31 Ekim 2008 Cuma

Köpek kardeş :)





Karadenizde tam fıkralık olaylarda yaşadık. Ayderde gruptaki yaşlıca bayanlardan biri gezilere pek katılmadı. Bunun yerine ev ziyaretlerine gitmiş. Gittiği evlerden birinde cenaze varmış. 3-4 kadın kuran okuma için tartışıyorlarmış. En sonunda bir tanesi diğerine "uzun bir dua okuma en kısasını seç, biz amin deriz" demiş. Bu dua okuma pazarlığı bize komik geldi. Diğerini de ben yaşadım. Fotoğraflarda gördüğünüz iki çocuğun fotoğrafını çekiyordum. Kız çocuğuna siz kardeşmisiniz dedim. (bu arada çocuk köpeği seviyordu) Verdiği yanıt şu oldu: "Hayır bu bizim köpeğimiz. Benim kardeşim değil, kardeşim şurada (göstererek)" dedi. Bende yaaa öyle mi diyebildim ancak.
Edit: Sevgili eşim ilk olay konusunda ufak bir uyarıda bulundu. Hafızam beni biraz yanıltmış. Konuşma şöyle geçiyormuş. "Duaların hepsi aynı, en kısasını seç, tesbihe geçelim"miş. Noelbabanın annesine de sevgiler buradan :)

En büyük rehber bizim rehber: Celal Özkan




Rehberimiz Celal'i anlatmadan geçmek olmaz. Celal tam bir karadeniz çocuğu. Lakabı Crazy Lazi. Trabzon doğumlu ve Balıkesir Üniversitesi Turizm-Otelcilik mezunu. Seyahatimizin bu kısmının çok keyifli geçmesini ona borçluyuz. Güleryüzü, hoşsohbeti ve yürüyüşlerde söylettiği türkülerle gezimizi unutulmaz tatiller arasına soktu. 4 senedir Bukla'da rehberlik yapıyor. Ve inanılmaz "su gibi" horon vuruyor. Kasım ayında askere gidecek ama asker dönüşü yapacağımız Karadeniz gezilerinde şimdiden tek tercihimiz Celal olacak. Buradan sevgili Celal'e tekrar teşekkür ediyorum. Bukla ile karadeniz turuna katılırsanız onun grubunda yer almaya gayret edin. İnanın hiç pişman olmazsınız.

28 Ekim 2008 Salı

Proust ... Dante ... Bruno ... Handke

Proust
A hundred years ago French novelist Marcel Proust (1871-1922) lost money in the stock market, too. And as he would in the epic In Search of Lost Time, he converted the stuff of life into art.
Robert Hilferty explains the origin of Pastiches et melanges, translated for the first time into English as The Lemoine Affair. Is this really the first review of the book?

Dante
If Proust's pastiches are late into English, then what about Dante's Canzoniere? In January, Oneworld Classics is publishing Dante's Rime which, it claims, is the first time the collection has been translated in its entirety into English. The book "charts his poetic evolution and displays the ground on which his Vita Nova [sic] and Divine Comedy developed". Elsewhere and online, you can read translations of Dante's Lyric Poems.

Bruno
Last week, the offline TLS had a diverting review of Ingrid Rowland's Giordano Bruno: Philosopher/Heretic. Here's The New Republic's instead. Both contain one memorable detail; an almost literal punctum. I knew that Bruno was burned at the stake but not that "his tongue [was] spiked to prevent him from speaking or crying out".

Handke
One thing that has puzzled me over the years has been my unwillingness or inability to write about certain favoured authors. Peter Handke's name has appeared here often enough yet not once have I begun to examine in detail why The Afternoon of a Writer and, in particular, Repetition had such an impact on me nearly twenty years ago. I have read the latter novel at least six times. In this case, re-reading was not a self-deceiving comfort read but another raid on inarticulacy. I have been relaxed about my failure, with agitation rising only when I discovered that those responsible for publishing Sebald's works in translation had not included in Campo Santo his essay on Die Wiederholung. But now Edmond Caldwell has stepped into the breach with The Handke-Effekt II, the second of his eye-wideningly close readings.

Kavron (Kavrun) Yaylası - Fotoğraflar 1





Kavron (Kavrun) Yaylası






İkinci günümüzde sabah 7 gibi kalkıp sıkı bir kahvaltı yaptıktan sonra kumanyalarımızı hazırlayıp Kavron'a gitmek için yola çıktık. Kazım Koyuncu ve Fuat Saka'dan şarkılar eşliğinde güle oynaya aşağı Kavron'a vardık. Aşağı Kavronda küçük bir köy var. Konaklama imkan yok. Tırmanışa başlamadan önce girebileceğiniz tuvaletler de inanılmaz pis. (Ben anca burnuma kağıt tıkayarak girebildim) Köy meydanında kahvenin önünde arabamızı park edip, yukarı Kavrona tırmanmak için hazırlıklara başladık. (Yukarı kavron yaylası kaçkar dağına tırmanış yapacak dağcıların ilk kamp yeri) Tepelerde oldukça kar vardı ve 2200'den 2900 mt.'ye çıkacağımız için gözüm korkmadı değil ama yine de sırt çantalarımızı yüklenip tırmanışa geçtik. (2007 yılında köye düşen çığ 50 evin karlar altında kalmasına ve büyük maddi hasara yol açmış). Oldukça dik bir yamaçtan yarım saatlik bir tırmanıştan sonra karar noktasına vardık. (karar noktasında isteyen devam etmekten vazgeçip köye dönebiliyor) Tırmanışın dikliği ve çantamın ağırlığı yüzünden çok zorlandığım için geri dönmeye yada orada oturup beklemeye karar verdim ama rehberimiz Celal havanın karlı olması ve sis basma ihtimalinden dolayı buna izin vermedi. Açıkçası bu kadar zorlanabileceğimi düşünmemiştim ama mecburiyetten (daha doğrusu karda kaybolma ve bulunamama korkumdan) devam etmeye karar verdim. Celal'de çantamı alınca bir nebze rahatladım ama ne yalan söyleyeyim kar, kayalık arazi ve yorgunluk yürümeyi iyice zorlaştırdığı için attığım her adım bana işkence oldu. Elimdeki eşyaların çoğunu da oraya buraya attım dönüşte nasıl olsa bulurum, bulamasam da canım sağolsun diye. Kısa dinlenme molaları vererek (ekibin en sonunda olup, anca yetiştiğim için bu molalardan pek nasiplenemesem de) yaklaşık 3.5 saatlik bir yürüyüşün ardından Kavron zirveye ulaştık. İlk başta yorgunluk ve açlıktan çevreye hiç bakamadım. İlk yaptığım iş bir kayanın üzerine tünemek ve kumanyamı yemek oldu. Biraz dinlendikten sonra buranın ne kadar güzel olduğunu fark ettim. (hatta iyi ki çıkmışım bile dedim) Yukarı Kavron bir buzul vadisi ve biri küçük biri büyük olmak üzere iki tane de buzul gölüne sahip. Yaz aylarında yapılan tırmanışlarda göle girenler bile oluyormuş. Manzara gerçekten muhteşemdi. 45 dakikalık bir moladan sonra dönüş için yola çıktık. Dinlendiğimiz ve en azından tırmanmayacağımız için dönüşün daha kolay olacağını düşünürken yanıldığımızı anladık. Güneş çıkıp karların çoğu eridiği için her yer çamur olmuştu ve dik yamaçlardan inmek tehlikeli bir hal almıştı. Bu yüzden sekiz kişi elele tutuşup zincir kurarak inmek zorunda kaldık. Bir iki kere kayıp düşsek de dik yamaçları az hasarla atlatıp 2-2.5 saatlik bir yürüyüşten sonra karar noktasına vardık.

26 Ekim 2008 Pazar

Anti-events: reviewing Badiou

Earlier this month, I expressed frustration with the British media's infatuation with alleged philosopher Bernard-Henri Levy. Trying searching, I suggested, for its coverage of Lacoue-Labarthe, Nancy, Deleuze, Badiou, Derrida, Blanchot or Levinas - that is, for genuine French thinkers. But don't bother; you'll find only obituaries.

However, one of these names has received something approaching mainstream attention; most recently in Mark Lilla's review-essay in the New York Review of Books and, this time last year, in its London equivalent (both behind subscriptions firewalls). As I know next to nothing about Alain Badiou, these offered me a chance to situate his thought. From brief impressions gleaned online, I had found his "indictment of the fetishization of literature by Blanchot, Derrida, and Deleuze" enough to warn me off. Moreover, his major work Being & Event features the unwitting apex of such fetishisation - mathematical formulae. Such are the ghosts that guide one to and from books.

Our personal ghosts might hamper the serendipity necessary for intellectual discovery - and that's a subject worth exploring all in itself - but what about those that haunt the book pages? Does literary journalism police the public intellect and thus guide a culture down a particular path? It seems so. But how? These questions came to the fore when I was reading both of these reviews.
In the Republic, Socrates and Plato’s brothers wander out of Athens and walk down to the port of Piraeus, leaving the city behind them. After quickly demolishing the prevailing views of justice in Athenian society, Socrates proceeds to dream of another city, a just city governed by philosophers whose souls would be oriented towards the Good. The familiar objection to Plato, that the ideal of the philosophical city is utopian or impossible to realise, is fatuous. Of course the philosophers’ city is utopian: that is the point. You might argue that it is the duty of philosophy to think in a way that allows us to believe another world is possible, however difficult it would be to achieve. Alain Badiou is a Platonist.
Simon Critchley's review of Polemics, a collection of Badiou's political essays, begins by setting the author's place in the very general philosophical scene. It then goes onto his particular approach to the subject:
Philosophy is the construction of the formal possibility of something that would break with what Badiou calls the 'febrile sterility' of the contemporary world. He calls this an 'event', and the only question of politics, for Badiou, is whether there is something that might be worthy of the name 'event'. If philosophy is understood, as Heraclitus had it, as a 'seizure by thought', then politics is a revolutionary seizure of power that breaks with the dreamless sleep of an unjust and violently unequal world.
This is both informative and intriguing. Compare it to Mark Lilla's introduction:
Badiou belongs to the je ne regrette rien fraction of the French left: a student of Marxist theorist Louis Althusser in the early Sixties, a rabble-rousing Maoist and defender of the Khmer Rouge in the Seventies, he still writes warmly about the Cultural Revolution.
What ever the facts are, the truth is obscured by so many fluttering flags: "French left", "Marxist", "rabble-rousing". What do you think Lilla is trying to tell the reader? Even "belongs" limits the scope of comprehension. In his defence, Lilla is covering a number of books on St Paul and cannot devote so much space to Badiou as Critchley. Given that, however, one could replace the quotation above with a summary of his book; nothing would be lost. Lilla does get to it eventually.
Imagine the shock, then, when Badiou published Saint Paul: The Foundation of Universalism in 1997, calling on the left to rediscover the radical universalism of Saint Paul and apply it to revolutionary politics! Hands were wrung in seminar rooms across Europe and North America, since any mention of universals is grounds for excommunication from the church of academic “theory.”
Again, whether this is true or not - and Lilla doesn't provide even anecdotal evidence - we're too familiar with this form of caricature in the pleonastic conservative press to accept it without complaint. Is this the New York Review or the New Criterion? When he does provide a long quotation - about revolutionary violence - Lilla still can't let Badiou speak for himself:
What about the violence, often so extreme? The hundreds of thousands of dead? [Millions, actually.] The persecutions, especially against intellectuals? [Why "especially," one wonders.]
Perhaps because they kept interrupting. "Febrile sterility" seems like an accurate diagnosis of US liberal commentators (Susie Linfield is another). Lilla's fevered framing of Badiou's philosophy does its work by co-opting the reader into a knowing distance from the passé.
Such cold-bloodedness [Badiou's defence of revolutionary violence] was long out of fashion in France. After many thousands of the victims of the Viet Cong and Khmer Rouge escaped onto their rafts into the South China Sea in the mid-Seventies, the French romance with revolution seemed to end. During the next two decades stiff-necked Maoists like Badiou lived in interior exile while the political debate revolved around human rights, multiculturalism, and political and economic liberalism. In the past ten years, though, as a more radical leftism returned, Badiou made a comeback.
It's clear this comeback is threatening. Critchley isn't so worried. He ends his review by distancing himself from Badiou's "apparent optimism and robust affirmativesness". He thinks there's something "deeply pessimistic" about his conception of philosophy.
At the present time, in the face of such a state of war, the philosopher's dream of another city will always appear hopelessly utopian.
He opposes Badiou's justification of violence and instead calls for "the prosecution and cultivation of peace". However, he qualifies this by restating Badiou's Platonism, that is, "the impossibility of Badiou's politics"; its Platonic violence. The real state of war - happening right in front of our square eyes - is something to which Lilla only alludes as he speculates on the reasons for Badiou's rise to prominence:
Eight years into the Bush administration and forty years after the revolutions of 1968, one senses a frustrated desire to have some kind of effect.
"The Bush administration". Is this Lilla's euphemism for the gulag at Guantanamo Bay, active support for dictatorships around the world and the invasion and occupation of two sovereign nations with the subsequent deaths of untold hundreds of thousands [millons actually]?

One has to wonder if Lilla's fevered tone is the return of the repressed in liberal-capitalist thought. We saw explicit evidence of its movement in the attacks on Günter Grass for his belated revelations, the current schadenfreude-laden coverage of the tales told about Milan Kundera and, less explicitly, in the media's disproptionate coverage of the "left-wing philosopher" mentioned at the beginning and the otherwise unaccountable enthusiasm for Clive James' petty-minded essays on 20th Century authors (those on Benjamin and Celan in particular). Perhaps we can call these anti-events in an unjust and violently unequal world.

25 Ekim 2008 Cumartesi

Dante by numbers

Podcast favourite In Our Time this week discusses Dante's Inferno. After ten minutes Melvyn Bragg asks Claire Honess, Senior Lecturer in Italian at the University of Leeds, why there are nine circles in Hell. I was surprised by her answer ("I don't know"). Isn't it common knowledge (among Dante readers) that the poem is structured in honour of the Trinity - nine being the square of three? William Anderson explains in more detail in Dante the Maker, a book not included in the further reading guide. Nor, incidentally, are two of the best books on Dante: Freccero's The Poetics of Conversion and Barolini's The Undivine Comedy. However, it redeems this by providing a useful link to the Leeds Dante Podcast.

Meanwhile, lurking numerologists might like to explore Dante's Commedia's Mathematical Matrix.

24 Ekim 2008 Cuma

Taş Konaklar - Çamlıhemşin




Çamlıhemşin'de tepelere inşa edilmiş çok güzel taş konaklar var. Ne yazık ki çoğu terk edilmiş ve harap halde. Rehberimiz Celal'in anlattığına göre bu ve civar köylerdeki erkekler eski zamanlarda çalışmak için Rusya'ya gitmişler. Döndükleri zaman orada gördükleri yapı tarzını kendi köylerinde uygulamışlar. Rusyada öğrendikleri meslek çoğunlukla unculuk, pastacılık ve fırıncılık olmuş ve geçmişten günümüze böyle devam etmiş.  Bu yüzden en başarılı pasta ve ekmek ustaları Çamlıhemşinden çıkarmış. 

Şenyuva Köyü ve Köprüsü - Çamlıhemşin






Zilkale ve Palovit gezilerinden sonra Çat vadisinde yemek molası verdik. Mıhlama, salata ve köfteden oluşan lezzetli yemeğimizin ardından tekrar minibüsle Çamlıhemşin'e doğru yola çıktık. Fırtına deresi üzerindeki köprülerden biri olan Şenyuva köprüsü'nde arabadan inip 1-1.5 saatlik bir yürüyüş için hazırlanmaya başladık. (Fırtına deresi üzerinde 10 adet tarihi köprü var. Bu köprüler kültür varlığı olarak tescil edilmişler ve harçsız taşyapı olarak Bizans yapı tarzından esinlenerek inşa edilmişler. Köprülerin tümü akarsu yatağının iki yanında karşılıklı birer ayak üzerinde yükselen yuvarlak yada hafif sivri kemerli bir yay görüntüsündeler. Yay biçiminin amacı ise sık sık taşan akarsuların altında kalmaması ve yıkılmamasını sağlamak). Şenyuva köprüsünde yapılan hazırlık ve fotoğraf çekimlerinden sonra yürüyüşe başladık. Yürüyüşün 40-50 dakikası dik bir yamaçtı. Oldukça zor bir tırmanışla tek kişinin geçebileceği patikalardan yürüyerek bir dağ köyü olan Şenyuva köyü'ne (eski adı Çinçiva) ulaştık. Köyün içinden geçerken o gün bayram olduğu için köylülerle bayramlaşıp yolumuza devam ettik. Köydeki evler çok güzel, insanlar çok içtendi. Hatta bir ana-kız camda makinamıza poz bile verdi. Yaşlı bir teyze de bütün grubu teker teker öpüp, bayramlaştı. Dere geçişleri yaptıktan sonra köyden ayrılıp dönüş yoluna girdik. Dönüş yine dik bir yamaçtan inişti. Bu güzel yürüyüşün ardından başa gelinebilecek en kötü şey ise benim bu yamaçtan düşüp, can havliyle ısırgan otlarına tutunmam oldu....

23 Ekim 2008 Perşembe

Linkage

Meet at the Gate - an untypical publisher's website, it says, for Canongate Books (publishers of Glavinic's Night Work) - makes some blog or other its site of the week.

The above novel deserves to be considered for a prize, but which one? Lee Rourke at 3AM Magazine goes in for some Post Booker Blues and looks at two potential alternatives to our annual suffering.

In the New Statesman, Andrew O'Hagan suggests Virginia Woolf, had she been writing now, would not have won the Man Booker Prize for To the Lighthouse (1927). Nor would she have won an Olympic swimming medal fourteen years later ... for the same reason.

John Self reviews the belated English edition of Gert Hofmann's great novel Lichtenberg and the Little Flower Girl published by CB Editions. I've been going on about this novel for three years so it's good to see a snowball forming. (An English equivalent to New Directions is a pleasant daydream).

Welcome back to Mobylives. It's been a while. Call me patient. In related news, Love German Books posts an interview with Ross Benjamin, translator of Kevin Vennemann's Close to Jedenew, a novella published by Melville House Books.

Mark Thomas has written a book about Coca Cola: Belching Out the Devil. I've not seen it reviewed elsewhere. I wonder why?

Finally, K-Punk offers French philosopher Alain Badiou's views on the credit crunch stroke financial crisis. I'm not sure how to pronounce his name but, with this article in mind, I shall now think of him as Alain Badloan.

22 Ekim 2008 Çarşamba

Ayder Yaylası



Ayder yaylasından da bahsetmeden geçmek olmaz. Yayla yörenin en popüler turizm merkezi. Yaylada bazıları pansiyon yada otele dönüştürülmüş birçok ahşap yapı var. Bizim kaldığımız Bukla Oberj'de bunlardan biriydi. Birkaç beton yapı dışında ortamı bozan pek birşey yok. Ayder yemyeşil çamlar, çayırlar ve masmavi bir gökyüzü ile gerçekten görülmeye değer güzellikte. Burada bir de kaplıca var. Gezilerimizden fırsat bulamasak da dediklerine göre kaplıca yakın zamanda yenilenmiş, güzel bir tesis. Rehberimiz Celal'in dediğine göre bölgede yazları boğa güreşleri ve yayla şenlikleri düzenleniyormuş.

Palovit Şelalesi





Zilkale'de kısa bir mola verdikten sonra ikinci durağımız Palovit şelalesiydi. Palovit şelalesi Palovit vadisinde bulunan yaklaşık 15 metrelik bir şelale. Ormanlık alanda yapılan yaklaşık 1 saatlik yorucu bir yürüyüşten sonra şelaleye ulaştık. Yürüyüşün zorlu olmasının sebebi de çok çamurlu bir yol olması ve sırt çantalarımızın ağırlığıydı. (Çantalarımıza yağmurluk, yedek t-shirt, çorap vs. koymuştuk. Her ne kadar bayanlar üst değiştiremese de çantadakiler erkeklerin çok işine yaradı).  Bilek hizasında çamurlara bata çıka yürümek bacaklarımızı oldukça yordu. Ama şelalenin güzelliği ve mola verdiğimiz alanın huzurlu ortamı yorgunluğumuzu aldı götürdü. Bu arada Palovit Şelalesi bu çevrede debisi en yüksek olan şelale.

Zilkale - Çamlıhemşin




Turun ilk gününde Zilkale, Palovit şelalesi ve civar yerleri gezecektik. Sabah çok erken saatte kalkıp güzel bir kahvaltı ettikten sonra bindik tur arabasına Kazım Koyuncu'nun şarkıları eşliğinde ilk durağımız olan Zilkale'ye vardık. Zilkale Fırtına vadisine hakim bir yol üzerinde yüksekçe bir tepe üzerinde kurulmuş. 8 burç ve bir gözetleme kulesinden oluşuyor. Aldığımız bilgilere göre kalenin kesin yapım tarihi bilinmemekle beraber kervanların yol güzergahı üzerine kontrol amacıyla 14. veya 15. yüzyılda Trabzon krallığı öncesi Kommenoslar tarafından yapıldığı tahmin ediliyor. Osmanlı döneminde de kullanılmış. Kalenin içinde restorasyon çalışmaları devam ettiği için ziyaretçilere kapalı.

21 Ekim 2008 Salı

Buklamania !!!

Uzun ve yorucu geçen günlerin ardından Yayla turuna katılmak için en sonunda Ayder'deydik. Turu düzenleyen firma Bukla turizmdi. Bukla yurtiçi, yurtdışı, hafta sonu, günübirlik birçok tur düzenliyor. Karadenizde de oldukça iddialılar. Sanırım bunun sebeplerinden birisi de sahipleri olan Bülent Saraloğlu ve Okan Yenigün'ün Rize Ardeşenli olması. Bukla'nın ayder yaylasında Bukla Oberj adında güzel bir oteli var. Ahşap mimarisi çok hoş. Odalar sıcak ve temiz, yemekler de gerçekten çok lezzetli. Geceleri canlı müzik ve tulum eşliğinde yapılan horon ise günün bütün yorgunluğunu alıp götürüyor. Firmanın rehberleri işlerinde başarılı ve yöreyi çok iyi biliyorlar. (İlerleyen yazılarımda rehberimiz Celal'in çokça adı geçecek) Sonuçta Bukla ve Bukla Oberj Karadeniz turları için en iyi seçeneklerden biri ve düzenlediği turlarla insan gerçekten de buklamaniac oluyor. (Fotoğraflarda Oberj'in muhteşem manzarasını görebilirsiniz)
http://www.buklaoberj.com/
http://www.bukla.com/

20 Ekim 2008 Pazartesi

Deskbound

Kafka's sense of strangeness to self is continuously displayed in various fictional appearances—in the bachelor; “the Russian friend” of The Judgment; the unholy, monstrous insect body; an outlandish homeland, America; the court; the burrow; "the false hands" that led him astray; the "spirits" that twist his words. What threads these modalities together is the "eccentricity" of the writer’s being. The trajectory of Kafka’s works is a history of approaches, more or less effective, to the elusive otherness of writing.
Stanley Corngold in the introduction to Franz Kafka: The Office Writings published this week.
In this book about Kafka’s work as a lawyer and bureaucrat, we are concerned with the way in which Kafka’s sense of his fate as a writer is implicated in his work life—the way in which his Beamtensein, his "official" being, is involved in his Schriftstellersein, his writerly being.
Expect in-depth coverage and debate in the mainstream press about the dastardly suppression until now of "articles on workmen's compensation and workplace safety; appeals for the founding of a psychiatric hospital for shell-shocked veterans; and letters arguing relentlessly for a salary adequate to his merit."

Mmm, articles.

Karadeniz'den yol manzaraları - 3






Karadenizdeki insanların sıcaklığına, konuşmalarına, hayatlarına hayran kaldım...

Rize / Çayeli

Tura katılmak için fazla zamanımız kalmadığı için Rize'de fazla vakit geçiremedik. Sadece yaylalarda giyeceğimiz kıyafetlere ek olarak birkaç küçük alışveriş yaptık ve meşhur "kaynana lokumu"ndan aldık. Kaynana lokumu un kurabiyesine benzer bir kurabiye çeşidi. Rize'de kaynanalar damatlarını çok severmiş ve özellikle bayramda damatlara özel kaynana lokumu yaparlarmış. Meşhur kurufasulyelerinden yemek için buradan çayeli'ne doğru devam ettik. Kurufasulyeci Hüsrev artık çok tanınsada temizliğinden ve hizmet kalitesinden çok emin olmadığımız için biz yemeğimizi Lale lokantasında yemeye karar verdik. Lale'de yemekler gerçekten çok lezzetli, ortam da çok temizdi. 

Uzungöl


Uzungöle vardığımızda gece geç saatti. İnanılmaz bir yağmur ve soğuk vardı. Bu yüzden ilk başta biraz korktum. Ya ertesi günde hava böyle olursa diye. Neyseki geç saat olmasına rağmen otelde ikram ettikleri nefis çay ve otel çalışanlarının keyifli sohbetleri beni bu düşüncelerden sıyırdı. İlk başta programda Uzungölde konaklama yoktu. Ama ertesi gün hava açıp, güneş çıkınca iyiki buraya gelip kalmışız dedim. Uzungölde yanyana sıralanan oteller,  hediyelik eşya dükkanları ve gölün kenarındaki koskocaman beton cami'ye rağmen doğa çok güzel. Akan derenin gürül gürül sesi ve gölün durgunluğu insana ayrı bir huzur veriyor. Derenin iki yanında yürüyüş yolları var. Gölün üst taraflarında da iki set gölü daha var. Yolda birçok alabalık tesisi ve lokantası da mevcut. Bu yol Demirkapı (Haldizen) yaylasına çıkıyor. Yol çok bozuk olduğu için arabayla çıkmak çok zor. Bu yüzden biz yaylaya kadar çıkmak yerine köylerden birinde kısa bir mola vermeyi tercih ettik. Yemyeşil otlarda yuvarlanıp o mis gibi havayı içimize çekmek çok keyifliydi. Köydeki bir dedenin ikram ettiği armutlarda üstüne tatlımız oldu. Günümüzü burada geçirip göl kenarında güzel bir kahve içtikten sonra son durağımıza doğru yola çıktık.
Nerede kaldık: İnan Kardeşler en eski konaklama tesislerinden biri. Tesis ahşap bungalovlardan oluşuyor. Odalar sıcak ve temiz. Çalışanları çok hoş sohbet ve sevimli. Hatta yediğimiz en iyi muhlama'yı (mıhlama) sabah kahvaltısında burada yedik. (0.462.656 60 21)

Ne alınır: 
Hediyelik eşya dükkanlarında daha çok ahşap ürünler satılıyor. Heryerde görebileceğiniz ürünlerden pek farkı yok. Ama çay kolonyasının kokusu değişik. Denemek için alınabilir. (Bu arada beşinci fotoğrafta bize armut ikram eden dedeyi görebilirsiniz)