6 Ağustos 2013 Salı

Uludağ'dan Oylat'a: Dağın Ruhuyla Buluşma

      Tekrar şehre inip de yukarıda hissettiklerini yazmak çok da kolay olmuyor... DAĞ'dayken hissettiğim şeyleri unutmamak için onları cümlelere ve fotoğraflara kodlamaya çalıştım. Şimdiyse tekrar hatırlayıp paylaşmaya çalışacağım...
      Balıklıdere Köyü'nden arkadaşım Fatih'le daha önceden sözleştiğimiz gibi Bursa'da buluştuk. Bizi başlangıç noktasına; Uludağ Oteller bölgesine kadar arabayla getirip, son gün de bitiş noktasından yani Oylat'tan alacaktı. Öyle de oldu. Oteller bölgesine kadar bizi getirdi. Başlangıç noktasına geldiğimizde serin hava, masmavi gökyüzü ve güneş bizi selamladı. Son hazırlıklarımızı tamamlayıp Fatih'le vedalaştık. Artık başlamıştı. Bütün sene hayalini kurduğumuz altı üstü 5 günlük yolculuk için heyecanlı nefesler almaya başlamıştık. İşte başladık dedim içimden, iyi ki başladık... Fotoğraf Sağ baştan: Emre, Hakan, Fatih, Ben(özel isim gibi oldu Ben Jonathan, peki ne için? Dağa çıkmak için Jonathan :) Yüksek irftifadan dolayı bu tarz espriler yapılıyor yazacaktım bi de örnek vereyim dedim :)
      Yürüyüşe başlayacağımız en son otelin önünden yola koyulduk. Yukarı doğru ciddi bir tırmanış bizi bekliyordu. Yürüyüşe direk tırmanışla başlamak, sırtımızdaki ağır çantalarla biraz yorucu geçecek gibiydi. Ama içimizdeki başlangıç heyecanı daha güçlüydü. Zaten ileride çok daha yüksek ve uzun mesafeleri tırmanıp inecektik. Önümüzdeki küçük tepeyi aşıp zirveye doğru giden ana toprak yola çıktık. Ardından patikalaşan yolu takip ettik. Bu sırada zirveye çıkmaya çalışan bir yabancıyla karşılaştık. Biz "merhaba" dedik. O " English" dedi. "Where are you going?" dedi Emre. Ona da "falan filan" dedi. Tamam dedik boşver.  zireveye doğru gitti dönüşünde de karşılaştık. Çantası ve kendisi çok hafif olduğu için bizim yarı süremizde çıkıp inmişti. Bizim zaten çok da zirveyle işimiz yoktu. Biz daha çok gideceğimiz yola bakıyorduk. Dağın en tepesine çıkmak gibi bir derdimiz yoktu.

     İleride erimemiş kar kütleleriyle ve bizi zirveye taşıyacak patika yolla karşılaştık. Etrafta çınlayan keçi çanları eşliğinde sanki bir seramoni içerisinden yukarıya doğru çıktık. En yukarı vardığımızda biraz yorulmuştuk.Biraz mola verip gideceğimiz yerden yani göllerden konuştuk.Etrafta keçi-koyun sürüleri ve onların koruyucuları çoban köpekleri vardı. Bu gezide beni en çok korkutan etken çoban köpekleri...  Mola bitip de yola koyulduğumuzda en yukarıdaki patikaya vardık. Burada yol boyunca bize eşlik edecek ısrarcı rüzgarla da tanışmış olduk.



Yol tam da benim hayal ettiğim gibiydi. Açıklık ve her yer görünüyordu.Sanki GoogleEarth'ten bakar gibiydim ve navigasyonu hiç açma ihtiyacım olmadı. Dağlar önümde çözülmüş bir problem gibi uzanıyordu. Hakan ve Emre'de durumdan memnundu ama yürüyüşe damgasını vuracak olan Hakan'ın botları ilk sinyallerini vermeye başlamıştı. Yolda olumsuz herhangi bir şeyle karşılaşmadık. Zaten (sanırım) dağcıların bırakmış olduğu işaretler, patikaların nereye gittiğini gösteriyordu. Molalarda ise dağın Güney kısmındaki manzarayı izleyip dinleniyorduk. Yol üzerinde kekik türleri hakimdi. Kekiklerin kokuları eşliğinde başka tanımadığımız çiçeklerde gözlerimizi cezbediyordu. Yol bu şekilde sanki güzel bir bahçeye giren taş bir patikaymışcasına ilerliyordu. İleride iki ayrı yakaya ayrıldı ve biz sola girdik. Bu yol göllere gidiyor olmalıydı. Öyle de oldu, geniş bir vadiyi kıyısından aştıktan sonra, bir çanağı andıran tepeliklerin kenarından kilimli gölün tepesine ulaştık.

Bu gezide hiç bir şeyi bu kadar net görebileceğimi beklemiyordum. Sanki bir hazine bulmuş gibi sevindim. Daha önceden bir sürü fotoğrafını görmüştüm ama gerçekten orada olmak, havayı solumak, güneşi hissetmek çok farklıydı.Uçarak inmek istedim göle. Sanki artık her şeyi yapabilirmişim gibiydi.Bir süre gölü izledikten sonra aşağı inmek için patikayı gözlerimizle aradık ama artık çok da ihtiyacımız yoktu. Çünkü taşlarda gezinen keçiler bize ilham kaynağı olmuştu ve artık her yer patikaydı. Bunun yanında ilk köpek seslerini de duyduk. Bize havlıyorlardı. Nedense pek korkamadık. Taşların arasından keçiler gibi inmeye başladık. Köpekler bizi izlerken önümüzde sürdüğümüz bir keçi içli içli melemeye başladı. Dişi olduğunu düşündük. Hakan ve Emre dişi keçinin erkeğinin bize saldırabileceğini söylediler. Gerçekten de arkada bir grup keçi bizi izliyor ve sanki sinsi sinsi peşimizden geliyordu. Sürdüğümüz dişi gibi beyaz ve gri renklerden oluşan erkek keçinin boynuzları çok büyüktü. Yukarıdan bizi tehdit edercesine bakıyordu. Neyse ki hiçbir şey olmadan göle kadar indik. Harika bir yerdi. Hele ki o  yürüyüşten sonra. Kenarları taze çimenlerle süslü, sırtını kayalıklara vermiş ve halen daha erimemiş kar kütlesiyle komşuluk yaparken nazlı nazlı dalgalanıyordu. Bizi dinlendirdi. İçindeki kurbağaları ve böcekleri izledik. Karidese benzeyen bir böcek bizi şaşırttı. Her şey harika gidiyordu.






Devamında göreceğimiz iki büyük göl vardı Kara Göl ve Aynalı Göl. Aynalı Göl son konaklayacağımız yerdi.Keşfetme ruhumuz beslenmeye başlamıştı ve çok açtı. Çantalarımızı alıp Kara Göl'ü bulmak için traktör yolunu takip etmeye başladık. Kısa bir yürüyüşten sonra hemen yolun kenarında belirivermişti. Bu kadar kolay olmasına şaşırmıştım. Meğer, Aynalı Göl yoluna saklanmış yorucu kısım. 


Bu gölün diğerlerine göre daha derin olduğunu okumuştum bir yerlerde. Gerçekten de öyle görünüyordu. Yolumuza devam ettik. İleride yol ikiye ayrılıyordu. Biri sağlam bir bayır çıkıyor diğeri aynı düzlükte devam ediyordu. Gönül düzlükten yanaydı ama harita bayırı işaret ediyordu. Yanımda kağıtlara bastığım küçük notlar ve harita resimleri vardı. Haritayı dinledik ve bayıra vurduk kendimizi. Her türlü bayır çıkma tekniğini deneten bu bayır en az 4 günlük yiyecek, çadırlar, kamp malzemeleri ve kıyafetlerden oluşan ama yine de yetinmeyip üçer litre su taşıyan ağır çantalarımızla birlikte psikolojik bir deneyim haline gelmişti.Yine de en yukarı vardığımızda kamp yapacağımız yeri görmek ve nedense bu gölün diğerlerinden daha güzel görünmesi bütün yorgunluğumuzu aldı.


Hemen aşağı inip keşif yapmaya başladık. Çadırı kuracağımız yeri bulduk. Gölün etrafını dolaştık. Burada bir çeşme olduğunu okumuştum ama etrafta görünmüyordu. Kar kütlesinde biraz şımardıktan sonra gölün diğer tarafına geçtik ve emre bahsettiğin çeşme bu herhalde dedi. İçim rahatladı. Akan bir su olmadığında kamp yapmak bizim  için pek keyifli olmayacaktı. Hemen çeşmenin yanına gittim. Kayaların arasında biriken suyun akacağı yere bir hortum takmışlar ve işte size çeşme. Hani Erikli sularının üzerinde bir resim var ya altında da Uludağ'ın zirvesinden yazıyor, işte sanki oradayım.  Güzellik kelimesinin ilham aldığı ender görüntülerden biriydi. Gölün etrafında tam tur attıktan sonra kamp yerimize geri döndük. Ayakkabılarımızı çıkardığımızda rahatça yere basabiliyorduk. Çünkü zemin taze çimenlerden ve çiçeklerden oluşuyordu.


















Yürüyüş sonrası güzel bir dinlenme yeri yakalamıştık. Yemeğimizi yedik. Bu sırada her şey güneşle orantılıydı. Çünkü hava çok serindi. Gölgenin başladığı yerler bana mont giydirdi. Kamp yeri tamamen gölge altında kalınca mecburen çadıra girdik. Çünkü dışarıda yakacağımız bir şey yoktu. Öylece yattık. Gece bir ara yıldızlara bakabilmek için kalktım. Bu gezide en çok görmek istediğim şeylerden biriydi. 2-3 dakikalığına çadırdan çıkıp gökyüzüne bakabildim. Etraf çok soğuktu ama yıldızlar beni çadıra girmekten alıkoyuyordu. Bu sırada kapısını açık bıraktığım çadırdan hakan bana bir kaç takım yıldızından bahsetti, büyük ihtimalle ben başka takımları onun söylediği takımlara benzeterek izledim ve hemen girip çadıra yattım. Soğuk ne kadar tehdit etse de çadırın içinde çok üşümedik. Sabah olup da güneş ışığını gördüğümde dışarı çıktım. Dışarısı soğuktu. Güneş vuran yerlere doğru koştum. Biraz ısındım. Gidip çeşmeden su aldım. Bu sırada Hakan ve Emre uyku tulumlarıyla çadırdan dışarı çıktılar.Soğuk vardı ama çok güzel bir sabahtı. Gökyüzü gerçekten maviydi. Çocukların resimlerindeki gibi. Kahvaltımızı yaptıktan sonra Tekrar sırta çıkmak için yol kararlaştırdık. Zaten daha önceden gelen dağcıların yürüdüğü yolun yerini biliyordum. Bizde o yamacı kullandık. Göründüğünden kolay oldu ve tekrar sırtı yakaladık.  Bu gün eğer her şey yolunda giderse yolun Uludağ kısmını bitirecektik.

 Daha önceden çıktığımız Çataldağın silik görüntüsü, oradan baktığımızda Uludağ'ı görüşümüzü hatırlattı. Heyecanlanmıştık. Şimdi ise başarmanın sevincini yaşıyordum.


Sırta çıktığımızda güney kısmının manzarası devam ediyordu. Biraz ileride ise bizi koca bir keçi-koyun sürüsü karşıladı. Köpekler tehditkardı. Çobanlar bize sürüye uzak yürümemizi bağırdılar.  Bizde iyice yukarı tırmanıp çobanların yaklaşmasını bekledik. Sonra çobanların yanına gidip biraz konuştuk. Büyükdeliler Köyü' ndenlermiş. Bize çok iyi davrandılar ve yol hakkında bilgi verdiler. Yolumuza patikadan devam ettik. Hızlı yol alıyorduk. İleride yol tamamen kayalığa ve çift taraflı bir uçuruma dönüştü. Yolun en zevkli yanlarından biriydi. Havayı burnumu yakana kadar içime çekip, süzülen kuşlara bakıyordum. Nefes alırken bir yandan da çiçek kokularını hissetme keyfini yaşamak bir yandan da iki taraftaki manzaraya bakmak yolu  muhteşem bir hale getirmişti. Kayalıkların iyice daraldığı yerlerde sanki biz de uçuyor gibiydik. Ah o çiçek kokuları, onlar için başka bir yazı yazsam bile anlatmakla bitmez. Ne eksik ne fazla tam da insanı kandırmak için yeteri kadar kokan ve sırtımdaki koca çantayla yerlere yatıp koklamaya çalışmamı sağlayan o çiçekler. Beyaz taşların aralarından etrafı rengarenk yapan, çeşitli uçan hayvan türünü kendini aşık etmek için yarışan o dağ çiçekleri. Onları görmek için oralara çıkmaya değer olduğunu hissettirecek kadar iyilerdi bence.




Bir fotoğraf çekmek için biraz geride kalmıştım. Burada rüzgar da sesini kısmıştı. Emre ve Hakan'ın ayak sesleri duyuluyordu. Sanki artık ben yoktum ve onlar öylece yürüyüp gidiyordu. Arkalarından öylece bakıyordum. Sanki dağ olmuştum ve etraftaki her şeyi hissediyordum. Oradaki her şeyle ilgiliydim. Ama sessiz ve hissizmişim gibi öylece durup yalnızca dinliyordum...
















Dik kayalıklar biterken işaret taşlarından birine not bıraktım. Belki oradan geçen biri bulur da iletişime geçeriz diye. Sanırım ben de orada olduğumuza dair bir işret bırakmak istemiştim küçük bir kağıda yazdığım notla. Bilmiyorum o hava koşullarında yaşayabilir mi o not. Neyse köprü görünümü olan kayalıklardan artık inişe geçmiştik ve  Uludağ artık bitiyordu. Ama bu beklediğimizden biraz erken oldu. Ve biz yürümeye devam etme kararı aldık.Uludağ artık bitmişti.Artık çok ilerde görünen Allı kaya vardı yeni  hedef oydu. Bayağı bir iniş yaptıktan sonra yumaklı yaylayı bulduk ve devam ettik. Ardından gelen tepeyi tırmanmak yerine kenarından dolandık. Sonra yine sırta çıktık ancak sırttaki bitki örtüsü ardıçlardan oluşuyordu ve yürümeyi zorlaştırıyordu. uzun bir süre yürüdükten sonra tekrar bir inişe geçtik. Aşağıda yalak ve çeşme vardı. Çeşmeler her zaman içimizi rahatlatıcı yerlerdi.







Çeşmede biraz dinlendikten sonra önümüzdeki yamacı ormandan yürümeyi teklif etti Hakan. İki gündür sırttan yürüyorduk ve neredeyse hiç bir ağaca yaklaşmamıştık bile. Yolu karıştırma endişesiyle çok istemesem de kabul etmek zorunda kaldım. Bir iki patika denemesinden sonra bir tanesinden daldık ormana ve yürüdük. 3-4 km. ilerledikten sonra atların otladığı bir açıklıkla karşılaştık ve tekrar sırta tırmandık. Yine zemini kaplayan ardıçlar işi zorlaştırıyordu.




 İndiğimiz yerler yani Uludağ bayağı bir gerimizde kaldı. Artık kamp yapacağımız uygun bir yer aramaya başlamıştık ve haritada görünen Turgutalp köyü yaylası bildiğimiz tek umudumuzdu. Çalılardan yola devam ettik ve ileride vadide yayla göründü. İnsek mi inmesek mi; köpekler,insanlar, hayvanlar derken durumu bayağı bir irdeledik. İyi ki de inmemişiz. Daha biz çok yukarılardayken, ta karşı yamaçtaki bir sürünün köpekleri bize doğru havlayarak koşmaya başladı. Bize kadar gelmeleri pek mümkün görünmüyordu ama köpekler de durmadan koşuyorlardı. Kısa bir süre sonra bizim durduğumuz yamacın sonuna kadar geldiler ve koşma sırası bize gelmişti. Artık bittik yürümeyelim diyen ağızlarımız koşarken aldığımız nefeslerle kupkuru olmuş konuşamaz hale gelmiştik. Aşağıda 4-5 tane inatçı köpek bize Büyükdeliler köyünden olan ilk gördüğümüz çobanın söylediklerini hatırlatıyordu " Geçen gün böyle şortlu bir adama saldırırken zor yakaladım bizim köpeği, az daha adamın bi tarafını koparacaktı" Koşuyoruz dediysem ortada yol yok düzlük yok. Normalden hızlı hareket etmeye çalışıyoruz işte. Öyle böyle derken zar zor kendimizi attık sırta. Köpeklerin görüş açısından da kurtulduk. Biraz panik de yapmıştık. Şimdi hem biraz uzaklaşmamız hem de kamp alanı bulmamız gerekiyordu. Ayrıca kamp alanımıza bu sürünün ne zaman geleceği de bizim için belli değildi. Ya köpekler çobandan çok önce bizim kahvaltından hemen sonra gelirlerseydi?  Yaylanın olduğu vadiyi geçtik sonra bir vadi daha geçtik aradığımız gibi bir yer bulamıyorduk ve bir kayalığın üzerinde biraz dinlenmek üzere oturduk. Suyumuz azalıyordu. Ağızlarımız kuruyordu. Kayaların üstünde kamp yapmayı bile düşündük. Asgari şartlar sağlansa yeterdi. Sonra uzakta bir sürü ve çoban gördük. El salladık, o da bize el salladı ve biraz yaklaştı. Ben çantamı bırakıp adamın yanına gittim ve konuştum. Bana orada heryerin su ve çeşme olduğunu söyledi. Gerçekten de adama doğru giderken geçtiğim otluklarda ayakkabılarım ıslanmıştı. Meğer o otluklar suyun habercisiymiş ve mutlaka bulundukları yerde su olurmuş. Sonra bize iyi bir kamp alanı ve çeşme göstereceğini söyledi. Ben yine Hakan ve Emre'nin yanına döndüm. Çantaları alıp Çoban'ı takip ettik. Önümüze çıkan koca tavşandan bahsettik hayvanlardan falan konuştuk ve derken kamp alanına ve çeşmeye geldik. Burası az önce gördüğümüz otluğun büyük bir alanı kapladığı aşağısında ormanların ve köy manzaralarının bulunduğu bir çeşme başıydı. İlk baş anlayamasam da o köpeklerin bizi kovalayarak ne kadar güzel bir yere gelmemizi sağladıklarını sonradan hissettim. Acaba köpekler dost muydu düşman mıydı? Yoksa hepsinin dışında bir güç yolumuzu düzenliyor muydu? Bilemiyorum..











Gece ateş yakabilmek, köyleri ve yıldızları izleyebilmek, buz gibi sudan içmek...  Bu kadarını hayal bile etmemiştim. Sabah kalktık, Bu gün varmamız gereken noktaya çok yolumuz yoktu. Boğazova. Yine sırttan devam ettik ve ileride Tepel yangın kulesi görünüyordu.Yakınlarında da haritada görünmeyen sayalar. Hakan artık terlikle yürümeye başlamıştı. Uludağdan-Oylat'a ilk yürüyenler bizler değildik ama sanrım bunu terlikle yapan daha önceden olmamıştır. Hakan terliklerle en iyi bottan daha rahatmış gibi yürüyordu yada bize öyle geliyordu. Zira ileride bizim botlarla zorlandığımız yerleri o terlikle geçecekti.Hala şaşırıyorum. Çok geçmeden kuleye giden yolu bulduk. Bu sırada iklimden ve yükseltiden etkilendiğini düşündüğümüz ağaçlarla karşılaştık. Bonzailer gibi büyümüş ama küçük kalmışlardı. Çok yaşlı oldukları belliydi ama şekilleri minyatür gibiydi. Bize buı dağlarda dikkat etmemiz gerektiğini anlatır gibiydiler. Hava çok güzel gidiyordu ama ağaçlara bunu yapan bir havaya çok da güvenilmemeliydi. Yürüdk ve sayalara vardık. Yolda önümüze köpekler çıksa da hareketleri tehditkar değildi. Buraya yeni yapılan sayaların sahipleri su tutmak için kazı yapıyorlardı. Sayalara yaklaştığımızda seslendik ve bir bayan sesimize cevap verdi. Biraz konuştuk yolumuzu anlattık. Sonra peynir satın almak istediğimizi söyledik. Bende satacak kadar yok dedi. Ama ben vereyim size biraz dedi. O kadar çok peynir getirdi ki belki parayla almaya kalksak o kadar peynir alamazdık. Bize oralarda daha önceden kalıp hastalanan bir bayandan bahsetti ve vedalaştık. Kuleye doğru yürüdük ve vardık. Tepel yangın  kulesi kullanım dışıydı. Ağaçta bulduğum bir tülbenti belki gece kafama takarım diye aldım. Kim bilir kim niye asmıştı. Kulenin orada biraz dinlendik ve inişe geçtik. Ormana giren iniş yolu çok dik iniyordu. Bazen inişler çıkışlardan daha zor oluyordu. Çeşitli ağaçların arasından yola devam ettik. Sanki yol beklediğimizden uzun sürmüştü ve bizde dünkü yorucu yürüyüşün yorgunluğundan kurtulamamıştık. Küçük zararsız ama çok kalabalık sinekler, değişik renklerde ve rüzgarda dans eden çiçekler ve en önemlisi yaşlı ve uzun çam ağaçları arasından köye doğru uzandık...















Köye vardığımızda zengin bahçelerle ve güzel evlerle karşılaştık. Sonra evler biraz da lüksleşti. Eskiden yayla olan bu yerin orman arazisi vasfından çıkarılmasıyla yerleşim yeri olduğunu bakkal sahibinden öğrendik. Derdimizi anlattıktan sonra yarın Allıkaya'ya çıkacağımızdan bahsettik ve yolu bilen birisi var mı diye sorduk. Oda Süleyman diye bi amcadan bahsetti. O daha önceden jiple oylata kadar gitti dedi. Tarif ettiği gibi köyün aşağısına inip Süleyman amcayı sorduk. Gösterdiler. Bizi çok iyi karşıladı. Tavırlarından doğasever biri olduğu belliydi. Yanında daha yaşlı bir amcayla geziyordu. Daha önceden 8-10 defa oradan oylata gitmiş. İşimizin zor ve maceralı olacağını söyledi. Biz yürüdüğümüz için aslında çok da yola ihtiyacımız yoktu ama yine de o araç yollarını tarif etti. Ben de ona kendi çizdiğim yolu gösterdim. Sonra Yörük Mezarı noktasında anlaştık. Dedim ben oradan yolu bulurum. Tamam dedi. Nerede kamp yapabileceğimizi sorduk, istediğiniz yerde yapın "orman sizin" dedi. Bu sözü ilk defa duymuştum ve çok hoşuma gitmişti.Biz ormadan hiç birşye istemediğimiz halde ve ona hiç bir zarar vermediğimiz halde hep ormanla korkutulduk: "yakarsınız, burası park, vahşi hayvan var, kaybolursunuz." iyi de biz bunları yapmamayı evde bilgisayar başında öğrenemeyiz ki. Bunları öğrenmeden ormandan, dağdan, bayırdan,hayvandan uzak; şehir hayatının olabildiğince zararlarına maruz kalmasına rağmen kendisini güvende hisseden bir nesi olduk. Bizi kimseler bundan korumaya çalışmazken, bizi ormandan- ormanı bizden korumaya çalışan insanlardan çok sıkılmıştık. Ne okulda ne de başka bir yerde bunun eğitimini almadık. Mutlaka bu eğitimi veren kurumlar var ama kaç şanslı insan bunlardan geçiyor. Buna zaman ayırabiliyor. Hayatımızın devamlılığını sağlayan doğayı tanımamız ve  özümsememiz, onunla bilikte uyum içinde yaşamamız için kaç alternatifimiz var. Biz en basit ve belki de en zorunu seçtik. Direk uygulama. Belki de bu yüzden Süleyman Amca'nın lafı çok hoşuma gitmişti. "Orman sizin"   Biz ne ihtiyacımızdan fazla ağaç kesip ormanı zayıflattık, ne yer açmak için ormanı yaktık, ne ormana girenlerden para istedik. Biz sadece doğal hakkımız olan doğayla başbaşa kalmayı istedik...
  
.Sabah olduğunda işler biraz değişti. Gece de hafif bulutlu olan hava kabus gibi Allıkaya'yı kapatmış sanki gelmeyin diyordu. Hele kuzey tarafı simsiyahtı. Bazen gökyüzünde küçük mavilikler görsek de durum çok vahimdi ve yağmur için B planımız yoktu. A planımız ise hiç olmamıştı.Bütün bunların dışında Boğazova bizim sigorta noktamızdı. Yani bize bir şey olursa yada işler yolunda gitmezse Fatih gelip bizi buradan alabilirdi. Zaten Hakan terlikle yürüyor ayakları yara içindeydi. 1000 metrelik bir tırmanış yaptıktan sonra nasıl bir arazide yürüyüş yapacağımızı da bilmiyordum. Herşey kötüydü yani. Fatih'i aramayı teklif ettim. Emre çekimser Hakan ret oyu verdi. Bu sırada bastıran hafif bir yağmuru eşya çadırını çantalara örterek atlatmamız bizi cesaretlendirdi. Hani bir B planı gibi geldi bize. Hava da biraz açılır gibi yapınca yürümeye karar verdik. Önce köye ardından da ormana daldık. Tırmanış güzeldi. Hava o kadar sıcak oldu ki iyi ki Fatih'i aramamışız gibi şeyler geçiriyordum içimden ama aşağıdayken de çok haklıymışım gibi geliyordu. Kafam karışmış gibiydi. Doğru ve yanlış bu kadar kolay karışmamalıydı. Güzel ve sıcak bir yürüyüşten sonra aradığımız açıklığa, çeşmeye ve yörük mezarına ulaştık. Zirveye de çok yaklaşmış görünüyorduk.










Yarım saat kadar çeşmenin orada dinlendik. Manzara ve su güzeldi. Karşıdaki dağlar bulutlu da olsa hava güzel gidiyordu. Ama bu çok sürmedi. Duman peşimize takılmıştı bir kere ve artık kovalamaca başlamıştı. Çantalarımızı alıp zirvedeki kayalığı kuzeydoğuya doğru aşmaya başladık. Bu sırada duman sanki rüzgarın bedeni olmuş hızlı bir at gibi etrafımızda koşuşturuyordu. İlerledik. İlk kaya kütlesi bitiminde bir vadi vardı. Oraya vardığımızda bir sürüyle karşılaştık köpekleri havlayınca oturmak zorunda kaldık zaten bir molaya da ihtiyacımız vardı. bu sırada başlayan yağmura yine örtünme yöntemiyle karşılık verdik.İşe yaradı gibi. Tekrar yola koyulduk. Önümüzdeki kaya bloğu tırmandık sırttan gidecektik işte buradan sonra duman her yanımızı sardı ve bizi o gün bir daha hiç bırakmadı.








Etraf doğru düzgün görünmediği için yön kabiliyetimiz iyice azaldı. Navigasyondan yardım almaya başladık o da pek inandırıcı gelmiyordu. Bayağı bir tersim dönmüş. İkinci kaya bloğunu da aştıktan sonra iyice çalılığa dönen rotamız çekilmez bir hal aldı. Etraf görünmüyor sanki bir bulutun içinde çırpınıp duruyorduk. Hem fiziksel hem psikolojik olarak ciddi bir sınanma içindeydik. O an orada dursak hiç bir şey yapamazdık tek yapmamız gereken şey yürümekti.Navigasyonda görünen bir açıklık vardı, yayla gibi bir yer oraya yaklaştık. Hava da biraz açılmıştı. İleri de iki sürü vardı bunlardan biri köpekliydi ve köpek yine bize havlamaya başlamıştı. Bütün bunların üzerine bir de köpekle muhattap olmak istemiyorduk. Çobana seslendik. Sanki umrunda değilmiş gibi davranıyordu. Sonra biraz yaklaştı ve gelin diye bağırdı ama köpek de bize doğru geliyordu. Kime inanmalıydık? Çobana mı köpeğe mi? İkisine de inanmadık biraz bekledik. Çoban yaklaşınca Hakan yürümeye başladı ve takip ettik. Çobanın yanına vardık durumu anlattık. Duman olmasa heryerin görüneceğini söyledi ama duman olduğu için yol tarifinin de biraz zor olduğunu söyledi. Ben kendi çizdiğim yoldan bahsettim orası yol değil kayalık dedi. Ordan koyunlar bile birbirlerini öldürüyor ordan gitmeyin zaten aşağıdaki orman da olmaz orası da ayı-domuz yatağı dedi. En iyisi siz sırttan yürüyün dedi. Emre orada kalmayı teklif etti ama Hakan'la ben kabul etmedik. Ne kadar yürürsek kar diye düşünüyorduk. Sonuçta o gün o dağa çıktıysak o yolu yürüyecektik. Herşeyi göze almıştık. Sırta çıktık ama ne sırt.Bir sırt bitiyor öbür sırt başlıyor. Duman artıyor 2 metre ötesi görünmüyor. Çıkıyoruz iniyoruz. Saçmalıyoruz. Yürüyoruz yürüyoruz tak karşımıza bir uçurum çıkıyor. Kabus gibi. Hiç bir şey belli değil. Çok yavaşız. Sırttan iniyoruz tekrar çıkıyoruz.Saçmalıyoruz. Bu sırada bulduğumuz ahududu ve yaban çilekleri biraz moral veriyor. Sonra navigasyondan yerimize bakıp değerlendirme yapıyoruz. Yürümekten başka çare yok. Bir açıklık bulmayı hayal ediyoruz. Uzun iniş çıkışlar ardından bir yola çıkıyoruz. Traktör yolu. Yol öyle bir duman altında ki sanki ölüme gidiyoruz hiç birşey görünmüyor...

Ardından bir çeşme ve bir otlak bulduk. Emre kamp yapalım dedi ama saat 5'ti. Bir saat daha yürüyebilirdik. Hakan ve ben yürümeyi istedik. Hem burası hayvanların geçiş yeriydi ve rahat olamayacaktık.Emre'de böyle bir fırsatı daha sonra bulamayız diye kaygılanıyordu.Çadırı şimdi kurarsak da rüzgar ve soğukla erkenden savaşmaya başlamak zorunda kalacaktık. Bir sürü soru işareti, bilinmezlikler ve işte DAĞ'ın karanlık yüzü ve aslında daha bize dönmemişti bile ama biz delirmek üzereydik sanki. Sonra yürümeyi seçtik. 500 metre sonra hava iyice çöktü ve neredeyse karanlık oldu. Hafif yağmur atmaya başladı. Durumumuz iyi değildi. Biraz ardıç kökü bulup yakarız umuduyla çeşmenin oraya geri döndük. Tam da o sırada yağmur hızlandı Çadırı kurduk çantaları içine attık. Bu sırada ıslanıyorduk. Sanki aramızda bizden küçük bir çocuk varmış da onu kurtarmaya çalışıyormuş gibi telaşlıydık ve kendimi düşünmeden uğraşıyorduk oysaki ıslanan bizdik kurtarmaya çalıştığımız ise çok korkmuş telaşımızdı. Çadırı kurup kendimizi içine attık. Çadır olduğundan dardı ve leş gibiydik. Kendimizi teselli edecek şeyler bulmaya çalışıyorduk. Kuru bir tişört yada bir eşofman altı. Vücudumuz daha sıcaktı ama birazdan üşüyeceğimizi biliyordum. Çünkü kulaklarım yanıyordu. Öyle de olmaya yavaş yavaş üşümeye başladık. Belki yanımızdaki ocağı yakıp ısınırız diye düşündük. Bu sırada koyunların boynuna takılan çanları duyduk. Bu zaman kadar bizi korkutan çanlar, bu sefer değişik bir şey hissettiriyordu. Merak. Korkuyu ve umudu büyütmüş iki çocuk annesi genç bir merak. Çobana seslendik. Belli belirsiz bir ses geldi. Bekledik. Yaklaştı. Merak çocuklarını avutuyor, konuşmamalarını öğütlüyordu.Sonra merak çadırın kapısın açtı ve ilk önce umudu yolladı çobanla konuşması için. Umut yardım istedi çobandan ama çoban gidin ormanda kalın gibi şeyler söyledi. Bu sırada korku oturduğu yerden kalkmış annesine çağır şunu tek yaptığı insanları hayal kırıklığına uğratmak dedi. Merak ilk defa sabırla bekledi. Umut çobana ısrar etti ve çobanın sözlerinden kendisi gibi bir kaç küçük çocukla geri döndü. Bunlar; kulube, bizimle gelin, çadırı toplayın gibi isimlere sahip küçük tatlı çocuklardı. Korku bunların arasında oturmaya devam etti. Çadırı toplayıp sırılsıklam bir şekilde çobanın peşine düştük. Aslında üç çoban vardı aynı yere giden ama bir tanesini görmüştüm. Devam ettik yolda sisler arasında görünen çeşmeler sanki gizli bir kapıdan farklı bir dünyaya geçiş yapıyormuşuz gibi hissettirdi. Sonunda obaya vardık. Geçin Soba yanıyordur ısınnın dedi çoban. Eşyalarımızı bir kulübeye bırakıp sobanın olduğu yere girdik. Gözüm pek birşey görmedi direk sobanın karşısına oturup eşyalarımı kurutmaya başladım. Bu sırada Korku, diğer çocukların yanından kalkıp gitti. Herşey yavaş yavaş düzeliyordu. Kabus güzel bir rüyaya dönüşüyordu. Durduğumuz yer Yusuf abinin Sarıçayır'daki çadırıydı. Onun gibi hanımlarıyla kalan 2 çoban daha vardı Mustafa ve İsmail abi. Yani burası bir obaydı ve bütün bu kişilerin hepsi Düvenli köyündendi. Bizi misafir ettiler. Yemek yedirdiler, çay içirdiler ve bilmediğimiz bir çok şeyi öğreten konularda sohbetler ettiler. Böyle bir yakınlığı ve böyle bir geceyi para yada başka birşeyle bulmazdık. Hepsini başa alırsak verdiğimiz kararlar ne doğru ne de yanlıştı. Hepsi bir zincirin parçaları gibi bizi ağır ağır oraya taşıdı ve inanılmaz bir zamanlamayla onların bizi bulmasını sağladı. Ve eğer biz oraya çok parası olan kişiler olup helikopterle yada jiple inip o insanlarla birşeyler paylaşmaya kalksaydık hiç birşey de paylaşamayacaktık. Çünkü bize aynı gözle bakamayacaklardı. İşte o dumanların arasından bize açılan o gizli kapının anahtarı belki de bütün bir DAĞ'ın bize armağanıydı. O güzel insanların yaşamına dair birkaç parça birşeyler öğrenebilmek onlarla bir  geceyi ve bir sabahı geçirebilmek bizim için farklı bir dünyaya açılan bir kapıydı. Gece güzel bir uyku çektik. Sabah gökyüzü masmaviydi ve güneş içimizi ısıtıyordu. İsmail abi kahvaltı hazırlandığını söyledi. Onun çadıra gittik. Tereyağ, grema,kiraz reçeli, peynir hepsi kendi ürünleri. Bizi güzelce doyurdular hem karnımızı hem kalbimizi. Sonra yine yola çıktık Hakan'ın telefonundaki uyarı melodisi gibi.


Keçiler ve koyunlarla bir süre ilerledik. Bu sırada korktuğumuz köpekler etrafımızda neden korkuyordunuz der gibi oynayıp duruyorlardı.














  Yusuf Abi'nin anlattığı yoldan girdik ormana ve devam ettik. Orman en sevdiğim halindeydi. Nemli ve serin. Güzel bir yolculuk yaptık vadinin yamacından. Ölü ağaçlara ve mantarlara baktık.Yusuf abi'lerle yaptığımız "mahluklar ve canavarlar" sohbetlerinden aklımızda kalanları konuştuk. Sonra yola çıktık. Artık yürüyüşümüz dereboyundan yol üzeri olacaktı. İleride yolu biraz şaşırıp yolu kaybettik. Tekrar aşağı inmemiz gerekiyordu.Navigasyonda görünen patikadan aşağı doğru sallandık. Benim kafamda ana yolu bulmak var ve yaklaşık 200 metre kalmış. O sırada bir kamyon sesi duydum. Hani "tısss" diye bir ses çıkarırlar ya. Ama öncesindeki hırıltıyı anlyamadım.tam devam edecektim Hakan'la Emre dur der gibi birşeyler söyledi. Bu ne falan? Emre yüksek bir ses çıkardı ve kamyon sesine benzeyen sesi yine duydum ama kamyon olmadığını da anladım.Çünkü artık geldiğimiz patikadan yukarı koşarak kaçıyorduk. Altımızda ses çıkaran şey de Mahlukmuş yani Ayı. Emre ve Hakan kafasını gördü ben bişey göremedim. Sonunda muradımıza ermiştik. Yukarı çıkıp başka yoldan devam ettik.Artık saadet köyüne de yaklaşıyorduk. Güzel orman yollarından yürüdük. Büyük bir baykuş gördük. Bikaç balıkçıdan derede kırmızı benekli alabalık olduğunu öğrendik. Köye yaklaştığımızda böğürtlenler bizi neşelendirdi ve köye girdik. Bi kaç yaşlı amca geldiğimiz yeri falan sordu. Bi tanesi ona saldıran ayıdan bahsetti. Bayağı yorulduğumuzu hissediyorduk. Fatih'i aradım o da biz de tam zamanında olmamız gereken yere varmıştık. Fatih gelip bizi aldı. Gidip biraz Oylat'a baktık ardından mağaralara indik. Ben daha önceden girdiğim için Hakan Emre ve Fatih'i dışarıda bekledim ve oturduğum yerden yürüdüğümüz yollara, ağaçlara, dağlara, tepelere, göllere,kayalara,çiçeklere vs. bir daha başka bir DAĞ'da buluşmak için veda ettim. Belki biraz abartıyormuşum gibi gelebilir. Evet biz Everest'e tırmanmadık ama içimizdeki bir çok Everest'i aştık.



















   


İlham kaynağımız Salih ARIT'a teşekkürler.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder