31 Mart 2007 Cumartesi

Antik Dünya'nın Kültür Merkezi: Tarsus



Toroslar'ın karlı ve dumanlı tepelerinden beslenen Cydnus, yani Tarsus Çayı, Çukurova'yı, antik çağların Kilikya ovasını suladıktan sonra suyunu Akdeniz'e boşaltır. Tarsus kara ve deniz yollarını birleştiren bir kesişim noktasında kurulmuştur. En eski çağlarda Tarsos olarak anılan şehir ismini muhtemelen pagan tanrı Tarku'dan almaktadır.

Tarsus tarihi boyunca çok önemli bir ticaret merkezi olduğu gibi bugün de Çukurova'nın tarımsal ve endüstriyel üretiminin pazarlandığı ve ihraç edildiği bir merkezdir. Tarım makinaları, yedek parçaları, tekstil, meyva ve gıda ürünleri, tuğla, seramik gibi pek çok ürünler...

Tarım önemli bir gelir kaynağıdır. Toprağın yarısı ekili ve dikili alanlardır, kalan yarısı ise, orman ve makiliktir.

Tarih

Şehrin merkezinde tarihi ve eski evlerinin arasında dar sokaklarında dolaşırken, Amerikan Koleji'nin hemen yanında antik çağlardan bir sürpriz gibi karşınıza çıkıveren Gözlükule höyüğünde yapılan kazılar şehrin tarihinin Neolitik çağa kadar uzandığını, kesintisiz olarak Kalkolitik ve Erken Bronz çağında devam ettiğini göstermektedir.

Şehir tarihte Anadolu'yu ve Suriye'yi ve çok daha uzaklardaki ülkeleri birleştiren pek çok ticaret yolunun kesiştiği bir kavşakta kurulmuştur. Ancak kalıntılar yapılarla örtüldüğünden bu gün arkeolojik olarak pek az bir bölümü bilinmektedir.

Şehrin ilk kurucuları, Asur kralları Esarhaddon, Shalmaneser I, Sennacherib'in savaş öykülerinde geçen Tarsisi'ler Sami kökenli olabilirler. Bir Antik Yunan efsanesi Asurbanipal'e ve Donuktaş'ta Asurbanipal lahdi olarak bilinen anıta atıf yapar. Ancak bu anıtın kökeni tam olarak bilinmemektedir. Altıncı yüzyılda önemli bir coğrafya, mitoloji ve dinsel referans kaynağı olan Ethnica adlı kitabın yazarı olan Bizans'lı (İstanbul) Stefanus, bir başka efsane ile ilgili olarak Tarsus'lu Athenodorus'dan bahseder:

"Lapetus'un kızı Anchiale kendi adıyla anılan bir şehir kurdu. Oğlu Cydnus nehre adını verdi. Cydnus'un oğlu Parthenius şehre kendi adını verdi. Sonra Tarsus olarak anıldı."

Ancak bu eserdeki öykünün büyük bölümü Roma Devrinde geçer, oysa şehrin tarihi çok daha öncesine dayanır. Geographica kitabının yazarı Yunan bilgini ve tarihçisi Strabo şehrin, Akdeniz sahillerini keşfeden Argos'lular tarafından kurulduğunu söyler.

Bir başka efsane kanatlı at Pegasus'un burada karaya inerken ayağını incittiğini, o yüzden buraya ayak tabanı anlamına gelen tar-sos dendiğini anlatır. Şehrin efsanevi kurucuları için diğer adaylar yeryüzü tanrıçası Demeter'in oğlu Triptolemus ve Perseus'tur. Çukurova'nın verimli toprakları gözönüne alındığında buna şaşmamak gerek.

Bir başka efsaneye göre Herakles (Herkül) burada esir tutulmuştur. Tarsus sikkelerinin üzerine Herakles resmi basılmıştır.

Diğer yandan Tarsus'un, Yunus peygamberin yolculuk ettiği, Kuran'da anlatılan, Tevrat'ta Tarshish olarak bahsedilen yer olduğu belirtilir. Ayrıca İspanya'daki Tartessos şehri de buna adaydır.

Şehrin Tarihi

Şehir ilk olarak Hititler, Asurlular ve sonra Persler tarafından yönetildi. Milattan önce 400 yılından itibaren Pers satraplığının merkezi oldu. Xenophon milattan önce 401 yılında Genç Cyrus'un Babil seferinde şehrin Pers hanedanı adına kral Syennesis tarafından yönetildiğini belirtir.

Büyük İskender ordusuyla milattan önce 333 yılında geldiğinde Cydnus çayında yıkandı. Bu dönemde Tarsus antik Yunan medeniyetinin önemli bir kültür merkezidir. Strabo eserlerinde Tarsus'u ve kültür hayatını, filozoflarını, şairlerini, dil bilimcilerini övgüyle anlatmaktadır. Tarsos okulları Atina ve İskenderiye ile yarışmaktaydı. Bu dönemde Tarsus kütüphanesi 200,000 kitap, bilimsel çalışmalar ve araştırmalarla devasa bir koleksiyonuna evsahipliği yapmaktaydı.

Büyük İskender'in Makedon İmparatorluğu'nun devamından gelen olan Seleucid İmparatoru Antiochus IV Epiphanes şehrin adını kendi adı ile değiştirerek Cydnus Antiochia olarak değiştirdi. Antiochia adı size başka bir şehri, Antakya'yı çağrıştırabilir. Yanılmadınız. Büyük İskender'in ölümünden sonra Makedon İmparatorluğu'nun devamı olan Seleucid İmparatorluğu da yeterince büyüktü.
Seleucid hanedanı Antiochus'ların adı ile anılan şehirler yalnız Antakya ve Tarsus değildir. Yalnız Anadolu'da değil, Ege'den Türkmenistan'a ve Özbekistan'a, İran'dan Ürdün'e kadar uzanan bir coğrafyada pek çok tarihi şehir Antiochia olarak anılırdı. Ama bunlardan yalnızca Antakya günümüzde hala isminin ilk şeklini koruyor. Aynı şekilde İskender de adını şehirlere vermeyi çok severdi. Afrika'dan Hindistan'a, Anadolu'dan Türkistan'a kadar pek çok İskenderiye, Alexandria, Alexandropolis vardır. Mısır'daki İskenderiye gibi, bunlardan birisi de İskenderun'dur.

Roma Dönemi

Antik çağlarda, Akdeniz'in gerçek hakimi korsanlar, korsanların merkezi ise Kilikya kıyılarıydı. Sezar'ı Sezar yapan ortağı, Roma'nın güçlü isimlerinden Pompey tarafından Roma topraklarına katılmasından sonra Tarsus Kilikya'nın yönetim merkezi oldu. Jül Sezar'ın ismine ithafen Juliopolis olarak anıldı. Mısır Kraliçesi Kleopatra ve Markus Antonyus burada buluşarak donanmalarını oluşturdular. İsa'nın doğumundan 66 yıl sonra Tarsus'lular Roma vatandaşlığına kabul edildiler.

Bu dönemde Tarsus sarayları, pazar yerleri, yolları, köprüleri, hanları, hamamları, çeşmeleri ve fıskiyeleri, Cydnus kenarındaki gimnazyumu, stadyumu ve Saint Paul kilisesi ile büyük ve çok önemli bir merkezdir. Daha sonraları Adana'nın gölgesinde kalmakla beraber bir liman ve tersane olarak önemini sürdürmüştür. Piri Reis "Kitab-ı Bahriye" adlı eserinde "denizden Tarsus Çayına giren sandalların gölde altı kulaç suda demir attıklarını" yazmaktadır. Roma İmparatorları Marcus Claudius Tacitus, Maximinus, ve Julian Tarsus'ta gömülüdür.

Yakın zamanlarda şehrin en merkezi yerinde yapılan geniş kazıda, toprak seviyesinin hemen altında Roma şehrinin kalıntıları ve oldukça iyi durumda bir Roma yolu günışığına çıkarılmıştır.

Hz. İsa'dan Sonra

İncil'e göre, Hz. İsa'nın havarilerinden Aziz Paulus (Saul, Saint Paul) Tarsus'ta doğmuştur. Bu gün bütün dünyada Tarsus'lu Paul ismiyle tanınır. Bu dönemde Tarsus gerek Roma için, gerek Hristiyanlar için çok önemli bir merkez olmuştur.
Tarsus yakınlarında Eshab-Kehf mağarasında İncil'de ve Kuran'da bahsedilen, Roma'lılardan saklanan yedi uyuyanların barındığına inanılır.

İslamiyet Sonrası

Tarsus yedinci yüzyılda Müslüman Araplar tarafından alınır. 965 yılında tekrar Bizans hakimiyetine geçer. Yaklaşık bir asır sonra Selçuk hakimiyetine geçer. 1097 yılında Haçlı Seferleri sırasında Haçlılar tarafından geri alınır ama bir türlü paylaşılamaz. 1360 yılında Adana'lı Ramazanoğulları tarafından Haçlılardan alınır.

Orta Çağlarda Tarsus bütün Orta Doğu bölgesinde bilinen önemli bir şehirdir. Arap yazarları güzel ve iyi savunulan bir şehir olarak anlatırlar. İki katlı, toprak işlemeli surları, beş kapısı, çevresinde ırmaklar akan ve bir gölle sulanan zengin tarlaları ve çiftlikleri vardır. 1671 yılında gezgin Evliya Çelebi "denize bir saat uzaklıkta, düz ovada, iki kat yüksekliğinde sağlam surlarla ve çevresinde hendeklerle korunan, içeride üç ayrı mahallesi olan bir şehir" olarak tarif eder.

Ancak 1832 yılında Kavalalı Mehmet Ali Pasha'nın oğlu İbrahim Paşa tarafından Osmanlı'dan alınır. tarihin ne ilginç bir cilvesi ki, baba oğul bu iki Osmanlı paşası, Kavala'lı, yani 1500 yıl önce gelen Büyük İskender gibi Makedon'dur. Aynı zamanda Mısır'ın İskenderiye'nin de hakimidirler. Bugün Mısır'ın kurucuları olarak anılırlar.

Mısırlılar bu süre içinde Çukurova'da pamuk yetiştirmeye başladılar. Osmanlılar Çukurova'yı geri aldıktan sonra pamuk üretimi artarak devam etti. Amerikan iç savaşı sırasında dünya pamuk talebi arttı. Bu süre içinde Tarsus ve Çukurova gelişti ve zenginleşti. Mersin limanına yeni bir yol yapıldı. Şehirdeki büyük ve eski evler o dönemde oluşan zenginliği göstermektedir. Ancak 3000 yıl boyunca bir liman şehri olduktan sonra 19. yüzyıl sonlarında şehrin, Tarsus Çayı yoluyla denizle bağlantısını sağlayan bölge bataklık halini aldı, Tarsus bir liman kenti olma niteliğini kaybetti.

Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte bataklık alanlar islah edildi, Berdan Nehrine baraj ve hidro-elektrik santrali, sulama kanalları, kara ve demiryolları yapıldı. Fabrikalar, özellikle tekstil sanayi ile Tarsus ekonomisi tekrar canlandı.

Yerel Mutfak

Humus, şalgam, tantuni, fındık lahmacun, cezerye gibi pek çok özel ve güzel lezzetleri vardır.

Görülecek Yerler

* Kleopatra Kapısı: Kleopatra ve Antonyus'un, İsa'nın doğumundan 41 yıl önce şehre girdiği batı kapısı. Önemli bölümü parlak yeni parkelerle kaplanmak suretiyle "restore" edilmiştir.
* Berdan nehri üzerinde Roma (Justinian) köprüsü.
* Tarsus Müzesi
* Aziz Paulus kilisesi ve kuyusu.
* Eshab-ı Kehf mağarası
* Danyal Peygamber'in türbesi olduğu söylenen camii.
* Tarihi hamam
* Çanakkale savaşında tarihi belirleyen kahraman Nusret mayın gemisi Tarsus'tadır.
* Tarsus şelalesi: Berdan barajı ve sulama kanalları nedeniyle ancak yoğun yağışların olduğu zamanlarda şelale oluşmaktadır.

Havari Aziz Paulus gibi stoic antik Yunan filozofları Tarsuslu Antipater, Chrysippus; ve ölümsüzlük ilacını arayan Lokman Hekim Tarsusludur. Bilal-i Habeş'in Tarsus'ta Bilal-i Habeş camii ve türbesinde gömülü olduğuna inanılır. Şehir bugün Hristiyanlarca kutsal kabul edilen bir hac merkezidir. Hristiyanlar Tarsuslu Havari Aziz Paulus'un Anadolu'da, Suriye'de ve Kudüs'te yaptığı yolculuğu tekrarlayarak hacı olurlar. Bu yolculuğun önemli bir önemli durağı da Efes'tir.

28 Mart 2007 Çarşamba

Two links, one quote and a song

Mark Thwaite reviews Aharon Appelfeld's All Whom I Have Loved in the Daily Telegraph.

Michael Roloff concludes his passionate defence of Peter Handke.

In an obituary of actress and producer Nicole Stéphane, Tom Vallance reports François Truffaut's response to her request for him to direct a film version of Proust's Swann's Way:
Having reread Du côté de chez Swann, it was perfectly clear to me that I should not have anything to do with it, that no one should. Even so, though it would be sacrilegious to adapt Proust for the cinema, there is something terrible about uttering the words: no, I'm sorry, I'm not interested.
And finally, one of my favourite songs and its lyrics (BTW, why are lyric pages always full of glaring errors?). Mmm, anyway, twang those steel gee-tars.

27 Mart 2007 Salı

In the age of Handke

Michael Roloff continues his essay of McDonald destruction, this time discussing the literary side of the American Scholar atrocity. He's also a great advocate of Handke beyond the critical disdain:
Think of Handke as composer with the inclinations of a Cezanne, to create alternative verbal worlds that stand in an unusual relationship to the world that we inhabit. Handke is also a didactician, a kind of activist Wittgenstein. To live in the age of Goethe is many a Germanist's pipe dream, I am glad to live in a world that at least has one Handke. He nourishes me as no other writer does. A few pages of Handke, one good analytic essay, my friends the smart crows and I forget all about the McDonalds of this world.
Elsewhere, and I had meant to mention this yesterday, Alok of Dispatches from Zembla reports on a perplexed reading of Handke's Journey to the Rivers: Justice for Serbia while Antonia of the wonderful flowerville provides the necessary rejoinder.

In my current reading, I've been revising my opinion of Handke's massive My Year in the No-man's-Bay. First time I read it some years ago, boredom reigned. Now it's something like a lucid dream of a world incandescent with signs. By-no-means as great as Repetition, but I can't think of a more beautiful book than that beyond Dante or Proust. Really.

26 Mart 2007 Pazartesi

Cudgelling an author: Roloff responds

It is but the latest, albeit crudest and most ignorant and distorted, baffled as much as baffling self-righteous libel to appear in the United States on the same subject; and if it had not appeared in the medium that bears the title scholar and is sponsored by the crossword puzzle champs I can't imagine anyone paying it the least heed. McDonald's piece is but the latest installment of the forever same caricature of Handke's political position on Yugoslavia which is then employed to cudgel the work of an author that one misreads just as badly. It's the old two sucker punches in a row.
Peter Handke's first English translator Michael Roloff responds to Michael Macdonald's attack in The American Scholar on Europe's greatest living author. This, the first part, deals with the political aspect and MacDonald's niche in what others have called the Worthy-Genocide Establishment. The second part, on MacDonald's bizarre literary misreading of Handke (he has "a postmodernist aesthetic" apparently!), is to follow.

Tarihin En Eski Başkentlerinden Biri: Ankara




Ankara'nın bilinen tarihi 4000 yıldan daha öncesine, Hattiler ve Bronz Çağına kadar uzanır. Bunu Hititler, Frigler, Lidyalılar, Persler, Makedonyalılar, Galatlar, Romalılar, Bizanslılar, Selçuklular ve Osmanlılar izler.

 Ankara ve çevresinde bilinen en eski yerleşim Bronz Çağı'nda Hatti medeniyetine aittir. Milattan önce 1200 yıllarından önce Hititlerin Ankara'yı Ankuvaş olarak adlandırdıkları arkeolojik buluntulardan anlaşılmaktadır. Günümüzden 3000 yıl önce Kral Midas'ın şehri Gordion'da meydana gelen deprem Friglerin başkentini önemli ölçüde harap etmesinden sonra Ankara kitlesel göçlerle hızlı bir şekilde büyüdü ve önemi arttı. Frig geleneğine göre şehrin kurucusu Kral Midas'tır. Ancak bilinen tarihi çok daha öncelerine gider.

Lidya ve Pers Dönemleri

Frigleri önce Lidya sonra Pers hakimiyeti izledi. Ancak şehrin güçlü Frig kökleri değişmedi. Bu etkinin Roma döneminde bile korunduğunu mezar taşlarındaki izlerden anlıyoruz. Hatta bugün bile bize çok tanıdık gelen pek çok inanış ve gelenekler köklerini Frig ve Hitit geleneklerinden alır. Pers hakimiyetine Makedon Kral Büyük İskender son verdi.

Büyük İskender

Milattan önce 333 yılında, Gordion'daki düğümü kılıcının bir darbesiyle kesen İskender Ankara'yı İmparatorluğunun sınırlarına katarak yoluna devam etti. Milattan önce 323 yılında Babil'de ölümünden sonra krallığı generalleri arasında bölüşüldü. Ankara ve çevresi Antigonus'un payına düştü. Şehir daha sonra Yunan ve Pontus işgali altında Karadeniz, Kırım yoluyla Kuzey; Asur, Kıbrıs, Lübnan yoluyla güney; Kafkasya, İran yoluyla Doğu ile ticaretin sürdürüldüğü bir ticaret merkezi olarak gelişti. Şehir Ankira (çıpa) olarak adlandırıldı.

Galatlar - Keltler

Milattan önce 278 yılında şehir Kelt kökenli Galatlar tarafından alındı. Bu dönemde Ankara 'Tectosage' kabilesinin merkezi oldu. Evet, bildiğimiz Keltler. Hani İngiltere'de, İrlanda'da, İskoçya'da yaşayan. Hani Loreena McKennitt, Enya, Celtic futbol kulüpleri ile tanıdığımız... Trocmi aşireti Pessinus'u (Balhisar), 'Tolistobogii' (Tolstibogii) klanı da Yozgat yakınlarında Tavium'u merkez yaptılar. Bölgede Frigce konuşulmakta iken Kelt dili konuşulmaya başlandı.

Romalılar

İsa'nın doğumundan 25 yıl önce Ağustos ayına adını veren Roma İmparatoru Ogüst (Augustus) şehrin kontrolünü ele geçirdi. Ancyra, Roma'nın Galatia ilinin merkezi olarak ticari önemini sürdürdü. "Monumentum Ancyranum" Augustus Roma Tapınağı ve Anıtı; "Res Gestae Divi Augusti" tapınağının duvarlarında mermere yazılı Ogüst yasaları ile tanınır. Ancyra şehrinin en önemli kalıntıları bugün Ulus ve kale civarındadır.

Ogüst Ankira'yı orta Anadolu'daki üç idari merkezden birisi yapmaya karar verdi. Şehir halkı Frigler ve Keltlerden (Galatlar) oluşuyordu. Galatlar Welsh ve Gaelic diline yakın bir dil konuşuyorlardı. Galler'de konuşulan ve Asteriks çizgi romanlarından tanıdığımız, hani Roma'lıları çılgına çeviren sevimli kahramanlar, Galya'lıların konuştuğu diller... Bu dönemde diğer Kelt merkezleri de önemini korudular, ama Ankyra büyük bir metropol halini aldı.

Roma İmparatorluğunun altın dönemlerinde şehrin nüfusu 200,000 kişiydi. Roma imparatorluğunun çöküşünden sonra Ankara 20. yüzyıla kadar hiç bir zaman bu kadar nüfusa ve öneme erişemedi.

Roma şehrinin ortasından Ankara çayı akıyordu. Roma, Bizans ve Osmanlı dönemlerinde Ankara Çayı şehrin kuzey sınırın oluşturuyordu. Güneyde, şehrin tam karşısında Çankaya tepesinde yazlık konaklar vardı. Hatta şimdi Cumhurbaşkanlığı Köşkünün bulunduğu yere çok da uzakta olmayan kalıntıları 19. yüzyıla kadar gelmişti. Şehir Batıya doğru Gençlik Parkına ve İstasyona kadar, güneyde ise Hacettepe Üniversitesi'ne kadar uzanıyordu. Yani her bakımdan Britanya ve Galya'daki Roma şehirlerinden daha büyük bir şehirdi.

Gotlar ve Arap İstilaları

Ankira'nın önemi Kuzey-Güney ve Doğu-Batı yollarının kavşak noktasında bulunmasından kaynaklanıyordu. Doğuya giden büyük imparatorluk yolu Ankara'dan geçiyordu ve imparatorların ve orduların başarısı bu yola bağlıydı. Ama Roma karayolu sistemini kullanacak olanlar yalnızca Romalılar değildi. Aynı şekilde istilacılar ve akıncılar da bu yollardan geldiler. İsanın doğumundan 250 yıl sonra Gotlar, evet Gotlar, Ankira'yı istila ettiler ve Kapadokya'ya kadar gidip ganimet ve köleler esirler topladılar.

Savaşçı Prenses Zeynep

Gotlardan sonra Araplar geldiler. Suriye çöllerinden gelen, antik çağlarda büyüleyici güzelliğiyle dillere destan olan Palmira Kraliçesi Zeynep (Zenobia) Ankara'yı egemenliğine aldı. Roma imparatorluğunun zayıflığından istifade eden Araplar on yıl kadar hüküm sürdüler. Herkül ve Conan dizilerinden Zeyna (Xena-Xenia) ve Zenobia olarak tanıdığımız Hollywood kahramanları da aslında Palmira Kraliçesi Zeynep'ten esinlenerek yaratılmış karakterlerdir.

Roma ve İlk Hristiyanlar

Şehir İmparator Aurelian döneminde 272 yılında tekrar Romalılar tarafından geri alındı. Takip eden imparatorlar döneminde Ankara'yı batıya bağlayan bir yol yapım ve imar çalışması yürütüldü.

Roma İmparatorluğu'nun parlak dönemlerinde Ankara büyük bir ticaret ve yönetim merkeziydi. Yüksek rütbeli bir vali geniş bir vilayet sarayından yönetirdi. Üçüncü yüzyılda diğer Anadolu şehirleri gibi Ankara da sürekli saldırılar ve işgaller nedeniyle askeri bir merkez görünümüne bürünmüştü. Bu dönemler Hristiyanlığın da yayıldığı dönemlerdi.

Hz.İsa'dan sonra, Hristiyanlığın ilk yıllarında ilk inananlar Roma'nın baskılarına maruz kaldılar. Diocletian ve yardımcısı Galerius zamanında baskı ve eziyetler korkunç boyutlara ulaştı. İlk rahiplerden Aziz Clement Roma yöneticileri tarafından ölüme mahkum edildi. Bugün Ulus'ta Işıklar caddesinde gömülüdür.

Ancak baskıların bir işe yaramadığını gören Roma Hristiyanlığı kabul etti ve Ankira bir Hristiyanlık ve Konsül merkezi haline geldi. Bu dönemde baskı ile Romalılara boyun eğen ilk inananların tekrar kazanılmasına çalışıldı. Hristiyanlık hızla yayıldı, rahipler, keşişler ve uzayıp giden teolojik tartışmalar günlük hayatın hakim unsuru haline geldi. Bu dönemde Hristiyanlık içinde Arian mezhebinin bir kolu da burada oluştu.

362-363 yıllarında, Temmuz ayına adını veren İmparator Julian Perslere karşı bir sefer için Ankira'ya geldi. Bu arada pek çok Hristiyan din adamını da ortadan kaldırdı. Julian'ı "Britanya Okyanusundan Barbar kavimlere kadar tüm dünyanın efendisi" olarak tarif eden bir taş kaide halen Ankara Kalesi içinde, doğu duvarlarının iç yüzündedir. 362 yılında İmparator Julian adına dikilen sütun da hala ayaktadır. 375 yılında Ankira'da toplanan Arian piskoposları pek çok Hristiyan din adamını azlettiler.

Bizans Dönemi

Dördüncü yüzyılda Ankira bir İmparatorluk tatil merkezi haline gelmişti. İstanbul Doğu Roma İmparatorluğu'nun başkenti olduktan sonra dördüncü ve beşinci yüzyıllarda imparatorlar, yazları, boğazın nemli havasından kaçmak için Ankira'ya yaylaya geliyorlardı. Pek çok kanun burada çıkarılmış ve Ankira kanunları olarak anılmıştır.

Şehrin askeri ve lojistik önemi Bizans dönemi boyunca devam etti. Altıncı yüzyıldan sonra defalarca Araplar tarafından ele geçirilmesine rağmen 11.yüzyılın sonlarına kadar Bizans için önemli bir merkez olma özelliğini korudu.

Selçuklu ve Osmanlı Dönemi

1071 yılında Selçuklu Sultanı Alparslan'ın Malazgirt'te Anadolu'nun kapısını Türklere açmasından sonra 1073 yılında Selçuklu hakimiyetine, 1356'da Orhan Bey ile Osmanlı hakimiyetine geçti. 1402 yılında Ankara Savaşı ile kısa bir süre Timur hakimiyetine girdi.

13 Ekim 1923'de Türkiye Cumhuriyeti'nin başkenti oldu.

Bir tarafta Roma, Bizans ve Osmanlı mirasını barındıran, dar sokakları, eski binalarıyla eski şehir, Ulus, diğer tarafta Kızılay ve çevresinde gelişen, geniş caddeleri, otelleri, tiyatroları, mağazaları, alışveriş merkezleri, yüksek ve modern binaları, resmi daireler, bakanlıklar, elçilikleriyle, Yenişehir olmak üzere iki ayrı bölge olarak gelişti.

Ankara Dünya'nın en eski hükümet ve yönetim merkezlerinden ve başkentlerinden birisidir. Tarihi boyunca hep bir hükumet merkezi olarak kalmasa da, Londra, Paris, Madrid, hatta Istanbul gibi şehirler daha başkent olmadan önce Ankara uzun zamandır önemli bir yönetim merkeziydi.

Fotoğraflar: anatolian-backpacker.blogspot.com

24 Mart 2007 Cumartesi

Uncle Martin in front of the Hütte



Continental Philosophy's blog provides this link to a BBC documentary, from several years ago, on Heidegger. It features Hans-Georg Gadamer, George Steiner and Richard Rorty among others. Let Hermann guide you around his father's famous hut in Todtnauberg! There's also one on Nietszche from the same series. There was a predictable third, I remember, on Sartre.

Is there quicksand on Chesil Beach?

No doubt many more of us will be linking with breathless enthusiasm to this extract from Ian McEwan's forthcoming novel On Chesil Beach. When they do, I hope they also comment. What do readers really think of this? Like Florence in the second paragraph, I'm "mildly incredulous" that this sort of thing is still being written. It's not that it's bad writing. In fact, one can't deny that it's hugely accomplished. But that is, in a way, its deepest problem. In addition to the control-freakery observed by Ellis Sharp last week quoting James Wood, this extract is also cruel, prurient, patronising, glutinous and smug.

Ian McEwan is undoubtedly one of our best writers. It's just that he's not a very good artist.

Aggressive dimness: a review of Goldberg: Variations

The LA Times runs one of the first reviews of Gabriel Josipovici's Goldberg: Variations. I should be pleased. It's not a negative review as such, nor is it dismissively short. Yet it also resorts to a rote intolerance to reflection, to thought, to anything not conforming to the narrow aesthetic boundaries of the contemporary novel. It's very demoralising.

Presumably Stephanie Zacharek ("a senior writer for Salon.com") was given the job because she's a music critic, yet she mentions Bach's work only once and spends the rest of the review forgetting it. She begins by referring to chapter 11, which
consists solely of a description of a storeroom — or maybe a painting of a storeroom — containing 11 objects: Two books, a round box, seven bottles and jars (sitting on shelves and hanging from hooks) and a piece of fruit. In painstaking detail, Josipovici notes the exact position of each item, where it appears in this tableau, which of the other items it may be leaning against and which part of it may be slightly obscured by another item in front of it: Returning to the left hand side, between the bottle and the lemon hangs a brown jar, one of whose handles is clearly visible, the other just discernible in the gloom. And so forth. This storeroom, or painting, could be a metaphor for any number of things. But given the context of the book, it may be most useful as a metaphor for the British writer and scholar's brain, which is clearly a kind of interior Library of Congress holding a vast number of cultural and literary references, at least one or two of which spill out on nearly every page.
Well, the chapter is a description of a painting. Later in the novel it is viewed by a married couple - one of whom is an art critic - at a very fraught time in their relationship. The elaborateness of the description might then be seen as less a metaphor than as a means of achieving calm, just as Bach's work was meant (according to legend at least) to ease insomnia. Perhaps Zacharek has far fewer cultural and literary references in her brain, not so much a Library of Congress than the 3-for-2 stall at the local bookstore, because her cluelessness spills out in every paragraph of this review. I hate to think what the junior writers at Salon are like. She claims that the novel
aims to tease our sluggish brains into action. But many of these stories consist of ponderous, pompous blowhards sitting around talking about ideas, and their aggressive cleverness is almost immediately wearying. Is Josipovici pretentious, or is he simply drawing pretentious characters? It's impossible to tell; either way, his erudition depletes oxygen instead of letting our spirits and our minds breathe.
Her mind might have found a gasp of air if she'd considered these interludes as part of the whole. The apparent impossibility to tell might then be revised. Even if Josipovici had not referred to it in an interview, such a reading is demanded by the title's allusion. Imagine someone reviewing Bach's GVs by picking each variation apart: "oh this one was the best, and that one was the quickest, but I didn't like the slow one, it sent me to sleep". Such a reviewer would not be asked back and a real music critic would be drafted in. So rather than read the variations as part of an elusive whole (the missing arias anyone?), Zacharek concentrates on the highlighting the appearance in the novel of the great no-no of modern literary life:
[Josipovici's] store of references is broad and deep ... and he shows boundless energy and enthusiasm for applying those references. Perhaps too much enthusiasm. The book may be the literary equivalent of a David Lynch movie aimed at intellectuals: You can easily imagine certain obsessive types poring over it, re-reading it two and three times to parse the meaning of every phrase and citation.
This from someone who has just forced meaning onto a simple description of a storeroom! And why this obsession with who the book is "aimed" at? "Intellectuals" means as much as "the masses", i.e. nothing, unless you're a self-hating middle-class media type. The references in the novel are never gratuitous or playful but intimate to its meaning. "Applying those references" is disingenuous. She makes it sound like a lecture, or a review by flailing critic. The novel consists of thirty chapters as various in a literary way as Bach's GV is musically (which it resembles far more than a David Lynch movie). And like Bach's piano work, it is complex on a local level yet overall is lightness itself. As Glenn Gould's performance displays, it is also sublime.

"The aggressive complexity of Goldberg: Variations is more a liability than an asset" Zacharek says ending the review, begging the question of what liability and asset mean in our experience of life and art - a question discussed throughout the book and a question one could also ask of Bach's Goldberg Variations, but it is one our reviewer prefers not to be asked. Like Goldberg's insomiac client in the novel, she demands sleep whilst refusing to wake up.

22 Mart 2007 Perşembe

Assos, Ayvalık, Altınoluk, Kazdağları...



Eğer Ege'de, Çanakkale, Balıkesir arasında, Kazdağları'ndan, Assos'a, Altınoluk'tan Ayvalığa, Cunda Adasına kadar uzanan bir fotogeziye çıkmaya hazırsanız en sevdiğiniz müziği açın, içeceğinizi alın ve ekranın karşınına geçin...





Altınoluk

Balıkesir Çanakkale arasında, Ida Dağı'nın (Kazdağları) eteklerinde şirin bir balıkçı köyü iken, bir büyükşehir halini aldı. Eskiden yalnız İskele denilen bir balıkçı barınağı ile yukarıdaki köyden oluşuyordu. Ama yine de o eski küçük köy özelliklerini görmek mümkün iskelede ve köyde... Küçük barınakta balıkçılar sandalları ile ilgileniyorlar, ağlarını tamir ediyorlar, çınar altı kahvesinde tarihi büyük çınar ağacının gölgesinde toplanıp çay içip sohbet edip, kooperatif meselelerini tartışıyorlar.



İskeleden yürüyerek köye çıkıyorum. Bir büyük çınar ve ve bir çınar altı kahvesi de burada var köy meydanında. Oturup bir çay içiyorum. Biraz etrafı seyrettikten sonra kalkıp köyü dolaşıyorum. Taş yapıların mimari özellikleri çok ilginç. Buradan Altınoluk'un ne kadar büyüdüğü daha iyi görülüyor. Masmavi Edremit Körfezi Ayvalık'a hatta Midilli adasına kadar görülüyor. Istanbul, Ankara, Izmir gibi büyükşehirlerden insanlar bu eski taş evleri alıp restore ediyorlar ve yazları harika bir tatil geçiriyorlar. Hatta buraya yerleşenler ya da butik otel olarak işletenler de var. Kazdağlarında otantik binalarda, köylerde konaklama, trekking, jeep safari, doğa gezileri, trekking yapma imkanları da var. Kazdağlarında şırıl şırıl akan derelerde ve şelalelerde yazın sıcak günlerinde serinlemek ve alabalık yemek mümkün. Altınoluk'tan sürekli geziler düzenleniyor. Altınoluğun yeryüzünde oksijen oranının en yüksek olduğu yerlerden birisi olduğu söyleniyor. Çam ormanları ve zeytin ağaçlarından gelen oksijenin Kazdağları'ndan gelen serin esinti ile bir vadiden geçerek tam şehrin üzerine gelmesine bağlanıyor.













Köyde ve İskele'de otantik binalarda pansiyonlar var. Otellerde de fiyatlar çok ucuz.

İskele'nin biraz ilerisinde eski bir zeytinyağı tesisini restore edip müze ve kafe ve restoran haline getirmişler. Sabahları da açık büfe kahvaltı sunuyorlar. İsterseniz zeytinyağı ve zeytin ürünlerinden, sabunlarından satın alabiliyorsunuz.





Küçükkuyu - Zeus Altarı

Yoldan Küçükkuyu dolmuşlarına biniyorum. Niyetim Assos'u Behramkale'yi görmek. Ama Behramkale dolmuşları Küçükkuyu'dan kalkıyor. Küçükkuyu'ya tam girerken bir tabela dikkatimi çekiyor. "Zeus Altarı, 3 km." Aslında hiç kafamda yoktu ama hemen şöföre sesleniyorum "İnecek var usta!". Üç kilometre bir şey değil. Yürünerek gidilir. Çocukluğumdan beri hep duyarım Zeus Altarı'nı. İşte karşıma çıktı. Yola bu kadar yakın olduğunu bilmiyordum. Bahçelerin, bağ evlerinin, bir kaç kereste tesisinin arasından yoldan yürümeye başlıyorum. Sırtımda da küçük sırtçantam. Biraz sonra yol Kazdağlarına tırmanmaya başlıyor. Hava da sıcak mı sıcak. Tabii üç kilometre ama yükseklik dahil değil. Amma da dikmiş bu yol. Tam söylenirken yoldan bir motor sesi geliyor. Biraz kenara çekilip yol veriyorum. Köyün gençlerinden birisi köye çıkıyor. Duruyor. "Köye çıkıyorsanız çıkarayım!" diyor gayet nazik ve candan. Hiç kırmıyorum. Bu öğlen güneşinde Allah gönderdi. Ne kadar candan yurdum insanı. Zeus Sunağı olarak çevrelenmiş park alanının tam kapısında iniyorum. Teşekkür edip içeri giriyorum. Öğlen güneşinde çam gölgesi. Ilık ve tatlı bir rüzgar esiyor. Mis gibi çam kokularının arasında yürümeye başlıyorum. Kuş ve cırcır böceği sesleri birbirine karışıyor. Kurumuş çam iğne yaprakları ayaklarımın altında kıtır kıtır sesler çıkarıyor. Hemen karşıda köy görünüyor. Yine taş binalardan oluşuyor.







Zeus Altarı hakim bir tepenin üzerinde büyük bir kayanın üzerinde. Kayaya oyulmuş merdivenlerle çıkılıyor. Tam sunağın üzerinde genç bir çift dalmış körfezi seyrediyorlar. Çok iyi yer seçmişler ama tam da hedefte. Burada yalnız kalabileceklerini mi zannediyorlar. Hani kenarda olsanız rahatsız etmeden geçelim... Beni görünce toparlanıyorlar. Kız utanıyor, biraz kızarıyor. Sessizce gidiyorlar. Tüm Edremit körfezi Ayvalık, Midilli görünüyor. Delikanlı iyi yer seçmiş. Herhalde kendisini Zeus gibi hissediyordu.

Biraz keyfini çıkardıktan geldiğim yoldan geri dönüyorum. Çıkarken köylü kadınlardan kekik ve dağ çiçeklerinden satın alıyorum. Çiçeklerin çayı yapılırmış. 23 çeşit çiçekmiş. Kekik de demin ben yürürken mis gibi kokusunu duyduğum kekiklermiş. İşte size bir de Kazdağları usulü salata tarifi: Kekiği ezip halis sızma zeytinyağına koyarsınız. Soğanı da rendeleyip tuz ve limonla beş dakika bekletirsiniz. Ama mutlaka limonla. Acısını alır. Sonra harika tarla domatesi ile salata yaparsınız. Allahım bu kadar mı güzel olur yaa... (Kırmızı kırmızı tarla domatesi olacak, ööle içi beyaz naylon market domatesi değil, Burhaniye ya da Ayaş domatesiyle çok güzel olur). Benden söylemesi.

Tekrar Küçükkuyu'ya dönüyorum. Hazır dönmüşken bir de kır pidelerinin ve ayranın tadına bakıyorum. Sonra Behramkale dolmuşuna binip Assos, Behramkale tarafına doğru yola çıkıyorum. Kah dağdan tepeden, kah plajlardan kumsallardan geçiyoruz. Zeytinliklerin arasında pansiyonlar, bahçe evleri, kampingler, keyfini bilenler için harika imkanlar var. Behramkale'de inemiyorum en yazık ki çünkü inersem son dolmuşu kaçırırım. O yüzden Assos'ta iniyorum. Dolmuş dönene kadar bir saatim var. Bu da etrafı görmek için bana yeter.

Assos

Assos da küçük ve sapa bir balıkçı köyü görünümünde. Bu taraflarda göze çarpan belirgin mimari tarzda evler, pansiyon, otel, restoranlar... Tüm köy bir konaklama tesisi halini almış. Geniş plajın ve kumsalın eksikliğini deniz üzerindeki tahta iskelelerle, sallarla çözmüşler.

Akşam için balıkları hazırlıyorlar. Etrafta bol bol dondurmacılar var. Ee ne de olsa aylardan ağustos.








Dolmuşçu yavaş yavaş sohbetini tamamlamı, dolmuşunun başına geçiyor. Ben de yerimi alıyorum. Ve Altınoluk'a dönüş yolculuğumuz başlıyor.

Ayvalık

Ertesi gün Altınoluk'tan yine bir dolmuşa atlıyorum. Edremit'te Ayvalık dolmuşuna biniyorum. Niyetim Cunda adası diye yıllardır duyduğum adayı görmek. İlginç kasabalardan geçiyoruz. Egeliler harika insanlar. Konuşmalarına şivelerine bayılıyorum. O yüzden dolmuş yolculukları da çok ilginç geliyor bana.

Ayvalık'ta Cunda Adasına nasıl gidebileceğimi öğrenmeye çalışıyorum. Sonra anlıyorum ki adaya giden bir karayolu var. Kafamda şekillendirmeye çalışıyorum. "Yürüyerek gidilir mi?" diye soruyorum. "Çok uzak olur" diyorlar. Sonra adaya giden bir belediye otobüsünün olduğunu öğreniyorum ve otobüsü buluyorum. Ayvalık'ta eski köklü bir büyük şehir, biraz İzmir havası var. Bütün Edremit Körfezi'nde görülen mimari tarzı burada da görmek mümkün. Yalnız biraz daha süslü, biraz daha heybetlisi. Neyse otobüse atlayıp Cunda (Alibey) adasına doğru yola koyuluyorum. Denizin üzerine yapılmış dar bir şeritten geçip adaya varıyoruz. Satılık, kiralık villalar, dupleksler, tripleksler, güzel bahçeli evlerin arasından geçip bir meydan bir iskele ve bir kordondan oluşan bir merkezde duruyoruz.

Sahil boyunda balıkçı restoranları ve kendine özgü otantik menüleri var. Hemen arka sokakta taze balık satanlar, eski tarz binalarda pansiyonlar var. Ara sokaklara doğru ilerliyorum. İç kısımda eski bir kilise var. "Girmek yasaktır, yıkılabilir" yazılı bir tabela, ve üzerinde geniş çatlaklar.







Biraz aceleye geldi bu sefer, Behramkale'yi göremedim. Sizin için fotoğraflar çekemedim. Ayvalığı tam olarak gezemedim. Şeytan Sofrası'nın harika panoramasını ve güneş batışını fotoğraflayamadım. Artık bir dahaki sefere... Tabii siz "ben gezdim, çektim, yazdım, işte de burda" derseniz başka...

21 Mart 2007 Çarşamba

For somebody who needs it

Golden Handcuffs Review (which I'd not heard about until this evening) has extracts from The Abyss of Human Illusions by Gilbert Sorrentino. His son Christopher explains the background to the work, completed "little more than a month before he died".

The current issue also features two chapters from let me tell you, a novel by Paul Griffiths, also known as a music writer. He explains that the novel is "a narrative in which the Ophelia of Shakespeare's Hamlet tells her story in her own words – literally, in that she is restricted to the 481 different words she speaks in the play (including both quartos as well as the First Folio text). Where other characters from the play speak, they are similarly confined to the words Shakespeare gave them."

Doğada Bahar Sevinci

Flowers of Light

Düz, sakin, giderek kıvrılan patikalardan vadi sırtlarına ilerliyoruz. Gittikçe incelen patikamızın sağında derin bir vadide akan suyun oynak şırıltısı geliyor. Sol tarafımızda tepe yukarıya doğru uzanıyor. Suyu görmüyoruz ama sesi bizi coşku ile karşılıyor. Bize aldırmıyor o... Baharın gelişine seviniyor. Derken suyu da görüyoruz. Küçük ama coşkuyla ve gürültüyle akıyor... Kar henüz tam olarak kalkmamış. Eriyen kar suları vadiyi dolduran kar kıvrımlarının arasından kendine yol açarak akıyor. Yer yer buzlardan sütunlar ve şelaleler oluşturmuş. Yer yer dar patikalardan, yer yer vadi çukurlarını kalın bloklar halinde dolduran kar yollarından yürüyerek ilerliyoruz. Hayat eriyen karların şırıltısıyla, kuşların sevinç dolu şakımalarıyla ve ışıklı nergislerin coşkun renkleriyle heryerden fışkırıyor.

Spring Flower at Snowy Mountains

Tabii baharı şehirlerde de görürüz şehirlerde de parklarda, bahçelerde, balkonlarda, pencerelerde, saksılarda... yaşarız ama hiç bir zaman doğada baharın gelişi kadar muhteşem bir kutlama ve sevinçle karşılanmaz şehirlerde...

Ulu dağlardan ve gökyüzünden minik kuşlara ve nergislere kadar herkes kendi doğasınca, tam bir sevinç ve kutlamayla karşılar baharın gelişini... İçi içine sığmaz doğanın ve doğadaki hiç bir varlığın... Bunu gökyüzünün maviliğinde, bulutların maviyle danseden oynak şekilli beyazlığında, çiçeklerin ışıkla yoğrulmuş, çığlık çığlığa neşeli renklerinde görür, kuşların sevinçli cıvıltılarında, rüzgarın ve kar sularının seslerinde duyar, havanın ve ormanın tertemiz kokusunda koklar, buzun soğukluğunda, güneşin sıcaklığında, elinizin ıslaklığında, ağaçların dostluğunda hisseder, dokunur, tadarsınız...

Zaten o yüzden tüm kültürlerde baharın gelişi kutsaldır ve kutlama nedenidir, doğa ile barışık... Zaten o yüzden nevruz: İlk açan gül.

17 Mart 2007 Cumartesi

Modernist vs genre fiction: another distinction

Over-subscription to Gabriel Josipovici's talk "What ever happened to modernism?" last Wednesday evening meant the small room in which it took place soon became crowded. People stood in the aisles, sat on the floor or peered in through the entrance. The bustling atmosphere contradicted any impression that this was to be a dry academic paper presented to a sleepy coterie. And when a large window was opened to allow everyone to breathe, the invasion of police sirens and the grunting of delivery vehicles added to the sense of significance, even if they also threatened to drown out the speaker.

Rather than outline Josipovici's argument, which Ellis Sharp has done already with impressive speed and accuracy, I want to pick up on what interested me in particular. Ellis mentions it:
Josipovici then went on to talk about genre. A genre is like a family – you take it for granted. You feel comfortable there. Things are familiar and comforting. But confidence in a genre can wane in the same way that a family can come to seem deadening. He cited an example from Dr Johnson, who criticised Milton for responding to the death of a friend by writing a pastoral elegy. The generic form was false, not natural.
He compared the popular genres of Johnson's time with the emerging novel which pretended to be something else: a true story. For this reason it became hugely popular, taking over as the dominant literary form. And no wonder. Here was an infinitely flexible vessel in which one could pour experience of the world. To become a famous writer, one no longer had to chew through the brittle paper of the literary law of genre. This was also the time of the French Revolution in which political and social emancipation spread throughout Europe, so it seems the practise of art travelled in parallel.

Freedom in the form of expression, however, has its problems. Josipovici provided the relevant anecdote via Thomas Mann's Dr Faustus: Haydn produced 100 symphonies while Beethoven wrote only nine. According to Mann's novel, this was due to the latter's "demonic subjectivity" taking over what had only a few years earlier been a tried and tested template. Haydn had simply filled in the form. But after Beethoven, composers were left to explore their subjectivity only, usually one not as demonic as Beethoven's. Writers were in the same position with the novel.

From this, the question that jumps out is: so what has changed since then? Well it's clear the novel in general has settled into a genre itself. Daily readers are assailed by injunctions not to dismiss - out of snobbery or pretension - the pleasures of genre fiction. Every time the Man Booker Prize comes around the opinion that literary fiction is itself a genre like any other is given an airing. It deserves no higher regard we're told. Yet, in the light of the novel's history, such assertions are evidently products of bad faith, usually shared even by those who feel inexplicably compelled to resist the peacemakers at the gates. The reason why they are made is due to the faith those who make these pronouncements have in the emancipatory qualities promised by the novel (and art in general). We're meant to respect and even celebrate the new confinement in the name of freedom!

For many, the familiar comforts of genre give more pleasure than the truth at whatever cost, and they object to being labelled philistine or as lacking judgement. This occurred in Josipovici's lecture when he expressed astonishment at the ecstatic reception given to Irène Némirovsky's Suite Française. At least three attendees thought it unfair to scorn a novel recovered from a literal holocaust. But Josipovici never said she was a lesser writer than the modernists to which she was compared, only that Némirovsky, like 99% of contemporary authors, were and are simply unaware of the inappropriateness of what they were and are doing. The air of authority they adopt - that given to them by the form - betrays the freedom given by the breakdown of genre.

Josipovici concluded the lecture with customary evenhandness (which made the criticism of a sacred cow like Némirovsky all the more surprising and, in my opinion, necessary) by wondering aloud whether attachment to such freedom is pathological - part of the rootlessness propagated by the political changes over the last 220 years - or advantageous in allowing us to see something that would otherwise remain hidden. While no answer was supplied, he did end by saying this was a very modernist question. It's a question I'd like to highlight by summarising Maurice Blanchot's great short essay "The Gaze of Orpheus".

Modernist vs genre fiction: Blanchot and the myth of Orpheus

Less than a week before Gabriel Josipovici gave his talk in London, the novelist Hilary Mantel gave a lecture called Orpheus Speaks ahead of a production of Monteverdi's opera, Orfeo. She appeared very briefly on BBC R4's Start the Week to tell Andrew Marr about the famous myth and it interpretation down through the centuries. Mantel said she thought it was a profound myth about art itself but her talk would also be about how the myth affects us in our everyday life.
I want to talk about mourning, memory and the work of salvage, from the point of view of a writer who is deeply concerned both with retrieval of the personal past and with the work of bringing history 'back to life'. It is a universal human impulse to try to retrieve what is lost, to want to go back into the past and change it. But we create underworlds in our own lives, by the keeping of secrets and by consigning parts of our experience to the realm of the forgotten.
Few of the examples in Mantel's talk were revealed in advance but one was the story of Natascha Kampusch, which has also inspired Peter Handke recently.

I don't how to find out, but I would like to know if Mantel used, or even knows of, Maurice Blanchot's short essay The Gaze of Orpheus (in The Space of Literature translated by Ann Smock). It is here that Josipovici's concluding question about the nature of our artistic freedom - whether the impulse to retrieve what is gone is pathological or whether it enables us to enter realms previously denied by deadening genre - takes the form of a dynamic paradox.

Blanchot begins with the simple fact that art allows a certain retrieval, what he calls "the harmony and accord of the first night". This we might characterise as the straightforward evocation of that which is lost. Orpheus, however, wants more. He wants Eurydice in her "nocturnal obscurity, in her distance ... when she is invisible". For Orpheus, "Eurydice is the furthest that art can reach. [...] She is the instant when the essence of night approaches as the other night." He wants that other night.

The problem is that, despite being a supreme artist, Orpheus is not allowed to look at the essence of night. Eurydice is condemned to remain in the shade. When he turns towards her, he ruins his work. The gaze is the turn from the solidity of genre to the liquidity of freedom.
All the glory of his work, all the power of his art, and even the desire for a happy life in the lovely, clear light of day are sacrificed to this sole aim: to look in the night at what night hides, the other night, the dissimulation that appears.
This is why literary modernism so often concerns itself with failure, with desire for what is beyond art, sacrificing an easy omniscience for uncertainty and subjectivity. Not out of hatred for the world but out of respect.

For conservatives, happy with the daytime gifts of art, condemn Orpheus' gaze as a form of madness, of vanity, at least of impatience. We read such criticism and contempt almost every day. Yet Blanchot says the ruining gaze is necessary to the work.
To look at Eurydice, without regard to the song, in the impatience and imprudence of desire which forgets the law: that is inspiration.
In order for the work to live, it must renounce the guarantee of daytime success and instead forget the rules: "as if what we call the insignificant, the inessential, error, could, to one who accepts the risk and surrenders to it without restraint, reveal itself as the source of all authenticity." Such forgetfulness, however, has unexpected consequences:
Had [Orpheus] not looked at her, he would not have drawn her toward him; and doubtless she is not there, but in this glance back he himself is absent. He is no less dead than she - dead, not of that tranquil worldly death which is rest, silence, and end, but of that other death which is death without end, the ordeal of the end's absence.
The artist, by embracing failure, is still condemned to eternal separation from what inspired the work. And to protect itself, the work demands the refusal of the ruining gaze even though that is its origin. How familiar is this experience for the artist: the completion of the work depending on a betrayal of its inspiration, an inspiration that remains embedded, nagging away, awaiting a new work? That betrayal is founded upon turning away from the work's origin.
Before the most convincing masterpiece, where the brilliance and resolution of the beginning shine, it can also happen that we confront something extinguished.
But this is inevitable. "Writing begins" Blanchot says at the end of the essay, "with Orpheus' gaze". To write, one must be impatient, but "impatience must be the core of profound patience"; "To write, one has to write already."

When Gabriel Josipovici asked his very modernist question at the end of his lecture, the answer became the space opened by the question just as writing opens a space to write in Blanchot's paradox. And like Blanchot's essay, it is not itself art. At least, it isn't our notion of art. It merely enables a sharper awareness of where the art we might need might be. But the same could be said for the myth of Orpheus. It is not Orpheus' song. We don't hear the beautiful sound of his voice lamenting Eurydice's absence. The myth is a story about song, a story about stories. Writing about writing. In this way, it is a very modernist myth.

16 Mart 2007 Cuma

I see a darkness ... and hear Thomas Bernhard


Above is a video of Ben Marcus reading from Thomas Bernhard's novel Correction during last month's evening of readings in New York. Also, don't miss the brief performance of an Austrian diplomat reading Bernhard in the original. Any idea from which work he's reading? My guess is Walking.
Whereas, before Karrer went mad, I used to go walking with Oehler only on Wednesdays, now I go walking--now that Karrer has gone mad--with Oehler on Monday as well. Because Karrer used to go walking with me on Monday, you go walking on Monday with me as well, now that Karrer no longer goes walking with me on Monday, says Oehler, after Karrer had gone mad and had immediately gone into Steinhof. And without hesitation I said to Oehler, good, let's go walking on Monday as well.

Inter Rail ile Avrupa Yolculuğu

Buharlı LokomotifInter Rail Avrupa'nın 30 ülkesinde ve Kuzey Afrika'da sınırsız tren yolculuğu imkanı sunan bir tren kartıdır. Geçerlilik süresi, geçerlilik bölgeleri ve fiyatlarına göre değişik seçenekleri vardır. (Kendi ülkenizde bu olanaktan yararlanamazsınız. Ama ne gam... Türkiye'de TCDD zaten çok daha iyi olanaklar sağlıyor...)

Inter Rail'de yaş sınırlaması yoktur. Ancak yaşınıza göre değişik fiyat uygulamaları vardır. 26 yaşın altında, ve 12 yaşın altında daha fazla fiyat indirimlerinden yararlanabilirsiniz.

Inter Rail uygulamasından yararlanabilmek için Inter Rail Community ülkelerinden birinde, ya da komşu ülkelerden birinde (Rusya, Beyaz Rusya, Ukrayna, Moldova, Estonya, Latvia, Litvanya, Cezayir, Tunus, Malta, Izlanda) altı aydan daha fazla yerleşik olmanız yeterlidir. Türkiye bir Inter Rail ülkesidir ve inter Rail biletlerinizi TCDD'den alabilirsiniz. (Eğer Inter Rail Community ülkesinde yerleşik değilseniz Interrail yerine Eurail Pass olanaklarından yararlanabilirsiniz. Eurrail olanaklarından ise Interrail ülkelerinin yerleşikleri yararlanamazlar. Yani Türk vatandaşları ve Avrupa'da yerleşik Türkler interrail olanaklarından yararlanabilirler.)

Inter Rail kartınızı yolculuk ratihinizden üç ay önce satın alabilirsiniz. Interrail pass kişiye özeldir. Pasaportunuzla birlikte geçerlidir. Yani arkadaşınızın kartını ödünç alamazsınız.

Tüm Inter Rail Topluluğu ülkelerinde hiç bir yaş sınırlaması olmaksızın demiryolları ile sınırsız yolculuk yapabilirsiniz.

Inter Rail Ülkeleri ve bölgeleri:

A: Ingiltere, Irlanda,
B: Norveç, Isveç, Finlandiya,
C: Almanya, Danimarka, Isviçre, Avusturya,
D: Hirvatistan, Macaristan, Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Bosnia-Herzegovina,
E: Fransa, Lüksemburg, Hollanda, Belçika,
F: Fas, Ispanya, Portekiz
G: Yunanistan, Italya, Slovenya, Türkiye, (Ancona/Bari/Brindisi, Korfu/ Patras - gemi bağlantısı ile)
H: Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya, Makedonya Eski Yugoslavya Cumhuriyeti,

Global Pass ile tüm ülkelerde seyahat edebilirsiniz. İsterseniz bir ya da iki bölge seçerek daha az para ödeyebilirsiniz.

Yolculuğunuzdan önce gideceğiniz ülke ve seyahatiniz kakkında yeterince bilgi edinmek ve bir yolculuk planı yapmak önemlidir.

Bu arada TCDD'nin Avrupa yönünde Belgrad, Bükreş, Sofya ve Selanik, Orta Doğu yönünde de Halep'e giden trenleri olduğunu da unutmayın...

Vapur Bağlantıları

Yunanistan (Igoumenitsa, Patras) ve Italya (Ancona, Bari) için Superfast Ferries ve Blue Star Ferries ile demiryolu vapur bağlantıları vardır.

Inter Rail seçilen bölgelerde yolculuk yapmanızı sağlar. Ancak bazı servisler için ekstra ödeme ya da rezervasyon yapmanız gerekebilir. Özellikle yaz tatili döneminde uzun yolculuklar ve vapur bağlantıları için rezervasyonlarınızı önceden ayarlamanız yararlıdır.

KARTINIZI KAYBETMEYİN!

Kartınızı kaybederseniz yeniden çıkaramazsınız. Paranızı geri alamazsınız.

Gezinizden vazgeçerseniz kartınızı seyahat tarihinden önce geri vererek paranızı geri alabilirsiniz.

Konaklama indirimleri:

Eğer öğrenciyseniz, ISIC card (International Student Identify Card) size hostellerde ve müzelerde çeşitli indirimler sağlayabilir. Ayrıca International Youth Hostel Card hostellerde (yaş sınırı olmaksızın) indirimli konaklama olanakları sağlar. Inter Rail ülkelerinin çoğunda Youth Hostels vardır. Ayrıca Inter Rail kartınız gerek konaklama gerek yemek için size indirimler sağlar.

VİZE

Yolculuğa başlamadan önce geçeceğiniz ve Türk vatandaşlarına vize uygulayan tüm ülkelerden vizelerinizi almış olmanız gerekmektedir. Başka ülkelerde ve sınırlarda vize almak için başvuramazsınız. Vize başvurusu sırasında Inter Rail biletini göstermeniz vize almanızı kolaylaştıracaktır.

Schengen Ülkeleri olarak anılan 14 Avrupa ülkesi ortak vize uygulamasına geçmişlerdir. Schengen vizesi ile tüm Schengen üyesi ülkeleri aynı vizeyle gezebilirsiniz.

Schengen'e Üye Ülkeler: Almanya, Avusturya, Belçika, Danimarka, Finlandiya, Fransa, İspanya, İtalya, İsveç, Hollanda, Lüksemburg, Norveç, Portekiz, Yunanistan.

15 Mart 2007 Perşembe

Peter Handke's greater life

The first part of Peter Handke's Repetition presents the memories of Filip Kobal's early life. It ends with an epiphany in a railway station. The second part begins like this:
What I have written thus far about my father's house, about the village of Rinkenberg and the Jaunfeld Plain, must have been clearly present to my mind a quarter of a century ago in the Jesenice station, but I couldn't have told it to anyone. What I felt within me were mere impulses without sound, rhythms without tone, short and long rises and falls without the corresponding syllables, a mighty reverberation of periods without the requisite words, the slow, sweeping, stirring, steady flow of a poetic meter without lines to go with it, a general surge that found no beginning, jolts in the void, a confused epic without a name, without the innermost voice, without the coherence of script. What I had experienced at the age of twenty was not yet a memory. And memory meant not that what-had-been recurred but that what-had-been situated itself by recurring. If I remembered, I knew that an experience was thus and so, exactly thus; in being remembered, it first became known to me, nameable, voiced, speakable; accordingly, I look on memory as more than a haphazard thinking back - as work; the work of memory situates experience in a sequence that keeps it alive, a story which can open out into free storytelling, greater life, invention. (Translated by Ralph Manheim)
With this in mind, listen to Michael McDonald froth at the mouth over Handke's quiet resistance to US hegemony, an attack he extends to the fiction.
By concentrating with surgical precision on the physical details of life, Handke can paint a horrifying image of the mechanical numbness of everyday habit. But is what he describes really life? Literature is many things, but it wouldn't be worthy of our attention if it didn't have something to do with human psychology — from which Handke clearly wishes to escape.
Clearly.

Bir Tren Yolculuğu Öyküsü

Ankara Train Station

Tren yolculukları bambaşka olur... Orada evinizde, işinizde, yolunuzda her gün görmeye alıştıklarınızdan bambaşka şeyler görürsünüz...

Diesel Locomotive & Engineers

Ilık bir bahar akşamı. Ankara Garında Çukurova Mavi Trenini arıyorum. İkinci peron. Yeraltı geçidinden geçip vagonumu ve yerimi buluyorum. Oturuyorum. Yepyeni bir vagon. Yolcular yavaş yavaş yerlerini almaya başlıyorlar.

Old Ankara Train Station

Zayıf, üzerinde tozlu bir parka, on günlük sakal, darmadağınık kır saçlar... Parka belli ki işte kullanılmış, üzerinde sanki inşaat tozu var. Çekinerek giriyor. Baş önde, dikkatle bilgisayar çıktısı biletini kontrol ediyor. Çekinerek birisinin yanına ilişiyor.. Belli ki numarası orası.. Parkasını çıkarıyor, dikkatle katlayıp yerleştiriyor, içi muflonlu, kazağı eskimiş ama gayet kaliteli görünüyor.. El sallayan yok.. Yolcu eden yok.. Bir torbanın içinde iki çeyrek ekmek görünüyor. "Yolun açık olsun!" diye geçiyor içimden...

Trenimiz Sıhhiye ve Hacettepe'den geçiyor. Tanıdık yerlerden bir yabancı gibi geçiyoruz. Mamak.. Gün batıyor.. Lacivert ışıklı bir gökyüzü.. Evlerin sarı soluk ışıklı pencerelerden bir sıcaklık yayılıyor..

Şehrin karanlık sokaklarından kırmızı mavi ışıklarını yakmış bir araba geçiyor, bir cankurtaranmış.. Turuncu parlak ışıklar sokakları aydınlatıyor.. Şehir yaşıyor..

Dağınık kır saçlı adam bir gazete çıkardı okuyor. "Evet" gazetesi..
"AB'ye gol attık!!" Gazeteyi 20 cm.de tutuyor.. Belli ki uzağı görmekte zorlanıyor..

Ipod'umda opera uvertürleri çalıyor.. "Verdi".. Beyaz bulutlar ayın önünü örtüyor, ay kadar parlak..

Yolun ilerisinde tepedeki bir şehrin sarı ışıkları karanlıkta pırıl pırıl parlıyor.. Bir kuyumcu dükkanının ışıl ışıl vitrini sanki..

Gökte pırıl pırıl dolunay var..

"Bu kadar güzel olmaya hakkın var mı?
Kalbimi çalmaya hakkın var mı?"

Hem biraz bacaklarım açılsın, hem tren durdukça temiz hava almak için kapı aralığına çıkıyorum. Ufak tefek, zayıf, güleç yüzlü bir köylü.. İnmeye hazırlanıyor. Kanlıca istasyon binası yıkılmış. Osmanlı'dan kalmış. Yeterli eleman yokmuş.. Çatlaklar varmış.. Karasenir'de daha önce durmuyormuş. Belediye Başkanı Akpartiliymiş. "Arası yirmi dakika, yürünür" diyor.. "Gece yarısı, yürünmez" diyorum. "Benim kasabam Kanlıca'ya 8 km." diyor. Yürüyecek.. "İyi akşamlar.." diyor, atlıyor, gecenin karanlığında kayboluyor..

Kayseri ve Niğde'de öğrenci grupları biniyor.. Dikkatimi çekiyor, aralarında hiç kız yok.. Gayet neşeli ve samimi bir şekilde şakalaşıyorlar..

Tekir Pass at Taurus Mountains

En lacivert renklerle gün doğuyor.. Sabah saat beş. Ufuklarda başı dumanlı ve karlı Toroslar tüm heybetiyle beliriyor.. Gökyüzünde bulutlar pembeleşiyor.. "Uçan pembe filler" beliriyor.. Günün ilk ışıkları Torosların karlı tepelerini pembeye boyuyor. Yemyeşil vadilerden, yamaçlardan kıvrıla kıvrıla ilerliyoruz.. Güneş yeşili en parlak
renklerle boyuyor..

Kondüktör gözlüklerini burnunun ucuna düşürmüş:
"EVEEET! ULUKIŞLA! YENİ BİNENLEER !!!"

Old Railcar on Trans-Taurus Mountain Railway

Biz güneye gidiyoruz ama güneş trenin bir sağında, bir solunda.. Perdeler teker teker iniyor..
"Gidiyorum, gurbeti gönlümde duya duya,
Ulukışla yolundan Çukurova'ya"  
demekte Faruk Nafiz Çamlıbel, sanki tren çamlıbellerden geçtikçe...

Pozantı.. Gün başlıyor.. Hayat canlanmış.. İnsanlar kalabalıklar halinde, Çukurova'ya işe gidiyorlar.. Tren doluyor.. Ağaçların arasında giderek daralan bir yoldan ilerliyoruz. Ağaçların dalları ve yaprakları neredeyse trenin pencerelerini sıyırıyorlar...

Train Travel trans-Taurus Mountains

Tüneller.. Tüneller.. Kah yemyeşil vadilerden, asırlık ağaçların arasından, kah derin yeşil vadilerin üzerinden, kah tünellerden geçiyoruz.. Artık gelirken gördüğümüz Torosların içindeyiz.. Küçük bir kız çocuğu koridorlarda bir öne bir arkaya koşturuyor.. Tünele giriyoruz.. Çaktırmadan babasının yanına koşuyor..

Aniden büyük bir aydınlığa çıkıyoruz.. Hacıkırı.. Torosların yamaçlarından uçsuz bucaksız uzanan, yemyeşil ışıl ışıl Çukurova'ya bakıyoruz..

Yenice.. Çukurova'dayız.. Buğdaylar sararmış bile..

Birazdan ineceğim, toparlanıyorum..

Waiting for Departure Time

14 Mart 2007 Çarşamba

Sharp on Josipovici on Modernism

Ellis Sharp gives his account of Gabriel Josipovici's debate-provoking talk "What ever happened to Modernism?" given earlier this evening in Russell Harty Square, London. Mark Thwaite of RSB was there too. What an array of litblogging talent in one small room!

I would like to give my account too, but I've just got in, it's past midnight and I've got work in the morning. However, before I climb the wooden hill to Bedfordshire, someone did ask the speaker - was it Ellis? - whether he thought there was a popular literary novelist who was aware in his or her work of the issues raised in the talk. Josipovici asked the questioner to suggest one instead and he offered the name "John Updike". If that was you Ellis, I was the one choking two yards in front of you. Actually, I wanted to say that I thought Richard Ford was a better example - only he seems to be either unaware of the modernism seeping into the Frank Bascombe Trilogy or unwilling to disabuse reviewers and interviewers of their assumptions about its All American Realism.

12 Mart 2007 Pazartesi

Night moths

Last night I fell asleep listening to Words & Music, a new programme in the Sunday schedule of BBC Radio 3. It's a simple idea: "a sequence of classical music, interspersed with well-loved and less familiar poems and prose read by leading actors". And it worked well. You never know what's coming next (unless you check the playlist first). It can be replayed from the archive up until next Sunday night.

This week's theme was night and dreams, getting off to a great start with Schönberg's stirring Verklärte Nacht. But I wasn't so keen on the way the actors read the poetry (Longfellow, Blake, Auden, Larkin, Shakespeare, even Margaret Attwood (sic) among others). They had a tendency to emote, often ending lines with breathy wonder. It's so much more effective to hold back, to read them coolly; something Schönberg seems to have discovered once the Romantic turmoil of Verklärte Nacht had passed.

Offhand, I can't think of any poems from my favourites that would have suited the programme. But I did think of Kafka's line We live in the stillness of midnight, and experience sunrise and sunset by turning towards the east and the west, and then something I read on the company forum recently, written by someone who had lived in Prague: "In the Czech language nightmares are called nocni moucha, night moths". So, I thought, might we say Gregor Samsa in Metamorphosis lived the dream?

"It was no dream" says the story. But that's not the same thing. Did Gregor's inner life, with its potential for imaginative release from the binds of his family, manifest in the world as this repulsive and crippling creature from the transfiguring night?

10 Mart 2007 Cumartesi

Failed reviews: introducing The Liberal

The Liberal is a new magazine to me, yet it was "first founded in 1821 by the Romantic poets Percy Shelley, Lord Byron and Leigh Hunt". It claims to be "committed to regenerating Romantic Liberalism and reinvigorating the public sphere". The burgeoning online edition features Simon Jarvis on Slavoj Žižek, Christopher Hitchens on the Leni Riefenstahl of Bush's America and Stephen Hart on César Vallejo. Most welcome however is Michael Hofmann on Brecht's poetry:
Poetry was for Brecht something he did on the side, almost a vice, a peccadillo. He didn’t want it to be his living, but was helpless to prevent it from remaining his primary expression. It was his mode of thought, of scrutiny, of play. This, I think, is what he meant when he said that the best argument against his drama was his poetry: the one deliberate, stylized, engineered and engineering – Brecht endlessly revised his plays to bring them ideologically into conformity with what was expected of them – the other anarchic, intelligent and trustworthy.
Like Prospect Magazine, The Liberal is Brecht without the poetry. A prime example is contributing editor Simon Kovar's review of Chomsky's Failed States. One can enjoy the familiar strains of ideological conformity as it tries to neutralise anarchic intelligence.

After token respect for some minor "compelling points" in the book, Kovar spends the rest of the review disguising his over-reading, impressions and suspicions as holes in Chomsky's logic.
Chomsky argues that post-9/11 American foreign policy displays a 'basic continuity' which reflects the interests of dominant domestic sectors, namely private business corporations. State power does not serve ideals, but rather the interests of concentrated power. 'Rationality' and 'logic' therefore dictate that any claim on, say, the moral imperative of humanitarian interventionism cannot be taken seriously. But if US policy-making is simply and predictably dictated by underlying structures of power, where does that leave the moral judgment (and therefore culpability) of individual politicians who are simply obeying the logic of the system in which they find themselves?
It leaves moral judgement where you left it Mr Kovar. Chomsky is merely pointing out that actions speak louder than words. While Chomsky is not a Behaviourist, neither is he a mind-reader. It's up to the citizens of the relevant countries to determine culpability (in an election if not a courtroom).
Most crucially of all, what room is left us in Chomsky’s analysis for the crucial distinction between liberal democracies – however flawed – and totalitarian tyrannies?
The distinction, as Chomsky makes clear so often you would have thought the reviewer might have taken note at least once, is that in the former we can change things using rational argument rather than fear and aggression. The significant flaw - hidden by Kovar's glib admittance - is that this depends on an independent political media to challenge power and inform the electorate. Unfortunately it spends most of its time defending power and disinforming the public. In this review at least The Liberal continues this sad tradition.

Like the clownish Peter Beaumont last year, Kovar thinks he has caught the great man out. "Chomsky seems reluctant to hold despotisms to the same moral standards he applies to liberal democracies." How many times has this canard been wheeled out?
The American, British and Israeli governments are readily condemned as being in violation of the standards of international law; but when Chomsky suggests that Syria and Hezbollah are not implicated in terrorism, or that Slobodan Milosevic wept for Bosnia’s Muslims, or that the West coerced Serbia into carrying out atrocities in Kosovo, one wonders if the same standard is being applied across the board.
Rather than "condemning", Chomsky is again merely holding these governments up to their own stated moral standards. It's Kovar who believes Chomsky is condemning them. They condemn themselves. And the "suggestions" he then lists are only that. They demonstrate the flexibility of perspectives available to the logic of the system, the perspective dutifully delineated at the drop of a hat by its loyal servants (e.g. a sudden concern for women's rights in Iran and innumerable uncritical reviews of Reading Lolita in Tehran).

Why does Kovar choose to read all this as apologetics? Does he read Ayaan Hirsi Ali's book as an anti-Muslim tract or a critique of fundamentalist oppression by someone who should know? As a radical muslim, he might assume the first opinion, as a rationalist he'd be more likely take the second. So why does he read Chomsky so defensively? An answer appears in a revealing paragraph toward the end of the review:
It is important to remember that although Chomsky quotes liberal-democratic norms in support of his arguments, he is himself not a liberal in politics. Thus when he argues that the United States is not a “functioning democracy”, we ought to remember that liberal democratic theorists never pretended to be “democratic” in the sense that Chomsky understands the term. This is not simply because such individuals were out to protect property rights; rather, they held a genuine concern about the tyrannical potential inherent in popular democratic politics. When Chomsky quotes public opinion – making extensive use of polling data – and cites Hamas’s and Hezbollah’s popular support as evidence of their legitimacy, he displays precisely that tendency which those early liberals warned against: popular acclaim does not equal moral legitimacy. Perhaps Chomsky’s favoured analogy with Nazi Germany can at least be quoted in support of this point.
Again, Kovar seems to think pointing out contradictions in liberal-democratic argument is itself "an argument". It is simple empiricism. If the stated aim of a liberal-democracy is to "spread democracy" in selected countries, then logically democracy is the measure of that aim. And if Chomsky refers to democratic opinion (and its repression when it fails to deliver the "correct" result, as in the case in Palestine) then he is surely following such logic. This explains why he seems to Kovar to be "at one with politicians as drearily moderate as Menzies Campbell and Kenneth Clarke". But of course, he's different from Campbell and Clarke in that his analysis results from turning the logic of liberal democracy back on itself, thereby revealing that tyranny is not just inherent to popular democratic politics but currently extant. And rather than oppose it, the drearily ineffective Menzies Campbell has lately been talking up the occupation of Afghanistan as "winnable". After all, those with "moral legitimacy" know when to show genuine concern when the public sphere is invaded by innocents who take democracy seriously. How significant is it that the young man the elderly Campbell replaced as leader of the Liberal Democrats addressed the two million-strong march against the invasion of Iraq on February 15th, 2003?

9 Mart 2007 Cuma

No, don't shut up

Ed Champion complains about Michael Silverblatt's gloriously elongated introduction to the latest Bookworm (with Vendela Vida). The real problem is that 30 minutes is not long enough for such rapt attention to the written word (rather than the life of the writer).

The presence of Bookworm amplifies the question: why the hell doesn't BBC Radio 3 have an equivalent programme? Its arts podcast is a minor consolation.

8 Mart 2007 Perşembe

Fear of literature

Today I picked up the programme to this year's Brighton Festival (May 5-27). What literary greats are going to appear this year? I turned to the relevant pages. The first four faces one sees are Gordon Brown, Andrew Marr, Shami Chakrabarti and David Dimbleby. Did I get the wrong page? No, the Chancellor of the Exchequer, a civil rights campaigner and two BBC political commentators constitute the headline acts of the literary branch of the festival!

Page two of the booklet advertises three more features: discussions about Baghdad and Chernobyl and, at last, something about literature. The poet Tony Harrison, it says, "is Britain's leading theatre and film poet" (what ever that means. I know him as a poet alone, such as A Cold Coming from 1991). So he's going to discuss poetry? No. "He is also a writer who firmly believes that poetry should address the great issues of the day". Ah, we know what that means don't we? Isn't poetry a great issue? Apparently not. He's talking about a film about Hiroshima.

It looks like I'll be keeping up the tradition of not attending a single event. Even the one vaguely interesting literary event has to be mitigated by current affairs. Dave Eggers and Valentino Achak Deng discuss the book about the latter's life in Sudan.

This fear of books is catching. Today's TLS has an advert for the Bath Literature Festival. The eight pictures feature: a TV historian, a TV psychiatrist, an actress, a TV cook, an illustrator, a philosopher, a crime writer and just one (rather photogenic) novelist. There might well be others appearing, but they're keeping very quiet about it.

6 Mart 2007 Salı

An idea for an Anglican revival


Peter Cole tells Mark Thwaite about what inspired him to produce The Dream of the Poem.
I am not religious in the conventional sense, but every Friday night/Saturday morning the first year I lived in Jerusalem, I went with an Iraqi-Jewish friend to these middle of the night sessions which simply blew the lid off of any notion I had previously held of what poetry was and might do. Traditional and religious Jews from a variety of Eastern countries, including Turkey, Syria, Iraq, Bukhara, and elsewhere, would gather at 3 a.m. between the autumn holiday of Sukkot (Tabernacles) and the spring festival of Passover and, for some four hours, sing intensely beautiful, kaleidoscopic and sometimes mystical poems along a variety of Arab scales and modes, with soloists stretching the lines in the aural equivalent of arabesque fashion and the ragged, informal chorus (of which I was a part) joining in as the solos trailed off.

This “devotion” — though the English word hardly begins to get at what was happening — was accompanied by whiskey, snuff tobacco, boiled potatoes with salt, pepper, and fenugreek, phyllo pastries filled with spinach, cardamom-spiced tea, and much more, including the occasional fistfight. That first year in Jerusalem showed me not only a new kind of poetry and a new notion of literary reality, but a new kind of Judaism.

5 Mart 2007 Pazartesi

An instant of extreme happiness

Last month I was slightly hasty in heralding the release of A Voice from Elsewhere, a collection of late essays by Maurice Blanchot, beautifully translated by Charlotte Mandell. However, I understand it is now available. SUNY Press even offers a PDF of the first chapter. It reveals a rare Blanchot moment as he begins with a biographical reference.
When I was living in Èze, in the little room (made bigger by two views, one opening onto Corsica, the other out past Cape Ferrat) where I most often stayed, there was (there still is), hanging on the wall, the likeness of the girl they called "The Unknown Girl from the Seine", an adolescent with closed eyes, but alive with such a fine, blissful (but veiled) smile, that one might have thought she had drowned in an instant of extreme happiness. So unlike his own works, she had seduced Giacometti to such a point that he looked for a young woman who might have been willing to undergo anew the test of that felicity in death.
He then goes onto discuss the poems of Louis-René des Forêts which also refer to this mask.