Bizim yaşam biçimimiz saklanmak, gizlenmek ve gözetlemek üzerine kuruludur.
Hastalıklarımızı saklarız mesela, duyurmayız kimselere.
Sevdiklerimizden hastalıklarını saklarız, bilmezlerse daha mutlu olacaklar sanırız.
Türkiye’nin “imajı” der, gerçeklerimizi eloğlundan gizlemeyi hüner sayarız.
Gerçek evimizi saklar, el değmemiş, kullanmadığımız misafir odalarında ağırlarız gelenleri.
Bahşişi bile garsonlara saklayarak veririz.
Sahte sevişiriz, bırakamayız kendimizi hissettiğimiz duyguların seline.
Aşklarımızı gizleriz özenle, anlatmayız.
Görenler yassı solucanlar gibi, eşeysiz ürediğimizi sanır.
Zaaflarımızı kendimize bile söylemeyiz, nasıl öğrettilerse öyle olmak dışında her şey güçsüzlük göstergesidir çünkü.
Sevdiklerimize sevgimizi söyleyemeyiz. Çocuğumuzu kucaklayamayız, öpemeyiz doyasıya, şımarır zannederiz.
Hep başka biriymiş gibi yaşamaya çalışır, çevremizdekilere öyle anlatırız.
Kimseyi beğenmeyiz bir yandan.
Kendimizi sorarlarsa hep haksızlığa uğradığımızı anlatırız.
Korktuğumuzu söylemeyiz, zaaflarımız dile gelmez asla.
Mesela psikolojik danışma almak ayıptır bizde.
Saklanmak isteriz, çünkü bizim de herkes gibi merakımız vardır başka hayatlara.
Gözetlemeyi severiz çünkü.
Kişi neyse öyle bilir karşısındakini.
Başkalarının hayatlarını izlemektir zevkimiz.
Karşı komşuya girip çıkanları, komşunun çocuğunun üniversite sınav puanını merak ederiz mesela.
Dünyanın her yanında pencereler içerden dışarı bakmak içindir, bizim ülkemizde dışarıdan içeri.
O yüzden sıkı sıkıya kapalıdır pencereler, ağır perdelerin arkasında gün ışığı görmez odalarımız.
Sürüden ayrılmayı göze batmamak için istemeyiz.
Farklı olan dikkat çeker, aynı olursanız fark edilmezsiniz, bu daha güvenlidir.
Sinsice biliriz bunu, kurnazlık sayarız susmayı.
Siyasette de durum aynıdır
Ülkemizin Ortadoğu’da oynadığı zavallı rolü görmez, “Ortadoğu liderliği” yalanına inanırız. Oysa gerçek bambaşkadır, kimilerimiz bilir konuşmaz, daha da kötüsü çoğunluğumuz kavrayamayız gerçeği.
Olimpiyat oyunlarına kafilelerle giderken attığımız “Büyük Türkiye” nutukları alamadığımız madalyalarla “yalan” olur, görmezden geliriz.
Büyük projeler sonrası gelen sel baskınlarını doğanın felaketi olarak anlatır, üstelik bir de inanırız buna.
Anlı şanlı törenler sonrası açılan demiryolunda devrilen hızlı trenleri makinistin şapşallığına bağlar kurtuluruz.
Eğitimde devrim yaptığımızı iddia ederiz.
Oysa OECD’nin PISA çalışması son 10 yıldır eğitim alanında hep son 3 sırada olduğumuzu gösterir, üzerinde tartışmayız
Onlarca ve pıtrak gibi üniversite açarız, okutacak öğretim görevlisi, okuyacak öğrenci yoktur çoğunda, aldırmayız.
Üstelik uluslar arası kabul gören bir tek üniversitemiz yoktur, ama biz varmış gibi davranırız.
Bir avuç bilim insanının toplandığı akademimizi yerle bir eder, yenisini oluştururuz, nasıl olsa “ben dedim oldu” demeye gücünüz yeterse, akan sular durur bu memlekette.
Kabul etmeliyiz…
Biz saklanırız…
Biz gözetleriz…
Biz kendimize yalan söyleyerek yaşarız.
Bu yaşam biçimi her geçen gün bizi bir yok oluşa doğru sürükler, anlamayız. Dedim ya, çünkü gerçekle işimiz yoktur bizim, canımız neye inanmak isterse ona inanırız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder