etmek ve biraz daha keşif yapmak için yola çıktım ama hiç bir yer elektrikle çalışmıyorduk. 1km. aşağıda bulunan çiftliğin kendi elektriğini ürettiğini söylediler. Oraya kadar yürüdüm. Biraz zor da olsa pilleri şarja bıraktım ve geri döndüm. Yol boyunca gördüğüm meyve bahçeleri ve süslü keçi sürüleri bana artık dağda değil vadide olduğumu hissettirdi. Burası farklıydı. Dağda estetik çok önemli değilken burada keçiler bile süslenmişti. Sürülerin köpekleri bile küçük şirin tilki benzeri köpeklerdi. Bu sırada gördüğüm bir sürünün çobanıyla selamlaştık ve konuşmaya başladık. Bu çoban amcanın da adını unuttuğumdan diğer Çoban'la karışmasın diye ona Elit Çoban ismini veriyorum.
Elit Çoban'a durumu anlattım ve yarın sabah Düdenalanı yaylasına çıkacağımızı söyledim. Burası zirvenin biraz altında konaklayıp kamp yapabileceğimiz bir yere benziyordu çünkü. O da yarın sabah gitmeden beni bulun ben size kestirme yolu çizerim dedi. Harita çizerlere olan güvenimizden dolayı seve seve kabul ettim ve arkadaşların yanına geri döndüm. Artık kamp yapacağımız yeri ayarlamak ve dinlenmeye geçmek zorundaydık. Bu gün çok yürümemiştik ama 3. günün sonu yinede yorgunluk hissettirmişti. Üstelik artık piknikçiler de gitmeye başlamıştı.Biz piknik alanının biraz dışında, dere yatağında kendimize bir yer bulduk ve çadırımızı kurduk.Topladığımız otlarla çayımızı yaptık ve yarını düşünmeye başladık.Yarın Kaz Dağı'na tırmanacaktık. Kafamızda bir sürü soru işareti vardı.Üstelik bu işin yasak kısmı da vardı.Ama ne kadar yasak olduğundan emin değildik. Parka kılavuzsuz girmek yasaktı ama bizim gireceğimiz yerde ne kılavuz ne kapı vardı. Sadece Elit çoban vardı bize yolu tarif eden....
Sabah dağda olduğundan biraz daha zor kalktık. Çünkü burada hava daha basıktı. Kahvaltımızı yaptık. Bu sabah biraz geç kalmıştık .Saat 8-9 gibi yola çıktık.Elit Çoban'ı bulmaya. Bu sırada Ayazma boş olduğu için daha kolay gözlem yapıp fotoğraf çekebiliyorduk.
Elit Çoban'ı bulmadan önce gidip pilleri aldık.Ardından yol üzerinde onu keçileri otlatırken yakaladık Onlar yıllardır bu vadide oturuyormuş. Mesire yeri açılırken suya ulaşmaları biraz zorlaşmış ve bu yüzden kendilerine bir su kanalı yaptırmışlar. Bahçeleri ve hayvanlarıyla vadi insanları gerçekten estetik anlayışları olan insanlardı. ancak harita çizimi biraz sıkıntılıydı. Yine de bize tarif ettiği yolu takip ederek yürümeye başladık.Evinin yanından akan şirin akar suyun yanından tırmanacaktık. Bu şirin ve tatlı başlangıç aniden metrelerce yükseleceğimiz ve sürekli yokuş çıkacağımız gerçeğini değiştirmiyordu..
En alttaki Elit Çoban'ın haritası.
Çok hızlı yükseliyorduk. Ama çok sık dinlenmek zorunda kalıyorduk. Kullandığımız patika ağaç getirmek için kullanılan sürgü yoluydu.Yani yol değildi.Ama taşlar kimi zaman merdiven oluyordu kimi zamansa engel. Elit Çoban'ın bahsettiği işaretleri arıyorduk. Normalde bizim yolumuza alternatif bir orman yolu vardı ama o bizim çıktığımız gibi dik çıkmıyordu.Biz kestirme yapıyorduk. Yada aynı hesaba geliyordu. Elit çoban ben şimdi çıksam 2 saatte zirvede olurum demişti. Artık bu süreleri 3'le çarpmayı öğrenmiştik.Yola devam ettik.
Uzun bir tırmanış olmuştu ve sonunda işaretlerden biri olan yolu bulmuştuk. Ayrıca bir de ormancı kulubesi ve çeşme burası bizim için çok iyi bir dinlenme yeri oldu.
Yola devam ettik. Artık belirli bir yol yoktu. Elit Çoban'ın söylediği işaretlere rastlayıp rastlamadığımıza emin olamıyorduk ve içgüdülerimizle olabildiğince dik dağı aşmaya çalışıyorduk.Bazen yamaçtan zirveye yakın yerleri görmemiz de işe yarıyordu ama bizim için küçük farklılıklar bile bizi bambaşka yerlere çıkarabilirdi. Artık içine girdiğimiz ormanlar bambaşkaydı. Belgesellerde gördüğümüz türden ağaçlar yamaçlarda dizilmişler ve gür çayırlar yalınayak yürüme hissi uyandırıyordu. Bir ara hayal meyal uzakta kuleye benzer birşeyi gördük. Bu sazak kule olabilir dedim ama emin değildik bu kadar uzak olacağına inanamıyorduk oysa ki daha dün oradan buralara bakıyorduk. Fotoğraf makinasıyla yakınlaştırıp fotoğrafını çektiğimde buranın Sazak kule olduğunu farkettik ve çok şaşırdık. Bu kadar yürüdüğümüzü farketmiyorduk.
Sazak kulenin uzak hali (yine de biraz zoom var)
Yakın hali
Bu gün yolun kısa olduğunu düşündüğümüz için daha çok fotoğraf çekip daha çok mola veriyorduk. Üstelik sonra yaklaştığımızı düşündüğümüz için yiyecek konusunda da kendimize cömertçe davranıyorduk.
Geldiğimiz yerlerde bu tarz yerlerden geçmemiştik aslında yolların çok da dışına çıkmamıştık ama bu gün farklıydı. Yolumuz daha çok patika ve sürgü yollarıydı. Bu da bize vahşi ortamı daha iyi yaşama fırsatı tanıyordu.Artık çıkmamız gereken yere yakın hissediyorduk ve çok fazla dik çıkışlar yapmıyorduk.Daha çok yamaçları yatay olarak aşma yolunda gidiyorduk. Zaten Düdenalanı yaylasına varmamız yeterliydi.Zirve kaygımız yoktu. İstersek gideriz diye düşünmüştük.
Artık ha geldik ha geliyoruz havasındaydık. Telefon da bunu gösteriyordu.Her yol bize Düdenalanı yaylasına açılan bir kapı gibi görünüyordu. Hakan önden yürüyordu ve ağaçların arasından geçerken bize seslendi "ileride bir havuz var" ben hakanın bir branda falan gördüğünü düşündüm. Çünkü burada havuz falan yoktu.Aslında bizim aradığımız havuzdan öte bir çeşmeydi çünkü kamp yapacaktık. Ama gerçekten orada kocaman bir havuz vardı. Düdenalanı yaylasına gelmiştik. Peki bu koca havuz neydi haritalarda yoktu. Yaklaştıkça farkettik bu bir yangın söndürme havuzuydu ve bizim aradığımız çeşmelerin suyu buna bağlanmış gibiydi çünkü çeşmeler kurumuştu. Dinlenmek için ileride gördüğümüz çardağa geçtik.Bir yandan da etrafta gördüğümüz çöplere ve fişeklere üzülüyorduk.Bize yasak olan park kimlere serbestti acaba? Yada girerken para vermek buralara çöp atmayı yada buralar da en iyi ihtimalle havaya ateş etmeyi serbest mi kılıyordu? Moralimiz biraz bozulmuştu. Ben buranın daha canlı olacağını hatta insanlar olabileceğini düşünmüştüm ama terkedilmiş gibiydi. Teshise ait binanın camları kırılmış uzun süredir kullanılmıyor gibiydi. Benim için biraz hayal kırıklığı olmuştu nedense burayı daha güzel bir yer olarak bekliyordum.
Biraz etrafı dolaşınca eski bir mezarlık bulduk.Ama ne olduğunu anlayamadık. Çardakta biraz dinlendikten sonra ben yarın yürüyeceğimiz yolu kısaltmak için en azından bu gün biraz daha yürüyebileceğimizi söyledim. Belki aşağılarda daha iyi bir kamp alanı bulabilirdik. En azından çeşmesi olan bir yer. Saat henüz 16'ydı ve en azından 2-3 saat yürüyebilirdik. Telefona'da bakarak dere yatağının yanından aşağı doğru sallandık. Biraz ileride dere yatağında su birikintileri görmeye başladık. Bu da bizi sevindirdi en azından dere suyuyla idare edebilirdik ama yine de tatmin edici olmazdı. Moral bozukluğuyla yola devam ederken bir anda sol tarafımızda ortamla tamamen alakası bir yapı gördük. Eve benzer bir bina, uzun bir konteyner, Geniş bir çardak, ağaçlara bağlı kocaman bir salıncak. Burada bu yerin ne işe yaradığı hakkında en ufak bir fikrim yoktu ve benim okuduğum hiç bir yerde de yazmıyordu. Garip bir şekilde dona kalmıştım ve biraz da umursamaz davranmıştım buradan bize bir fayda gelmeyeceğini düşünecek kadar yorgundum. Emre gidip soralım dedi. Ben sormayalım dedim kesin zenginin birisidir bizi şikayet eder şimdi köpeği falan vardır diye konuştum. Belki haklı olduğum yanlar da vardı ama sormadan da gidemezdik. Uzaktan selam yolladık. Yaşlı bir teyze bize gelin dedi. Yolun üstünden geçen derenin içinden yürüdük teyzeye doğru. Ardından bir amca geldi. O an her şey bambaşka bir hal almıştı.
Burası bambaşka bir yerdi. Hani hayal etsem bundan iyisini düşünmeye gerek duymazdım sanırım. Bizi karşılayan teyze ve amcanın isimlerini de unuttum. Bu yüzden Balıkçı Amca ve Hanım Teyze isimleriyle onları hatırlayacağım. Amcaya balıkçı dememin sebebi orada alabalık yetiştiriyor olmasıydı.Ama en ilkel ve en güzel şartlarda. Dereyi iki tarafından taşlarla kapatmış ve bir havuz oluşturmuş. Sezon başında aldığı alabalık yavrularını buraya atıp büyütüyormuş. Ama öyle teshis havasında değil sanki kendi bahçesinde olup bitiyor her şey. Dereden balıkları alıyor, Maşınganın üzerinde odun ateşinde kendi tereyağıyla pişiriyor. Normalde orman köylerinden birinde yaşıyorlarmış. Ormanı milli park alınca onların ormandan sağladıkları geçim de kesilmiş Milli park da onlara bir kooperatif kurmalarını ve bu binayı onlara vereceklerini söylemiş. Balıkçı Amca da burayı kiralayıp alabalık yetiştirme ve kendine yaşam alanı yapmış. Tabi sadece yazları. Kışın çok kar olurmuş...
Bizim için tarif edilemez bir fırsat olan bu yeri tamamen bir anlık kararla bulmamız da aslında her şeyin ne kadar ince çizgilerle ayrıldığını göstermişti. O kadar yol ayrımı ve o kadar yardım gördüğümüz insan ve yine beklediğimizden fazlası... Balıkçı Amcayla gidip yiyeceğimiz balıkları tutmak için dereye paralel bir patika tuttuk ve hemen 100 metre ileride balıkları yakalayacağımız havuz görünüyordu. Böyle güzel bir yerle karşılaşınca kafamızda binlerce soru ortaya çıktı.Bu insanlar neler biliyordur kim bilir orman hakkında, bitkiler, hayvanlar hakkında, çevre hakkında ve daha başka bir sürü soru. Bütün gece sohbet için bir çok konu vardı şimdiden. Üstelik bizim sormak için bile aklımıza gelmeyecek sürprizlerle dolu.
Çok fazla söyleyecek cümle bulamıyorduk aslında kime teşekkür edeceğimizden de çok emin değildik. Zira Balıkçı Amca ve Hanım Teyze zaten burada bu şekilde meşguldüler. Çok iyi insanlardı bize çok iyi davrandılar ama dediğim gibi onları bulmamız onların işi değildi yani başkaları da gelse onlar yine aynı insanlardı. Başka bir şey vardı. Oğlanalanı köyünde ilk sapağı bulduğumuzdan beri bizi takip eden.Biz her uçurumun kenarına yaklaştığımızda bizi uçurumdan kurtarmakla kalmayıp daha fazlasını veren. Kimisi buna şans der kimsi kader. Benim ne düşündüğüm de bana kalsın o zaman...
Bu sırada bir ara ormanda çalışan bazı adamlar geldi ve bizim uzaktan geldiğimizi duyunca bizi sohbete kattılar. Onlar da balık almaya gelmişlerdi. Bizim ayak izlerimizi görmüşler. Ayıyı gördünüz mü diye sordular. Biz görmemiştik tabi ki.Sizin ayak izlerinizin hemen yanındaydı ya önünüzden gitmiş ya arkanızdan gelmiş dedi. Biz şaşırdık tabi ama onlar için olağandı. Hemen herkes bir vahşi hayvan tecrübesini anlatmaya başladı. Ayıların özelliklerinden bahsettiler sanki insanmış gibi anlatıyorlardı..Gördüğümüz o mezarların da Türkmen mezarları olduğunu söylediler.Orada önceleri yaptıkları şenliklerde cirit oynarken attan düşüp ölenlerin mezarlarıymış. Üzerilerindeki damgalarla bu dağlarda çok da bilinmeyen bir tarih aslında ... Bu durağın bizim için bir diğer önemi de şuydu; evet vahşi hayatı, doğayı yaşıyorduk ama buraların gerçek sahipleri eski insanların kültürlerini hikayelerini de bize kazandırdı.Onların şiveleri, hareketleri, yaşamışlıkları, bilgileri hepsi bu yolculuğu daha anlamlı kılan şeylerdi. Biz aslında insanlardan kaçan tipler değildik biz robotlardan kaçıyorduk. Rutinlerden. Kalıplardan. Yapaylıktan. Burada bu insanlar bize göre daha gerçek yaşıyorlardı ve bu insanlar da diğer doğal olan her şey gibi yaşam alanları daraltıldıkça azalıyordu. İşte o zaman dağın gerçek zirvesinde olduğumuzu hissetmiştim.
Biraz daha bulunduğumuz yerden bahsetmezsem yaşadıklarımıza nankörlük edecekmişim gibi geliyor. Aslında araştırma yaparken buraya ait fotoğraflar görmüştüm Padişah Pınarları diye ama sadece derenin fotoğraflarıydı hiç böyle bir yerden haberimiz yoktu. Buraya Padişah Pınarları denmesinin sebebi de Fatih Sultan Mehmed Han İstanbul seferinden önce gemilerini buradan kestirdiği ağaçlarla yaptırmış...
Balıkçı amca ince ruhlu birisi ve Hanım Teyze ile tam bir uyum içindeler. Mekanın güzelliği de bunu kanıtlıyor zaten. Plastik bir şişe bile burada sırıtmıyor. Ortada yüksek tavanlı kocaman tek bir odası ve küçük bir kiler ve mutfak olarak kullanılan alanları var. Eskiden kalma bir bina havası var. Binanın içi de buna uygun. Yataklardan battaniyelere kadar. Biz de gece burada uyuyacaktık. Dışarıda dereye yakın büyük bir çardak var. Daha çok eski zamanlarda doğudan sefere gelmiş bir kralın tahtını andırıyor. İçi el işi minder ve kilimlerle döşenmiş. Bahçenin büyük bir kısmında yalınayak yürüyebilecek kadar yumuşak otlar ve toprak vardı ben de kaçırmadım tabi. Bahçe dediysem öyle sınırları olan bir yer değil bir yanı dereyle kesilmiş diğer tarafı ormana uzanan bir açıklık. Ortasında, ormanın içinden bir yerden Balıkçı Amcanın getirdiği su akıyor ve buz gibi. Dedim ya Balıkçı Amca ince ruhlu diye oraya salıncak ve hamak da bağlamış. bunların önünde de ikisi için bir konteyner var onlar orada kalıyorlarmış. Bahçenin en uzağında da 100 numaralar var. Dışarıda olanlara 100 numara denir. Hani bu gün tuvalete değil de lavaboya gidiyorum demek gibi bir şey biz de bu.
Yemeklerimizi yerken daha önce hiç duymadığımız bir ses duyduk. Hiç bir şeye benzetememiştik.Sanki bir kükreme gibiydi ama gökyüzünden geliyordu. Bu ne diye sorduk haliyle. Balıkçı Amca bunun Kartal olduğunu söyledi. Daha sonra kendisini de uçarken gördük. Balıkçı Amca, birazdan yemek artıklarını götürüp bıraktığımda inip yiyecek ondan bağırıyor dedi. Şaşırdık. İstersen gel benle saklan sonra gerçi seni hisseder konmaz ama konarsa fotoğrafını çekersin dedi. Bir süre sonra ormanın içlerine doğru girdik. Bu nasıl bir hayat diye içimden geçiriyordum, yemeğini yiyorsun yemediklerini gökyüzünde uçan kartalla paylaşıyorsun. Neyse Balıkçı amca artıkları bıraktı ve gitti ben orada öylece bekledim Kartal gelmedi tabi ki ama zaten çok da beklemiyordum kalkıp biraz yürüdüm, kuşları dinledim, akşam oluyordu ve ilk kez ormanın tadını böyle çıkarabiliyordum. Çok yakında bir mahluk bana zorluk çıkarabilirdi ama umursamıyordum sanki o süre içinde ben de onlardan biriydim. Bir süreliğine sanki bir bütünün parçası gibi esen rüzgarı ve çöken akşamı hissettim en saf haliyle ormanda bir ağaçmış gibi, yosun tutmuş bir kaya gibi yada toprak gibi yada yok yok bütün bir orman gibi. Evet bütün bir ormanın bilincini hissetmeyi denedim. Bütün olup bitenleri. Yıllardır orada olmayı. Ölmeyi ve dirilmeyi. Kışı ve yazı. Yağmuru ve karı ve de güneşi. Orman olmayı. Aradığımı bulmuş ve kafa olarak çok rahatlamıştım. Gezi aslında benim için amacına ulaşmıştı artık tek amacım sona ulaşmaktı yani denize.
Tekrar sofranın olduğu yere döndüm çay demlenmişti ve sohbet koyulaşmıştı. Hanım Teyze de maceralarını anlatıyordu. Çok naif bir konuşması vardı.Sanki bağırsa bile sesi çok yüksek çıkmayacak yine de insanın içini okşayacak gibiydi. Kafamdaki "Nine" kavramıyla örtüşüyordu.Ben gittiğimde bir gün gördüğü ayı yavrusundan bahsediyordu. Ben sözü şurasından yakaladım: "Dedeniz (amca hakkında konuşurken dedeniz diyordu) önden giderkene ben biraz argada galmıştım. Etrafa bakınırkene ağaçların arasında ayı yavrusunu gördüm mü. Allahım ne gada güzel, dutup sevesim geldi. Hiç ayı yavrusu beyaz olur mu? Annesi gara kendisi beyaz. İlk defa o zaman gördüm annesin argasında gidiverikene." Sonra Balıkçı Amca aldı lafı :" Ya burda çok var. Şurdaki yağ denegesini goruyon mu? Onun üstündeki izlere bak. İnce ince nasıl kesmiş." Gerçekten de ürkütücü bir görüntüydü artık bunu ne yaptıysa. Dışarıda unutulan yağ tenekesini lime lime. etmişti. Soba başında devam eden sohbet havayı karartmıştı biz de çardağa geçtik. Yıldızlar ve ay için. Sadece uzanıp gökyüzüne kafamızı çevirmemiz yeterliydi.
Bir süre sonra Balıkçı amca ve Hanım Teyze bizleri çardakta yalnız bıraktı. Biz de yaşadıklarımızı ve nasıl bir yolculuğun içinde olduğumuzu, nelere şaşırdığımızı nelere sevindiğimizi konuştuk.Artık yarın son gündü, büyük ihtimalle tabi. Ne olacağı bilinmezdi. Çok istemesem de yatmaya geçtik. Çardağın tadını iyice çıkarmak istiyordum ama hava serinlemiş saat ilerlemişti.
Ve sabah. Yolculuk boyunca en rahat uykuyu çekmiştik. Burası özel bir otel gibiydi.Kalktık, yataklarımızı topladık, soğuk suda yüzlerimizi yıkadık. Ardından Hanım Teyze'nin hazırladığı nefis kahvaltıya oturduk. Kahvaltıda en enteresan yiyecek çam reçeliydi. Hanım Teyze bunun kendi buluşu olduğunu söylüyordu. Başka bir yerde yapılışını bilen yokmuş. Karnımızı güzelce doyurduktan sonra biraz daha buranın tadını çıkarıp yola devam edecektik. Balıkçı Amca bize yolun kısa olduğunu bu yüzden çok acele etmememiz gerektiğini söyledi. Yol üzerinde Şahindere Kanyonu vardı ve oradaki havuzları da tarif edeceğini söyledi. Biraz etrafta dolaştım fotoğraf çektim. Ardından yol tarifi almak için masaya oturduk ve Balıkçı Amca bize güzel bir harita çizdi. Artık gitme zamanıydı. Hanım teyze bize biraz lavaş benzeri bir hamurdan verdi oysaki bu gün son gündü çok ihtiyacımız olacağını zannetmiyorduk. Yola çıkmadan onlara bir miktar para bıraktık. Onlar bir şey istememişti zaten verdiğimiz para da ne yediğimize ne yattığımıza ne içtiğimize ne de yapılan sohbete ve öğretilere yeterdi. Hanım teyze ve Balıkçı Amcayla vedalaştıktan sonra Padişah Pınarlarının akan tertemiz ve soğuk sularının içinden geçerek yola çıktık. Gideceğimiz yol Şahindere Kanyonunun batı yakasından olacaktı. Biz de doğu yakasına yakındık bu yüzden önce dere tabanına kadar alçalıp tekrar yukarı tırmanan bir yolu izleyecektik.
Ancak ters giden bir şey vardı. Haritaya göre artık batıya doğru dönmemiz gerekiyordu ama yol hala aşağı doğru gidiyordu ve ileride ikiye ayrılıyordu. Yolun biri bayır yukarı tırmanıyordu. Biz onu takip ettik ve bir süre sonra yangın kulesine denk geldik. Kule de yeni işe başlamış bir bekçi vardı ona sorduğumuz sorulara bu yüzden çok net cevaplar veremedi ama yanlış yerde olduğumuz belliydi. Kulenin tepesine çıktığımızda her yer görünüyordu zaten.Bütün körfez ayaklarımızın altındaydı. Doğu yakasında epeyce yürümüştük. Tekrar geri dönüp batı yakasına geçen yolu bulmalıydık. Öyle de yaptık yaklaşık 1 saat geri yürüdük. Neredeyse Padişah Pınarları'na varacaktık ki gelirken gözden kaçırdığımız yol ayrımını gördük ve buradan sonra haritadaki işaretler de bir bir karşımıza çıkmaya başladı. Cip yolu, yatık çam, dere içinde çıkmış çınar... Balıkçı Amca bunları gördüğümüzde o işaretler olduğunu anlayacağımızı söylemişti. Yani bunları başka bir şeye benzetmemiz yada tereddütte kalmamız imkansızdı. " o ağacı gördüğünüzde ya, bu ağaç nasıl böyle olmuş diyeceksiniz" diyerek bizim bunları kaçırmamızın mümkün olmadığını söylemişti Balıkçı Amca.
Ancak bir türlü havuzları bulamıyorduk.Daha sonra yol yükselmeye başladı. Yanımızdan geçen bir safari grubunun izini takip etmeye başladık. Çok hızlı yürümeye başlamıştık çünkü geceyi burada geçirmek istemiyor Altınoluk'a varmak istiyorduk. Parkta olmak bizi tedirgin ediyordu. Hızlı ve yorucu bir şekilde uzun uzun yürüdük. Zaten Vadi kenarı doğru yolda olduğumuzu gösteriyordu. Daha sonra Balıkçı Amcanın tarif ettiği manzara için safaricilerin durduğu yeri bulduk ve Şahindere kanyonu önümüzde muhteşem görüntüsüyle uzanıyordu...
İleride bir yangın kulesi ve Altınoluk'un yakın olan kısmı görünüyordu. Sanki artık gelmiştik inişe geçecektik. Ama biz çoktan inişe geçmiştik. Ayaklarım neredeyse yürüyemez bir hal almıştı. bir kaç yerde büyük su torbaları oluşmuştu. Hakan ve Emre'de bu acılara katlanıyordu. Hepsi bu gün olmuştu. İlk defa bu kadar hızlı ve molasız uzun yürümüştük.Çantalarımız da hala ağırdı. Ama artık bitiyor gibiydi. altınoluk manzarasına karşı oturup biraz dinlendik ve kuleye mi yoksa yola mı diye kendi aramızda tartıştık. Hakan inmeyi Emre ve ben kuleye çıkıp en azından bir bakmayı düşünüyorduk. Çünkü neredeyse akşam olmuştu ve karanlık çökecekti.
Emre ve ben kuleye çıkmayı seçince Hakan da mecbur bize katıldı. Ben en arkada kalmıştım. fotoğraf makinasıyla uğraşıyordum. Bu sırada Hakan "ceylan" diye seslendi ve çalıların arasından bir hışırtı koptu gitti. Emre de görmüştü ama ben arkada olduğum için görememiştim. Ben de evde beni bekleyen bir ceylan var zaten diyerek şaka yaptım. Özge'yi iyice özlemiştim ve bu yorgunluk ve vardığımız nokta artık bunun son olduğunu ve eve dönmemiz gerektiğini hissettiriyordu. Kuleye vardığımızda... hikayenin bu kısmında küçük bır sır olduğu için yazmıyorum ve hikaye Edremit'ten devam ediyor...
Gece çökmüştü . Biz üstümüz başımız berbat bir halde, şişmiş ayaklarımızla şehirde yürüyorduk. İlk etapta kalmayı düşündük ama sonra arabayı bıraktığımız Oğlanalanı köyüne de gidebilir miyiz diye kendimize sorduk. Garaja benzer bir yer bulduk ve taksicilerden birine sorduk. Adam hemen navigasyondan bakıp bize hesap çıkardı ve bizim için gayet uygundu. bu kadar yakın olduğunu açıkçası bilmiyordum. Taksiye atlayıp Oğlanalanı köyüne doğru yol almaya başladık. Şimdi bulunduğumuz ortama çok yabancılaşmıştık. İçinden arabalarla geçtiğimiz ormanlar sanki orman değil kartondan dekorlardı. Taksici bize hikayemizi sorduğunda çok uzun şeyler anlatmadan kısa kesiyorduk.Çünkü anlatılacak çok şey çok ayrıntı vardı. Hani bazen bir bardak suyu içmek bile tarif edilemez hisler uyandırır ve bir an uzun yıllar kadar anlam kazanır işte bunun gibi bir şeydi bizimkisi de.Köye vardığımız da yine sahneye çıkmıştık. İnsanlar bizi beklemişler gibiydi. "Ya siz zebil oldunuz oralarda" diyerek bizimle şakalaşıyorlardı. Sonra neler olup bittiğini konuştuk. Bize yolları sordular. Kimileri daha önce belli yerlerini gezip görmüştü. Gittikleri yerleri sordular. "Ha siz şuradan gitmişsiniz, o yol şuraya da gider" gibi açıklamalarda bulundular. Sanki bitirmemiz gerek bir görevi bitirmişiz gibi bir rahatlama hissetmiştim. Artık bitmişti. Çaylarımızı içip yola çıktık. Yolda kaç defa, birçok yanlış seçeneğin arasından doğruyu bulup seçtiğimizi ve bizi nelerden kurtarıp nelerle karşılaştırdığını düşündük. Kaç kere uçurumun kenarına kadar gelmiş ve kaç kere kurtulmuştuk. Kaz Dağları yolculuğu bizim uçurumun kenarında seyreden bir serüvendi... Evlerimize döndük. Uzun süre bu yolculuğun etkisinden kurtulamayacaktık...
Daha fazla unutmadan bu yolculuğun özetini yaptığım için artık kalbim rahat. Umarım okuyanın da zihnin de biraz olsun yolculuk gerçekleşmiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder