Akçakoca'ya ulaştığımızda güneş ufukta denizle göğü birleştiren eflatun bulutların arkasında kaybolmuştu. Öğretmen Evinin denize bakan yüksek kayalıkların üzerindeki taraçasından bir müddet ufku ve denizi seyrettikten sonra nefis bir akşam yemeği ve ardından denize bakan odalarımıza çekildik. Karadenizin tertemiz deniz havasını ve kokusunu hissederek dalga sesleriyle harika bir uyku çektik. Sabah ezanı okunurken gökyüzü çok güzel bir lacivert ışıkla aydınlanmaya başlamıştı. Şehri aydınlatan turuncu ışıklarla harika bir manzara oluşturuyordu. Güneşin ilk ışıklarıyla kuşlar korosunun müziği dalga seslerine eşlik etmeye başladı. Çiçeklerin ve ağaçların güzel kokusu ortalığı kapladı.
Fotoğraf makinamı aldım ve denize bakan taraçaya indim. Puslu ufukta petrol platformunun belli belirsiz silüeti seçiliyordu. Aşağıdaki deniz kıyısında harika bir kumsal uzanıyor. Ama merdivenler kumsala kadar inerken bir yerde kesiliyor ve yüksekçe bir atlama yapmanız gerekiyor. Yukarıdaki taraçanın hakim bir yerinden sizin için kuşlar korosunun müziğini ve dalga seslerini kaydetmeye çalıştım.
Sabah mükellef bir kahvaltıdan ve güzel bir daha doğrusu iki kahveden sonra arabamıza atlayıp şehir turuna çıktık.
İlk olarak şehir merkezine, liman bölgesine gittik. Balıkçılar artık balık sezonunun kapanmasıyla teknelerini karaya çekmiş, ağlarını onarıyorlar, toplanıyorlardı.
Büyük şehirlerden gelenler alışık oldukları tempoyu bulamadıkları zaman küçük yerlerdeki yaşamı sıkıcı bulabilirler. Oysa küçük yerlerdeki günlük yaşamın içinde, büyük şehirlerdeki koşuşturmadan ve "bir şeyler yapmak" telaşından uzak, büyük şehirlilerin tempoları uyuşmadığından kolayca yakalayamayacakları mütevazi, sakin ve küçük şeylerden oluşan daha eğlenceli bir yaşam tarzı vardır... Önemli olan anı yakalayabilmek, anı yaşayabilmek... "Anı kutsa" diyor Samuray felsefesi...
Şehir merkezinde sahilde güzel Karadeniz işi serenderlerin altında kafeler, dondurmacılar var. Buranın mancarlı pidesi meşhur. Mancar pazı oluyor yanılmıyorsam... Ayrıca melengüç denilen bir tatlısı var. Bir müddet limanda dolaşıp balıkçıları ve limanı fotoğrafladıktan sonra öğlende mendireğin dibinde balıkçı barınaklarının hemen arkasındaki Hamsi lokantasına geçtik. Lokantanın adı hamsi, yoksa hamsi zamanı geçmişti... Biz de mevsimin en lezzetli ve hesaplı balıklarından istavrit söyledik... Bol porsiyonlu istavrit tavamız geldi. Devasa bir salata ile afiyetle yedik. Bu arada Akçakoca ekmeğinin harika olduğunu da belirtmeliyim. Her gidişimde şehir merkezinde İş Bankasının yanındaki ekmekçiden mutlaka alırım dönüşte... Balığınızın yanında bira, rakı türünden bir şeyler içmek istiyorsanız Akçakoca'da içki servisi her yerde yok. Limanda şehir merkezine yakın bir kaç yerde var. Balıkları da güzel. Girmeden sormanız gerek... Aslında bizim balıkların yanında da soğuk bira iyi giderdi... Ama yerimiz o kadar güzeldi ki kalkmayı düşünmedik...
Yemekten sonra Ceneviz Kalesi olarak anılan tepeye ve altındaki plaja gitmek üzere hareket ettik. Plajın bir zamanlar mavi bayrağı varmış...
Şimdi tabii Ceneviz Kalesi deyip kim bu Cenevizliler, burada ne arıyorlarmış, neden kale yapmışlar demeden geçeceğimi düşünmüyorsunuzdur sanırım...
Bu Cenevizler (Genoese) aslında İtalya'nın Genova kentinden... Cenova İtalya'da, Korsika'nın hemen kuzeyindeki körfezde, Fransa ve Monaco sınırına yakın, tarihi bir liman kenti... Ama Karadeniz kıyılarının ve İstanbul'un tarihinde önemli bir liman... Kristof Kolomb, 3 Ağustos 1492 Amerika'yı keşfettiği meşhur seferine çıkmadan önceki yıllarında Cenova limanında rıhtımda durup Akdeniz'i ve ufukları seyredermiş dalgın gözlerle... Kristof Kolomb'un Amerikayı keşfettiği gün bayram olarak kutlansa da, Amerika yerlileri pek böyle düşünmüyorlar...
Neyse bizi şimdi ilgilendiren Amerika'nın keşfinden çok Cenovalıların Akçakoca'da, Hamsi Lokantasının oralarda ne aradıkları... Hem o zamanlarda Hamsi lokantası da yokmuş... Çünkü geçen sene açmışlar... Ama tabii ki Karadeniz'de hamsi bugünkünden daha boldur...
Aslında kale Cenevizlerin bölgeye gelmesinden çok önce yapılmış. Parlak kayalıklarından ötürü buraya "parlak şehir" anlamında Diapolis adı verilmiş. Bölgede bilinen ilk sakinlerin Trakya'lı kavimler olduğu sanılıyor. Ancak Karadeniz kıyılarında yaşayan yerli Tunç devri halkı Kaşka'ları ve Amazonları da unutmayalım... Ayrıca bir de deniz kızları var tabii... Burada rivayet odur ki iki taşı birbirine üç kere vurup birini yakına, birini uzağa denize atıp bir dilek tutarsanız, deniz kızları dileğinizi yerine getirirmiş ve siz de Akçakoca'ya tekrar gelirmişsiniz... :)
Neyse, Cenevizler, Haçlı İttifakına bağlı Latin ordularının 1200'lü yıllarda 4. Haçlı seferleri nedeniyle başlangıçta Bizanslılarla da işbirliği yaparak bölgeyi ele geçirmeleri, İstanbul'u, o zamanki Bizans şehrini yakıp yıkmaları, şehre yerleşip Latin İmparatorluğunu kurmaları sırasında gelmişler. Bizans eserlerinin çoğu tahrip olmuş. Hatta bu yüzden Fatih'in İstanbul'u fethi sırasında Bizans Patriği Gennadios "Bizans'da Latin serpuşu görmektense Osmanlı kavuğunu tercih ederim..." şeklindeki meşhur sözünü söylemiştir.
Cenevizler Karadenizde Diapolis, Herakleia, Amissos gibi şehirlerdeki kaleleri onararak ticaret kolonileri kurmuşlar. Eee, her şeyin başı ekonomi... Tabii biz bu şehirlerin bugün Akçakoca, Ereğli ve Samsun olduklarını biliyoruz. Ancak Bizans'ın buraları geri alması uzun sürmemiş. Fatih Sultan Mehmet Karadeniz seferlerini tamamlayana kadar bazı ticaret kolonileri hala Cenova'lıların elindeydi. Diapolis ise 1323 yılında Orhan Gazi'nin lalası Akçakoca tarafından ele geçirilmiş...
Kale'den plajın kumsalına iniyoruz. Çay bahçesinde oturup ağaçların gölgesinde serin birer çay içiyoruz. Karadeniz'in serin sularına dalmayı da ihmal etmiyoruz tabii... Ama çok vaktimiz olmadığından üstümüzü değiştirip yukarı çıkıyoruz... Ceneviz Kalesinin bulunduğu tepede biraz fotoğraf çektikten sonra artık dönüşe geçiyoruz... Bu arada Ceneviz Kalesine gelirken eğer yapabiliyorsanız öğleden önceyi seçmekte yarar var. Çünkü yemek saatlerinden itibaren mangal saati başlıyor... Kalabalık zamanlarda dumanaltı olabilirsiniz...
Dönüşte Arabacı Köyü yolu üzerinde Cuma Yeri denilen yere uğruyoruz. Dere kenarında güzel bir kafeterya ve dev bir tarihi çınar altında oturup çay içiyoruz. Çevrede biraz yürüyüş yapıp, deredeki ördekleri, su çarkını, dereyi ve köprüyü fotoğraflıyoruz. Burada her bahar geleneksel şenlikler düzenleniyormuş.
Burada bir de tarihi hamam ve ahşap tarihi bir cami ve Ahmet Dede türbesi var. Ağaçların 600 yaşında olduğu söyleniyor. Ancak hamama dair bir bilgiye erişemedim...
Bakalım bir sonraki yolculuğumuz nereye olacak... Barış Akarsu'nun şehri Amasra'ya mı, su perisi Sinope'nin şehri Sinop'a mı, Doğu Karadeniz'e mi, yoksa Toroslar'da gizli bir cennete mi... Bir sonraki geziye ve yazıya kadar hoşçakalın, leyleği havada görün...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder