Dr. Hikmet; İstanbul’un kibar ve devleti seven, çocuklarına çok şefkatli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Dr. Hikmet’in babası Ruşen Bey, Sultan Murad taraftarı olması nedeni ile 28, 29 yılı aşkın göz hapsindedirler. O dönemde, bu göz hapsindeki aile ile münasebeti çok yakındakiler dışındaki aileler göze alamamaktadırlar.
Doktor Hikmet okulu bitirip iş hayatına atılacağı zaman; tam olarak nedenini bilmediği suçlardan dolayı İstanbul’dan İzmir’e sürgüne gönderilir. O dönemde İzmir Valisi olan Kamil Paşa sayesinde İzmir’de kısmen hürriyet vardır. İstediği kitapçıya girip istediği yayınlara rahatça bakabilmektedir. İzmir’in ayrıca sürgündeki insanlar için Türkiye’den diğer ülkelere kaçış yeridir.
Doktor Hikmet İzmir’de Guraba hastanesinde çalışmaktadır. Yakında bir ev ve o civarda bir de sık sık ziyaret ettiği kitapçı vardır. Bunların aralarındaki mesafe 3 km. bile yoktur ve hayatını burada geçirmektedir. Jön Türklerde olduğu gibi Fransa, Dr.Hikmet içinde hürriyetin, medeniyetin ve özgürlüğün beşiğidir. Fransa hakkında çok bilgiye sahip olmasının da verdiği güvenle aniden Fransa’ya gitmeye karar verir ve kendini Fransa’ya giden gemide bulur.
Gemi İstanbul’dan hareket ederken; bir Ermeni komitecisinin kaçak binmesinden dolayı yaşanan sorunun, gemiye bir kaçak gibi binen Doktor Hikmet içinde yaşanacağı korkusu vardır. Kaçak gibi binen bu yolcunun, neden böyle bindiği merak konusudur. Yolcular kendi aralarında konuşurken; Türklerin ‘Jeune Turc(Genç Türkler)’ ve ‘Viene Turc(Yaşlı Türkler)’ ikiye ayrıldığından, yönetimdekilerin ise yaşlı Türklerin elinde olduğundan bahsetmektedirler. Jön Türklerin ‘Kızıl Sultanı’ ve tamamen rejimi değiştirmek istedikleri ve bundan dolayı yakalananların şiddetli bir şekilde cezalandırıldığı kaçabilenlerin ise Avrupa’ya sığındığı; Dr. Hikmet’in de, kaçanlardan biri olduğu bahsi geçmektedir. Jön Türklerin komite merkezi Paris’te olduğu, bu şahısların hepsinin Fransızca bildiği, Fransız okullarında eğitim gördükleri ve kültürünü aldıkları bahsi geçmektedir. Yolculuk sırasında; İstanbul’dan kaçak olarak binen Ermeni komitecisi ile tanışır ve ortak bazı noktalarından dolayı yakın görmesine rağmen, Ermeni komitecisi ondan uzak durmaktadır. Zorlu yolculuğun sonlarına doğru; hayalindeki Fransa sınırına geldiklerinde; yanındaki yolculardan biri olan papaza Monte Kristo adasını sorar. Papaz ise; Monte Kristo’nun tamamen uydurma kötü bir masal olduğunu, hükümetin ise aldığı tedbirlerle Hıristiyanlığa halkı korumaya çalışırken Farmasonların kucağına attığını anlatır.
Doktor Hikmet, zorlu yolculuğun ardından Paris’e varır. Adeta hayal alemindedir, okuduğu kitaplardaki bahsi geçen yerlerdedir. Paris’e ait olan her parçanın ayrı bir yeri vardır. Çok zaman geçmeden bu hayal aleminden çıkarak, sokaklarını, insanlarını ve çevresini İzmir’le kıyaslamaktadır. Türkiye kendisine daha sıcak gelmektedir. Otel bulur ve yerleşir. Bir taraftan Paris’i tanımaya çalışırken; diğer taraftan bir boşluk içerisindedir. Plansız bir şekilde yaşamak, ona ölüm gibi gelmektedir. Yaşadığı bu boşluktan dolayı, kendisi ile çelişkiye girmemek için ufak işler bulmaktadır. Bu işlerden biri Paris’teki Türkleri arayıp bulmak diğeri ise; ailesine mektup yazıp durumu bildirmektir. ‘Bir şeyler yapıyorum’ düşüncesine kendisini inandırmaya çalışken; mektubu nasıl nereye göndereceğini düşünmektedir. İlk önce Jön Türklerin çıkarmış olduğu gazeteye bakarak adresi bulmak istemektedir, ama gazetede sadece mektup kutusu numarası bulunmaktadır. Gazetenin yanında bir broşürden Ahmet Rıza’nın adresine ulaşır. Adrese gider; ama Ahmet Rıza’nın nadiren uğradığını öğrenir. Kahvenin birinde oturup ailesine gönderecek mektubu yazarken; 10 senedir Fransa’da bulunan Ragıp Bey’le tanışır. Ragıp Bey yardım sever birisidir. Uzun yıllar Fransa’da kalmasına rağmen Fransızca’ya hakim değildir ve kendi kültürünü taşımaktadır. Dr. Hikmet; Ragıp Bey’den, Jön Türklerin Pres Sabahattin ve Ahmet Rıza taraftarları olarak ikiye ayrıldığını ve bunların bir araya gelip bir şeyler yapamayacağını öğrenmektedir.
Doktor Hikmet Paris’te bütün bir yıl kimseye muhtaç olmaksızın geçinebileceğini tahmin etmektedir. Daha sonrası için ise; nöbetçi hekimlik veya bir hekimin yanında asistanlık yaparak geçimini sağlamayı düşünmektedir.
Ahmet Rıza Bey’le görüşmesinde; Ragıp Bey’le ilgili olarak, elinin açık olduğunu ve bundan dolayı şüphelendiğini dile getirmektedir. Ahmet Rıza Bey ise; bu konuda şüphe beslememesi gerektiğini ailesinin ve çevresinin verdiği kültür olduğunu anlatmaktadır.
Ragıp Bey; Doktor Hikmet’in gönüllü rehberi olmaktadır. Paris’i bir taraftan ona gezdirirken; diğer taraftan da yalnızlığını paylaştığı en yakın dostu olmaktadır. Dr. Hikmet, Paris’i gezerken, okuyup hayalinde yaşattığı Paris’i görememektedir. Bu da onun memleket hasretini artırmaktadır.
Memleketinden kaçtığı, Paris’e ayak bastığı günden beri, tuhaf bir duyguya kapılır. Kendisini dünyanın en ilginç ve gülünç adamı zanneder. Herkesi böyle düşündüğünü ve bu haline güldüğünü düşünmektedir. Bunun milliyetinden kaynakladığını düşünerek ayıp bir şey gibi saklamaktadır, hatta Ragıp Bey’le bile dolaşmaktan çekinmeye başlar. Ragıp Bey ise umursamaz ve rahattır. İkdam’da Paris mektuplarını yazan Ali Kemal Bey ile tanışır. Ali Kemal Bey; ona Fransa’da Türkiye’de alınan diplomaların geçerliliği olmadığını ve tekrar okula giderek eğitim almasını tavsiye eder ama Dr. Hikmet ise, eğitimi düşünmemektedir.
Paris’in kocaman bir mağaraya benzediği; havaların soğuk olması, günlerce gökyüzü bir kurşun kubbe renginde ve bunun arkasında, güneş paslı bakır bir levha gibi görünmesi, gözle görülmeyen ve sesi işitilmeyen yağmurun ise, bu madeni yerin bir yapışkan kurum yağıyla karışarak yerleri ıslatması anlatılmaktadır.
Ragıp Bey, Vaugiard sokağında iki odalı bir küçücük apartmanda oturmaktadır. Evin duvarları, taban tahtası, tavanı, eşyası ve hatta kendisine has kokusu ile, Beşiktaş’ta ve Cihangir’de herhangi bir orta halli Türk evinden nakledilmişe benzemektedir. Pencerelerdeki perdelerden, köşede duran aynalı konsola; her biri meşhur hattatın süslü yazıları ve pirinçten yapılan mangal ve kanepenin üzerine serilmiş Osmanlı halısı Dr. Hikmet’i çok etkilemiş çocukluğunu hatırlatır. Gözleri yaşarır ve yurt hasretini yüreğinde acısını hisseder. Dr. Hikmet kendi kendine “Burada hiçbir şey güzel değil. Bütün bu eşyada zarafet ve sanat namına hoşuma gidebilecek hiçbir şey görmüyorum. Kendimi bildim bileli bu dekordan nefret etmişimdir. Şu halde birden bire bu içlenmemin sebebi nedir?” der.
Ragıp Bey işte çalışması gerektiğini ve yardımcı olabileceğini söyler. Dr. Hikmet bu duruma sevinerek böyle bir ricada bulunmak istediğini belirtir. Rağıp Bey, her gün uğradığı bir ahbab evi gibi alışkan ve emin olarak daha önce tanıştığı Dr. Foissard’ın evinin ziline basar. Kapı açılır. Evin hizmetçisi karşılar ve ne istediklerini sorar. Dr. Foissard’ı görmek istediklerini söylerler. Evin hizmetçisinin yüzü, boş yere rahatsız edilmiş bir insan çehresinin yüzü gibi ekşir. Önceden randevu almadan kabul edilemeyeceklerini eşikte bir kale nöbetçisi gibi dimdik ayakta duran uşak söyler. Ev dört katlı cephesi büyük kesme taşlardan örülmüş ve iri, tunç halkalı dökme demirden kapısı ile de kaleye benzer. Ragıp Bey, onunla Mısırlı Prensesin evinde tanıştığını söyler ve haber vermesini ister. Hizmetçinin yüzü yumuşar. İçeriye alır. Kartvizitini ister. Oniki yıldan beri Fransızcasını geliştirememiş olmasına rağmen alafranga adabı muaşeretin bütün şatafatlı gösterişleri iyi bilmektedir. Köşesi altın markalı küçük cep cüzdanının içinden bir kart çıkarıp uzatır. Özel bir iş için buraya geldiklerini belirtir. Uşak kartı gümüş tepsiye koyarak sessiz adımlarla holün loş yerlerinde gözden kaybolur. Geriye döndüğü vakit uşağın davranışları daha sıcaktır ve nezaketli tavır takınır. Ellerinden şapkalarını, bastonlarını alır ve odalardan birini açar içeriye davet ederek burada beklemelerini söyler. Oda, ipekle kaplı, aynı renkte perdeler, camların kenarından düşey kıvrımlarla parkenin üzerine sarkmaktadır. Kenarları altın süslemeli deri koltuklar; ortada bir mermer masa, köşelerde, tıklım tıklım bardak çanak, çömlek ve biblolarla dolu vitrinler bulunmaktadır. Ragıp Bey, zenginliğinden ve zevkinden bahsetti ama Dr. Hikmet’e göre ise, zevkle döşenmiş bir şey göremediği gibi bir doktorun evine göre çok karmaşıktı. Ne mermer masa, ne raflar ne koltuklar ne de yerdeki halı temizlik hissi vermemektedir. Eşyaların hepsinin üzeri tozla kaplı ve uzun müddet kapalı kalmış yerlerin bayat kokusu her tarafı sarmaktadır. Evin eşyalarının değerli gözükmesinden dolayı Ragıp Bey, çok para kazandığından bahseder. Dr. Hikmet ise; bahsedilen her şeyi ilk duyuyormuş gibi can kulağıyla dinler gözükmektedir. Zaman ilerler ümidin yerini yeis almaya başlar. İkisi de beklemenin verdiği sıkıntıya kapılarak beklemektedirler. Salonun kapısının açılması ile Dr. Foissard’ı görürler. Dr. Foissard; uzun boylu, kamburumsu gövdesi yer yer ağarmış saçlı biridir. Ragıp Bey hemen önünü ilikler ve elini uzatır ama ev sahibi şaşırır. Uşağın ona Japon misafirlerinin beklediğini söylediğini söyler. Dr.Foissard, niçin geldikleri anlayınca, yer ve zaman olarak yanlış olduğunu belirtir. Ayrıca işlerin onların düşündüğü gibi basit olmadığını metotları öğrenmesini tavsiye eder. Hastanede kendisini görmesini ister ama yardımcı olmaz.
Doktor Hikmet’in Paris’teki aşık olduğu Arlette; mektup irtibatını sağlayan ailenin kızıdır. Kızın başka bir erkekle irtibatının olduğunu bilmesine rağmen sevmektedir. Kızın ilk tanıştığı andan itibaren yakınlaşma göstermesine rağmen; Dr. Hikmet kişiliğindeki çekingenlikten dolayı pasif kalır. Kız tarafından alay konusu olur.
Yaşadığı olayların kendi üzerinde bıraktığı etkileri tahlil ettikçe beceriksizliği, sersemliği ve sıkılganlığı sonucuna varmaktadır. Dilini kendi dili kadar iyi bildiği edebiyatı ve kültürüne kendi kültüründen daha yakın olduğu bu dünyaya kendi has vatanına girer gibi girmek istemekte, fakat çok geçmeden yabancı bir dünya olduğunu anlar.
Arlette ve annesi ise planlı bir şekilde ilişkilerini, evlilikle sonuçlanması için uğraşmaktadırlar. Doktor Hikmet hastalanır ve ona Arlette bakar. Hastalılığının tamamen geçmesi için; bir süre kuru havası ve güneş alan başka bir yerde bulunması gerekmektedir. Arlette’nin de yanında gelmesini söyler. Arlette ise annesinden izin alması gerektiğini anlatır. Dr. Hikmet, Arlette’nin annesinden izin istediğinde, annesi en azından nişan yapması gerektiğini ve dönüşte de evlenmesini tavsiye eder. Dr. Hikmet ise; tanışmasından içinde bulunduğu zamana kadar geçen sürede, ailenin kendisine yakınlığını ve yaşanan olayları gözden geçirince durumu fark eder ve haber vermeden tek başına gider. İki ay kadar kaldıktan sonra tekrar döner.
Paris’e dönüşünün ikinci günü Doktor Hikmet, kendisini ziyarete gelen Arlette’e içini dökmek için hazırlanırken, sokak kapısı telaşlı biri tarafından çalınır. Kapıyı açınca karşısında kasaplık yapan ev sahibini görür. Ziyaretinin sebebinin iki aydan beri kiranın ödenmediğidir. Orada olmasa da ev kirasını göndermesi gerektiğini söyler. Dr. Hikmet; Arlette’nin böyle bir hadisenin olmasından dolayı çok sıkılmıştır. Ev sahibi bir taraftan konuşurken diğer taraftan eşyalara göz atmaktadır. Evdeki eşyaları gördükçe rahatlar. Kirayı vermezse eşyalara el koymayı düşünmektedir. Dr. Hikmet, evden parasının geleceğini ve birkaç gün daha süre vermesini ister. Bir haftada anlaşırlar. Bir insanın duyabileceği hazları orada duymuştu Dr. Hikmet. Orada sevmişti ve seviliyor gibi olmuştu. Çok tabi olarak yüreğinde bir parçalanış vardı. Diğer taraftan da ilk kez böyle bir olaya maruz kalmanın verdiği utanma ve keder vardır. Ailesinden, bu sıralarda mektup alır. Babası maddi durumlarının iyi olmadığını ancak küçük bir miktar olan emekli maaşının üçte birini görebileceğini belirtmektedir.
Maddi olarak sıkıntıda olan Dr. Hikmet; iki aydan beri ev kirasını ödeyemediğinden evden ayrılarak iyi şartlara sahip olmayan bir otele yerleşir. Odası otelin üçüncü katında, tavanı basık, eşyası derme çatma ve temizliği şüphelidir. Odaya gelince üstü yeşil çuha örtülü dört köşe bir masaya oturur. Başını ellerinin arasına alır, odacıya bile bakmaktan korkar. ‘Ne acayip talih, benim talihim’ diye düşünmektedir. Yerleştiği oteli, dışardan her gördüğünde garip bir irkilme ve soğukluk geldiğini hatırlar. Günün birinde bu otele yerleşeceğine ihtimal vermemesine rağmen artık oradadır. Evde bıraktığı eşyaları nasıl alacağını düşünürken, sevgilisinin kardeşi aklına gelir. Albert’i tesadüfen bir kahvenin kapısında rastlar. Onu aradığını söyler. Münakaşa veya konuşmasına fırsat vermeden konuyu açar. Albert, tanıdıkları arasında ev sahibi tarafından ilk sokağa atılan olmadığını konunun bahsetmeye bile değmeyeceğini belirtir. Ev sahibi olan kasabın ev sahipleri içinde en çekilmezi olduğunu söyler.
Dr. Hikmet’in hayatı büsbütün değişmektedir. Kara talih selinin akıntısına karşı kürek çekmekten kolları yorulmuş ve kendini akıntıya bırakır. Bir gün yemek yiyorsa bir gün aç yatmaktadır. Bazen bir günü sütlü bir bardak kahve ile geçirmektedir. Ciğerlerinin, kapalı yerlerde, türlü türlü dumanlarıyla her gün biraz daha yıpranmaktadır. Açık havanın hasretini çekmektedir. Yağmursuz olan havalarda birkaç saat dışarıda kalıp temiz hava teneffüs etmektedir. Uykusuz ve rahatsız geçirdiği geceler sabahları çok öksürmektedir. Oda arkadaşı olan Morotof ona memleketinin Çar’la İngiltere Kralı arasıda paylaşılacağını söyler. Doktor Hikmet memlekete dair kötü haberler alınca Jön Türklerle dertleşmektedir. Olaylar üzerinde konuştukça Jön Türklerin Abdülhamit’le bir düşündüğünü fark eder.
Otelde tekrar hastalanır ve kısa süre içinde ölür.
Yakup Kadri; romanlarında Türk toplumunun Tanzimat’tan sonraki gelişim sürecini, özellikle siyasal değişmeleri konu edinen, bu değişmelerin toplumun ve bireylerin yaşayışına etkilerini, koşulların belirleyiciliğini işlemiştir. Bir Sürgün de ise; romanlarını oturttuğu tarihsel sürecin ilk aşamasını ele almaktadır.
Meşrutiyet’in gerçekleşmesinde önemlice payları olan Jön Türkler, bunların Paris’teki yaşayışları ve eylemleri romanın çatışını oluşturur. Dr. Hikmet’i Paris’e gitmesi ve orada yaklaşık olarak bir yıl yaşaması ve vefatı söz konusudur. Yani romandaki zaman dilimi bir yıldır. Romanın içerisinde bahsi geçen olaylardan; İttihat ve Terakki içerisindeki çekişme 1902’deki Paris Kongresidir, başka bölümlerde ise; vapur yolculuğunda eline geçen Prens Sebahattin’in Paris’te Terakki isminde çıkarttığı gazete ilk çıkış tarihi 1906’dır. Değişik tarihlerdeki olayları romanda, romandaki geçen yılın içinde olmuş gibi gösterilmiştir.
Jön Türkler’den bahsederken; hep eleştirel bir tutum sergilenmiştir. İdeolojik açıdan yeteriz, bilgisi sınırlı ve kavrama yeteneğinden yoksun kişiler olarak anlatılmıştır. Tanzimat’tan sonra Türk aydının yaşadığı, Batılılaşma hareketinin ürünü olan ikilik düşüncesi anlatılmıştır. Burada Dr. Hikmet’in, kişiliğinde sergilenen dram aslında Batı’ya hayran ama Doğu kültüründen kopamamış Osmanlı aydınının çıkmazını anlatmaktadır.
Romanın başında, bira bardağından arta kalmış su çemberi içerisinde dönüp duran karıncayla Dr. Hikmet hayatı arasında kurulan bağlantı söz konusu dramı göz önüne sermektedir. Sürgün olarak bulunduğu İzmir’deki dünyasının sınırları bellidir.
Gerçekle hayal alemi, edebiyatla hayat arasındaki ilişkiyi kuramamanın, gerçekliği somut olarak, yaşayarak soyut olarak kavramamın sonucunu gösteren bir dram.
Doktor Hikmet okulu bitirip iş hayatına atılacağı zaman; tam olarak nedenini bilmediği suçlardan dolayı İstanbul’dan İzmir’e sürgüne gönderilir. O dönemde İzmir Valisi olan Kamil Paşa sayesinde İzmir’de kısmen hürriyet vardır. İstediği kitapçıya girip istediği yayınlara rahatça bakabilmektedir. İzmir’in ayrıca sürgündeki insanlar için Türkiye’den diğer ülkelere kaçış yeridir.
Doktor Hikmet İzmir’de Guraba hastanesinde çalışmaktadır. Yakında bir ev ve o civarda bir de sık sık ziyaret ettiği kitapçı vardır. Bunların aralarındaki mesafe 3 km. bile yoktur ve hayatını burada geçirmektedir. Jön Türklerde olduğu gibi Fransa, Dr.Hikmet içinde hürriyetin, medeniyetin ve özgürlüğün beşiğidir. Fransa hakkında çok bilgiye sahip olmasının da verdiği güvenle aniden Fransa’ya gitmeye karar verir ve kendini Fransa’ya giden gemide bulur.
Gemi İstanbul’dan hareket ederken; bir Ermeni komitecisinin kaçak binmesinden dolayı yaşanan sorunun, gemiye bir kaçak gibi binen Doktor Hikmet içinde yaşanacağı korkusu vardır. Kaçak gibi binen bu yolcunun, neden böyle bindiği merak konusudur. Yolcular kendi aralarında konuşurken; Türklerin ‘Jeune Turc(Genç Türkler)’ ve ‘Viene Turc(Yaşlı Türkler)’ ikiye ayrıldığından, yönetimdekilerin ise yaşlı Türklerin elinde olduğundan bahsetmektedirler. Jön Türklerin ‘Kızıl Sultanı’ ve tamamen rejimi değiştirmek istedikleri ve bundan dolayı yakalananların şiddetli bir şekilde cezalandırıldığı kaçabilenlerin ise Avrupa’ya sığındığı; Dr. Hikmet’in de, kaçanlardan biri olduğu bahsi geçmektedir. Jön Türklerin komite merkezi Paris’te olduğu, bu şahısların hepsinin Fransızca bildiği, Fransız okullarında eğitim gördükleri ve kültürünü aldıkları bahsi geçmektedir. Yolculuk sırasında; İstanbul’dan kaçak olarak binen Ermeni komitecisi ile tanışır ve ortak bazı noktalarından dolayı yakın görmesine rağmen, Ermeni komitecisi ondan uzak durmaktadır. Zorlu yolculuğun sonlarına doğru; hayalindeki Fransa sınırına geldiklerinde; yanındaki yolculardan biri olan papaza Monte Kristo adasını sorar. Papaz ise; Monte Kristo’nun tamamen uydurma kötü bir masal olduğunu, hükümetin ise aldığı tedbirlerle Hıristiyanlığa halkı korumaya çalışırken Farmasonların kucağına attığını anlatır.
Doktor Hikmet, zorlu yolculuğun ardından Paris’e varır. Adeta hayal alemindedir, okuduğu kitaplardaki bahsi geçen yerlerdedir. Paris’e ait olan her parçanın ayrı bir yeri vardır. Çok zaman geçmeden bu hayal aleminden çıkarak, sokaklarını, insanlarını ve çevresini İzmir’le kıyaslamaktadır. Türkiye kendisine daha sıcak gelmektedir. Otel bulur ve yerleşir. Bir taraftan Paris’i tanımaya çalışırken; diğer taraftan bir boşluk içerisindedir. Plansız bir şekilde yaşamak, ona ölüm gibi gelmektedir. Yaşadığı bu boşluktan dolayı, kendisi ile çelişkiye girmemek için ufak işler bulmaktadır. Bu işlerden biri Paris’teki Türkleri arayıp bulmak diğeri ise; ailesine mektup yazıp durumu bildirmektir. ‘Bir şeyler yapıyorum’ düşüncesine kendisini inandırmaya çalışken; mektubu nasıl nereye göndereceğini düşünmektedir. İlk önce Jön Türklerin çıkarmış olduğu gazeteye bakarak adresi bulmak istemektedir, ama gazetede sadece mektup kutusu numarası bulunmaktadır. Gazetenin yanında bir broşürden Ahmet Rıza’nın adresine ulaşır. Adrese gider; ama Ahmet Rıza’nın nadiren uğradığını öğrenir. Kahvenin birinde oturup ailesine gönderecek mektubu yazarken; 10 senedir Fransa’da bulunan Ragıp Bey’le tanışır. Ragıp Bey yardım sever birisidir. Uzun yıllar Fransa’da kalmasına rağmen Fransızca’ya hakim değildir ve kendi kültürünü taşımaktadır. Dr. Hikmet; Ragıp Bey’den, Jön Türklerin Pres Sabahattin ve Ahmet Rıza taraftarları olarak ikiye ayrıldığını ve bunların bir araya gelip bir şeyler yapamayacağını öğrenmektedir.
Doktor Hikmet Paris’te bütün bir yıl kimseye muhtaç olmaksızın geçinebileceğini tahmin etmektedir. Daha sonrası için ise; nöbetçi hekimlik veya bir hekimin yanında asistanlık yaparak geçimini sağlamayı düşünmektedir.
Ahmet Rıza Bey’le görüşmesinde; Ragıp Bey’le ilgili olarak, elinin açık olduğunu ve bundan dolayı şüphelendiğini dile getirmektedir. Ahmet Rıza Bey ise; bu konuda şüphe beslememesi gerektiğini ailesinin ve çevresinin verdiği kültür olduğunu anlatmaktadır.
Ragıp Bey; Doktor Hikmet’in gönüllü rehberi olmaktadır. Paris’i bir taraftan ona gezdirirken; diğer taraftan da yalnızlığını paylaştığı en yakın dostu olmaktadır. Dr. Hikmet, Paris’i gezerken, okuyup hayalinde yaşattığı Paris’i görememektedir. Bu da onun memleket hasretini artırmaktadır.
Memleketinden kaçtığı, Paris’e ayak bastığı günden beri, tuhaf bir duyguya kapılır. Kendisini dünyanın en ilginç ve gülünç adamı zanneder. Herkesi böyle düşündüğünü ve bu haline güldüğünü düşünmektedir. Bunun milliyetinden kaynakladığını düşünerek ayıp bir şey gibi saklamaktadır, hatta Ragıp Bey’le bile dolaşmaktan çekinmeye başlar. Ragıp Bey ise umursamaz ve rahattır. İkdam’da Paris mektuplarını yazan Ali Kemal Bey ile tanışır. Ali Kemal Bey; ona Fransa’da Türkiye’de alınan diplomaların geçerliliği olmadığını ve tekrar okula giderek eğitim almasını tavsiye eder ama Dr. Hikmet ise, eğitimi düşünmemektedir.
Paris’in kocaman bir mağaraya benzediği; havaların soğuk olması, günlerce gökyüzü bir kurşun kubbe renginde ve bunun arkasında, güneş paslı bakır bir levha gibi görünmesi, gözle görülmeyen ve sesi işitilmeyen yağmurun ise, bu madeni yerin bir yapışkan kurum yağıyla karışarak yerleri ıslatması anlatılmaktadır.
Ragıp Bey, Vaugiard sokağında iki odalı bir küçücük apartmanda oturmaktadır. Evin duvarları, taban tahtası, tavanı, eşyası ve hatta kendisine has kokusu ile, Beşiktaş’ta ve Cihangir’de herhangi bir orta halli Türk evinden nakledilmişe benzemektedir. Pencerelerdeki perdelerden, köşede duran aynalı konsola; her biri meşhur hattatın süslü yazıları ve pirinçten yapılan mangal ve kanepenin üzerine serilmiş Osmanlı halısı Dr. Hikmet’i çok etkilemiş çocukluğunu hatırlatır. Gözleri yaşarır ve yurt hasretini yüreğinde acısını hisseder. Dr. Hikmet kendi kendine “Burada hiçbir şey güzel değil. Bütün bu eşyada zarafet ve sanat namına hoşuma gidebilecek hiçbir şey görmüyorum. Kendimi bildim bileli bu dekordan nefret etmişimdir. Şu halde birden bire bu içlenmemin sebebi nedir?” der.
Ragıp Bey işte çalışması gerektiğini ve yardımcı olabileceğini söyler. Dr. Hikmet bu duruma sevinerek böyle bir ricada bulunmak istediğini belirtir. Rağıp Bey, her gün uğradığı bir ahbab evi gibi alışkan ve emin olarak daha önce tanıştığı Dr. Foissard’ın evinin ziline basar. Kapı açılır. Evin hizmetçisi karşılar ve ne istediklerini sorar. Dr. Foissard’ı görmek istediklerini söylerler. Evin hizmetçisinin yüzü, boş yere rahatsız edilmiş bir insan çehresinin yüzü gibi ekşir. Önceden randevu almadan kabul edilemeyeceklerini eşikte bir kale nöbetçisi gibi dimdik ayakta duran uşak söyler. Ev dört katlı cephesi büyük kesme taşlardan örülmüş ve iri, tunç halkalı dökme demirden kapısı ile de kaleye benzer. Ragıp Bey, onunla Mısırlı Prensesin evinde tanıştığını söyler ve haber vermesini ister. Hizmetçinin yüzü yumuşar. İçeriye alır. Kartvizitini ister. Oniki yıldan beri Fransızcasını geliştirememiş olmasına rağmen alafranga adabı muaşeretin bütün şatafatlı gösterişleri iyi bilmektedir. Köşesi altın markalı küçük cep cüzdanının içinden bir kart çıkarıp uzatır. Özel bir iş için buraya geldiklerini belirtir. Uşak kartı gümüş tepsiye koyarak sessiz adımlarla holün loş yerlerinde gözden kaybolur. Geriye döndüğü vakit uşağın davranışları daha sıcaktır ve nezaketli tavır takınır. Ellerinden şapkalarını, bastonlarını alır ve odalardan birini açar içeriye davet ederek burada beklemelerini söyler. Oda, ipekle kaplı, aynı renkte perdeler, camların kenarından düşey kıvrımlarla parkenin üzerine sarkmaktadır. Kenarları altın süslemeli deri koltuklar; ortada bir mermer masa, köşelerde, tıklım tıklım bardak çanak, çömlek ve biblolarla dolu vitrinler bulunmaktadır. Ragıp Bey, zenginliğinden ve zevkinden bahsetti ama Dr. Hikmet’e göre ise, zevkle döşenmiş bir şey göremediği gibi bir doktorun evine göre çok karmaşıktı. Ne mermer masa, ne raflar ne koltuklar ne de yerdeki halı temizlik hissi vermemektedir. Eşyaların hepsinin üzeri tozla kaplı ve uzun müddet kapalı kalmış yerlerin bayat kokusu her tarafı sarmaktadır. Evin eşyalarının değerli gözükmesinden dolayı Ragıp Bey, çok para kazandığından bahseder. Dr. Hikmet ise; bahsedilen her şeyi ilk duyuyormuş gibi can kulağıyla dinler gözükmektedir. Zaman ilerler ümidin yerini yeis almaya başlar. İkisi de beklemenin verdiği sıkıntıya kapılarak beklemektedirler. Salonun kapısının açılması ile Dr. Foissard’ı görürler. Dr. Foissard; uzun boylu, kamburumsu gövdesi yer yer ağarmış saçlı biridir. Ragıp Bey hemen önünü ilikler ve elini uzatır ama ev sahibi şaşırır. Uşağın ona Japon misafirlerinin beklediğini söylediğini söyler. Dr.Foissard, niçin geldikleri anlayınca, yer ve zaman olarak yanlış olduğunu belirtir. Ayrıca işlerin onların düşündüğü gibi basit olmadığını metotları öğrenmesini tavsiye eder. Hastanede kendisini görmesini ister ama yardımcı olmaz.
Doktor Hikmet’in Paris’teki aşık olduğu Arlette; mektup irtibatını sağlayan ailenin kızıdır. Kızın başka bir erkekle irtibatının olduğunu bilmesine rağmen sevmektedir. Kızın ilk tanıştığı andan itibaren yakınlaşma göstermesine rağmen; Dr. Hikmet kişiliğindeki çekingenlikten dolayı pasif kalır. Kız tarafından alay konusu olur.
Yaşadığı olayların kendi üzerinde bıraktığı etkileri tahlil ettikçe beceriksizliği, sersemliği ve sıkılganlığı sonucuna varmaktadır. Dilini kendi dili kadar iyi bildiği edebiyatı ve kültürüne kendi kültüründen daha yakın olduğu bu dünyaya kendi has vatanına girer gibi girmek istemekte, fakat çok geçmeden yabancı bir dünya olduğunu anlar.
Arlette ve annesi ise planlı bir şekilde ilişkilerini, evlilikle sonuçlanması için uğraşmaktadırlar. Doktor Hikmet hastalanır ve ona Arlette bakar. Hastalılığının tamamen geçmesi için; bir süre kuru havası ve güneş alan başka bir yerde bulunması gerekmektedir. Arlette’nin de yanında gelmesini söyler. Arlette ise annesinden izin alması gerektiğini anlatır. Dr. Hikmet, Arlette’nin annesinden izin istediğinde, annesi en azından nişan yapması gerektiğini ve dönüşte de evlenmesini tavsiye eder. Dr. Hikmet ise; tanışmasından içinde bulunduğu zamana kadar geçen sürede, ailenin kendisine yakınlığını ve yaşanan olayları gözden geçirince durumu fark eder ve haber vermeden tek başına gider. İki ay kadar kaldıktan sonra tekrar döner.
Paris’e dönüşünün ikinci günü Doktor Hikmet, kendisini ziyarete gelen Arlette’e içini dökmek için hazırlanırken, sokak kapısı telaşlı biri tarafından çalınır. Kapıyı açınca karşısında kasaplık yapan ev sahibini görür. Ziyaretinin sebebinin iki aydan beri kiranın ödenmediğidir. Orada olmasa da ev kirasını göndermesi gerektiğini söyler. Dr. Hikmet; Arlette’nin böyle bir hadisenin olmasından dolayı çok sıkılmıştır. Ev sahibi bir taraftan konuşurken diğer taraftan eşyalara göz atmaktadır. Evdeki eşyaları gördükçe rahatlar. Kirayı vermezse eşyalara el koymayı düşünmektedir. Dr. Hikmet, evden parasının geleceğini ve birkaç gün daha süre vermesini ister. Bir haftada anlaşırlar. Bir insanın duyabileceği hazları orada duymuştu Dr. Hikmet. Orada sevmişti ve seviliyor gibi olmuştu. Çok tabi olarak yüreğinde bir parçalanış vardı. Diğer taraftan da ilk kez böyle bir olaya maruz kalmanın verdiği utanma ve keder vardır. Ailesinden, bu sıralarda mektup alır. Babası maddi durumlarının iyi olmadığını ancak küçük bir miktar olan emekli maaşının üçte birini görebileceğini belirtmektedir.
Maddi olarak sıkıntıda olan Dr. Hikmet; iki aydan beri ev kirasını ödeyemediğinden evden ayrılarak iyi şartlara sahip olmayan bir otele yerleşir. Odası otelin üçüncü katında, tavanı basık, eşyası derme çatma ve temizliği şüphelidir. Odaya gelince üstü yeşil çuha örtülü dört köşe bir masaya oturur. Başını ellerinin arasına alır, odacıya bile bakmaktan korkar. ‘Ne acayip talih, benim talihim’ diye düşünmektedir. Yerleştiği oteli, dışardan her gördüğünde garip bir irkilme ve soğukluk geldiğini hatırlar. Günün birinde bu otele yerleşeceğine ihtimal vermemesine rağmen artık oradadır. Evde bıraktığı eşyaları nasıl alacağını düşünürken, sevgilisinin kardeşi aklına gelir. Albert’i tesadüfen bir kahvenin kapısında rastlar. Onu aradığını söyler. Münakaşa veya konuşmasına fırsat vermeden konuyu açar. Albert, tanıdıkları arasında ev sahibi tarafından ilk sokağa atılan olmadığını konunun bahsetmeye bile değmeyeceğini belirtir. Ev sahibi olan kasabın ev sahipleri içinde en çekilmezi olduğunu söyler.
Dr. Hikmet’in hayatı büsbütün değişmektedir. Kara talih selinin akıntısına karşı kürek çekmekten kolları yorulmuş ve kendini akıntıya bırakır. Bir gün yemek yiyorsa bir gün aç yatmaktadır. Bazen bir günü sütlü bir bardak kahve ile geçirmektedir. Ciğerlerinin, kapalı yerlerde, türlü türlü dumanlarıyla her gün biraz daha yıpranmaktadır. Açık havanın hasretini çekmektedir. Yağmursuz olan havalarda birkaç saat dışarıda kalıp temiz hava teneffüs etmektedir. Uykusuz ve rahatsız geçirdiği geceler sabahları çok öksürmektedir. Oda arkadaşı olan Morotof ona memleketinin Çar’la İngiltere Kralı arasıda paylaşılacağını söyler. Doktor Hikmet memlekete dair kötü haberler alınca Jön Türklerle dertleşmektedir. Olaylar üzerinde konuştukça Jön Türklerin Abdülhamit’le bir düşündüğünü fark eder.
Otelde tekrar hastalanır ve kısa süre içinde ölür.
Yakup Kadri; romanlarında Türk toplumunun Tanzimat’tan sonraki gelişim sürecini, özellikle siyasal değişmeleri konu edinen, bu değişmelerin toplumun ve bireylerin yaşayışına etkilerini, koşulların belirleyiciliğini işlemiştir. Bir Sürgün de ise; romanlarını oturttuğu tarihsel sürecin ilk aşamasını ele almaktadır.
Meşrutiyet’in gerçekleşmesinde önemlice payları olan Jön Türkler, bunların Paris’teki yaşayışları ve eylemleri romanın çatışını oluşturur. Dr. Hikmet’i Paris’e gitmesi ve orada yaklaşık olarak bir yıl yaşaması ve vefatı söz konusudur. Yani romandaki zaman dilimi bir yıldır. Romanın içerisinde bahsi geçen olaylardan; İttihat ve Terakki içerisindeki çekişme 1902’deki Paris Kongresidir, başka bölümlerde ise; vapur yolculuğunda eline geçen Prens Sebahattin’in Paris’te Terakki isminde çıkarttığı gazete ilk çıkış tarihi 1906’dır. Değişik tarihlerdeki olayları romanda, romandaki geçen yılın içinde olmuş gibi gösterilmiştir.
Jön Türkler’den bahsederken; hep eleştirel bir tutum sergilenmiştir. İdeolojik açıdan yeteriz, bilgisi sınırlı ve kavrama yeteneğinden yoksun kişiler olarak anlatılmıştır. Tanzimat’tan sonra Türk aydının yaşadığı, Batılılaşma hareketinin ürünü olan ikilik düşüncesi anlatılmıştır. Burada Dr. Hikmet’in, kişiliğinde sergilenen dram aslında Batı’ya hayran ama Doğu kültüründen kopamamış Osmanlı aydınının çıkmazını anlatmaktadır.
Romanın başında, bira bardağından arta kalmış su çemberi içerisinde dönüp duran karıncayla Dr. Hikmet hayatı arasında kurulan bağlantı söz konusu dramı göz önüne sermektedir. Sürgün olarak bulunduğu İzmir’deki dünyasının sınırları bellidir.
Gerçekle hayal alemi, edebiyatla hayat arasındaki ilişkiyi kuramamanın, gerçekliği somut olarak, yaşayarak soyut olarak kavramamın sonucunu gösteren bir dram.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder