21 Kasım 2013 Perşembe

427 ) ENVER PAŞA "DOĞU"DA ŞANS ARIYOR !..

    

   1 Eylül 1920'de başlayan Şark Milletleri Kurultayı günlerinde Bakü, Ortaçağ Asya'sındaki büyük şehirlerden birinin alacalı görünüşünü yaşıyordu. Araplar, Hintliler, İranlılar, Afganlılar, Moğollar, Özbekler, Kırgızlar, İran Kürtleri ve daha nice kavimlerden, milletlerden insanlar..
   Hepsi de kendi kıyafetlerini taşıyorlardı. Hepsinin de boynunda, belinde kılıçlar, hançerler, tabancalar, kamalar vardı. Agelli, sarıklı, kavuklu, kalpaklı insanlar Bakü sokaklarını dolduruyorlardı..
   Kurultay bir tiyatro salonunda toplanmıştı. Sahnede her milletten seçilen divan üyelerinin ortasında Zinovyef yer aldı. O zamanki Komintern'in, yani Dünya İhtilal Teşkilatı'nın da başkanı olan bir Yahudi idi. Fakat bir ihtilalciden çok bir artiste benziyordu. Gene Yahudi asıllı bir ihtilalci yazar olan Radek, daima onun yanındaydı. Arkasında Belakun vardı. Genç bir Macar ihtilalcisiydi. Az zaman önce Macaristan'da hapishaneden alınıp, Macar diktatörlüğü tahtına bir kan ayini içinde geçmişti. Fakat Romanyalılar Peşte'yi işgal edince rüya sona erdi ve şimdi bu genç Macar Yahudisinin arkasında bıraktığı kanlı iz, Tuna'dan, Karpatlar'a kadar uzanıp gidiyordu..
   Sonra Pavloviç geliyordu. Yahudi bir Rus dil bilimcisiydi. Azerbaycanlı Abilof, Türkistanlı Feyzullah Hoca, Ikramof, Dr.Neriman Nerimanof ise ikinci planda isimlerle kadro tamamlanıyordu..
   Bu gibi toplantıların baş hatibi Pavloviç'ti :

"Şark milletlerinin bir kısmının, hatta meramlarını yazı ile ifade edecek alfabeleri bile yoktur. Yazı dilleri mevcut değildir. Alfabesi olanların da bir kısmında yazı, ancak din kitaplarını, duaları yazmak için kullanılır. Şark memleketlerinde üniversite, kütüphane, tiyatro, hatta gazete yok demektir. İşte bizce milli mesele, her şeyden önce, ulusların, boyların, uyrukların kendi yazılarına, kendi dillerine kavuşmalarıdır. Milli kültür böyle çiçeklenecektir !.. Adları sayılamayacak kadar çok milletler, kendi öz kültürlerini böyle meydana çıkaracaklardır. Sonra bunların üstüne enternasyonal kültür kanat gerecektir.." 

   O güne kadar pek adı anılmayan ve Pavloviç'in deyimi ile, zalim kapitalistler ile, gaddar büyük Rus şovenistleri ve "Alman istilacıların emri altında çalışan hayalperest Turancılar"ın pençeleri altında ezilen şu küçük milli, yahut etnik cemaatler, şimdi artık itibar kazanıyorlardı.
   Şevket Süreyya Aydemir, "Suyu Arayan Adam" adlı kitabında şöyle diyor : "Biz, Akdeniz'den Sarıdeniz'e kadar uzanan ve rivayete göre, sayısı yetmiş milyonu aşan insanları hep Türk biliyorduk. Hatta bir düşünüşe göre, bir dil, bir dilek, bir kültür altında birleşecek bu insanların vatanının adı Turan olacaktı. Halbuki Pavloviç'e göre, böyle bir topluluk yoktu. Böyle bir dil de mevcut değildi. Ona göre Turan, fikri bir emperyalizmdi ki, arkasında Alman Genelkurmayı gizliydi. Ve gene Pavloviç'in dediğine göre, bunun, eski Rus şovenizminden bir farkı yoktu.."

   Enver Paşa'nın bir gün, kurultay salonunun bir locasında görünüşü, Doğulu delegeler arasında kaynaşmaya sebep oldu. Paşanın şöhreti Müslüman Doğu'da bir masal, bir efsane halindeydi.. Fakat bu kurultayı düzenleyenlerce, onun burada galiba sadece görünmesi veya şöylece bir gösterilmesi istenmişti ki, ona başkanlık sahnesinde yer verilmemişti. Göründüğü locaya şöylece ve çekinerek sokuldu. Bir köşeye sindi. Bu ise onun aleyhine oldu ve tılsımını bozdu.. Çünkü Doğulunun gözünde "sahip", yahut "hüdavend", ancak tapılacak yerde olduğu, hükmünü yürütebildiği zaman bir güçtür. Put yere düştüğü gün, bütün sihrini kaybeder.. 
   Enver Paşa için de öyle oldu. Onu ilk görüşlerinde sarsılanlar, biraz vakit geçip de, kahramanlarını ihmal edilmiş, yahut da bütün diğer insanlardan biri gibi görünce yadırgamaya başladılar. Bunun için Enver Paşa da gittikçe daha çekingen, hatta daha şaşırmış bir hal aldı. Yüzü sakin olmaktan ziyade somurtkandı. Hele İstanbul'dan gelen ve kendilerini komünist sayan Türkiyeli bir grup onun kongreye delege değil, halk mahkemesi karşısına suçlu olarak çıkarılması lazım geldiğini kongre başkanına kuvvetlice bir ifadeyle hatırlatınca Enver Paşa büsbütün kendi haline terk edilmiş oldu. Kendisine kürsüde konuşması için söz verilmedikten başka hazırladığı nutku, kendisinin okumasına da meydan bırakılmadı. Kürsüye gelen ve komünist sayılan, fakat bir süre sonra karışık bir adam olduğu kanlı bir olayla meydana çıkacak olan biri, elinde tuttuğu bir kağıdı, sanki ona dokunmak istemiyormuş gibi, delegelere doğru uzattı : "Başkanlığa verilen bu yazıyı okuyordum.." diyerek, yarı asık, yarı alaylı bir edayla Enver Paşa'nın tebliğini okudu. Tebliğ okunduğu zaman salonda, alkışlamakla alkışlamamak arasında kararsız bir hava esti. El çırpanlarla el çırpmayanlar birbirlerine baktılar. Sağda solda beliren yarı ürkek alkışlar duraladı, söndü. Sonra salonu soğuk bir hava kapladı. Fakat başkan birden başka bir konuya geçip, sahneye yeni figüranlar sürünce, kalabalık geçen olayı unuttu gitti..
   Enver Paşa'nın tebliği, tebliğ olmaktan ziyade yersiz, gereksiz bir şeydi. Yıkılmış, kararsız bir adamın, kendisine o kadar yabancı bir yerde, hazin ve acınacak bir ifadesiydi. Bu okunan şeyleri, hiç şüphesiz kendisi yazmamıştı. Onu yazanlar da, ya bütün olan biten şeylere karşı anlayışsız, yahut da basit, avare insanlardı. "Batı'nın militarist ve emperyalist devletlerine karşı, Doğu'nun mazlum milletlerinin isyanından", "Fakir ve çile çeken köylülerin haklarından, hükümranlıklarından", bahseden satırların arkasında, Anadolu'nun mağara köyleri, Sarıkamış Dağlarında, Galiçya'da, Arap içinde kaybolan yüz binlerce insanların iskeletleri, dalga dalga ayaklanıyor, homurdanıyor gibiydi.. Bir nevi af dileyişi, bir nevi hizmet arz edişi de anlamsız ve samimiyetsizdi.. 
   Evet, bu yersiz bir sahneye çıkıştı ve büsbütün onun aleyhine oldu...
   Kongre o gün bitmişti. Delegeler dağılacaktı. Zinovyef, Komintern kurmayını toplayarak o gün Moskova'ya dönecekti. Enver Paşa'ya hiç değilse bir haber iletmesi lazımdı. Onu buraya getiren oydu. Buraya getirmeden önce Moskova'da iyi misafir etmişlerdi. Moskova Çayı kenarında eski bir konakta barındırılmıştı. Ziyaretine, Bolşevik ihtilalinin ünlü liderleri geliyordu. Belki de güzel planlar konuşulmuş, düşünülmüştü. Anadolu mu olur, İran mı olur, yoksa Afganistan üzerinden Hindistan mı olur, Asya'da her yönde hesapsız yollar vardı !.. 
   Halbuki, Zinovyef'in hareket saati yaklaştığı halde, şimdi Enver Paşa'ya, kendisi için bir haber gelmiyordu. Hava sinirliydi.. O sırada Cemal Azmi Bey (İttihat ve Terakki'nin ileri gelenlerinden ve İstanbul Polis Müdürü idi. Savaştan sonra iltica ettikleri Almanya'da Ermeniler tarafından öldürüldü)
içeri girdi. Çarşıda, pazarda ne yapıp yapmış, bir miktar sigara tedarik edebilmişti, fakat şu lanet Moskova yolculuğundan hiçbir haber getirmemişti !.
   O sıralarda 42 yaşında olan Enver Paşa'nın bu yolculuğu hesapsız seçtiği kesindi. Artık girdiği yoldan çıkabilmesi bir mucizeye bağlıydı. 
   Aydemir, kitabında şöyle yazıyor  : "Kaderin bizleri ittiği yollar üstünde Enver paşa, o gün belki de hepimizden daha yalnızdı.."                 
  


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder