31 Temmuz 2007 Salı

Another beginning: the 500th post

She wished this were her last journey.
This is the first line of Peter Handke's 472-page Crossing the Sierra del Gredos, as translated by Krishna Winston. My copy finally arrived today! I'm pleased to report the typeface is generous, certainly compared to the edition of Handke's last doorstop.

The sentence also begins the 500th post on this blog. I wish it too were the last. From the first entry in September 2004 (though not my first blog, that was Spike Magazine's Splinters, my contributions beginning in November 2000, followed by the year-lasting In Writing) I've tried to say something that would change the way people read. No matter how absurdly ambitious this is, and no matter how meagre my resources (there are many important books I've not read), I've wanted to define and share a particular experience of reading, one that tends to be ignored when literature is discussed on these islands; ignored not least by me. It's taken this long and I believe I still haven't defined it. If I have, I did so a month after the first blog in Struck by Death, an attempt to summarise Blanchot's short essay on the Lascaux cave paintings. It remains one of my favourites, though it drew little attention. (That's one of the oddest things about blogging. One works relatively hard on long posts, such as this one on Martin Amis and it receives no comments, yet one throwaway remark can provoke a storm).

Yet, if Blanchot is right in another essay, "What is the Purpose of Criticism?" (found in this book), then the continuation of this blog (and every other literary blog) is necessary to that experience:
Critical discourse is this space of resonance within which the unspoken, indefinite reality of the work is momentarily transformed and circumscribed into words. And as such, due to the fact that it claims modestly and obstinately to be nothing, criticism ceases being distinguished from the creative discourse of which it would be the necessary actualization or, metaphorically speaking, the epiphany.
That's my excuse and I'm sticking to it.

28 Temmuz 2007 Cumartesi

A vessel in vain

The port from which I set out was, I think, that of the essential loneliness of my life. This loneliness [is] deeper about me, at any rate, than anything else: deeper than my genius, deeper than my 'discipline,' deeper than my pride, deeper, above all, than the deep countermining of art.
Henry James, letter to Morton Fullerton, 1900.

In vacant space

When I have time to read, I love [Wladimir] Wiedlé as much as I love Maurice Blanchot, another man of whom you ought to know.
Wallace Stevens, letter to Peter H. Lee, April 1955.

Creative writing

Despair, more than any other feeling, establishes a correspondence between our being and the environment. In fact, despair requires a corresponding environment to such an extent that, if need be, it creates it. It invokes beauty only to pour the void into it. The emptiness of the soul is so vast, its cruel advance so inexorable, that any resistance to it is impossible. What would be left of paradise if were seen from the viewpoint of despair? A graveyard of happiness.
EM Cioran Tears & Saints.

Antik Likya Yolunda

Fethiye yöresini tanımanın en iyi yollarından birisi de yörede yürüyüşler yapmak... Fethiye çevresinde birçok yürüyüş parkuru bulunuyor. Bunlardan en önemlisi, Fethiye’den başlayarak Kaş’a hatta Antalya’ya kadar uzanan ve Likya kentlerini birbirine bağlayan patikalar zinciri. Antik dönemlerde “Likya Yolu” olarak adlandırılan bu yol, günümüzde ise yerli ve yabancı doğa ve yürüyüş tutkunlarına inanılmaz güzellikler yaşatıyor. Doğanın ve antik Likya’nın gizemini biraz olsun yakalayabilmek için Likya Yolu’nda yapılacak keyifli bir yürüyüş, yol üzerindeki küçük dağ köylerinde sıcak ve dost insanlarla ve onların yarı göçebe hayatlarıyla tanışma olanağı sunuyor.

Likya Yolu’nun birinci bölümünde Faralya (Uzunyurt) Köyü, Dodurga Köyü, Sdyma, Pınara-Letoon-Xanthos kentleri ve incecik kumlarıyla eski bir liman bölgesi olan Patara yer alıyor. Yolun ikinci bölümünde ise, azimle ve bıkmadan yürüyenleri Antiphellos, Apollonia, Simena, Myra, Limyra ve yüzyıllardır sönmeyen ateşi ile Olympos bekler. Fethiye çevresinde doğa yürüyüşleri düzenleyen seyahat acentalarının yanı sıra Fethiye Doğayı Koruma Derneği tarafından da kış aylarında yürüyüş turları düzenleniyor.



Akdeniz kıyısı boyunca rotamız güzelliklerle dolu bir manzara ve zengin bir kültürün kanıtlarından geçiyor. Akdeniz kıyısı boyunca, 1999'dan beri türünün ilk örneği olan, işaretli bir gezinti yolu var.

Likya yolu, Fethiye ile Antalya arasında yaklaşık 500 km boyunca uzanıyor, bazen kıyı boyunca bazen de dağlık iç bölgelerde. En yüksek noktasında yol, deniz seviyesinden 1800 m. yukarı çıkıyor. Likya yolunun arkasındaki itici güç, Antalya'da yaşayan İngiliz Kate Clow. Arkadaşları ve yardım edenlerle birlikte yolu inceledi ve en büyük Türk özel bankası ile birlikte, işaretleme çalışmaları ve yol tabelaları için bir sponsor buldu. 2,5 yıl önce Kate Clow, detaylı yol bilgileri, pratik ipuçları, iyi bir kültür tarihi ve harita eskizine sahip olan bir rehber getirdi. Bilgiler, bireysel olarak uzun mesafeleri aşmaya veya tek tek etapları geçmeye yeterli.



Likya'nın özel çekiciliği, bölgesel güzellik ve kültürel zenginlikte yatıyor. Likya yarımadası, zirvesi üç bin metreye ulaşan Toros Dağları'nın batı ucunu oluşturuyor. Dağ rüzgarları sahile kadar gelip, bazı yerlerde denize dikine iniyor. Ayrıca, özellikle nehir ağızlarında, verimli ve yoğun olarak sebze ekiminde kullanılan topraklar var. Akdeniz kıyısı, binlerce koy, kumsal ve adacıklarla kaplı.

Tatil metropolü Antalya'ya yaklaştıkça turistik altyapı hakimiyeti görülüyor. Likya yolu, kitle turizmi merkezlerinin etrafında bir yay çiziyor. Antik kentlerde etkileyici noktalar var, örneğin kaya mezarlarıyla M.Ö. dördüncü yüzyıldan kalma Myra ve Roma çağından kalma amfi tiyatro. Ayrıca, gezginler Likya yolunda sayısız, az tanınmış kültür miraslarına rastlıyor. Likya yerlilerinden sonra Yunanlılar, Persler, Romalılar, Bizanslılar, Arap fetihçiler, göçmen Selçuklular ve daha sonraları Osmanlı hükümdarları izler bırakmışlar. Bugünkü yerleşim bölgelerinden uzakta, bölgeye yayılmış olan iki bin yıllık Likya harabeleri ve mezarlarından özel bir büyüleyicilik yayılıyor. Kireç taşından oyulmuş lahitler veya harabeler fantezi uyandırıyor.



Likya yolu, farklı yüzleriyle Türkiye'nin bugününe uzanıyor. Sahildeki büyük şehirlerde yeni binalar, şık butikler, son model arabalar, rahat giyimli insanlar ve dünya çapında markalar, ekonomik dinamizm ve modernliğin etkisini hissettiriyor. İç kesimlerde hayat şartları daha kısıtlı: Burada toprak eski yöntemlerle sürülüyor, her evin çevresinde birkaç tavuk var. Antalya'daki dağ köylerinde Türklerin geleneksel misafirperverliği onur meselesi.

Genelde, çadırda veya dışarıda yatılıyor. Daha rahat bir seçenek ise yol üzerindeki şehirlerde mola vererek, etap etap dolaşmak. Deniz ve gezi tatili kombinasyonunu, Antalya'nın 60 km güneyindeki Adrasan sunuyor. Adrasan, sahilden bir kaç kilometre içeride, yol haritalarında Çavuş ismiyle yer alan, kayalık tepelerle çevrili bir körfezi ve kumsalı olan, küçük otellerle dolu bir çiftçi köyü. Likya yolu, bu kumsaldan geçiyor. Buradan güneye doğru gidince, keçi yolundan denize uzanan, ucunda bir deniz feneri olan bir buruna geliniyor. Yerden çıkan gazla beslenen Chimaera'nın ateşi. Chimaera, yıkık kent Olimpos'un yakınında, 2366 metre yüksekliğindeki Tahtalı dağının eteğinde. Eski Yunanlıların çağrısı, efsanevi Olimpos, Tanrıların konağı. Yüzyıllar boyu Chimaera, korkutuculuğunu kaybetti. Bugün yaydığı alev, bir dilim beyaz Türk ekmeğini kızartacak kadar. Olimpos'u, iyi ayakkabısı ve yeterli kondisyonu olan her ölümlü aşabilir. Adrasan'dan arabayla 30 dakika uzaklıktaki Beycik'ten, bir günlük Tahtalı turu yapılabilir.

Likya Güneşi: Tanrıça'nın İzinde

Dalyan

Kalkan

Kalkan'daki otelimiz şehrin biraz gerisinde, şehre ve denize bakan bir manzarada. Sabah terasta buluşup muhteşem bir manzara eşliğinde mükellef bir kahvaltı yapıp karnımızı ve ruhumuzu doyuruyoruz. Rengarenk ve kıpkırmızı çiçeklerle kaplı terastan Kalkan sahili olağanüstü bir güzellikle önümüzde...

Kalkan

Kaş

Kaş şirin mi şirin bir deniz kasabası. Kaş'ın kendisi de aslında bir antik şehir, Antiphellos. Oldukça da sağlam durumda bir antik tiyatrosu var. Kaş aslında dağdaki yoldan gelirken bakıldığında oldukça büyük bir şehir... Ama kaş denince benim aklıma Uzun Çarşı Caddesi, tepesindeki Likya lahdi ve yolun iki tarafındaki kafeler geliyor.

Temmuz Ağustos aylarında cıvıl cıvıl ve canlı olduğu gibi sıcak tatil sezonu dışında sakin olabiliyor. Kaş'tan kano turları düzenlendiğini biliyorum. Kaş'ta kano turları ile çevreyi daha iyi ve daha yakından keşfetmek mümkün. Hatta gece çadır konaklamalı kano gezileri yapılıyor. Gece çadırınızı bir kumsalda kurup kamp ateşinizi yakıyorsunuz. Ayrıca günübirlik dalış, jeep safari ve trekking turları da yapılıyor. Bir sonraki planım Kaş'ta konaklayıp böyle aktif ve harika bir hafta geçirmek.

Gömbe

Bir kamyona atlayıp elma bahçeleri ve Akdağlar'dan gelen Uçarsu Şelalesi'nin soğuk sularının aktığı yollardan Yeşil Göl'e çıkıyoruz. (En rahat kamyon ya da jeep çıkar.) Demre çayının ve kollarının suladığı antik Likya ovaları ve şehirler alabildiğine önümüzde uzanıyor.

Saklıkent

Derin ve geniş bir kanyon ağzından tahta köprüden yürüyerek kanyonun içerisine doğru ilerliyoruz. İç kısımlarda su daralıyor. Yazın kavuran sıcağında ayaklarımızı serin suya sokarak alabalık yiyebileceğimiz bir yere geliyoruz. Kanyon içerilere doğru devam ediyor. Biraz ilerliyoruz da... Ama kanyon geçişi yapmak değil niyetimiz. Dönüp balıklarımızı yiyoruz ve günün keyfini çıkarıyoruz...

Saklıkent

Tlos

Önemli bir Likya ticaret şehri. Fethiye'ye 35 km. uzaklıkta Yaka Köyü'nde. Şehir aslında geniş bir alanda. Ama kalıntılar daha çok akropol çevresinde. Erken dönem surlar ve kaya mezarları Likya kültürünün örneklerindendir. Roma ve Bizans Döneminde de bir yerleşim merkezi olarak kullanılmış ve onarım görmüş. Tabii ki her zaman ve her yerde gördüğümüz gibi onarımda değişik yapı kalıntılarıyla lahit mezarların taşlarından yararlanılmış. Akropolün eteğinde Tlos tiyatrosu, günümüze yalnızca birkaç oturma sırası kalmış stadyum, kilise ve hamam kalıntıları yer alıyor.

Buralara kadar gelmişken Yakapark'ta taze kendimize harika bir alabalık ziyafeti çekiyoruz. Ancak belirtmeden geçemeyeceğim bir husus var. Yakapark'ı ziyaret ederseniz mutlaka tuvaletine de gidin. Yeryüzünde bu kadar harika ve hakim bir manzarası olan bir tuvalet daha yoktur herhalde... :D

Xanthos

Xanthos gizemli Likya ülkesinin en büyük şehri ve başkenti. UNESCO tarafından bir Dünya Mirası olarak kabul ediliyor. Antalya ilinin en batısında, Muğla'nın Esen ilçesi yakınlarında. Biz hep Xanthos Xanthos diye duyar ve biliriz ama aslında Anadolu'nun ilk sakinlerinden olan Hititler, Luviler ve Likyalılar tarafından, muhtemelen Hitit güneş tanrıçasına ithafen Arinna olarak adlandırılmıştı. Babadağ ve Torosların batı ucunda Akdağlar ve Dumanlı dağ arasındaki verimli vadi ve ovadan topladığı sularını Patara kumsalına boşaltan Esen Çayı alüvyonlu sarı rengi nedeniyle tarihte Farsça sarı anlamına gelen Sirbe olarak anılmaktaydı. Bu verimli bölge pek çok antik yerleşimi barındırmıştır: Araksa, Kadyanda, Tlos, Pınara, Arsada, Ksantos, Pydnae, Letoon ve Liman şehri Patara. Daha sonra Ege'ye yerleşen Antik Yunanlılar ve Romalılar da sarı anlamında Perslerin Sirbe olarak adlandırdıkları çayı Xanthos olarak adlandırdılar. (Evet, yanlış duymadınız, genel kanının aksine, antik Yunanlılar Ege'nin ilk sakinleri değiller. Bu sizi şaşırttı mı? Öyleyse fotogezi.blogspot.com'u izlemeye devam edin... Daha neler neler var yeryüzünde birlikte şaşıracağımız, eğleneceğimiz, etkileneceğimiz, meraklanacağımız... Biz buldukça emin olabilirsiniz, ilk sizinle paylaşacağım...) Hitit tarihinde güneş tanrıçasının kült merkezi olan bir kayıp Arinna kentinden bahsedilir. Aslında burası Hattuşa'dan İzmir'e kadar uzanan Hitit sınırlarının biraz dışında kalıyor ama ne dersiniz yoksa kayıp Arinna şehrini mi bulduk?

Bu arada Xanthos hakkında beni çok etkileyen bir öyküyü de anlatmadan geçemeyeceğim. Tarihçi Herodotus anlatıyor: İsanın doğumundan 540 yıl önce Harpagus ve Pers kuvvetleri Xanthos'u kuşatırlar. Likyalılar küçük bir kuvvetle karşı koymaya çalışırlar, ancak güçleri ve sayıları yetersizdir, başaramazlar. Şehre sığınırlar. Kendi kadın ve çocuklarını öldürdükten sonra tüm güçleriyle Pers'lere saldırırlar ve hepsi ölürler...

Xanthos ve Likya daha sonra Perslerin eline geçer ve uzun süre Perslerle Yunanlıların arasında geçen savaşlara sahne olduktan sonra Büyük İskender'in Makedonları ve daha sonra Romalıların eline geçer.

Xsantos ya da orijinal adıyla Arinna'nın bizi duygulandıran öyküsünün etkisinden kurtulmadan Esen çayını izleyerek Letoon ve oradan da Patara Kumsalına iniyoruz.

Patara

Patara

Patara Likya'nın liman ve ticaret şehri. Tabii ki bölgeyi ele geçirdikten sonra antik Yunanlılar, Makedonlar ve Romalılar tarafından da çok iyi değerlendirilmiş. Ne de olsa her şeyin başı ekonomi.

Patara kumsalı Türkiye'nin en geniş kumsalı. Eski Yeşilçam filmlerindeki çöl sahneleri burada çekilirdi zamanında... Kocaman tarihi kalıntıların arasından ayaklarımızı yakmasın diye bir koridor şeklinde kumlara döşenmiş tahta döşemenin üzerinden tek sıra halinde gidiş geliş şeklinde kumsala ilerliyoruz. Uçsuz bucaksız bir kumsal uzanıyor... Ve kendimizi sıcak kumlardan serin sulara atıyoruz...

Kekova ve Batık Şehir

Kaş'tan Demre'ye kadar uzanan sahil şeridinde yeryüzünün en ilginç ve gizemli köşelerinden biri yatıyor kah toprağın üstünde kah suların altında... Kekova'daki gibi gizemli ve muhteşem bir Batık Şehir yeryüzünde bir eşi daha var mı bilmiyorum. Turkuaz suların içinde inanılmaz büyüleyici bir dünya. Sularını Torosların en güney batı eteklerinden alan Demre çayı ve kollarının suladığı verimli topraklar ve sahil şeridi antik çağlarda Aperlai, Teimusa, Kekova adası, Simena, Sura, Andriake, Myra, Isinda, Antiphellos, Kyaneai, Korba gibi önemli yerleşim merkezlerini, liman ve ticaret şehirlerini barındırmış.

Teknemizle Kaleköy'e, yanaşıp mükellef bir ziyafet çekiyoruz. Köye yalnızca denizden ulaşılabiliyor. Bir balıkçı köyü. Bugünlerde ise bir turizm köyü... Köyde dolaşıyoruz. Bazıları büyükşehirlerden gelip köye yerleşmiş. Tabii ki yeni ev falan yapılamıyor.

Kale köyü antik Simena şehrinin üzerinde ve içinde bulunan bir köy. Hemen çevrede Teimusa ve karşıda Kekova adası var.

Bazı yerlerde sahile çıkıp antik Likya kalıntılarının arasında dolaşıyoruz. Buralarda kano ile dolaşmak ayrı bir zevk. Kanolar harika aletler, iyi bir partnerle bizi getiren tekne kadar süratli gitmek mümkün. Yarı batık şehirlerin içinde dolaşmak için kano bu muhteşem ortamın keyfini çıkarmaya daha uygun geliyor bana.

Yeryüzünde başka kaç ülkede bu kadar olağanüstü bir kültür ve doğa zenginliği vardır acaba...

27 Temmuz 2007 Cuma

Kanytella

Kanytella

Antik dönemde Dağlık Kilikia sınırları içinde kalan Kanytella, bugünkü Kanlıdivane, Eliaussa Sebaste'den (Ayaş) 3 km dağ tarafında içeri kısımda yer alır. 60 m derinliğinde, kayalara oyulmuş basamaklarla inilen bir obruğun (yaklaşık 170 X 200 m ebatlarında) kenarını kaplayan yerleşim yeri, yazıtların belgelediği gibi İ.Ö.2. yüzyılda Olba Hanedanlığı'na bağlıydı, hatta Olba'nın denize açılan yolu yani limanı görevini üstlenmişti. Erken Bizans yerleşimi günümüze kadar gelmiş yapılar sayesinde ispatlanabilmiştir. Kilise kalıntılarından anlaşıldığı kadarıyla yerleşim Geç Antik zamanda en parlak devrini yaşamış olmalıdır. İmparatorluk Dönemi mezar yapılarının kalitesi ve sayısı yerleşimin hali hazırda Roma zamanında önemli bir refah düzeyine ulaştığını işaret eder.

19. yy. ortalarında Batı dünyasınca bilinir hale gelen örenyeri geniş bir obruğun çevresinde oluşturulmuş Olba Krallığı’nın kutsal yeriydi. Daha sonra İ.S. 408 yılında Bizans İmparatoru II. Teodosyus Neapolis (Yenikent) adıyla bir kent yerleşimine ve kutsal bir Hristiyanlık merkezine dönüştürdü. En parlak döneminide bu dönemde (İ.S. 4. yy.) yaşadı. Antik Olba Krallığı’nın kutsal yerleşim yeri olan kentin tarihi MÖ 3. yy.a kadar gitmektedir.

Geniş obruğun etrafında kesme taştan yapılmış bazilikalar, kaya mezarları, anıt mezarlar, kaya kabartmaları, sarnıçlar, caddeler, ve semerdam lahit kapakları bulunuyor.

Obruk ve Armaronxas Aile Kabartmaları

Kent, 60 metre derinliğinde geniş obruk etrafında kurulmuştur. Doğal bir çöküntü alanı olan bu çukura efsaneye göre Roma çağında suçlular atılıp vahşi hayvanlara parçalatıldığı inancı nedeniyle halk arasında "Kanlıdivane" olarak anılmaktadır. Obruğun içerisinde, güney duvarında Armaronxas ailesinin kabartmaları bulunmaktadır. 4X2 m. boyutlarında ki bir niş içinde yer alan kabartma, kaba bir işçiliğe sahiptir. Kabartmanın sağ tarafında 5 satırlık bir yazıt bulunmakta ve burada ailenin isimleri yer almaktadır. Aile altı kişiden oluşmaktadır: baba ve anne dört çoçuklarının yanında oturmaktadır. Bunların biri erkek, üçü kız çocuğudur. Yağmur sularıyla toprak rengine bulanan bu kabartmalar nedeniyle kente Kanlıdivan denildiği ve zamanla Kanlıdivane’ye dönüştüğü de anlatılır. Merdivenlerle inilen çukurun, büyüklüğünden ötürü tanrısal olduğu düşünülmüş ve kent tarih boyunca dinsel bir merkez olmuştur.

Hellenistik Kule

Korykion Antron (Cennet Cehennem) ile olan coğrafik benzerlikten yola çıkarak obruğun içinde Hellenistik döneme ait bir kutsal alan söz konusudur. Obruğun güney kenarına polygonal bloklardan inşa edilmiş kule, Diokaisareia'da ki kule gibi İ. Ö. 2. yüzyıl başında Tarkyaris'in oğlu rahip kral Teukros tarafından yapıtırılmış ve Zeus Olbios'a adanmıştır. Diktörtgen temel planlı kule, üç odaya ayrılmıştır ve içeriye sonradan imparatorluk döneminde duvar payandaları eklenmiştir. Bu payandalar, kemer taşıyıcı olarak, bu yapının diğer benzer kuleler gibi erken Bizans dönemine kadar kullanıldığını göstermektedir. Katlar arasında tavan için kirişler yerleştirilmiştir. Yüzeyi düzleştirilmiş bloklar üzerinde güneybatı köşesinde yapıyı Zeus Olbios'a daha doğrusu Olba Rahiplerine tahsis eden iki Hellenistik yazıt yer almaktadır.

Kısmen ayakta kalabilen bazilikalar obruğun çevresinde. I numaralı bazilika obruğun güneybatısında ve doğu cephesi ayakta, sütun başlıkları Korint tarzında. II numaralı bazilika ile III numaralı bazilika ise obruğun kuzeydoğu köşesinde bulunuyor. Üç kemerli narteksin önündeki mahzenin kemeri ve ağzı görülebiliyor. Etrafında atriumun bulunduğu batı yönü, avluya iki sütunlu üç kemerle açılıyor. Bugüne ulaşamasa da, narteksin üzerinde ahşap bir kat olduğu kilisenin batı duvarında sıralanan bir sıra taş konsoldan anlaşılıyor.

Üç ayrı yerde nekropol (mezarlık) bulunuyor. Güneyden çıkan ana yolun iki tarafında kayalara oyulmuş oda mezarlar görülüyor. Batı nekropolündeki mezarlar genellikle kayalara oyulmuş. Kaya mezarlarının menfezlerinin üzerinde kabartma kadın ve erkek figürler işlenmiş. Figürlerde asker kıyafetinde iki erkek, kline üzerine uzanmış bir kadın görülebiliyor.

Mezarların yanında kayalara oyulmuş üzüm sıkma presleri ve dikdörtgen planlı, beşik tonozla örtülü sarnıçlar bulunuyor.

Kanyteleis'teki obruğun içine merdivenlerle inilmekteydi. Bugün bir kısmı yıkılmış olan merdivenler görülebiliyor.

Çevrede Roma ve Bizans mezarları yanında Osmanlı dönemine ait mezarların da bulunması o dönemde de burada yerleşme olduğunu gösteriyor.

Kuzeydeki nekropolün en yüksek yerinde görülen Kraliçe Aba’nın, kocası ve iki oğlu için yaptırdığı anıtsal mezar ören yerinin en ilginç yapısı sayılabilir. Kare planlı mezara yuvarlak kemerli bir kapıdan giriliyor. Anıt mezarın doğusundaki mezarlar ise lahit şeklinde.

Olba'lı Prenses Aba'nın Mezarı

Obruğun kuzeyinde, nekropol içerisinde yukarıda yer alan tapınak mezar ise İ.S. 2.yüzyıl. a ait olup üzerindeki yazıtta kentin ismi olan Canytellis adının geçmesi nedeniyle önem taşımaktadır. Mezar, kentin soylularından olan Aba adına yapılmıştır.

Obruğun çevresindeki bazilikalar 4. yy. sonları ile 6. yy. ortaları Bizans dönemi eserleridir.

Kiliseler ve Ev Kalıntıları

Yaklaşık 60 ile 80 adet arası büyük miktarda tahrip görmüş evler obruğun çevresine düzensiz şekilde saçılmış bir görüntü sergilemektedir. En eski ev yapıları Geç Hellenistik döneme kadar geriye uzanmaktadır. Bazı evlerin ise Geç İmparatorluk ve Erken Bizans dönemine kadar bir kaç defa onarıma uğrayarak kullanıldıkları anlaşılmaktadır. Özellikle çukurun kuzey kenarındaki yer alan büyük üç nefli bir Bizans kilisesi (İ.S. 6.yüzyıl) dikkati çekmektedir, aynı zamanda batı kenardaki iyi korunmuş başka bir bazilika görülebilir.

Obruğun kuzeybatısını büyük bir nekropol alanı (mezarlık alanı) kaplamaktadır; lahitler, tapınak mezarlar ve üç sütunlu bir mezar İ. S. 2/3. yüzyıla tarihlenmektedir.

Çanakçı Nekropolü

En eski mezar örnekleri obruğun batısında birkaç kilometre uzakta bulunan Çanakçı Kaya mezarları Kilikya İmparatorluğu’nun soylularına aittir ve üzerlerinde bunu belirten rölyefler vardır. Burada birkaç lahit mezarın yanısıra dokuz adet de kayaya oyulmuş mezar vardır. Bunların üzerlerinde bulunan kayaya oyulmuş figürler arasında elinde mızrak ve kılıç tutan asker, başları örtülü kadın figürleri gibi figürler bulunmaktadır. Mezarların birinin üzerindeki yazıtta ise, mezarın sahibi olan Appas, mezarını soymaya kalkanların Zeus, Helios ve Athena tapınaklarına ceza ödemeleri gerektigini belirtir.

19. yy. ortalarında Fransız gezgin Victor Langlois tarafından keşfedilen kent, 70’li yıllarda yapılan kazılarla ortaya çıkarılmıştır. Yöredeki ilk arkeolojik araştırmaları Prof. Dr. Semavi Eyice gerçekleştirmiştir.

Toros Dağlarında Gizemli bir Obruk, Kayıp bir Kent

Temple of Zeus above Corycian Pit Cave

Erdemli Silifke yolu üzerinde "Kanlıdivane" yazılı bir tabelayı izleyerek yönümüzü kuzeye, Toroslara çeviriyoruz. Daha önce de duymuştum bu ismi. Henüz oralarda bir prensesle karşılaşacağımızdan haberimiz yok. Ama doğrusu bulduklarımız, gördüklerimiz bizi hem çok şaşırtıyor, hem de çok etkiliyor. Buraları biz niye bilmiyoruz şimdiye kadar?

Kanytelleis

(Neapolis, Canytellis, Kanytella) Silifke yolunun 15. km.sindeki Ayaş yöresinde (Mersin merkezine 45 km.) Kanyteleis - Neapolis kalıntıları bulunuyor. Anayoldan üç km.lik bir asfalt bir yolla antik kente ulaşılıyor. Bu yol aslında antik Roma yoluydu. Şehrin hikayesi

Bu büyüleyici muhteşem yerde gördüğümüz bu kayıp şehir ve Olbalı Prenses Aba doğrusu bizi büyülüyor. Akşamın ışıkları antik kenti kırmızı tonlu renklere boyarken merakımız daha da artıyor. Akdenize akşam çökerken antik şehirden ayrılıyoruz ama araştırmamız ve öykümüz sürüyor. Peki kimdir bu Olbalı Prenses Aba? Neresi bu Olba? Ne zaman, nasıl yaşadı? Gelecek yazıda Olba'nın ve Prenses Aba'nın hikayesi...

Fethiye, Dalyan, Ölüdeniz

Cennet ülkemizin güzelliklerini gezmek, görmek ve sizinle paylaşmak için çıktığımız antik Likya kıyılarındaki gezimizin Fethiye etabına, Ölüdeniz yakınlarında, Babadağ eteklerindeki otelimize yerleşerek başlıyoruz. Otelimizin havuzunun serin sularına dalarak rahatlıyoruz. Akşam Babadağ'dan esen serin ve tatlı bir rüzgar bizi karşılıyor. Dağ çiçeklerinin ve çamların güzel kokularını ve tertemiz dağ havasını içimize çekiyoruz. Ağustos böceklerinin seslerini dinleyerek uykuya dalıyoruz. Güzel bir uykudan sonra sabah kuş sesleri ve tertemiz dağ havası ile uyanıyoruz. Mükellef bir kahvaltı bizi bekliyor.

Ölüdeniz

Kahvaltıdan sonra çevre gezilerimize Ölüdeniz'den başlıyoruz. Ölüdeniz'de yamaç paraşütü (paragliding) yapılıyor. Yapılıyor ama şimdi vaktimiz yok. Hem ben sordum sabah erkenden oluyormuş bu... Biz geciktik tabii... Neyse, sonra geliriz biz...

Kayaköy

Kayaköy'ün terkedilmiş harika evleri olağanüstü bir mimari ve geleneksel bir tarzda yapılmış. Evler bozulsa da sahipleri sanki biraz önce gitmişler gibi bir havası var. Burada yaşıyan bir ailenin yerinde ayran içiyoruz. Biraz da sohbet ediyoruz:
- Bu yan taraf da sizin mi?
- Hayır kardeşimin.
- E sizinmiş işte.
- Ayrı.
- Nesi ayrı?
- Cebimiz ayrı...

Dalyan





Dalyan'dan bindiğimiz bir tekne ile Köyceğiz gölüne doğru demir alıyoruz. Denizi Köyceğiz gölüne bağlayan dar kanallardan geçiyoruz. Allahım bu kadar güzel bir mavilik mi olur... Meşhur çamur banyosundan sonra Köyceğiz gölünün tatlı sularında kalan çamurumuzu atıyoruz.





Dalyan'ı Köyceğiz gölüne bağlayan dar su yolunun deniz tarafındaki iki tarafında meşhur caretta caretta kaplumbağalarının yaşadığı ve yumurtladığı İztuzu plajı uzanıyor. Burada sanki keşfedilmemiş bir Afrika sahili havası var. Kendimi Afrika sahiline denizden çıkan kaşiflere benzetiyorum. Ama biraz ilerde bizi kaynatıp yemek isteyen yerlilerle değil soğuk içecekleri ve sıcak yemekleriyle bambulardan yapılmış bir kafeterya karşılıyor. Uçsuz bucaksız gibi görünen geniş plajın daha vahşi görünümlü bölgelerinden su yolunun hemen yanında hem denize hem iç kısma bakan dar kumsalın sığ sularına uzanıp keyif yapıyoruz. Caretta carettaların bölgeleri işaretlenmiş ve ayrılmış. Oralara basmıyoruz.



Fethiye

Fethiye'ye denizden yaklaşırken bizi Şövalye adasındaki güzel çiçekli bahçeli villalar, harikulade bir hava ve kendisi de bir antik şehir olan Fethiye'nin üzerine kurulu olduğu antik Likya şehri Telmessos'un harabeleri ve hemen arkadaki yamaçtaki Amyntas kaya mezarları karşılıyor. Telmessos Karya sınırındaki son büyük Likya liman şehri.







Fethiye'den bahsedip de şehit pilot Yüzbaşı Fethi Bey'den bahsetmemek olmaz. Ayazpaşalı Tayyareci Fethi Bey, yardımcısı Sadık Bey'le birlikte 8 Şubat 1914'de Muavenet-i Milliye adlı uçakları ile Konya, Ulukışla, Adana, Humus ve Şam üzerinden İstanbul-İskenderiye uçuşuna başlarlar. Ancak uçakları 28 Şubat 1914'de Şam'ın Taberiye ilçesi yakınlarında düşerek Türk havacılık tarihinin ilk şehitleri arasında yer alırlar. Mezarları Şam'daki Salahattin Eyyubi Türbesi'ndedir. Havacılığın ilk yıllarında böyle önemli bir uçuşun hedefine varamadan acı bir sonla bitmesi bütün ülkede büyük bir etki ve üzüntü yaratır.

Hatta Behçet Kemal Çağlar, Tayyareci Fethi Bey için şu dizeleri yazar:

"Aslan uçtu" diye söylenir methi;
Bu kutsal toprağın çocuğu Fethi..
Kahrolur darbanla elbet her zeman
Olursa bakış yan ve maksat eğri;
Bak; Fethiye oldu sayende Meğri,
Kartalım! gölgende hürdür bu vatan."

Bu olay üzerine o tarihe kadar Meğri olarak anılan kasabaya Fethiye adı verilir. Tayyareci Fethi Bey'in anısına, Fethiye'de, antik tiyatronun hemen karşısındaki parkta 10 metre yüksekliğinde büyük bir anıt vardır.

Eşsiz bir Akdeniz Gezisi: Kleopatra, Antonyus ve Eski Korsanların Yolundan...



Taşucu'ndan tekne ile yakın koyları gezmeye çıkıyoruz. Aslında tekne yolculuğuna çıkarken aklımızda yalnızca iyi vakit geçirmek ve yüzmek dışında bir şey yoktu. Ama sahilde gözlerden uzak kale ve yapı kalıntılarıyla karşılaşmakta hiç gecikmedik.

Uygun koylarda demir atıyoruz. Akdeniz'in serin mavi sularına dalıp Antonyus ve Kleopatra'nın yüzdüğü koylarda yüzüyoruz. Teknede taze Akdeniz balıklarından ve salatadan oluşan yemek servisi yapılıyor. Tatlı tatlı esen ılık Akdeniz rüzgarına karşı iyi soğutulmuş beyaz şarabımı kaldırırken bu ülkede yaşamanın ne kadar büyük bir şans olduğunu düşünüyorum. Antonyus'u, Kleopatra'yı, sahildeki kalelerin kim tarafından ve ne zaman yapıldığını araştırmayı sonraya bırakıyorum. Ama sizin için fotoğraf çekmeyi ihmal etmiyorum.

Bu koylar pek bilinmeyen, çok az yerleşim olan bakir yerler. Kasaba yaşantısı pek bozulmamış. Çok az yerde yazlık siteler var. Bir çok koya ancak denizden ulaşabilirsiniz.

Taşucu'ndan aynı zamanda Girne'ye düzenli deniz otobüsü ve feribot seferleri yapılıyor.

Gezdiğimiz ve demir attığımız koylar, antik çağlarda eski Akdeniz korsanlarının kasıp kavurduğu sular. O kadar ki Büyük İskender'in Makedon İmparatorluğu ve Roma İmparatorluğu başetmekte oldukça zorlanmıştı. Akdeniz kıyılarında ve dağlarda adım başı kalelerle karşılaşmamızın bir nedeni de bu olsa gerek.

Akdeniz'de, Tarsus'ta, Toroslarda, Ege'de Kleopatra'nın adını her fırsatta ve her yerde duyuyoruz. Duyuyoruz da adını duymayan kalmayan, zamanının tek süper gücü Roma'nın güçlü adamları Sezar ve Antonyus'un paylaşamadıkları Mısır Kraliçesi Kleopatra kimdir? Kimlerdendir? Kimin kızıdır? Nerelidir? Babası ne iş yapar? :)) İstemeye gitmeyeceğimizden merak da etmiyoruz. Ama tesadüfen öğreniyorum ve çok da şaşırıyorum... Mısırlı olarak bildiğimiz antik çağların bu ünlü kadını aslında bize pek de yabancı değil. Aslında Kraliçe Aba'nın hikayesinde, "ne işi var koskoca Kleopatra'nın Torosların bir kasabasında Olba diye adını duymadığımız bir ülkenin prensesi ile?" diye aklıma gelmişti. Ama varmış... Bu öyküyü Olba Krallığının başkenti olan Olba şehrinin hikayesiyle birlikte biraz daha inceleyip kurcaladıktan sonra anlatacağım. Tarihte hep karşımıza çıkan, adını duymayan kalmadığı, çocuklarına isim olarak verdiği halde pek de tanınmayan bir başka ünlü isimle ilişkisinden bahsedeceğim. Şimdilik şu kadarını söyleyeyim, tarihte "bütün yollar Roma'ya çıkar" diye bir söz olabilir, ama bütün yollar da Anadolu'dan geçer...

Bir sonraki öyküde görüşmek üzere hoşçakalın.

Amazonlar'ın İzinde...

Medusa Head

Düzce'den Akçakoca'ya giderken, Düzce'ye çok yakın Konuralp kasabası vardır. Buralar Osmanlı'ların ilk yerleştikleri yerler olduklarından şehir isimleri de ilk Osmanlı büyüklerinin isimlerini taşıyor ya da hatırlatıyor.

Konuralp kasabası Akçakoca turlarının olmazsa olmazlarından... Konuralp Arkeoloji Müzesinin bahçesinde, sanki Barbar Conan kitaplarındaki çizimler canlanmışcasına duran bir lahit beni hem çok etkiledi, hem de fena halde merakımı uyandırdı... Yoksa Conan da mı Anadolu'luydu? Yoksa yiğit Conanımızı da mı elimizden alıp kendilerine mal ettiler?

Aslında Conan ve Herkül öykülerinde geçen pek çok kahraman, yer ve halk Anadolulu... Örneğin Zenobia, Zeyna, Kimmerya ve Kimmerler gibi... İşte de karşımda Conan dizilerinden fırlamış bir lahit duruyor...

Aslında tabii Anadolu kahramanlarının dünyada bu kadar benimsenmesi iyi... Ama dünya çapında bu kadar popüler kahramanların bizim tarafımızdan bile Anadolu'lu olduklarının bilinmemesi büyük bir eksiklik...

İşte bizim de burada yapmaya çalıştığımız hem gezerken, görürken, eğlenirken, öğrenirken, fotoğraflarken, hem de bunları sizinle ve dünya ile paylaşmaya çalışmak... Bu çarpıcı lahdin hikayesini sizinle paylaşmadan geçemeyeceğim...

Tomb of Prusias Ad Hypium at Konuralp

"Nedir bu lahit?" diyorum, "Roma" diyorlar. Pek aklım yatmıyor... Tamam Roma da, ülkemizin her tarafı Roma kalıntılarıyla dolu, ama bu farklı, sanki Barbar Conan çizimleri canlanmış karşımızda duruyor... Aldığım cevaplarla pek tatmin olmayıp sorup soruşturup araştırıp öğreniyorum... Kimdir bu Conan öyküsü insanları? Kimlerdendir? Babası kimdir? Ne iş yapar?

Burada antik bir Roma şehri var, adı Prusias Ad Hypium. Aslında Hypios şehrine Prusias adını bölgeyi ele geçiren Trakyalı kavim Bithyni'ler kralları Prusias'ın adına ithafen veriyorlar. Prusias burayı İsa'nın doğumundan yaklaşık 250 yıl önce Herakleia'lılardan almış... Savaşarak tabii... Ama hangi Herakleia? Türkiye'de dört tane Herakleia var. Konya, Zonguldak, Tekirdağ ve Kocaeli'nde... Yani Ereğli... Bunun sebebi de Ereğli isminin Herakleia'dan yani Herkül'ün isminden geliyor olması... Herkül yalnızca mitolojik bir karakter miydi, yoksa Herkül ve Zeyna dizisinde seyrettiğimiz gibi böyle Anadolu topraklarında gezer, tozar mıydı, ona siz karar verin... Ama bugünkü Zonguldak yakınlarındaki Karadeniz Ereğli'si, ya da Herakleia, ilk Amazonların yaşadıkları şehir olarak biliniyor. Herkül de doğal olarak oraya yerleşmiştir tabii... Ben de olsaydım öyle yapardım...

Grek tarihçiler Herodotus, Xenophon ve Strabo'nun eserlerinde belirttiği gibi Trakyalı Bithyni'ler ve Thyni'ler, Trakya'dan, Makedonya'dan, Karasu nehri yöresinden gelip bölgeye yerleşmişler. Bitinilerden önce Mariandynler olarak anılan ilk Herakleia'lılar Amazonlar mıydı orası biraz belirsiz... Ama öyle anlaşılıyor ki bu insanlar antik Greklerin ve Romalıların "Grek olmayan" anlamında, Grekçe "Barbar" olarak adlandırdıkları insanlardı. İşte de ispatı, Barbar Conan öykülerinden fırlamış gibi karşımızda duran bir Prusias lahdi... Aynı şekilde bu yüzden Kuzey Afrika halkı da Romalılar tarafından "Berberi" olarak adlandırılmıştı...

Ama daha da önemli kanıt Hitit belgelerinde... Hitit belgelerinde orta Karadeniz bölgesinde, Paphlagonia'da yaşayan, adlarını Hatti ay tanrısı Kaşku'dan alan "Kaşka" halkından sözediliyor... Bu belgelere göre Kaşka halkı, Hitit Bölgesi ile Karadeniz arasında yaşayan bir Bronz Çağı halkı. Amasra'nın hırçın dalgası Barış Akarsu'nun Amastris'i da Paflagonya'nın önemli şehirlerinden... Oysa bu isimler tarihte hep Roma ve Bizans vilayetleri olarak bilinirler... Ama işte ne Roma ne de Bizans yeryüzünde yokken Hitit belgelerine geçmiş medeniyetler...

Yozgat'ta Tavium'da bulduğumuz Kelt boğa başı kabartması ile benzeri boğa başı sembolleri Frigler ve Anadolu'nun diğer ilk yerleşikleri tarafından da güç sembolü olarak kullanılmıştı... Bu gün kullandığımız "A" harfi de ters dönmüş bir boğa başı sembolünden insanlığa yadigar kaldı...
Celtic Bull Head at Tavium
Bitinya daha sonra Roma hakimiyetine, Roma'nın Doğu ve Batı Roma olarak bölünmesinden sonra da Doğu Roma, ya da o zamanki başkentlerinin adıyla Bizans hakimiyetine giriyor ve Roma'nın Bitinya vilayeti haline geliyor. Ama tabii ki kendi kültünü ve kültürünü sürdürüyor ki biz şimdi bu lahdi karşımızda bir Roma lahdi olarak görüyoruz...

Konuralp kasabası ismini Osman Gazi'nin komutanlarından Konur Alp'in isminden alıyor. Osmanlılar bölgeyi Bizans'tan alınca, Osman Gazi Prusias'ı Konur Alp'in yönetimine vermiştir.

Böylece Konuralp'ten ayrılıyoruz ve Akçakoca'ya doğru yolumuza devam ediyoruz. Anlaşılan Konuralp'te çok oyalandık ki Akçakoca öyküsü ve fotoğrafları bir sonraki yazıya kaldı... :)

Ama birlikte çok önemli şeyler keşfettik. Sizce gerçek "Tomb Raiders" kim dersiniz?

Gizli Cennetler: Efteni, Güzeldere



Fotoğraf çekmenin en iyi yanlarından birisi de gittiğiniz yerlerde karşılaştığınız güzel şeyleri, yaşamı, çevreyi, doğayı, tarihi, insanları fotoğraflamanın yanısıra yalnızca fotoğraf çekmek için belki de başka türlü gitmeyeceğiniz yerlere gitmek ve bu sayede gezmek, görmek...

Geçenlerde fotoğrafçı bir grupla, Akçakoca'ya giderken Düzce'ye uğradık. Ani oldu... Ne işimiz var Düzce'de bile demeye fırsatım olmadı... Düzce'yi belki çokları gibi ben de Ankara İstanbul arasında karayolundan giderken transit geçilen bir yer olarak bilirdim... Ama durun... Kazın ayağı hiç de öyle değil... Haydi gelin birlikte gidip bakalım Düzce'de neler var...

Düzce'de dostlarımız bizi karşılıyorlar ve çay ikram ediyorlar. Biraz oturup çaylarımızı içtikten sonra Efteni Gölüne doğru yola çıkıyoruz. Düzce aslında bir Doğu Karadeniz şehri gibi... Düzcenin güney batısına doğru biraz ilerledikten sonra bitki örtüsü yoğunlaşıyor ve tipik karadeniz görünümü aldı. Karadeniz yaylalarını andıran Hamamüstü köyünden geçtikten sonra dağ yollarında yükselmeye başlıyoruz. Hamamüstü tipik bir bir Karadeniz köyü. Çoğunluğu Giresunlu. Geçerken karşılıklı el sallıyoruz. Köylerdeki bu iletişime ve selamlaşmaya bayılıyorum... Şehirlerde kimse size aldırmaz, kimse el sallamaz. Ama köylerden geçerken el sallıyorlar işte... Elmacık Dağı'na doğru virajlı yollardan biraz ilerledikten sonra oldukça yükseliyoruz. Ve işte ayaklarımızın altında Düzce'nin ismini aldığı düz ovalar ve Efteni gölü uzanıyor. Efteni gölü Gölyaka yakınında çeşit çeşit kuşlara ve bitkilere ev sahipliği yapan çok önemli bir bataklık habitat alanı. Tabii hemen uygun bir yerde duruyoruz ve fotoğraf makinaları boca ediliyor ve işte Efteni Gölü ve cennet vatanımızın gizli cennet köşelerinden bir daha doğrusu iki slide show...

Arabamıza atlıyoruz ve Elmacık Dağı'na doğru yükselen yolculuğumuza orman yollarından devam ediyoruz. Yol ki ne yol ama... Dar mı dar, dik mi dik, uçurum mu uçurum... Sisli mi sisli... O yüzden yeterince fotoğraf çekemedim... Ama muhteşem bir manzarasının olduğunu söyleyebilirim. Kışın da buraların İsviçre Alpleri ve hani internette e-maillerle dolaşan kış manzaraları resimleri gibi olduğunu öğrendim. Daha doğrusu "kışın çok güzel oluyordur burası" diye sordum da anlattılar...

Derken tepede düz bir alana ulaşıyoruz. O hooo burada kampingciler mi istersiniz, karavancılar mı istersiniz... Çadırını, karavanını kapan gelmiş. Millet keyfini iyi biliyor... Biz de bir keşif yaptık sanmıştık...

Ama gerçekten bir keşif yapıyoruz ki sormayın gitsin. Sık ağaçların ve dik vadilerin arasında bizi Güzeldere şelalesi büyük bir uğultuyla karşılıyor... Şelale dimdik ve yüksek bir tepeden büyük bir heybetle akıyor. Ama benim Karadenizli vatandaşım çoktan tepeye çıkmış da mangalını yakmış bile... Sular, uçuşan su damlacıkları, sis ve dumanlar arasından sanki nazlı yarin zülfünü tarar gibi akıyor. Artık aşağıya inip şelaleyi fotoğraflamak farz oldu. Allahtan Orman Müdürlüğü dallardan patika, merdiven ve köprü gibi yerler yapmış da rahatça inip çıkabiliyoruz. Yoksa biraz zor...

Şelale keyfimiz bittikten sonra yukarı çıkıp düzlükteki tesiste alabalıklarımızı yiyoruz. Burada servis aramayın, ama yemeğinizi almayı başarabilirseniz şanslısınız. Hemen alınabilecek bir yiyecek seçmenizi ve başında durarak zorla yaptırıp elinizle almanızı tavsiye ederim. Yoksa işin bir aşamasında eğlenceye dalıp sizi unutabilirler...

Yemekten sonra arabamıza atlayıp Toptepe orman gözetleme merkezine doğru yol alıyoruz. Ama ne yazık ki buradaki orman tesisleri terkedilmiş ve bakımsız kalmış. Burada "mücevher böceği" dedikleri zümrüt gibi bir böcekle de tanışıyorum. Makro fotoğraflarını çekince daha da ilginç oluyor bu böcek... İnanılmaz bir şey. Sanki ayna gibi, görüntüleri yansıtacak kadar parlak...

Aslında Düzce yöresinde keşfedilecek daha yerler ve şelaleler olduğunu da anlıyorum. Ama şimdilik bu kadar. Onlar da sonraki seferlere...

Düzce'de keşfettimiz gizli cennetten sonra arabamıza atlayıp Akçakoca'ya yöneliyoruz. Eee havalar ısındı... Artık Karadeniz zamanı geldi... Ama Akçakoca hikayesi ve fotoğrafları bir sonraki yazıya... O zamana kadar hoşçakalın. Tatile çıkanlara iyi tatiller... Bol bol fotoğraf çekin, dönünce de bizimle paylaşın...

Olba'lı Prenses Aba'nın Öyküsü



Mersin'den başlayıp Taşucu'na kadar uzanan, kâh Toros Dağlarından, kâh denizden süren gezimizde karşımıza her tepede, her vadide ve her koyda gizemli bir kale, bir yapı, bir kalıntı, ama hep gizemli bir ülkenin, Olba'nın, ve hep bir gizemli kadının, Prenses Aba'nın ismi çıktı. Bulduklarımızı sizinle paylaşıyoruz. Alanya'dan Viranşehir'e uzanan bölgede MÖ 3. yüzyıl dolaylarında hüküm sürmüş Olba Hanedanlığı'na bir dönem kraliçelik yapmış Aba'nın yaşamına dayanıyor, Mersin Devlet Opera ve Balesi'nin,13 Ekim 2005 tarihinde dünya prömiyerini yaptığı F.Hüseyinov’un “Kraliçe Aba” adlı bale eserine ilham veren öykümüz:

"Olaylar Roma İmparatorluğu'nun sınırları geniş hükümdarlığı sırasında geçer: Aba'nın babası Zenofanes, Olba halkı rahipler soyundan olmasına rağmen Roma'ya karşı izlenen politikalara muhalefet etmiş ve korsanlara katılıp liderleri olmuştur. Dolayısıyla, Romalı komutan Pompei'nin Akdeniz'deki korsanları temizleme seferleri sırasında ortadan kaldırılır. Zenofanes'i Romalılara yakalattıran Olba başrahibidir, bu yaptığına rağmen kızı Aba'yı tapınağa alıp büyütür. Aba'nın korsan geçmişinden haberi olmayan Olba kralı Teukros, Aba'ya âşık olur ve evlenirler. Başrahibin dalavereleriyle Roma'ya ödenen vergiler aksatılır ve Antonious Kleopatra'yla birlikte Olba diyarını teftişe gelir. Sonrası Kraliçe Aba'nın kahramanlıklarına rağmen gerginlikler, öfke, intikam ve ölümle bezenmiş bir iktidar savaşı öyküsüdür.

Kraliçe Aba, babası Zenofanes’in öcü ile yanıp tutuşan savaşçı öfkeli bir korsan kızıdır. Dönemin Olba kralı Teukros Aba’ya aşık olunca evlenirler ve Aba Kraliçe olur. Bir gün Kleopatra ile evli olan Mısır Kralı Antonius,Olba’ya gelip Olba topraklarını zaptederek Kraliçe Kleopatra’ya hediye eder.Olba Baş Rahibi, Romalı Komutan Pompei’yi Kral Antonius ve Kleopatra’ya karşı suikast düzenlemeye ikna eder. Kraliçe Aba bu sinsi planı duyar ve suikasti engeller. Ancak Pompei Antonios ve Kleopatra Kanytella’da dinlenmekte oldukları bir sırada adamlarıyla saldırır. Kleopatra’yı öldürmek üzereyken Aba meçhul bir savaşçı kılığında çıkıverir ve onu engeller. Kleopatra hayatını kurtaranın Kraliçe Aba olduğunu öğrenince O’na hayran kalır.Komutan Pompei gözaltından kurtulup Roma’ya ihanet eden Kraliçe Aba’ya saldırır. Kral Teukros Kraliçe Aba’yı korumak için kendisini Aba'nın önüne atar ve ölür. Kraliçe Aba Olba’ya özgürlüğünü verir ama Kralını kaybeder, kendisini Olba’ya ve oğluna adar."

Tarihte ise:

M.Ö.45 li yıllarda Olba'nın (bugünkü Lamas ile Göksu ırmakları arasında kalan bölge) Rahip krallık sistemi zayıflamış ve ülkeyi Tiranlar ele geçirmeye başlamışlardı. Böyle bir dönemde kralın akrabalarından Ksenophanes Tiranlar ile işbirliği yaparak tüm krallığı ele geçirmiştir. Bölgenin fiziksel yapısı zorlu olduğundan, Roma yönetimi garnizon yerleştirme yerine yerel rahip krallar aracılığı ile kontrolü elinde tutmayı tercih etmiştir. Ksenophanes'in çıkışı ile Roma kontrolünü kaybetmeye başlar. Bu tarihlerde, Octavius, Antonius ve Lepidus Roma'da Triumvirlik kurarak imparatorluğun yönetimini paylaştılar. Doğu topraklarını Antonius alır. Octavius ile birlikte 42 yıllarında doğu topraklarındaki düzenini sağlamak amacı ile çıktıkları seferde Ksenophanes'i de ortadan kaldırarak Olba'da Rahip kralların gücünü geri kazandırırlar.

Öldürülen Ksenophanes'in kızı Aba daha sonra dönemin rahip kralı ile evlenerek Olba krallığına katılır. Kral veba salgınında ölür. Oğulları henüz çok küçük olduğundan idare annesi Aba'ya geçer. M.Ö.33'lerde Lepidus ile Octavius arasında çıkan anlaşmazlık sonucu Lepidus, Octavius'un üstünlüğünü kabul ederek Triumvirlikten çekilir. Bunun üzerine Octavius ile Antonius Roma'nın tek hakimi olma yolunda gizli iki rakip haline gelirler. Antonius'un İran seferleri sırasında Kleopatra'ya karşı başlayan tutkusu yüzünden Roma ile arası gittikçe bozulur. Kleopatra ise ilk Ptolemaiosların görkemini geri getirmek, eski topraklarını yeniden almak istemektedir. Bu amaçla Roma'yı Romalılar aracılığı ile alt etme planını bir parçası olarak Antonius'un kendisine olan tutkusundan istifade etmeyi başarmıştır. Antonius Kleopatra ile evlenmiş daha sonra da bazı toprakları ona bağışlamıştır.

Gemi yapımında kullanılan sedir ağacının son derece zengin olduğu Olba krallığı toprakları böylece Kleopatra'nın eline geçmiştir. Antonius'un Kleopatra'ya toprak bağışlaması sonucu M.Ö.32'de Triumvirlik Octavius tarafından resmen sona erdirilir ve onlara karşı savaş açar.

Aba'nın yardımlarından ötürü Kleopatra bir lütuf olarak Olba'yı Aba'ya bağışlar. Daha sonraları Aba da öldürülür ancak Olba krallığı onun soyu tarafından M.S.20'ye kadar sürdürülmüştür. Bu tarihten sonra bölgenin idaresini rahip krallar aracılığı ile yapmak yerine Roma kendisi üstlenmiştir.

Kıssadan hisse, beyaz atlı prensini bekleyen prenseslerin işi zor... Aba ve Olba hikayesi merakımızı kabartıp da biraz araştırınca Toros Dağlarında Olba Krallığının başkenti, günümüzde Uzuncaburç olarak anılan antik Olba kentinin izini bulduk. Ama gidip görmeyi ve görüntülemeyi ise bir sonraki geziye erteledik. Keşfimizi ise denizden, eski Akdeniz korsanlarının yolundan sürdüreceğiz, bir sonraki öykümüzde...

Akçakoca ve Deniz Kızları...

Akçakoca'ya ulaştığımızda güneş ufukta denizle göğü birleştiren eflatun bulutların arkasında kaybolmuştu. Öğretmen Evinin denize bakan yüksek kayalıkların üzerindeki taraçasından bir müddet ufku ve denizi seyrettikten sonra nefis bir akşam yemeği ve ardından denize bakan odalarımıza çekildik. Karadenizin tertemiz deniz havasını ve kokusunu hissederek dalga sesleriyle harika bir uyku çektik. Sabah ezanı okunurken gökyüzü çok güzel bir lacivert ışıkla aydınlanmaya başlamıştı. Şehri aydınlatan turuncu ışıklarla harika bir manzara oluşturuyordu. Güneşin ilk ışıklarıyla kuşlar korosunun müziği dalga seslerine eşlik etmeye başladı. Çiçeklerin ve ağaçların güzel kokusu ortalığı kapladı.



Fotoğraf makinamı aldım ve denize bakan taraçaya indim. Puslu ufukta petrol platformunun belli belirsiz silüeti seçiliyordu. Aşağıdaki deniz kıyısında harika bir kumsal uzanıyor. Ama merdivenler kumsala kadar inerken bir yerde kesiliyor ve yüksekçe bir atlama yapmanız gerekiyor. Yukarıdaki taraçanın hakim bir yerinden sizin için kuşlar korosunun müziğini ve dalga seslerini kaydetmeye çalıştım.



Sabah mükellef bir kahvaltıdan ve güzel bir daha doğrusu iki kahveden sonra arabamıza atlayıp şehir turuna çıktık.

İlk olarak şehir merkezine, liman bölgesine gittik. Balıkçılar artık balık sezonunun kapanmasıyla teknelerini karaya çekmiş, ağlarını onarıyorlar, toplanıyorlardı.

Büyük şehirlerden gelenler alışık oldukları tempoyu bulamadıkları zaman küçük yerlerdeki yaşamı sıkıcı bulabilirler. Oysa küçük yerlerdeki günlük yaşamın içinde, büyük şehirlerdeki koşuşturmadan ve "bir şeyler yapmak" telaşından uzak, büyük şehirlilerin tempoları uyuşmadığından kolayca yakalayamayacakları mütevazi, sakin ve küçük şeylerden oluşan daha eğlenceli bir yaşam tarzı vardır... Önemli olan anı yakalayabilmek, anı yaşayabilmek... "Anı kutsa" diyor Samuray felsefesi...

A Funny Sunny Sunday at Black Sea

Şehir merkezinde sahilde güzel Karadeniz işi serenderlerin altında kafeler, dondurmacılar var. Buranın mancarlı pidesi meşhur. Mancar pazı oluyor yanılmıyorsam... Ayrıca melengüç denilen bir tatlısı var. Bir müddet limanda dolaşıp balıkçıları ve limanı fotoğrafladıktan sonra öğlende mendireğin dibinde balıkçı barınaklarının hemen arkasındaki Hamsi lokantasına geçtik. Lokantanın adı hamsi, yoksa hamsi zamanı geçmişti... Biz de mevsimin en lezzetli ve hesaplı balıklarından istavrit söyledik... Bol porsiyonlu istavrit tavamız geldi. Devasa bir salata ile afiyetle yedik. Bu arada Akçakoca ekmeğinin harika olduğunu da belirtmeliyim. Her gidişimde şehir merkezinde İş Bankasının yanındaki ekmekçiden mutlaka alırım dönüşte... Balığınızın yanında bira, rakı türünden bir şeyler içmek istiyorsanız Akçakoca'da içki servisi her yerde yok. Limanda şehir merkezine yakın bir kaç yerde var. Balıkları da güzel. Girmeden sormanız gerek... Aslında bizim balıkların yanında da soğuk bira iyi giderdi... Ama yerimiz o kadar güzeldi ki kalkmayı düşünmedik...

Yemekten sonra Ceneviz Kalesi olarak anılan tepeye ve altındaki plaja gitmek üzere hareket ettik. Plajın bir zamanlar mavi bayrağı varmış...

Şimdi tabii Ceneviz Kalesi deyip kim bu Cenevizliler, burada ne arıyorlarmış, neden kale yapmışlar demeden geçeceğimi düşünmüyorsunuzdur sanırım...

Bu Cenevizler (Genoese) aslında İtalya'nın Genova kentinden... Cenova İtalya'da, Korsika'nın hemen kuzeyindeki körfezde, Fransa ve Monaco sınırına yakın, tarihi bir liman kenti... Ama Karadeniz kıyılarının ve İstanbul'un tarihinde önemli bir liman... Kristof Kolomb, 3 Ağustos 1492 Amerika'yı keşfettiği meşhur seferine çıkmadan önceki yıllarında Cenova limanında rıhtımda durup Akdeniz'i ve ufukları seyredermiş dalgın gözlerle... Kristof Kolomb'un Amerikayı keşfettiği gün bayram olarak kutlansa da, Amerika yerlileri pek böyle düşünmüyorlar...

Neyse bizi şimdi ilgilendiren Amerika'nın keşfinden çok Cenovalıların Akçakoca'da, Hamsi Lokantasının oralarda ne aradıkları... Hem o zamanlarda Hamsi lokantası da yokmuş... Çünkü geçen sene açmışlar... Ama tabii ki Karadeniz'de hamsi bugünkünden daha boldur...

Aslında kale Cenevizlerin bölgeye gelmesinden çok önce yapılmış. Parlak kayalıklarından ötürü buraya "parlak şehir" anlamında Diapolis adı verilmiş. Bölgede bilinen ilk sakinlerin Trakya'lı kavimler olduğu sanılıyor. Ancak Karadeniz kıyılarında yaşayan yerli Tunç devri halkı Kaşka'ları ve Amazonları da unutmayalım... Ayrıca bir de deniz kızları var tabii... Burada rivayet odur ki iki taşı birbirine üç kere vurup birini yakına, birini uzağa denize atıp bir dilek tutarsanız, deniz kızları dileğinizi yerine getirirmiş ve siz de Akçakoca'ya tekrar gelirmişsiniz... :)

Neyse, Cenevizler, Haçlı İttifakına bağlı Latin ordularının 1200'lü yıllarda 4. Haçlı seferleri nedeniyle başlangıçta Bizanslılarla da işbirliği yaparak bölgeyi ele geçirmeleri, İstanbul'u, o zamanki Bizans şehrini yakıp yıkmaları, şehre yerleşip Latin İmparatorluğunu kurmaları sırasında gelmişler. Bizans eserlerinin çoğu tahrip olmuş. Hatta bu yüzden Fatih'in İstanbul'u fethi sırasında Bizans Patriği Gennadios "Bizans'da Latin serpuşu görmektense Osmanlı kavuğunu tercih ederim..." şeklindeki meşhur sözünü söylemiştir.

Cenevizler Karadenizde Diapolis, Herakleia, Amissos gibi şehirlerdeki kaleleri onararak ticaret kolonileri kurmuşlar. Eee, her şeyin başı ekonomi... Tabii biz bu şehirlerin bugün Akçakoca, Ereğli ve Samsun olduklarını biliyoruz. Ancak Bizans'ın buraları geri alması uzun sürmemiş. Fatih Sultan Mehmet Karadeniz seferlerini tamamlayana kadar bazı ticaret kolonileri hala Cenova'lıların elindeydi. Diapolis ise 1323 yılında Orhan Gazi'nin lalası Akçakoca tarafından ele geçirilmiş...

Kale'den plajın kumsalına iniyoruz. Çay bahçesinde oturup ağaçların gölgesinde serin birer çay içiyoruz. Karadeniz'in serin sularına dalmayı da ihmal etmiyoruz tabii... Ama çok vaktimiz olmadığından üstümüzü değiştirip yukarı çıkıyoruz... Ceneviz Kalesinin bulunduğu tepede biraz fotoğraf çektikten sonra artık dönüşe geçiyoruz... Bu arada Ceneviz Kalesine gelirken eğer yapabiliyorsanız öğleden önceyi seçmekte yarar var. Çünkü yemek saatlerinden itibaren mangal saati başlıyor... Kalabalık zamanlarda dumanaltı olabilirsiniz...

Dönüşte Arabacı Köyü yolu üzerinde Cuma Yeri denilen yere uğruyoruz. Dere kenarında güzel bir kafeterya ve dev bir tarihi çınar altında oturup çay içiyoruz. Çevrede biraz yürüyüş yapıp, deredeki ördekleri, su çarkını, dereyi ve köprüyü fotoğraflıyoruz. Burada her bahar geleneksel şenlikler düzenleniyormuş.

Burada bir de tarihi hamam ve ahşap tarihi bir cami ve Ahmet Dede türbesi var. Ağaçların 600 yaşında olduğu söyleniyor. Ancak hamama dair bir bilgiye erişemedim...

Bakalım bir sonraki yolculuğumuz nereye olacak... Barış Akarsu'nun şehri Amasra'ya mı, su perisi Sinope'nin şehri Sinop'a mı, Doğu Karadeniz'e mi, yoksa Toroslar'da gizli bir cennete mi... Bir sonraki geziye ve yazıya kadar hoşçakalın, leyleği havada görün...

Toros Yaylalarının Serin Pınarlarından Akdeniz'in Mavi Sularına



Toroslarda hep beni çeken bir gizem, bir güzellik, bir yücelik olmuştur. Sanki zamanın ve mekanın dışına çıkıverirsiniz bu dağlarda, trenle geçerken bile, durduğunuzda bir dağ istasyonunda, başınızı çıkardığınızda kapıdan, güzel havasını kokladığınızda, hatta pencereden baktığınızda, koyu maviye dönmekte olan akşamın renklerinin arasından, bu gizemli dağlar sizi içine çeker, büyüsüne kapılıp gidersiniz sanki...

Mersin, Erdemli yakınlarında, Tömük mevkiinde deniz kıyısında geçirdiğim beş gün boyunca yakın Toros köylerini de ziyaret etme imkanımız oldu. Tömük Köyü'nün 10-15 kilometre ilerisindeki Karahıdırlı Köyünü geçtikten sonra Toroslardan gelen lezzetli dağ sularının şırıl şırıl aktığı bir çeşme vardır yol üzerinde... Hem bidonlarımızı bu nefis suyla doldurmak, hem de su almak bahanesiyle Torosların harikulade çam kokulu havasını koklamak için Karahıdırlı Köyüne yollanıyoruz. Kısa sürede denizden oldukça yükseliyoruz. Hakim vadilerden sahil şeridi sanki uçaktan bakarcasına ayaklarımızın altında uzanıyor. Çevredeki dağ şekilleri ve mağaralar son derece esrarengiz ve biraz da ürkütücü görüntüler oluşturuyor. Kurukafa kayasını geçtikten sonra şirin dağ çiçeklerinin arasından şırıl şırıl akmakta olan pınar suyuna ulaşıyoruz. Bol bol içip saçlarımızı ıslatıp serinliyoruz. Bidonlarımızı da dolduruyoruz. Bu sudan yapılan çay ve kahveler de ayrı bir lezzet oluyor...

Dönüşte Karahıdırlı köyünde ulu çınar ağaçlarının altındaki köy kahvesinde oturup birer de çay içiyoruz. Buraya bir kere daha gelmiştim. Çevre köylerden gelenlerin de katıldığı bir köy pazarı vardı. Eski bir minibüs, kasasının kapılarını açmış, sanki bir köy dükkanı gibi, süs eşyaları, dikiş malzemeleri, mutfak eşyaları, kumaş gibi şeyler satıyordu. Bir diğer eski kamyonet, kasasının önünde sanki seyyar bir berber dükkanı gibi, bir sandalye atmış, birisini tıraş ediyordu... Tüm çevre köylerden gelen satıcılar ve alıcılar etrafta dolaşıyorlardı... Gerçekten görülmeye değer bir manzaraydı... Sanki bir İpek Yolu belgeselinin içine girmiştik... Bunlara benzer ama daha büyük bir kamyon-marketi de Ankara yakınlarında bir trekking sırasında bir köyde görmüştüm. Kapalı kamyon kasasının içini sanki bir seyyar market haline getirmişti... Tabii böyle pazarlar haftalık değil de hasat zamanlarına göre mevsimlik olarak kuruluyor... Tabii ki hepsini fotoğrafladım...

Peki hani nerede diyeceksiniz. Sonra gelip fotoğraflarımı bilgisayarıma aktardım... Daha doğrusu ben öyle sanıyordum... Ama ne yazık ki fotoğraf makinamda pil bittiğinde tarih sıfırlanmasından ötürü bazı fotoğrafların aynı tarih zaman kodunu aldığını ve bunların bilgisayara aktarıldığında çakıştığını bilmiyordum... Öğrendiğimde ise fotoğraf makinamdaki fotoğrafları silmiştim bile... O yüzden şimdi size ancak tarif edebiliyorum...

Neyse ki Fethiye kıyılarından, Güneydoğu Anadolu'ya kadar Toroslarda öyküler ve fotoğraflar bitmez... Daha size anlatacak ve fotoğraflarla bilgisayarınızın ekranına taşıyacak pek çok fırsatımız olacaktır...

Yemyeşil yamaçlardan, vadilerden kıvrılarak inen dar yoldan inerken Akdeniz'in maviliği giderek yakınlaşıyor. Tömük köyünde salaş, daha doğrusu dışarıdan bakıldığında kötü görünümlü bir pideciye giriyoruz. İçeride ise bizi apayrı bir küçük dünya bekliyor. Toroslardan gelen bir küçük şelalenin başında harika pidelerimizi yiyoruz. Hemen altımızda ise akan su, bir değirmeni çalıştırıyor. Kıymalı pideleri bol maydanoz ve limonla harika gidiyor. Maydanoz ve limon, Çukurova yöresinde, kıymalı pide, lahmacun, dürüm kebap gibi yiyeceklerin olmazsa olmazlarından...

Tömük köyünde oldukça büyük boyutlarda, İstanbulda görmeye alıştığımız geleneksel mimari tarzda bir cami dikkatimizi çekiyor. Ama büyüklüğü caminin kendisinden çok aynı yapıyı paylaştığı ofis, dükkan gibi işyerlerinin olduğu bir işmerkezinden kaynaklanıyor. Bir köy için oldukça ilginç bir yapı. Köyün geleneksel yapısını ve günümüzün sürekli değişen ve gelişen dünyasını bir arada buluşturan ilginç bir örnek...

Hazır buralara gelmişken size biraz da Tömük sahil şeridinden bahsedeyim... Buralar henüz Türkiye'de pek keşfedilmemiş cennetler arasında... Aslında yabancılar giderek daha fazla keşfediyorlar... Hatta bana da sık sık "ne işin var Erdemli'de" diyorlar arkadaşlarım... Biz Gondol adlı cennet bahçesi gibi bir tatil sitesinde kalıyoruz. Sabahları kuş sesleri ile ve nefis çiçek kokuları ile uyanıyorum. Türkiye sıcaklardan kavrulurken burada 33 derece... Çok tatlı bir meltem esiyor. Burası klimaya ihtiyaç duymayacağınız bir yer. Belki meltem kesilirse diye çevredeki hipermarketlerden 25-30 liraya bir vantilatör alabilirsiniz eğer kaldığınız evde yoksa... Ama ben en sıcak günlerde sabaha karşı battaniye örtmek zorunda kaldım...

Akşamları sahil boyunca, kumsalın hemen gerisinde, sitelerin önündeki kilometrelerce uzanan yaya yolu ışıl ışıl, yerel yiyecekler ve içecekler sunan kafeler, kumsala masa sandalye atmış restoranlar, balıkçılar, tatlıcılarla doluyor.

Hayat burada inanılmaz ucuz. Denizden hemen çıkan balıklar sahilde satılıyor, ayıklanıyor, bahşiş fiyatına mangalda kömür ateşinde pişiriliyor, sahilde yeniliyor ya da folyoya sarılıp paket yapılıyor. Burada İstanbul'da, Antalya'da, Bodrum'da, Marmaris'te adını bile telaffuz etmeye cesaret edemeyeceğiniz kocaman leziz bir çinekop ızgarayı 3.75 kuruşa yiyebiliyorsunuz. 25 kuruş, 50 kuruş burada önemli... Çünkü 50 kuruşa börek yiyebiliyor, 25 kuruşa çay içebiliyorsunuz. 30 kuruşa fırından yeni çıkmış çıtır çıtır pideler yiyebiliyorsunuz... 2.5 liraya şortlar tişörtler alabiliyorsunuz... 1,000 liraya bütün bir yaz ma aile tatil yapabiliyorsunuz. Ya da 25,000 liraya mükemmel bir yazlık sahibi olabiliyorsunuz... Tur organizatörlerinin kişi başı bir hafta için, hem de öğle yemekleri hariç 1000 liraya yaklaşan rakamları talep ettikleri düşünülürse şaşırtıcı rakamlar...

İşte size mükemmel, ekonomik, alternatif bir tatil yeri. Burası Torosların yörük yaşantısını, Çukurova'nın zenginliğini, Türkiye'nin ve dünyanın ilgisini, denizi, güneşi, kumu, doğayı, dağı, tarihi, site hayatının lüksünü ve evinizin rahatını bir arada toplayan, Türkiye'de turizmin yükselen değerlerinden, harika bir gizli cennet. Aslında hiç de gizli değil... Mersin'i, Erdemli'yi herkes bilir... Ama herkes "ne işin var orda" diye bilir... En çok bilinen şeyler en saklı şeylerdir aslında...

Buralardaki öykümüz devam edecek... Olba Kraliçesi Aba'yı ve Uzuncaburç'u unutmuş değilim. Ayrıca Toros yaylalarını, Limonlu'nun kuzeyinde Toroslardaki gizli cennetlerden Kayacı vadisini de kapsayacak... Tabii bu Aysun Kayacı değil... Yani vadinin ismi öyle... Tesadüf... Yoksa değil mi?? Peki ya Lamas vadisi ile bir zamanların popüler pembe dizisi Şahin Tepesinin Lance'i ve daha sonra Renegade dizilerinin Vince'i ve pek çok aksiyon filmlerinin Lorenzo Lamas'ı ile bir ilişkisi var mı? Peki ya California, Los Angeles, Santa Monica'lı Hollywood yıldızı Arjantin asıllı Lorenzo Lamas, Erdemli yakınlarında tarihi bir bölgenin neden kendi adı ile anıldığından haberi var mı? Bakalım göreceğiz... Şimdilik iyi tatilller dilerim...

26 Temmuz 2007 Perşembe

Duras' other texts

Emilie Bickerton reviews Marguerite Duras' Cahiers de la Guerre et Autres Texts and finds what is timeless in her work.
Comparisons with Beauvoir are striking. Duras's fictions exist in a world dominated by ennui, a sense of otherness from the world, full of intense emotions, but mostly internal experiences. When events and a historical context are required, there is a blandness to the writing that means one layer separates from the other; reality and how that reality is experienced become two distinct things. In Beauvoir’s work, the two remain soldered together because her literary aim was to present her protagonists as actors in the world.
This rings true. I happened to have just read The Square and was surprised at the intense emotion rising from the ennui and otherness of the narrative.
Standard literary histories have tended to bracket Duras together with other intellectuals of the period. But not only did Duras personally dislike Camus, Sartre and Beauvoir, it is unclear what she contributed in terms of ideas, given that she was preoccupied rather with abstract questions of style.
This perhaps pushes Duras too far from political engagement. Above all, The Square reminded me of Blanchot's novels and, as Lars Spurious relates in his wonderful rue Saint-Benoît series from 2004, she was close to Blanchot and Bataille among others, all far more interesting in literary and political terms than the usual suspects of standard literary histories.

25 Temmuz 2007 Çarşamba

Open Letter / Three Percent

Some promising news for those of us who rely on translations for providing what our own literary culture lacks.
In conjunction with its developing literary translation programs, the University of Rochester is launching Open Letter, a new publishing house dedicated to international literature. Beginning in fall 2008, Open Letter will publish twelve works of international literature a year, focusing on modern classics and contemporary works of fiction.
While we wait for that: "In addition to publishing trade books, Open Letter will oversee Three Percent, a new website featuring an international lit blog, reviews of untranslated books, sample translations, and a calendar of grants and prizes for translation."

Of those reviews of untranslated books, one isn't Josipovici's Only Joking. This book hasn't been translated into English because it was written in English in the first place! Still, it's good to have a summary and appreciation of the book.

Another review is of Vila-Matas' Montano's Malady, about which I've been interested since January. In the UK, this novel has been published as Montano only. I wonder if Harvill Secker feared readers would be put off by a book with illness suggested in the title? It hasn't discouraged a reader from my local library who has hogged the book for the last three months and has just renewed it until mid-August.

19 Temmuz 2007 Perşembe

Writing about writing, part 494

My brow was particularly furrowed when I read Scott Esposito, in providing a link to the extract from JM Coetzee's forthcoming novel, saying that he's "a little concerned that it's a book about a writer writing a book". I wondered how many crime fiction blogs worry that PD James' new one will feature a murder, or a horror fiction blog that Stephen King's latest has supernatural elements, or that ... well, supply your own third.

Even the link Scott supplies has The Literary Saloon expressing unease "about the turn the book is described as taking" (that is, the text being in part contributions to a book called "Strong Opinions" - a title, I might point out, used by Nabokov for a non-fiction miscellany). I know literary novels cannot be defined as 'metafiction' alone - a term I barely recognise as every novel refers to itself and the whole of literature at every turn, to and fro; it's just a matter of acknowledgment - but it's a good starting point.

Scott adds that Coetzee's metafiction hasn't thrilled him, which is fair enough, though for me Elizabeth Costello was, in the Paul West section, one of the most thrilling books I have ever read. Slow Man, on the other hand, in which Ms Costello appeared again, left me unmoved. Metafiction seems to be a guarantor of nothing in itself, so there's no need to be concerned over it.

Nor perhaps to be drawn by it. Yet I wonder if I'm the only reader who experiences a frisson at the prospect of book about a writer by such a fine writer as Coetzee? Why should novels consciously avoid a subject by which we're otherwise so fascinated?

18 Temmuz 2007 Çarşamba

Narrative voice from book to book

The Guardian's excellent podcast interview with Andrew O'Hagan about his new novel Be Near Me began with an interesting opposition. The interviewer John Mullan says one might divide novelists into two groups, one represented by Henry Fielding, the other by Samuel Richardson. The first is "the kind of fiction where you hear the novelist's voice everywhere and all the time", while the second is about writing to find "strange, other voices, who are not yourself". O'Hagan's novels, he said, fell into the latter type. O'Hagan readily agreed and added that he thought finding such a voice distinguishes fiction from any other kind of writing: "Each novel absolutely defines the terms of its own announcement" he said, winning me over, "it can't just be yet another unloading of your narrative voice". Then he gets oh-so-close to naming names of unloaders:
There are some very good novelists who nevertheless have a deficiency for me, which is that they carry their style from book to book. They could be writing something in the voice of Bambi or something about their ex-wife, and they have the same tone, the same pace; the prose is the same.
I would put forward one obvious example even if O'Hagan won't. O'Hagan's interest in novel writing is precisely to avoid this tendency and instead to let a new character speak.

The opposition is a compelling means of defining one's relation to fiction. One might say Fielding's way is the fiction of control and Richardson's the fiction of discovery. But maybe there is another, obscurer path. There are many novelists who sound the same from book to book yet are nothing like my obvious example. For me, the obvious examples of this type of novelist are Bernhard and Blanchot. While Bernhard's novels are ostensibly narrated by separate individuals, they all happen to write like Bernhard, and Blanchot's fiction, particularly his later récit (which as I've made clear often enough aren't always to my taste) have a relentless anonymity and offer only fragments of a familiar world.

Reading Bernhard, one is eventually overwhelmed not only by the voice but also by what the voice is speaking in order to resist. And in reading Blanchot, language itself begins to speak separated from the individuals - author or character - who might otherwise have appropriated it. Both writers might be unloading the same narrative voice but it is not for reasons of control. Yet nor are they bringing to presence a strange other. It's something beyond both. Blanchot suggests what in After the Fact:
Prior to the work, the work of art, the work of writing, the work of words, there is no artist - neither a writer nor a speaking subject - since it is the production that produces the producer, bringing to life or making him appear in the act of substantiating him [...] But if the written work produces and substantiates the writer, once created it bears witness only to his dissolution, his disappearance, his defection and, to express it more brutally, his death, which itself can never be definitively verified: for it is a death that can never produce any verification.
Thanks to Lars Spurious for bringing this quotation to my attention.

Başlık bulamadım burda

Efendim malum yaz ayı sıcak falan bende bunun üzerine böyle hem sıcakları irdeleyen hem de aynı esnada hafif düşünmenizi sağlayıp beyin kıvrımlarınızı ikirciklendirebilecek bir yazı yazmaya karar verdim ki bu sıcakta ısınmış bir klavyenin üzerinden sizlere bunu bildiriyorum şimdi sıcak denince akla gelen ilk şey nedir? tabi ki yandan soğutmalı çift karbürator kapagına bulanmıs japon çocuk. Peki bunu bir kenara koyalım, aklımıza gelen ikinci şey nedir ? popomundo usülü pişirilmiş az kıymalı kır pidesi. Şimdi bu ikisini birleştirecekken aklımıza şıppadanak gelen üçüncü şey nedir? norveçli balıkçıların kendi elleriyle yaptığı elmalı pay(şimdi ahahah salağa bak o pay yazılmaz pie dır o ahahah saaalaaak 20 yıldır şıkagoda yazıorum ben ayyy oküzz pie yazamıoooor diyenleriniz çıkabılır çokda ..kimde) şonuç olarak elimizde 3 tane şey var bunları birleştirince karşımıza norveçte oturan bir japonun elmalı pay yerken yandan soğutmalı çift karburator kapagının uzerıne oturmasıyla aklına gelen şey cıkıyor nedir bu? tabıkı sıcak sevgili okuyucular...
ya işte böyle bir şey sıcak....

17 Temmuz 2007 Salı

Walls go up, walls come down

Crossing the Sierra del Gredos is getting a fair amount of reviews in the US. (I'm still awaiting my copy.) They're split between those who admire the writer and the book such as Thomas McGonigle in the LA Times and Ross Benjamin in BookForum, and those like Charles Peterson in the Village Voice and Benjamin Lytal in the NY Sun who, because apparently they haven't got much of a clue, resort to political gossip and misrepresentation. 480 pages of novel are of little note to these two novel reviewers.

I'd be interested to find out where Handke "attacked the journalism that reported Serbian atrocities, questioning their very veracity" as Lytal claims. Perhaps he's referring to second-hand information or perhaps he's actually read Journey to the Rivers in which Handke observes too many similarities in the journalists covering the Balkans war:
Nothing against those ... discovering reporters on the scene (or better yet: involved in the scene and with the people there), praise for these other researchers in the field! But something against the packs of long-distance dispatchers who confuse their profession as writers with that of a judge or even with the role of a demagogue and, working year after year in the same word and picture ruts, are, from their foreign thrones, in their way just as terrible dogs of war as those on the battleground. (trans. Scott Abbott)
Yes, he questions the veracity of rote reporting yet nowhere have I found any denial of atrocities. He has questioned the silence of rote journalists about massacres in Serb villages but that's only the same thing to those who require a party line.

"In interview after interview," Lytal continues, "[Handke] gave the impression that his own subjective experience was more reliable, and more important, than Western journalism." So let's get this straight: Lytal wants to persuade us (without evidence) of his own "impression" that Handke values his own subjective experience and expects us to be appalled at this alleged selfishness, a selfishness based entirely on Lytal's "impression"? And he and the fact-checkers get paid for this?

See if you get the same impression reading this interview with Handke in which he defends his style of writing.
With the Yugoslav problem, the walls went up immediately. There were some who knew: this is the situation, this is how we should talk about it. You can only say this and that and only in a particular journalistic style. But in the meantime, another way of speaking has emerged that is not going to disappear.
Another way of speaking - such as we might find in a novel if, as reader or reviewer, we are prepared to submit to it.

11 Temmuz 2007 Çarşamba

The new age of anxiety

Evidence for a widespread anxiety about art abounds. In any one week you can read articles drenched in concern for its future. On the 2nd, Edward Rothstein (via TRE) observed that "art music has become almost quaintly marginal". On July 5th, John Freeman worried that the audience for the novel has been usurped by a TV series. On the 9th, Donari Braxton wrote that he can’t remember seeing anyone "pull out a collection of poetry on the subway and read through just for the sheer pleasure of doing so". It's a staple of print and blogs. On the 4th, there was a variant in Chris Wiegrand's call for "more respect" to be paid to Crime writers.

Of course, not one of these is really concerned about the future of art. They're concerned about the public life of art. Somehow, if "art music" meant something to those to whom it doesn't mean anything, if the viewers of The Sopranos would read "writers with plenty of lively ideas", if poetry critics didn't exclude the "layman" ... i.e the ninety-nine percent of the human-race who hasn't studied the intricate theoretical systems of Italian philosopher Agamben, and if genre fiction was given the same status as literary fiction then ... then ...then what?

Why is it that, from the conservative New York Times, to the liberal Guardian, to the "edgier waters" of 3AM Magazine, a personal engagement with a piece of music, a novel, a poem, is replaced by a search for wider cultural worth?

Perhaps it is the channeling of the true anxiety behind the public face. The art they wish more could experience involves not only the enchantment promised in all art, but also an exclusion. The Eden of modern art is a cold and bitter place. Mitigation of the sense of exclusion from the real thing is sought. Ian Rankin seeks it in the "biting exploration of contemporary social issues" offered by his crime novels. Might sociological studies be seen on future Booker Prize shortlists then?

The two together, enchantment and exclusion, constitute modern art and our experience of it. No matter how much one might embrace escapist art, the experience of exclusion remains - hence the denial inherent in nostalgia for the mythical golden era of Victorian fiction.

What we see every week is anxiety about personal exclusion. It would be better if critics, rather than hiding, mitigating or condemning the exclusion, brought out how the dual experience is liberating. However, this requires a certain amount of patience. Studying the intricate theoretical systems of Italian philosopher Agamben might also help too. Why protect people from it? I certainly recommend The End of the Poem and The Man Without Content. One trick I've found when reading supposedly difficult books is to, well, just read them.

Shakespeare without Company

Lee Rourke visits the Shakespeare & Co bookshop in Gay Paree.
It was horrible. So horrible in fact that I spent no more than five minutes in there. Just enough time to wander up and down the shoddy stairs and browse the shelves for Maurice Blanchot and Blaise Cendrars titles (of which they were disappointingly bereft).
Enough said. A bookshop in Paris without Blanchot is like a Waterstones without a 3 for 2 display.

Speaking of Blanchot, does anyone know anything about a rumoured translation of Christophe Bident's Maurice Blanchot: Partenaire invisible, an "essai biographique"?

10 Temmuz 2007 Salı

In and outside the stories they tell

At last, Tim Parks makes the important distinction between Elfriede Jelinek and her influential predecessor:
The extremity of Jelinek's tirades soon won her comparisons with Thomas Bernhard, who had also remorselessly attacked the residual fascism of modern Austria. Seeking, in an interview with Gitta Honegger, a respected theater critic and biographer of Bernhard, to distinguish her approach from his, Jelinek claimed that as a man Bernhard "could claim a position of authority," projecting an identity with which readers could relate and giving a coherent, rhetorically convincing account of Austrian society, whereas, being a woman, even this form of "positive" approach was denied her; a woman working in a man's world and language could not present a coherent identity. [...]

However, one hardly need resort to feminist theories of language to see more obvious differences between the two writers. Bernhard's narrators are firmly placed within the stories they tell and a certain pathos attaches to the damage they do themselves with their constant negativity. In many of Bernhard's works (Frost for example, or the later Correction) we see a narrator drawn into the orbit of a strikingly negative figure and are invited to feel all the danger of his being seduced and destroyed by the other's despairing vision. There is never, that is, any complacency about what it means to see the world so darkly, nor a conviction that withdrawal is any solution.

Jelinek's narrator may constantly make her presence felt, addressing the reader directly and voicing the fiercest invectives, yet she remains resolutely outside the story, invulnerable in her sardonic detachment, her avoidance of experience. This separation is occasionally reinforced by reminding us that her characters are "only" creations, something Bernhard never does.

6 Temmuz 2007 Cuma

With apologies to Half Man Half Biscuit

They came for the Ian McEwan fans but I wasn't an Ian McEwan fan, so I did nothing.

They came for the Booker Prize committee that chose Vernon God Little but I wasn't on the Booker Prize committee that chose Vernon God Little, so I did nothing.

They came for the critics who claim Peter Handke "argued that the Srebrenica massacres never happened" but I wasn't a critic who claimed Peter Handke "argued that the Srebrenica massacres never happened", so I did nothing.

They came for the readers who think literary fiction should be more "accessible" but wasn't a reader who thinks literary fiction should be more "accessible", so I did nothing.

They came for the journalists who argue that Crime Fiction deserves to be taken "seriously" but I wasn't a journalist who argues that Crime Fiction deserves to be taken "seriously", so I did nothing.

They came for the soap fans who say if Shakespeare were alive today he'd be writing Eastenders, but I wasn't a soap fan who says if Shakespeare were alive today he'd be writing Eastenders, so I did nothing.

They came for Richard & Judy's Book Club and I think I'm right in saying I applauded.

They came for the bloggers who "confess" they haven't read each and every book in the entire history of English language publishing, but I wasn't a blogger who "confesses" he hasn't read each and every book in the entire history of English language publishing, so I did nothing.

They came for the admirers of The Intellectuals and the Masses but I wasn't an admirer of The Intellectuals and the Masses, so I did nothing.

They came for Julie Myerson and I said she's over there behind the wardrobe.

Everyone sing along: Sometimes it's best to turn a blind eye.

5 Temmuz 2007 Perşembe

Quebec City (Canada)

Kuzey Amerika’daki Fransa!

Amerika’da yaşayıp da Avrupa’ya bu kadar yakın olduğumu hiç düşünmemiştim. Kuzey Amerika’da yasayanlar yılda bir kez Quebec’e ugrayıp Avrupa havası almalı bence, bir kendine gelme, silkinme ve düz amerikan hayatına bir yıl daha katlanma için.

Amaçlanan bir Kanada turu ise önünüzde iki seçenek var, ya güneyden Niagara Falls’tan girip Toronto’ya gider ordan da Montreal veya Quebec yaparsınız; ya da Boston’dan kuzeye doğru direkt Quebec’e varıp, sonra batıya doğru yol alırsınız, Niagara’dan Boston’a donersiniz. Ama sonradan da anlatacağım üzere tatilinizi sadece Quebec Montreal’le de kesebilirsiniz; ötesine geçmeye çok gerek var mı tartışılır. Ama şunu da belirtmekte fayda var: Niagara şelaleleri Kanada tarafından asıl olarak görünüyor, ABD tarafından gördüğünüz hiç bir şey. Yine de bunun için o kadar yol yapmaya değer mi, onu bilmiyorum.

Boston Quebec yolu inanılmaz güzel, dağların arasından göllerin kıyısından geçiyorsunuz. Yaklaşık 380 mil. 6-7 saatte rahatlıkla Quebec’tesiniz. New Hempshire ve Vermouth yol üzerinde geçtiginiz New England eyaletleri. Sakın bu yolu bitirmek için acele etmeyin, keyfini çikarta çikarta gidin. Sınırı geçtiktekn itibaren Amerikan havası yerini Avrupa havasına birakıyor.

Quebec kucuk bir sehir, Quebec eyaletinin baskenti, 700 bin nufuslu bir yermis, 40 bin memur varmis kentte. Bizim ankara gibi diyecegim ama Quebec’e haksizlik olacak. Kentin bir dokusu var, 300-400 yil once kurulmus olmasina ragmen kent bu tarihi dokuyu cok iyi muhafaza etmis. Kanada’nin en varlikli sehri olmasi sebebiyle de tarihi dokunun yaninda kentsel planlamasi, sehir hayati da ust seviyede.


Ana fikri en sona birakmayi burda soyleyeyim ve yoluma oyle devam edeyim. Quebec Paris’in minyaturu sanki. Tabii ki Paris’in tarihsel ve kulturel havasiyla karsilastirilamaz ama yine de size Paris’i animsatacaktir. Sokaktaki cafeleri/restorantlari Boston’a ana avrat kufur etmenize yol acabilir. Bir sehri guzellestiren sokaklara tasmis kafe bar restorantlaridir; sokaga sehre bunlar hayat verir; ama Boston’in 19 yy gelenekleri/ kurallari disarda alkol icilmesine izin vermedigi icin Boston’in hayat damarlarindan biri kesiliyor; iste o kesilen damari Quebec’te, sonrasinda Ottawa ve Montreal’de fazlasiyla buluyorsunuz.

Quebec eyaleti Kanada’dan ayrilmak icin can atan bir bolge; bu ayrilikci tohumu da atan De Gaulle! 1960’larda bir Kanada ziyaretinde meydanda halka karsi yaptigi bir konusmada bunu gundeme getirmis, o gun bugundur Quebec’te bu tartisma gundemde. Adamlar biraz da hakli galiba; vergi olarak verdikleri 10 liraya karsilik kendilerine 1 liralik yol su elektrik geri geliyor!!! Son referandumda ayrilmak isteyenlerin orani yuzde 48’te kalmis. Quebec city, bu Quebec eyaletinin baskenti iste..

Quebec eyaletinde resmi dilin fransizca oldugunu soylemeyi ihmal etmeyelim, sokak tabelalari da fransizca. Nufusun yuzde 95’inin birinci dili fransizca.

Quebec’i gezmeye sanirim ilk olarak Quartier Petit Champlain’den baslayacaksiniz. buradaki kucuk dar sokaklar ve hediyelik esya satan magazalar, kafeler, barlar size Avrupa’yi, Turkiye’yi hatirlatacaktir. Burada bir kac saat gecirmek cok guzel olabilir. Rue du Petit Champlain dar bir sokak ve Quebec’e muhtemelen burden girceksiniz, sokak boyunca dizili evler 17. yydan itibaren bugune gelen bir tarihi yansitiyor; bu sokak Quebec’in en meshur sokagi. (Rue cadde/sokak demek). Caddenin sonunda cok guzel bir duvar resmi var.
caddeden yukariya, ust tarafa dogru bir finikuler var ama topu topu 170 merdiven icin buna bunmeye degmez. Bu 170 merdiven Asagi Quebec’le Yukari Quebec’I birbirine bagliyor. Bu sokkata basinizi kaldirdiginzda goreceginiz ihtisamli yapi Chateau Frontenac. Cok heybetli duruyor ama yanilmayin tarihi cok eski degil; 100 yillik bir tarihi varmis. Ee Anadolu’nun bagrindan kopup geliyorsan 100 yil sana bir sey ifade etmiyor (Benden Selam Soyleyin Anadolu’ya). Ikinci dunya savasinda Kanada krali, Roosewelt, Churchill burada bulusup strateji belirlermis. Sehre hakim bir tepede, ve sehrin en onemli yapisi. Iddiaya gore dunyada fotografi en fazla cekilen otelmis; tabii bu nasil ispatlanir onu bilemiyorum; ama bizde bi bes on fotografini cekmedik degil. Bu arada bu otelde kalmak biraz pahaliya gelebilir, geceligini 450 dolar olarak gormustum... ama madem akilda kalacak bir sey yapcaksiniz, bu otele ilsiskin dealleri iyi kollayin. Butun yollar buraya ciktigi icin sagina soluna onune arkasina zaten ciakcaksiniz. Onunden Sn. Lavrance nehrine dogru bakan bankalrda oturup yorgunluk atabilirsiniz.
Burasi kale surlari icerisinde kalan bolge; kale surlarini gectikten sonra yukariya dogru gittikce yeni Quebec’e, hukumet binalarinin oldugu yere cikiyorsunuz. Burda da ilk olarak saginizda National Assembly of Quebec’i (parlamento binasi) goreceksiniz; bu bolge Parlamento tepesi olarak geciyor zaten. Bu caddenin adi Grand Allee. Bu cadde uzerinde cok guzel restorantlar var; fiyatlar biraz yuksek ama Kanada’da her yerde fiyatlar yuksek. Konsept olarak Bagdat Caddesi veya onun Boston muadili Newbury ayarinda bir cadde burasi ama bu belirttigim iki caddedeki magazalar yok burda tabii.. Tekrardan soyleyeyim: restorantlari guzel. Ayrica sehrin en onemli clubi Dagobert de burada.

Aksam 8-9’dan sonra hayat bitiyor Quebec’te, biz bunu gorduk..evet bunu gorduk derken yolumuz Dagobert’e dustu tesaduf. Herhalde sehrin tum gencleri eksiksiz buradaki clubta toplaniyor ki sokaklarda in cin top oynuyor... Carsamba gecesi idi, ona ragmen club tamamen dolu idi. Ve de bu sehirde hic cirkin kiz yok mu, bu sehirde sadece guzel genc kizlar mi yasiyor sorulari kafanizi karman corman ediyor. Yuzlerce modelvari genckizin doldurdugu bir club dusunun. Tipik bir soylem olacak ama aralarindan rastgele 15-20 tanesini secseniz Turkiye’deki modellerin pabuclarini dama atarlar. Amerikan kizlari ile aralarindaki tarz farkliligi ise Journal of International Affairs’in alanina girer, konuya bilimsel alana tasimak da bu blogun haddini asar!

Quebec City’ye muhtemelen araba ile gideceksinizdir; eger vaktiniz de bol ise Montmorency Falls’a ugrayabilirsiniz. Quebec’in selalesi bu. Sehir merkezine 15-20 dakika mesafede. Niagara ile tabii ki karsilastirilamaz ama yine de guzel. Teleferikle selalenin ustune cikabilirsiniz; biz yapmadik bunu, tabakhaneye onemli bir mal yetistirmemiz gerekiyordu:) teleferikle cikmayip merdivenlerden de tepeye cikabilirsiniz ama bu takriben gidis donus 2 saatinizi alir.
Buraya kadar gitmisken Ile d'Orleans koprusunden karsiya gecip araba ile bir ada turu da yapmak guzel olabilir. Bu tur yaklasik bir saatinizi alabilir. Kanada ciftcilerinin guzelim evlerini gorursunuz. Ama bunlarin hepsi ciftci olamazJ sanirim bizim gorduklerimiz ciftcilerin evleri degildi; bazilarinin onunde son model spor arabalari vardi. Bu ada tarihi boyunca hep izole kalmis oldugu icin tarihsel koruma alani ilan edilmis hukumet tarafindan.

Asagiya adanin yerlilerinden cok tatli bir buzon yavrusunun fotosunu koyuyorum:)



Lafi baglayalim; Quebec’e bir gece 2 gun ayrilmali; kokusu cigerlere iyice cekilmeli. Kanada’nin en guzel yeri oldugu bilinmeli, diger yerleri gormek icin cok da acele edilmemeli.

Hürriyet'te yayınlanmış Quebec City röportajım için tıklayınız.