Uğur MUMCU yarım kalmış olan bu son kitabında, kanlı terör örgütü başı ÖCALAN’ın hiç de parlak ve kahramanca bir özgeçmişe sahip olmadığını kanıtlıyor. Sonraki bölümlerde ise Cumhuriyet’in ilk yıllarında Kürt kökenli ayrılıkçı terörün durumunu ve alınan önlemleri, dönemin üst düzey yöneticilerinin anekdotları ile açıklamaya çalışıyor.12 Mart sürecinin ilk ve en fırtınalı günlerinden birinde, 31 Mart 1971 tarihinde Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi (SBF)'nde bir gösteri yapılmakta ve “Şafak Bildirisi” adlı bir bildiri dağıtılmaktadır. Gösterinin sebebi Tokat’ın Niksar İlçesi Kızıldere Köyü’nde Mahir ÇAYAN ve 9 arkadaşının güvenlik güçlerince öldürülmüş olmasıdır. “Şafak Bildirisi” ise; Ankara Hukuk Fakültesi Kamu Hukuku Asistanı Doğu PERİNÇEK’in liderliğindeki “Türkiye İhtilalci Komunist Partisi” tarafından yayınlanan bir bildiridir. Gösteriye katılanlar arasında, o sıralarda SBF öğrencisi olan Abdullah ÖCALAN da vardır. Bu husus daha sonra, kendisini toplantı sırasında, yumruğunu kaldırmış slogan atarken gördüklerini söyleyen şahit ifadeleriyle de sabit olacaktır. Abdullah ÖCALAN gözaltına alınır, tutuklanır ve Sıkıyönetim Mahkemesine çıkarılır. ÖCALAN, tutuklular arasında en uysal kişidir, hiç de devrimci ve önder görünüme sahip bir kişiliği bulunmamaktadır. İddianamede, Öcalan'ın Şafak Bildirisi'ni dağıtmak suçundan TCK 142. ve 159., ayrıca 311. ve 312. maddelerinden cezalandırılması istenmektedir. Davanın savcısı, o dönemler aralarında yazdığı “Anayasa'ya Giriş” adlı ders kitabından yargılanmış olan Prof. Mümtaz Soysal'ın da bulunduğu, ünlü kişileri mahkum ettiren dönemin simgelerinden biri haline gelmiş olan Baki TUĞ'dur. Ancak Savcı görüşünü değiştirecek ve ÖCALAN’ın “Şafak Bildirisini dağıtmak suçundan aklanmasını, boykota katılmak suçundan cezalandırılmasını isteyecektir. Esas hakkında mütalaasında, bildiri dağıtanların Metin YALÇIN ve Ramazan ÖZCAN olduğunu "Abdullah ÖCALAN'ın bildiri dağıttığı yolunda herhangi bir delil olmadığını" ileri sürer ve Apo'nun bu fiilden aklanıp, sadece 1402 sayılı Sıkıyönetim Yasası'nın 16/1 maddesi gereğince boykota katılmaktan üç ay hapis cezasına çarptırılmasını ister, Mahkeme de bu isteğe uyar. Abdullah ÖCALAN'a, bu suçtan üç ay yattıktan sonra, daha önce yaptığı müracaata uygun olarak, 1 Aralık 1971 günü burs da bağlanır.
Bu arada ÖCALAN'ın öğrencisi olduğu SBF Yönetim Kurulu tarafından, hakkında grubun elebaşısı olduğu ve boykotta büyük çabası görüldüğü yolunda bir tutanak olduğu halde, Apo'ya sadece ihtar cezası verilmiş, öbür öğrenciler 15 gün okuldan uzaklaştırılmıştır. Eğer Apo da okuldan uzaklaştırma cezası alsaydı, ne bursu bağlanabilir, ne de askerliği ertelenebilirdi.
ÖCALAN, Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü’ndeki görevinden 1971 yılı Kasım ayında ayrılmıştı. Ayrılma nedenini de Genel Müdürlüğe “yüksek öğrenime devam etmek” olarak bildirmişti. Muhafazakar görüşleri Diyarbakır’da değişmişti. Artık solcuydu, Marksizme ilgi duyuyor, eline ne geçerse okuyordu. Bir yolunu Bulup İstanbul Bakırköy Tapulama Müdürlüğü’ne atanmış, üniversite giriş sınavında İstanbul Hukuk Fakültesi’ni kazanmıştı. 1971‘de yatay geçişle Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne girmiş, öğrenimi süresince 1971-1974 yılları arasında bursu kesintisiz ödenmiştir. Bakanlık bursu devamsızlık nedeniyle 1975’de kesilmiş, Öğrencilikle ilişkisinin kesilmesi ise 1984 yılını bulmuştur.
Öcalan SBF’de “Çayancı” olarak adlandırılan öğrenciler arasındaydı. Silahlı eylemleri kurtuluş için tek yol olarak gören Mahir ÇAYAN’ın düşüncelerini benimsiyordu. Öncü savaşı ve silahlı propaganda olmadan devrim yapılamazdı. Bunlar için bir de parti kurmak gerekiyordu, tıpkı Mahir ÇAYAN gibi...
1973 yılında bir bahar günü birkaç arkadaşıyla birlikte Ankara Çubuk Barajı’na gidiyor ve parti kurup gerilla yöntemleri ile ayaklanma hazırlamak gerektiğini anlatıyor ve PKK’nın temellerini atıyordu. Öcalan 1978’de Gazi Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu öğrencisi Kesire YILDIRIM ile evlendi. Kesire YILDIRIM, devlet yanlısı ve CHP’li olarak tanınan ve Dersim Ayaklanmasında Korgeneral Abdullah ALPDOĞAN ile sık sık görüşen Ali YILDIRIM’ın kızıydı.
Yazarımız, burada Ali YILDIRIM’ın kim olduğunu anlamak için Dersim (Tunceli)’in 1920 yıllarına kadar gidiyor.
Hoybun Örgütü
Şeyh Sait Ayaklanmasından sonra yurt dışına kaçan Kürt ileri gelenleri, 1927 yılında Suriye’de “Kürt Milli Genel Kurultay’ı” toplamışlardı. Toplantıya, Kürt Teali Cemiyeti, Kürt Teşkilatı İçtimaiye, Kürt Millet Fırkası, ve Kürt Ulusal Birliği adlı dört Kürt örgütünün temsilcileri katılmıştı.
“Hoybun” örgütünün temeli bu toplantıda atıldı. Bu ihtilalci örgüt, Lübnan’ın Bihamedun Merkezi’nde kurulmuş, kurulmasını müteakip Ermeniler ile de sıkı dayanışma içerisine girmiş, Ağrı ayaklanmasını başlatmıştır. Üç yıl süren Ağrı ayaklanması General Salih OMURTAK’ın yönettiği harekat neticesinde bastırılmış, ayaklanma liderlerinin bir kısmı öldürülmüştür. Ağrı ayaklanmasının bastırıldığı bugünlerde Dersim için için kaynıyordu. Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey 2 Şubat 1926 günü İçişleri Bakanlığı’na verdiği raporda olacakları sezmiş gibiydi. Hamdi Bey’e göre okul açmak, yol yapmak, fabrikalar kurmak, uygarlaşma yoluyla sorunun çözüleceğine inanmak hayaldi. Hamdi Bey’e göre Dersim Cumhuriyet için çıbandı ve bir ameliyata ihtiyacı vardı. Şu sözler durumu çok güzel özetliyordu. ”Cehaletin, geçim darlığının, iç ve dış aldatmaların, kürtlük eğilimlerinin, son irtica hareketinin tedipten doğan intikam hislerinin, dini ve ictimai devrimler vesilesiyle kara güçlerin uyandırdığı kötü telkinlerin etkisi altında avam halk; reis, şeyh, bey ve ağanın esir ve oyuncağıdır. Şekavet bunların kışkırtması ile olmaktadır.”
Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak da Dersim olayı ile yakından ilgilenmekteydi, Dersim Olayı ile ilgili bütün raporlar kendisine sunulmaktaydı. Kendisi bu konudaki görüşlerini şöyle özetliyordu. “Dersim asırlarca nüfuz edilememiş, hükümete önemli sorunlar çıkarmış, eşkiyalığı alışkanlık haline getirmiş, mütecaviz ve soyguncu unsurları taşıyan bir adadır. Bu ortam içerisinde İçişleri Bakanı Şükrü KAYA kuzey Dersim’in “çapulcu Yuvası” olduğu kanısındaydı. “Halen hükümete karşı küstah vaziyetini muhafaza eden Yukarı Abbas Uşağı Reisi Seyid Rıza ile Hayderan Aşireti Reisleri Hıdır ve Kemal Ağa’lar başta olmak üzere yöre halkı Batı illerine yerleştirilmeliydi. Bu ağalar belirlenmiş ve 347 ailenin adı raporda sunulmuştu.
Aşiret Ayrıcalıkları Kaldırılıyor...
1932 yılındaki bu çalışmaların ilk ürünü ise İskan Kanunuydu. 4 Temmuz 1927 tarihinde çıkarılan “Bazı Eşhasın Şark Mıntıkasından Garp Vilayetlerine Nakillerine Dair Kanun” ile Diyarbakır ve Ağrı çevresinden 1400 kişi Batı illerine göç ettirilmişti. İskan Kanunu’nun gerekçesi ise tek amacın Kürt ırkı ile ilgili geniş kapsamlı bir eritme planını uygulamaya koymak değildi. Asıl maksat ; Yurt dışından gelen göçmenlerin Türkiye’nin hangi bölgelerine yerleştirilecekleri, diğeri ise Çingene, Yörük ve Aşiretlerin yerleştirilmeleri ile ilgilidir. Yasa, aşiretlere hükmi şahsiyet tanınmayacağı gibi, aşiretlere o güne kadar verilen bütün ayrıcalıkları kaldırmaya yöneliktir. Esasen aşiret sistemi Osmanlı’nın geniş topraklarında kontrolü kolay sağlamak için kullandığı, ancak zamanla kötü alışkanlıkları ile yerleşen bir derebeylik sistemidir. İskan Kanunu ile Türkiye’ye 247 bin 295 göçmen gelmiş, bu göçmenlein çok azı Doğu illerine gönderilmişti. Rumeli Göçmenlerine Doğu’da yerleştirildikleri yerlerin tapuları verilmemiş, Onlar da on beş yirmi yıl sonra yeniden Batı Anadolu’ya göç etmişlerdir.
İsmet Paşa’nın Doğu Gezisi
Aradan üç yıl geçmiş, “Dersim’in ıslah planı bu üç yıl içinde uygulanamamıştı. Konu Başbakan İsmet Paşa tarfından ele alınmış, 1935 yılında kendisi Karadeniz ve Doğu illerini kapsayan bir Yurt gezisine çıkmıştı. İsmet Paşa Doğu gezisinden sonra bir rapor hazırlayarak ATATÜRK’e sundu. Raporda illerin tek tek değerlendirilmesi yapılıyor ve alınması gereken önlemler sıralanıyordu. Başbakan Dersim sorununa Erzincan ile ilgili değerlendirmeler sırasında değiniyor. Dersim soygunlarından bunalan Türk köylerinin bölgeyi boşalttığı, buraların Dersimliler tarafından istila edildiği, kısa zamanda Erzincan’ın bir kürt merkezi olmasıyla asıl korkunç Kürdistan’ın meydana gelmesinden kaygılanmak gerektiğini vurgulamaktadır. Başbakan Dersim ıslahı için dört aşamadan oluşan bir plan öngörmekteydi. Bunlar; program, hazırlık, silah toplanması, gerekirse yöre aşiretlerinin başka illere yerleştirilmeleridir.
Tunceli Kanunu
Tunceli Kanunu diye bilinen “Tunceli Vilayeti’nin İdaresi hakkında 25.12.1935 Sayılı Yasa ile Tunceli’ye Komutan rütbesinde bir kişinin vali ve komutan olarak seçileceği belirleniyordu. İçişleri Bakanı Şükrü KAYA, Tunceli adıyla teşkil edilecek vilayetin ilk olarak Türk Tarihi ile temasını Şah İsmail ve Yavuz Selim’in muharebesine tesadüf ettiğini, Tanzimatta vilayet teşkilatları yapıldığı zaman her nasılsa Dersim’in ihmal edildiğini, bu bölgenin olduğu gibi bırakıldığını, bu nedenle oradaki yapının Ortaçağ yapısı bir teşkilata sahip olduğunu, Bölgenin 91 aşirete bölündüğünü, 1876’dan beri 11 Askeri Harekat yapıldığını, ancak köklü tedbirler alınmadığı için hastalığın tahlil ve tedavisinin yapılmadığını belirtmektedir. Yasa ile sınırsız yetkileri olan Komutan–Vali’ye il içerisinde lüzumlu görürse fert ve ailelerin yerlerini değiştirme, vilayette oturmalarını men etme, mahkemelerce verilen ölüm cezalarını onaylama gibi yetkiler tanınmıştır.
Dersim’de bir başkaldırı bekleniyordu. Başkaldırma başlar başlamaz müfettişlerin raporlarında belirttiği önlemler tek tek alınacaktı. Yasa 31 Aralık 1935 tarihinde Atatürk tarafından onaylandı. Dört gün sonra da hükümet “4’üncü Umumi Müfettişliğin” kurulduğunu açıkladı. Korgeneral Abdullah ALPDOĞAN Tunceli Valisi, Umumi Müfettiş ve Komutan olarak atandırılmıştı. Kendisi “Koçgiri Ayaklanmasını” bastıran Merkez Ordusu Kurmay Başkanıydı. Ayaklanmacılar ALPDOĞAN’ı, kendisi de ayaklanmacıları iyi tanıyordu.
Yazar, bundan sonra 7 ARALIK 1936 günü İçişleri Bakanı Şükrü KAYA Başkanlığında “Umumi Müfettişler Konferansı” yapıldığından bahseder. Bu konferansta 1’inci Umumi Müfettiş (Sorumluluk sahası; Diyarbakır, Van, Siirt, Hakkari, Muş, Mardin ve Urfa) Abidin ÖZMEN konuşmasında 1927 yılı nüfus sayımlarıyla karşılaştırıldığında Türklerin nüfusunun 20 bin kadar artmasına karşılık Kürtlerin 250 bin arttığını, milliyet prensibinin bilhassa hudutlarımız dışındaki Kürtler ve bazı muhalif unsurlar vasıtasıyla Türk’ten başkalık ve Türk düşmanlığı duygusunun yer bulduğu muhitler ve tesir ettiği şahıslar bulunduğunu, yaşlıların Türkçe, Gençlerin ise Kürtçe konuştuğunu, Şeyh Sait Vakası’nın bölgede Kürtlük duygusunu besleyip büyüttüğünü, Ermenilerle Kürtlerin yakınlaştığını, Erivan’da Kürdoloji Kongresi toplandığını, bazı önlemlerin artık hayata geçirilmesini gerektiğini belirtir.
Korgeneral ALPDOĞAN (4’üncü Umumi Müfettiş) Bingöl vilayetini, Kürt denilen halkla meskun bir bölge ve Şeyh Sait İsyanının yuvası olarak tanımlamakta, ancak ,tavır, sima ve adetlerin buradaki beylerin Türk olduklarına şüphe bırakmadığını, Nüfus istatistiklerine güvenmediğini, aslında Kürt dilinin de olmadığını, bu dilin Türkçe, Arapça ve Farsça dillerinden oluştuğunu, Bingöl ve Tunceli’de silahlı eşkiyanın halkı ve köyleri vurduğunu, ancak yeni teşkilatın kurulmasıyla bu suçları işleyenler ve işletenlerin endişeye düştüğünü ve faaliyetlerin azaldığını, şimdiye kadar buradaki insanlara Kürt denildiğini, başka bir ırktan olmuş insan muamelesi yapıldığını, hükümetin bazı memurlarınca bunlara yalnış uygulamalar yapıldığını, Cumhuriyet Hükümeti’nin kendilerinin Kürt soyundan geldiğini bildiğini, ve kimsenin vicdanına karışmadığı, ve fakat kimsenin kimseyi de şu veya bu mezhebe girmeye mecbur etmeye teşvik ve icbara selahiyetli olmadığını anlatınca gönülden hükümete bağlılık duyguları doğduğunu sezinlediğini belirtir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder