Geçtiğimiz hafta ABD, New Orleans’ta yapılan 55. Amerikan Ulusal Kan Hastalıkları Kongresine katıldım.
Kongrenin hakkını yememek lazım, inanılmaz iyi organize ve eğitici idi. Sunulan çalışmalar ve paylaşılan bilgiler göz kamaştırıcıydı.
Tüm bu bilimsel birikimi, Şubat ayı içinde 7.’sini düzenleyeceğimiz “Hematolojide Yeni Eğilimler” toplantısında dünya çapında bilinen bilim insanları ile İstanbul’da yine tartışacağız, doğruyu yanlıştan ayırmaya çalışacağız.
Ama bu kez ben kongrenin bir başka yanına da çok takıldım.
Dev panolarda ABD’nin sağlık otoritesi olan FDA’nın yeni kullanım onayı verdiği ilaçların reklamları.
Bir ucundan bir ucuna yürümesi neredeyse yarım saati bulan devasa bir kongre salonu...
Yakalıklarında onlarca unvan yazılı Kan Hastalıklarının yarı tanrıları...
Dünyanın dört bir yanından New Orleans’a üşüşen asistan, uzman, akademisyen, klinisyen, temel bilimci, sağlık çalışanı...
Toplamı 20.000'e ulaşan katılımcı sayısı...
Servis otobüslerinde bile yayın yapan bir kongre TV...
Devasa kongre salonu yetmezmiş gibi merkezin etrafında yer alan 5 yıldızlı lüks otellerde uydu toplantılar, sempozyumlar.
Kongreye sponsor olarak katılan 300 ilaç firması.
Kongrenin bir gün öncesinde sadece ilaç firmalarının ağırlıklı olarak ürünlerini hekimlere tanıttığı “sponsorlu” bilimsel toplantılar.
Sürekli olarak hekimlerin kulaklarına fısıldanan yeni ilaçlar...
Bir kaç aylık sağ kalım avantajı yaratan onlarca yeni molekül...
Yüzlerce yeni bilgi, binlerce doküman, makale, sanal ortamda onlarca web sayfası...
Milyarlarca, trilyonlarca doların döndüğü devasa bir sektör...
Giderek endüstrileşen sağlık ve ona hükmeden büyük İlaç Tröstleri...
Her şey ama her şey vardı kongrede.
Ama hastalar yoktu.
Onların gözyaşları, yakarışları, korkuları, ağrıları...
Onların anneleri, babaları, çocukları, eşleri...
Hastalara dokunan, okşayan, paylaşan, yüreklendiren, ortak olan tıp, yerini dev bir endüstriye terk etmişti.
Çalışma sonuçlarının tartışıldığı uzun sunumlar sonunda çalışma arkadaşlarına, sponsorlara, bilimsel merkezlere, derneklere teşekkür ediyordu herkes, hastaları hatırlayan yok gibiydi.
Hastalar yoktu bu toplantıda, kaygıları, aşkları, acıları yoktu.
Sanki endüstrinin gözünde hepsi birbirinin aynı olan müşteriler gibiydiler.
Sanki hepsi kongrenin uçsuz bucaksız sergi alanında büyük İlaç Tröstlerinin kurduğu gösterişli tanıtım alanlarının arasında kaybolup gitmiş gibiydiler.
Hipokrat’ın tüm sanatların en soylusu olarak nitelendirdiği tıbbın uygulayıcıları, yani hekimler “teknik bir disiplinin” sıradan birer uygulayıcısı gibi gözüktüler gözüme.
Hepsi de gözlerine sokulan yeni tedavi modellerine ve sistemin kendileri için belirlediği yeni rollerine alışmakla meşgul gibiydiler.
Koca bir dişlinin içinde yok olan, sıradanlaşan, renksizleşen, tek tipleşen hekimler.
Tıbbın kurucusu kabul edilen Anadolulu Hipokrat’a atfedilen şu söz ünlüdür.
“Hastalık yok hasta vardır”...
Kongrede hissettiğim bu söz sanki tamamen tersine dönmüş gibiydi.
“Hastalık var, hasta yoktur”...
Hatta haddimizi aşarak belki şöyle bile söylenebilirdi.
“Hekim ve hasta yok, sadece dev bir endüstri vardır”.
www.mustafacetiner.com