28 Aralık 2005 Çarşamba
Londra, Avrupa'nın Başkenti; Ama Orası Avrupa Değil Ki!
Avrupa’nın Başkenti! Ama Orası Avrupa Değil Ki, Başka Bir Yer!!
Avrupa’nın başkenti demek yanlış olmaz herhalde. Ama Avrupa’nın hiçbir kentine de benzemiyor, sanki Avrupa’da ama Avrupa’ya ait değilmiş gibi! Zaten öyle bir ayrım var ya, Ada ve Kıta diye.
Çok kısaca; İngiliz’den çok yabancının yaşadığı bir kent; bu kadarını hayal etmiyordum. Tam bir festival, hareket kenti. Yaşam çok hızlı akıyor. Eğlencenin hiç durmadığı kent.
Publar
İngilizler nasıl bu kadar mutlu olabiliyor? Herhalde yanıtlardan biri de pub kültürü. İş çıkışı puba uğramak 2 tek atıp eve gitmek rutinin bir parçası. İki tek attıktan sonra yüzünüzde bir gülümseme olması da normal!! Şaka bir yana, İngilizler cidden neşeli olmayı, rahat olmayı içtikten sonra çok iyi beceriyorlar, cidden de iyi içiyorlar!! Publardaki muhabbet ortamı kahkahalar gayet yüksek volümde. Publar genelde 11’e kadar açık, 11’den sonra ruhsatı olmayanlar kapatıyor. Publar kapandıktan sonra clublar devreye giriyor. Clublar inanılmaz. Bir gazeteci yorumcu bir tatil gezisinde gozlemlemişti: Akdeniz kıyısı ülkesi insanları içip etrafı gözlemeyi (dikizlemeyi), Kuzey Avrupa Anglosakson insanları ise çılgınca dans etmeyi severler diye; gözlem kesinlikle doğru ama içtikten sonra bu işin kuzeyi güneyi kalmadığı da bi gerçek:)
Saat 23’ten sonra içki satışı yasak. Marketlerden içki satın alamazsınız, publar içki satışı yapamaz, 11’den sonra da içeriye müşteri alamaz, içerdekilerin çıkması beklenir, saat 1’e kadar açma ruhsatı olan pub, 1’de kesinlikle kapatır. Onun için bazen yollarda ellerinde biralar karaborsa satış yapan göçmenleri görürsünüz.
Cuma cumartesi geceleri, gece hayatının zirveye vurduğu gecelerdir, bazı yerlerde Pazar akşamlarında da devam eder bu. Undergroundlarda sarhoş veya sızan kişilere yardımda bulunma ihtimaliniz yükselir.
Başımdan geçen bir olay, gece 1 civarı trene bindim eve gidiyorum. Metro istasyonunda 2 genç kız bir delikanlı alkolden sızmış olan bir genç kıza yardım etmeye çalışıyor, hemen bir metro görevlisi geldi, doktor çağırmaya gerek olup olmadığını nazik bir dille sordu, gençler hayır deyip teşekkür ettiler. Görevli fazla müdahale etmeden uzaklaştı. Bizde böyle bir şey mümkün olabilir miydi bilmiyorum. Trenin kalkmasına yakın delikanlı kızı trene taşımak istiyor ama ne mümkün, kızlar da yardım ediyor ama kız ceset gibi ağır. Yardım ettim, karga tulumba taşıdık. Trende öğrendim ki yardım eden delikanlı ile onun kız arkadaşı diğer sızmış kız ile arkadaşını tanımıyormuş, onlar da yardım ediyorlarmış.2 alman kız ve bir İngiliz çift. Trende yol boyunca arkadaş olduk, sarhoş kız ile arkadaşının inmesi gerekiyor ama kızı taşımak bayağı zor olduğu için kızın ayılıncaya kadar trenle son istasyona gidip gelmeye karar verdiler. Ben artık dayanamayacağım deyip hadi eyvallah dedim. İngiliz çift, hiç tanımadıkları 2 alman genç kız için trende yollarına devam ettiler. Oysa ben biliyordum ki dunyadaki tek yardimsever, iyilik timsali olan insanlar sadece biz, muhtesem Turkleriz!
Publarda biraların genel fiyatının 2.5-3 pound arasında olduğunu; 17-19 saatleri arasında happy hours uygulayan barların olduğunu ve bu barlarda her türlü kokyteylleri deneyebileceğinizi söyleyebilirim. Slug and Lettuce’ler güzel, bi yer bilmiyorsanız bu barlara gidebilirisiniz. Picadily Circus civarında önerebileceğim yer Warwick Bar. Picadilly Circus'tan Oxford Circus’a doğru giderken sağdan 2. veya 3. sokağa girdiğinizde karşınıza çıkacaktır. Icecek konusunda kararsizsaniz kendinize bir guzellik yapin, Purple Rain kokteyli ile muhabbetinize baslayin.
Club olarak Walkabout’lar gayet iyi. 9’dan once girerseniz giriş ücreti ödemezsiniz, 9’dan sonra 5 pound galiba. Genelde club girişleri 10 pound, Centralda..Damsız girilmez diye bir kural yok ama spor ayakkabı ile giremezsiniz tabii!! Kılık kıyafetiniz uygun olursa her yere girersiniz. Walkaboutlar Avustralyalıların. Eğlenmesini bilen çok sıcak insanlar. Leicester Square etrafındaki Cheers ve Ekinoks gibi clubların önunde uzun kuyruklar oluşur, buralar genelde yabancı turistlerin mekanlarıdır.
Pub, club olayı için centrala gelmenize gerek yok, kentin her bölgesinde gayet iyi clublar bulabilrisiniz. Kingston’da gittiğim bir club 3 katlı muhtesem bir yerdi. Salı günleri öğrenci partileri oluyor. Öğrenci kartınızı göstermeniz gerekir; ama ben nasil iceri girdim bilmiyorum!!
Wimbledon’da cumartesi gecesi gittiğimiz Walkabout önceki gece alması gerekenden fazla müşteri aldığı için ceza almış; dans yasaklanmış, içerisi tıka basa dolu ama dans yok. Müzik gene var. Müziğe ayak uydurup dans eden bir arkadaşımızı görevli özür dileyerek uyardı. Yüksek volümde müzik, alkol her şey var ama yine de ceza istisnasız uygulanıyor. Uygulanmamasının sonucunun kötü olacağı biliniyor çünkü. insanlar da yavaş yavaş terk edip yakındaki başka bir cluba gitmeye başladılar.
Nasıl üşümüyorlar!!!
Bizler gömlek montla dolaşırken İngilizleri salt bir tişörtle veya bir İngiliz kızını üzerinde minimum(!) kıyafetle görebilirsiniz. Onlara özenip benzerini yaptığım oldu, üzerime çok bir şey almadan dışarı çıktığım; ama donuşum hep eziyetli oldu!! Onlara özenmeyin derim, ama kapali bir mekana gidiyorsaniz ve gideceğiniz yerde üstünüzü çıkartma sansiniz varsa dıştan iyi giyinip içten salt bir tişort veya gömlek giyebilirsiniz, çünkü dışarıda geçireceğiniz vakit genelde metro ve otobüslerde oluyor, onlar da yeterince sıcak. Ki Londra'nin havasi Turkiye'de bahsedildigi kadar da kotu degildir; sicaklik 5-15 derece arasinda degisir kisin!!
Tabii ki demokrasi!
Asağıya bir fotoğraf koyuyorum: Westminster'da Parlamento binasının karşısında konumlanmış sabit (!) gostericilere ait bir fotoğraf. Pankartlar özellikle Irak işgalini protestoya dönük. Pankartlardan birinde Blair icin yalancı (Bliar), bir diğerinde "Baby Killers" yazıyor. Daha sert pankartlar da var. İngiliz demokrasisi ve parlamenter geleneği konusunda konuşacak çok şey var; o da ayri bir yazı konusu olur. Londra'yı gezerken Mülkiye'den değerli anayasa profesörü Cem Eroğul hocamız da hep bize eşlik etmiştir; zihinsel arka planda onun oğrettikleriyle Londra'yı gezdim, herhangi bir başka kılavuza gerek duymadım.
Ayrıca bu parkta İsrail'in Filistin'deki işgal ve diğer insanlık dışı politikalarını protesto eden Filistin yanlısı bir göstericiyi hemen farkedeceksinizdir. Sabahın erken saatlerinden geç saatlere kadar burada yeri sabit. Yaşlı ama genç diyebiliriz onu için! 50'li yaşlarda ama bizden daha genç. Kış soğuğunda yarı çıplak günlük sporunu yapıyordu bir keresinde.
Londra'da Marks and Spencer'in onunde de her zaman gösteriler olur. Bu şirketin İsrail'i maddi manevi olarak desteklemesi doğal olarak tepki çekmektedir. Londra Oxford Street'teki şubesinin önünde bu durumu protesto eden stand kurmus göstericiler göreceksinizdir. Onların standını geçtikten 5-10 metre sonra ise İsraillilerin standı vardır, onlar da bildiri dağıtmakta, M&S'i sahiplenmektedirler. Olayın güzelliği, birbirinden ölesiye nefret eden iki tarafın bu kadar yakın mesafede birbirlerine sözlu veya fiziki olarak saldırmadan kendi düsüncelerine uygun mucadele vermeleridir. Bundan çıkartacagimiz çok ders var!! Boyle bir ortam için Türkiye'de bir asır geçmesi gerekiyor sanırım. Benim ömrümün böyle bir demokrasi anlayışının Türkiye'de mevcut olacağı günleri görmeye yetmeyeceği aşikar.
Parklar
Londra parklar şehri. Londra’yı Londra yapan en önemli unsur. Parklar arasında ayrım yapamazsınız, hepsi çok güzel. Çoğu zamanında zenginlerin avcılık merakından dolayı korunmuş ama sonrasında da geliştirilmiş yerler. Yazın belki çok daha muhteşem olur ama sonbaharda da parklarda ata binenler, spor yapanlar, bisiklete binenler, uçsus bucaksız yeşilliklerde yağmur yağdığı halde golf, futbol oynayanlar. Yaşamın keyfi başka türlü nasıl çıkartılabilir ki. Bazı parklarda ilginç şeyler de görebilirisiniz. Parkın açılış kapanış saatleri oluyor; mesela Regents Park akşam 6 dan sonra kapalı. Sabah 5-6 gibi açılıyor.
Richmond Park’a da vaktiniz olursa gidin, Richmond’a da görmuş olursunuz; kaymak tabakasının oturduğu çok güzel bir kasaba, parkta geyik görmeniz de mümkünmüş, ama ben göremedim!!Ki bir sure oturduğum evimin penceresi de Richmond’a bakardı. Thames boyunca parkta yürüyebilirisiniz. Bazen Thames’ten geçen bir bot patika yolunuzun suyun altında kalmasına yol açabilir!! Parka Richmond’ın üst tarafından girerseniz büyük ihtimalle tüm parkı tepeden gören banklarda oturacaksınızdır. Sonrasında sinemadayken hoş bir sürprizle karşılaşabilir, oturduğunuz bankta Nicole Kidman’ın oturduğunu görebilirsiniz. The Hours’ın ilk sahnelerinden biri. Bi de siyaset bilimcilere bir not, Magna Carta da Richmond Park’ında okunmuş.
Thames
İngilizlerin yöneticilikteki başarısını kimse inkâr edemez herhalde. O kahverengi suyun (Thames) etrafının nasıl bu kadar başarılı bir şekilde organize edilip pazarlandığını görunce şaşırmamak elde değil. Thames’e bakan evlerin fiyatları da çok yüksekmiş. Thames boyunca yürüyüş yolları. Hiçbir yerde yürüyüş yolunuz kesilmiyor, her yer kamuya açık; bir yapı yapılmışsa da önünden bir yürüyüş yolu geçiyor, yani sıradan vatandaşın nehirle bağlantısı hiçbir şekilde kesilmiyor.
Thames’e bakınca insanın içinin burkulmaması elde değil. Hele içinden deniz geçen bir şehirde yaşamışsanız. Güzelim Boğaziçi, değerini çok daha fazla anladım ama yapabileceğim bir şey yok. Bir İstanbullu’nun Boğaz’da ne kadar sınırlı alanda denizle birebir teması var. Karaköy’den yürümeye başlasa yalılardan, saraylardan, lailalardan, özel mülklerden dolayı çoğu kez Boğaz'ı göremeden yoluna devam eder. İşte kastettiğim de bu, Thames’te özel mülkünüz de olsa özel mülkle Thames arasında kamu için mutlaka bir yürüyüş yolu var.
Spor
Londra sonrası evet spor yapacağım, dönüşte spora başlayacağım dememek imkânsız. Spor hayatın bir parçası. Parklarda, yol kenarlarında günün her saatinde koşan insanlar görüntünün doğal bir parçası. Geceleyin nehirde kürek çekenler, yağmur yağdığı halde veya soğukta koşanlar sporun yaşamın nasıl doğal bir parçası olduğunun işareti. Nike koşusuna 30 bin kişi katılmıştı. Şehrin en işlek merkezi, görülmeye değer caddeleri trafiğe kapatılmış, bir şölen havasında yapılmış bir yarış. Sadece o değil, bir akşam Regent Street’te yürürken birden 100’lerce patencinin caddeden müzik eşliğinde geçtiğini görmeniz mümkün. Hayatı eğlenceli kılmayı başaranların insanlar olduğunu anlıyorsunuz. Evet doğa önemli ama Londra’nın iklimi, doğası hayatı eğlenceli kılmak için tek başına çok da müsait değil; ama insan faktörü devreye giriyor.
Müzeler
Tüm müzeleri gezmeye kalkmayın, yoksa altından kalkamazsınız. Keza bütün eski yapılar korunmuş, pek çoğu müze yapılmış; yapacağınız en belli başlılarını gezmek. Herkesin ilgi alanı farklıdır ama Natural History Museum’a mutlaka maksimum zaman ayırın. V. Albert’i görmezseniz çok da önemli değil. Bir de anladığımız bir şey var; İngiliz zenginler bizlere ait eserleri toplayıp sonra bize sunuyorlar, Mısırdan, Mezopotamya’dan, Anadolu’dan dünyanın diğer bölgelerinden toplanmış eserleri gidip ziyaret ediyorsunuz. Diğer pek çok şeyde olduğu gibi müzecilikte de müthiş başarılılar, sergilemeyi, ‘show’ işini çok iyi beceriyorlar.
V. A. Museum’u reklamı en fazla yapılan müze, ve tam bir iletmecilik başarısı, düzenlenen sergiler, partiler sayesinde İngiltere’nin en fazla ziyaret edilen müzesi ünvanını taşıyor. Yandaki fotografta V. A. Museum'un girisindeki bir susleme olayini goruyorsunuz!
Natural History Museum’da inanılmaz şeyler göreceksiniz; http://www.nhm.ac.uk/ Bu muzeyi ziyaret etmeden Londra'dan ayrilmayin.
Alışveriş ve Christmas Çılgınlığı
Fiyatların Kıta Avrupası fiyatlarının pounda çevrilmiş şekli oldugunu söyleyeyim. Avrupa’da 1 euro olan şey orada 1 pound. Avrupa daha ucuz. Kılık kıyafette de aynı şey sözkonusu, aynı ürünü Avrupa’da 200 euroya alırken Londra’da 200 pounda alırsınız. Tekstil için bir Türkün gidip oradan alışveriş yapması çok mantıklı değil, şayet Dolce Gabbana, Armani Valentino vs giymiyorsa. Yoksa diğer şeyleri Türkiye’den de alabilirsiniz. İngilizler ne anlar modadan deyip, bu işin Akdenizlilerin işi olduğunu söyleyelim, yapacaksanız alışverişinizi İtalya’dan yapın.
Asagida Harrods'in otobusten zar zor cektigim bir fotografi var, goruldugu uzere cok net degil. Harrods'un arap patronu ile Ingiliz hukumeti ve kraliyeti arasindaki kavgalar icin google'i bir yoklayin.
İngiltere’de fiyatların Avrupa fiyatlarına geldiği dönem Christmas sonrası donemdir. 26 Ocak sonrası. İnsanlar mağazaların önünde sabahları kuyruğa giriyorlar. Ama fiyatlar dediğim gibi ancak o zaman bizim fiyatlara geliyor; çok indirim yapan mağazaların stilleri de pek parlak stiller değil, NEXT veya Marks&Spencer. Oralardan alışveriş etmeseniz de bir şey kaybetmezsiniz.. GAP veya Zara’da % 50 indirimler oldu, oralarda bir şeyler bulabilirisiniz ama dediğim gibi Zara’nın fiyatı indirim sonrası ancak İspanya fiyatlarına geriledi. Yani bir farkı yok. Tabi tax free buyuk avantaj vergiden kurtarıyorsunuz. Yaptığınız alışverişlerin kdv’sini ancak non-eu ülkesine uçarken geri alabilirsiniz. İspanyadan İngiltere’ye giderken İspanyadan yaptığınız alışverişin vergisini ancak İngiltere’den Türkiye’ye dönerken alabilirsiniz. Heatrow’da tax free deskinden paranızı alabilirsiniz. Nakit talep edin. İspanya devletine ödediğim vergiyi İngiliz havaalanından geri alabileceğime inanamamıştım, güzel bir sürpriz oldu benim için. Unutmadan tax free için 180 eu üzeri alışveriş yapmanız gerekir. Vergi iade oranları da genelde % 18.
İndirimleri takip etmeniz de gerekir. GAP’te beğendiğim bir atkıyı indirimde alırım diye bekledim, evet indirimde 18 pound olan atkı 9 pounda düşmüştü ama atkıların yerinde yeller esiyordu, beğendiğim atkının sadece kapışma esnasında yırtılmış bir parçası kalmıştı. İyiki alamamışım sokakta gördüğüm her iki kişiden birinin boynunda benim atkıdan vardı:)
Çinliler, Japonlar inanılmaz. Gucci’nin önündeki sokağa taşan 20-25 metrelik kuyrugun % 80’ini onlar oluşturuyordu.
Yemek
Farklı lezzetleri denemeyi sevenler için Londra eşi bulunmayacak bir yer herhalde. Çok değişik ülke mutfaklarını burada deneyebilirsiniz. Çin, Tai, Hint, İran, Lübnan mutfakları ilk aklıma gelenler. Çin mutfağından hoşlanmadım, hoşlanamıyorum da. Japon mutfağı için önereceğim yer Çin mahallesinin hemen kenarında (?? adini hatirladigimda yazacagim!) adlı küçük bir restoran. Japon bir arkadaşın tavsiyesi ile gittik. Sushi ile kendinizi sınırlamayın. En güzeli 20 veya 21 numaralı menüyü alıp her şeyi tatmanız(numara veriyorum, çünkü bu ülkede kolay kolay bişey değişmez, 10 yıl sonra da herhalde bu menü aynı olacaktır:). Geleneksel Japon içkisini içmeyi unutmayın; bizim rakının onlardaki muadili oluyor bu. Biraz sert ama madem Japon mutfağı diyorsunuz tatmak lazım:)
Uzakdoğu mutfağını denemek istiyorsanız Wagamama denilen restoran zincirlerine de gidebilirsiniz, Londra’da her semtte var hemen hemen. Öğleleri de ful dolu oluyor bu restoranlar. Ful İngiliz desek yeridir aslında. İngiliz mutfağının fakirliğinden mi yoksa gelir seviyesinin yüksekliğinden mi bilmiyorum ama İngilizler hep dışarıda mı yer diye sormadan edemiyorsunuz. Öğle yemeğinde dahi Uzakdoğu restoranları full İngilizlerle dolu olunca insan şaşırıyor.
Fish and chips olayına gelirsek… Yağda kızartılmış mezgit balığı (bizdeki mezgit değil, bu büyük mezgit) ve patates kızartması. Dikkat edeceğiniz, yağın her gün değiştirilip değiştirilmediği. Aynı yağda birkaç gün balık kızartan bir yerden fish and cheaps yerseniz herhalde hayat boyu bir daha tekrarını düşünmezsiniz. Nerde fish and chips yenir mutlaka size tarif ederler. Madam Tusot’un arkasında bir yer varmış, ben gitmedim, arkadaşlarım çok övdü. Ben size Putney’den bir yer önerebilirim. Eğer Putney bölgesinde oturuyorsanız, Putney Tren istasyonunun arkasına doğru 200-300 metre giderseniz Putney muhitinde ünlü olan bir fish and chips mekanına ulaşmış olursunuz. Fish and chips bana göre çok yağlı ve ağır; aman aman bayıldığımı söyleyemem.
Marketlerde her tür hazır gıda mevcut. Size sadece mikrodalga veya fırında ısıtmak ya da pişirmek kalıyor. 2-5 pound arasında çok leziz şeyler bulabilirsiniz.
İngilizce öğrenmek için gidilecek son yer!
Londra İngilizce öğrenmek için gidilecek en son yer; kastettiğim dil okuluna giderek dil öğrenmeye kalkmayın; Türkiye’de dil kursuna gidin, sonrasinda İngiltere’ye belli bir seviyede İngilizce ile gelip burada başka türlü kurslara gidin. http://www.hotcourses.com/ dan seçin. Eylül sonuna kadar bu kurslar başlar. Sonrasında kayıt yaptıramazsınız. Felsefe, tarih, müzik, dans, her çeşit kurs var; buralarda İngilizce bilen insanlarla veya İngilizlerle birlikte olma imkânınız yüksek, ancak bu şekilde dili öğrenebilirisiniz; dil kursunda Uzakdoğulularla birlikte İngilizce öğrenme süreciniz çok uzar. Veya bir master programına gidin. Diyeceğim salt İngilizce için dil kursuna giderek dil öğrenme işini Londra’da yapamazsınız veya çok uzun sürede yapabilirisiniz. Londra’ya dil ogrenmek için gelen Türk öğrenciler genelde düşük ücretli işlerde çok çalışıp tasarruf ederek belli bir dönem sonra Türkiye’ye dönüş planları yaptıkları için ne Londra’nın ne de Avrupa’nın sosyal yaşam imkanlarından yeterince yararlanabiliyorlar; bu demek değildir ki hiç yararlanmıyorlar; Londra’da asgari bir sosyal yaşam bile İstanbul’daki ortalama sosyal yaşam aktivitelerinden fazladır. Burger King’te çalışan bir öğrenci bile akşamları publara takılabilir ve hafta sonu ücretli kaliteli bir cluba gidebilir; tatile de gidebilir. Sosyal imkan ile kastettigim mutlaka bir bara veya cluba gitme olayi degildir tabii. Spor yapma kolayliklari, ; sosyal kulturel organizasyonlara katilma imkanlari cok daha fazladir, turkiye ile mukayese edildiginde.
Kahrolsun İmajımız!
Tarkan’ın değerini anladım. Tanıştığım Brezilyalısı Güney Korelisi, Yunanı ve bilimum diğer milletlerden insanlar Türkiye deyince Tarkan diyor. İstanbul’dayken pek de önemsemediğim Tarkan bir dünya markası olmuş. Tabi jeopolitik öneminden başka bir şey sunmamış bir ulusun üyesi olarak mutlu oluyorsunuz, pop sanatçısı olmuş, futbolcu olmuş sizin için pek fark etmiyor.
Orhan Pamuk’un yaşattığı mutluluk için de Pamuk’a teşekkür. Metroda karşınızda oturan bir İngilizin Orhan Pamuk okuyor olması sizi mutlu ediyor. Türk imajı o kadar olumsuz ki bu tür şeyleri görünce mutlu olmuyorum, beni ilgilendirmiyor demeniz veya "cool" bir tavır sergilemeniz çok zor.
Türk imajı rezalet! Tabii bunda tarihsel, sosyoljik ve de Turkiye topraklarindan kaynaklanan etmenleri bir yana birakirsak, gocmenlerin payi çok yüksek. İngiltere’de uyuşturucu ticaretinin bir dönem Türklerin elinde olması, Türklerin karıştığı şiddet olaylarının fazlalığı ve eğitimsiz Türk göçmenlerin kötü imajımıza etkisi çok yüksek. Tabii Türk diyorum ama bunu siz Kürt ve Türk olarak da okuyabilirsiniz. Türkiyeli Kürtlerin olumsuz davranışları sözkonusu olunca adres Türk kimliğine çıkıyor ama normalde uyruğunu sorduğunuzda kürdüm diyor. Ben de bi Kürt arkadaşıma sitemimi ettim: kardeşim madem Kürtsün şu uyuşturucuymuş, çetelermiş onlardan da kendi payiniza duseni sahiplenin, onları ne diye Türk diye lanse ettiriyorsunuz:) Yanlış anlaşılmasın bu konuda Türkler ve Kürtler beraber uğraş vermişler!! İmajdaki payımız ortak.
78 Maraş Katliamından sonra bütün Pazarcık Londra’ya göç edince, İngilizlerin aklı karışmış. Her nerelisin sorusuna karşılık Pazarcıklıyım cevabını duyunca “Pazarcık mı büyük Türkiye mi büyük” diye soruyorlarmış:)
Bir de şöyle bi rivayet varmış; zamanında Türkler/Kürtler buraya göç etmeye başlayınca Londra Belediyesi bunları nereye yerleştirelim gibisinden kara kara düşünüyormuş. Kuzey’de siyahların yaşadığı bir bölge varmış, burası da belediye için müthiş sorunlu bir alanmış, suç oranları çok yüksekmiş. Belediye nihayetinde bu siyahların hakkından ancak Türkler gelir kararıyla Türkleri bu bölgeye yerleştirmeye karar vermiş; bir taşla iki kuş misali. Türklerin yerleşiminden sonra ilk haftalarda siyahlardan bayağı bir öldürülen olmuş, bölgede siyahlar tarafından işlenen suçlarda azalma olmuş (bunun yerini Türkler tarafından işlenen suçlar almış olabilir:). Netekim(!) ırkçı da değiliz, bu da biline; hepimiz zenciyiz.
Londra’da Yaşanılacak Yer?
Bana göre güney ve veya güneybatı Londra, Londra’da yaşanılacak yerdir. South Kensigton-Chelsea-Fulham-Putney-Wimbledon-Richmond hattı en güzel yerler. Kuzeyde Türk mahalleleri ve siyah bölgeleri var. Doğu çok sakat. Putney’de haftalık 100 pounda single bir oda kiralayabilirsiniz. Ulaşım haftalık zone 1-2 için sınırsız travel card ile 23 pound. Otobüs (bus pass) tüm zonelar için haftalık 9.5 pound.
Oda kiraları merkezden uzaklaştıkça düşüyor. Roomshare odada kişi başı 60-70 pounda merkeze yakın bir yerde kalabilirsiniz, Eğer sevgilinizle birlikteyseniz 120-130 pounda double oda bulabilirsiniz. En iyisi http://www.gumtree.com/ a bakmanız. Ev kiralarken genelde 2 haftalık ücret kadar depozito verirsiniz. Çıkmadan 15 gün önce haber vermeniz şart. Son 2 haftayı depozitonuz ile kalırsınız.
Türklerle aynı evde kalmamanız en güzeli. Farklı kültürlerden insanlarla tanışmak istiyorsanız Türk evlerinden uzak durun. Irkçı değiliz ama siyahlarla yapamayacağımızı da biliyorum; çok gürültülüler, sessiz konuşmayı bilmezler:)
Evlerde genelde her şey mevcut. Bir şey götürmeniz gerekmiyor; tabii çarşaf nevresim olayı temizlik hassasiyetinizle ilgili. Evler genelde ful oluyor, çamaşır makinesi, buzdolabı, fırın mikrodalga ve bütün mutfak gereçleri mevcut olur. Mutfak ortak kullanılır. Aynı evde farklı bireysel hayatların bir arada devam etmesi için herkesin bir diğerinin haklarını kabullenmesi şart. İşte bunun mümkün olabileceğini görüyorsunuz.
Evlerde kadınlı erkekli kalınabilir. Bu demek değildir ki mutlaka sevgili olunur. Dediğim gibi herkesin görünmez bir alanı var ve sadece fiziksel mekân paylaşılır, başka şeyler karışmaz:) Türkiye’de kadınlı erkekli aynı evde birlikte yaşanıldığında ne sonuçlar doğabileceğini tahmin edebiliyorum. Her neyse:) Bir yüzyıl sonra belki mümkün!!!
Oxford City
Oxford City tam bir üniversite kenti; biz Oxford Universitesi'ni tek bir kampus olarak düşünüyorduk ama tüm şehre yayılmış yapılardan oluşuyor. Sakin bir kent; her taraf bisikletlerle dolu, tam bir öğrenci kenti. Ogrenci olarak gidecekseniz tabii ki farkli bir konseptte dusunmek lazim. Şayet maksadınız sadece gezmek ise günübirlik bir tur yeter de artar bile. Burada nerelere gidilebilir; National History Museum’un küçük bir kopyası var, vaktiniz varsa kesinlikle görmelisiniz, aynı şekilde bilim müzesini de.
Kiliseden sonra devam edin; nehri takip edin, güzel bir yürüyüş yolu var, bir daire çizerek yine kiliseye varırsınız.
Clinton ve pek çok ünlünün gitmiş olduğu University College var, Oxford University'e bagli bir kolej. Aslinda tek tek kolej ve unlu ismi vermek anlamsiz, pek cok bildik isim gecmistir bu kolejlerden.
Bu fotografi tabii ki ben cekmedim, google'dan buldum. Oxford City'nin nasil bir yer oldugunu gayet basarili bir sekilde gosteriyor. Bu yapilarin buyuk cogunlugu universite ve kolejlere ait yapilardir.
Victory Coach istasyonundan 12 pounda gidiş dönüş bilet alıp otobüsle gidebilirsiniz, 1.5 saat mesafede.
Velhasıl, 1 günlük tur Oxford City için yeter de artar bile.
(Eylul-Aralik 2004)
27 Aralık 2005 Salı
Roma, Yüreğimin Yeni Başkenti!
Hiç ummadığım yer favori şehrim oldu. Evet, Roma. Roma’nın büyük bir medeniyetin merkezi olduğunu biliyordum ama hep Paris ve Barselona sıralamamda en üstlerde yer aldı. Ta ki Roma’yı görünceye kadar. Olay sadece Roma’nın dışsal görünüşüyle ilgili değil, başka şeyler de var işin içinde ama nedir bunlar tam açıklayamıyorum. Herhalde İtalyanları diğerlerinden çok daha yakın hissettim kendime. En son diyeceğim şeyi en başta söyleyeyim de gereksiz yere kasmayayım: Londra’dan sonra Roma sıralamada ikinciliğe yerleşti.
Bir kere niçin bir İtalyan modası olduğunu sokakta yürürken bile anlıyoruz. Herkes kadınıyla erkeğiyle ve yaşlısıyla genciyle “şekil, tarz”. Roma, Floransa sokakları bakımlı, şık insanlarla dolu. İtalyanları Londralılardan ayıran İtalyanların standart bir giyim tarzının olmaması; farklı giyim tarzlarını aynı anda görebiliyorsunuz; ama İngiltere’de bir şey moda olduğunda herkesin üzerinde onu görürsünüz; bir örnek, herkes atkısını aynı şekilde bağlar.
İtalyanlardaki Akdeniz sıcaklığı sanırım İtalyanları bu kadar sevmemdeki en büyük etken.
Roma/Rom
Roma’dan başlayalım. 3 milyonluk bir şehir, gençler çok çalışkan, duvarlar güzelim afişlerle ve sloganlarla dolu, çoğunlukla amerikan karşıtı yazılamalar. Metro vagonlarında da spreyle boyanmamış, grafiti yapılmamış yer yok gibi.
Futbol temel mevzuumuz tabi. İtalya futbolun kabesi! Roma’nın iki büyük takımı var, Roma ve Lazio. Lazio faşistlerin takımı, solcular kesinlikle Lazio’yu tutmazmış. Yabancı transferleri arasında Sırp futbolcular çokmuş (Sırpları nasıl da bir cümlede tamamen ırkçı faşist yaptık, 4-5 Sırp arkadaşım var, hiçbirinin de böyle bir haleti ruhiye ile alakası yok, ama futbol diliyle konuşuyoruz, jargon genelleyici ve vulger olmalıJ)) Bir de Kulüp zamanında siyah bir oyuncu transfer etmiş ama taraftar, siyah oyuncunun evini basmış, adamı göndertmişler. Takim kaptanı ise gol attıktan sonra Nazi Selami yapıyor, açıkça ben faşistim diyor, Berlusconi bile adama sahip çıkıyor, faşist olmak kotu bir şey değildir diyor. Burası İtalyaJ Ha bu arada Lazio faşist ırkçı bir kulüp de Roma değil, öyle anlaşılmasın, al birini vur öbürüne!
İtalyanları niçin sevdiğimi anlatacağım bir olayla daha iyi anlayabilirsiniz (bunu da Kerem’den aktarıyorum). Malum İtalyanlar veya İtalya’nın kuzeyinde yaşayanlar (bizde varsıllık doğuya doğru, İtalyanlarda güneye doğru gittikçe azalır) güneylileri adam yerine koymazlarmış. Napoli de bu güney kentlerinden birisi. 102 yıllık İtalyan Ligi’nde güneyden hiçbir takım şampiyon olmamıştı, ta ki Maradona İtalya’ya gelinceye kadar. Maradona İtalya futbol liginde hiçbir başarısı olmayan Napoli’yi 3 kez şampiyon yaptıktan sonra bir Dünya Kupası maçı için Napoli’de oynanan İtalya ve Arjantin maçı öncesinde tribünlere “ne oldu, sizi adam yerine koymazlardı, şimdi maçta kalkıp onları mı destekleyeceksiniz” deyince İtalyan taraftarlar Arjantin’i desteklemişler ve maçı Arjantin kazanmış.
Roma'da nerede kalınır?
Nerede kaldık? Termini (ana tren istasyonu-bizim Haydarpaşa Garı) Tren Garı’nın yakınlarında bir yer. Zaten bu bölge otellerle dolu. Kathy diye bir otel, sanırım sahibi italyanın adından almış adını. Otelin sahibi tipik bir İtalyan, sert görünüşlü ama kesinlikle öyle değil. Çok küçük bir otel. Otel, Via Palestro’da. Bir apartmanın 3. katı. Yüksek tavanlı orijinal bir Roma apartmanı. Çok çok temiz, fiyatı da çok makul. Tabi ki pazarlık yapacaksınız, burası Akdeniz, ticaretin pazarlıkların beşiği!). 3 kişilik odaya 55 euro verdik. Aha da internet adresi: Katty Hotel
Şehrin kuzeyinde güzel bir park var, şehre buradan dalış yapabilirsiniz. İçinde Galeria Burghouse var, turist rehberlerinde adı geçen bir yer ama biz ziyaret etmedik, önünden geçmekle yetindikJ Parkın içinde faytonla tur atılıyor ama çok da gerekli değil. Yürüyüşünüze batıya doğru devam edin. Goethe heykelini göreceksiniz. Goethe bi kaç yıl Roma’da yaşamış, tabii anında heykelini dikmişler. Aklıma Büyükada’ya niçin bir Trotçki heykeli dikmediğimiz geliyor. Heykelin hemen yanında Kadıköy’dekinin aynı bir balon var, Roma’yı tepeden görebilirsiniz bu sayede. Ama kuşbakışı Roma için bu balona gerek yok, Sn Peters’in kulesinden de görebilirsiniz Roma’yı. Belki balonla Roma’nın farklı bölgelerini görebilirsiniz, bilemem, paranıza kıyarsanız deneyin.
Parkın batısında, Pincio’dan güzel bir Roma manzarası ile karşılaşırsınız. Size parkın içinden yürüyün dememdeki amaç Pincio’ya varmanız içindi. Burada, tepede cafede oturup Roma’yı karşınıza alıp kahvenizi yudumlayabilirsiniz. Bu cafenin ordan Piazza Del Popola’ya ineceksiniz. Eski Roma’nın kuzey kapısı da burada. Melekler ve Şeytanlar’daki işaretlerden biri de buradaki kilisede (Santa Maria Del Popolo). Buradan direkt Di Savoia Caddesi’nden ve köprüsünden geçerek Vatikan’a doğru yol alabilirsiniz. Tevere nehri üzerinden geçeceksiniz. Tabi bu nehir Thames gibi abartılmış bir nehir değil, veya Thames’in taşımış olduğu önemi taşımıyor:) sadece bir nehir.
Vatikan’a vardınız. (Bascilica Di San Pietro) Kiliseyi gezdiniz, sonrasında kilisenin sağ tarafından kubbeye çıkın. Kubbeyi Michalengelo tasarlamış ama tamamlanmasını görememiş. Kubbeyi yaparken de Papa’dan dayak yediği söylenir; O da isi bırakmış, Papa özür icin bayağı bir altını gözden çıkarmış:) İlginç giysileriyle Vatikan muhafızlarını göreceksiniz. Bu giysileri de Michalengelo tasarlamış. Vatikan’ın kendi güvenlik teşkilatı/polisi var. Soldaki fotograf Kilise'nin kubbesinden cekilmis; Papanin konusmalarini yaptigi alani goruyorsunuz. Asagidaki fotografta ise Vatikan Muhafizlarini goruyorsunuz, toplam sayilari 83'mus.
Batı da Türk imajının olumsuz gelişimine etki eden unsurlardan birisi de adamların dini liderlerini öldürmeye kalkan birisinin Türk olmasıdır herhalde; en azından duvarda bir tuğla olmuştur. Bu arada ben bu yazıyı yazarken Papa Paul II çok tan öbür dünyaya göç etmişti. Yeni Papa’nın pek de Türk dostu olmadığı söyleniyor.
Panteon
Roma’nın sembollerinden biri. Kubbesi çok meşhur ve mutlaka içeri girip başınızı yukarı kaldırıp görmeniz gerekiyor. Ayasofya ile birlikte anılır (Discovery Channel da rastlarsınız mutlaka). Desteksiz çatısının yüksekliği 43 metre, yarıçapı ise 43,5 metre. 20. yüzyıla kadar yapılmış en büyük beton yapı deniyor. Tepesi açık. Buradan giren yağmur ne oluyor diye düşünürseniz zemine dikkatlice bakın, ilk bakışta fark edilmeyecek 22 delik ile bu yağmur suyu dışarı atılıyormuş. M.Ö. 20’lerde yapılmış. Raphuel’in mezarı içerde. Raphuel’in burada düzenlenmiş cenaze törenine (1520’de) onun modelliğini yapmış ve aynı zamanda sevgilisi olan “fırıncının kızı” La Fornarina alınmamış. Sen basit bir fırıncı kızısın, burada yerin yok denmiş!
Meşhur Cafe Giolotti hemen Pantheon’un yakınında; tiramisulu ve after eight dondurmanın tadına bakmanızı öneririm.
Piazza Navono
Roma’nın en eski meydanlarından biri. Her zaman kalabalık olan cafelerle dolu. Çeşmesi çok meşhur. Melekler ve Şeytanlar’da geçen çeşme bu çeşme. Meydanın etrafı Rönesans yapılarıyla dolu. Acele etmeden meydan etrafında bir tur atmanız iyi olur veya tur atacağınıza bir cafede oturup yapıları uzaktan da olsa incelemek/gözlemlemek de pekala olabilir.
Forum ve Collesium
En eski Roma’yı oluşturan bölüm. Julius Sezar burası dar gelince şehri genişletmiş. Forumun bir tarafında Venezia meydanı diğer tarafında Collesium var. Collesium muhtesem bir eser. 55 bin kişilik. 20 bin işçi 10 yılda tamamlamış burayı. Ve bugün bile bizim stadlarda yaşadığımız eziyeti eski Romalılar yaşamamış. Çok kısa bir sürede dolup boşalabiliyormuş. Roma zenginleri eğlence maksadıyla gladyatörleri çarpıştırırmış, iş çıkışlarında, gün sonlarında düzenleniyormuş gösteriler. 2000’den fazla gladyatörün bu dövüşlerde ölmüş olduğunu parantez içinde aktarayım. Tribünlerinde de toplumdaki hiyerarşiye göre bir oturma planı varmış, zemine en yakın yerde kral, senatörler vs, tribünlerin en üst kısmında ise köleler ve kadınlar otururmuş.
Dünyanın herhangi bir yerinde idam cezası kaldırıldığında Collesium o gün aydınlatılıyormuş, geceleyin ışıkları açılıyormuş. Türkiye’de idam cezası yakın zamanda kaldırıldığında da Collesium bir gün için Türkiye adına aydınlatılmış.
Venezia Meydanı
Emmanuel Caddesinin sonunda. 1870’lerde tamamlanmış Emmanuel’ın adını taşıyan bir yapı var (Victor Emmanuel Monument).Victor Emmanuel II Birleşik İtalya’nın kurucusu olarak addediliyor ve Birleşik İtalya’nın ilk kralı. -[Birleşik İtalya’yı oluşturmanın ne menem bir şey olduğunu siyasetbilimciler bilir, Machiavelli’nin “Amaca ulaşmak için her yol mübahtır” sözü İtalya cumhuriyeti’ni kurmak için söylenmiştir, fakat cümlenin başındaki “Cumhuriyeti kurmak için” kaldırılınca özdeyiş olarak günümüze cümlenin gerisi kalmıştır.]
Bu yapı için mimari açıdan incelikten yoksun ve sanat tarihi açısından bir önemi yok deniyor ama benim gözüme hoş göründü.
Sarayın önündeki Venezia Meydanı meşhur bir meydan. Mussolini’nin karargahı ve sarayı buradaki Palazzo Venezia binası. Kitlelere konuşmalarını bu binanın ortasındaki balkondan yapardı (pek çok film karesinde gördüğümüz balkon, 2. katta, küçük bir balkon) . Bu yapı Rönesansın ilk sivil yapılarından biriymiş.
Venezia’nın güneyi eski Roma’dır. Forum, Collesium… Her yer tarih
Fontana Di Trevi
Meşhur aşk çeşmesi, bir bozukluk atarsanız Roma’ya bir gün geri döneceksinizdir. Biz bozukluk değil kağıt para atmayı düşündük, bu geri dönüş olayını sağlama almak içinJ Yalnız parayı çeşmeye sırtınızı donup başınızın üstünden atacaksınız, bu ayrıntıyı unutmayın!! Fellini’nin La Dolce Vita filmindeki bir sahne ile unune un katmis bu çeşme; ama ben filmi izlemedim. Çeşme geceleyin de güzel. Güzelce aydınlatılmış. Her daim kalabalıktır.
İspanyol Merdivenleri
Buraya da uğramak şart, eskiden sanatçıların mekânıymış bu merdivenler, simdi ise bizim gibi turistlerin ve aşıkların mekanı. Biz aksama doğru varmıştık merdivenlere, bir grup genc şarki soyluyordu, eğleniyordu, ucundan azıcık biz de ortak olduk eğlencelerine. 137 merdiven varmış burada, ben saymadım ama:) Çok güzel çiçeklerle süslenmiş. İspanyol Merdivenleri denmesinin sebebi İspanyol Meydanı (Piazza Di Spagna)’nda yer almasından dolayı. Bu meydana çıkan küçük dar sokaklardan biri de Via Condotti. Tam bir markalar sokağı; bizi fazlasıyla aşan bir sokak. Markaları söyleyince hak vereceksiniz: Armani, Bvlgari, Louis Vuitton, Channel, Versace, Yves Laurent ve benzerleri: Gerçi -Yves Laurent-Paris’te başımdan gecen ilginç bir öykü var ama onu Paris bölümünde anlatacağım. Her neyse, bu sokakta güzelce dolaşabilirsiniz, sadece dolaşabilirsiniz!!!
Floransa/ Firenzi
Ah Floransa, ahh! Ben niye futbolcu olmadım, futbolcu olsam belki buralarda yasama ihtimalim birazcık da olsa olurdu. Fatih Terim’in kulaklarını bin kez çınlattık. İnanılmaz cezbedici bir şehir. Toscana bölgesi, varsılların bölgesi, yani İtalya’nın kuzeyindeyiz. Floransa ronesansa başkentlik yapmış bir şehir. Sanatın, entellektualitenin başkenti. Doyamadık zaten.
Floransa’ya Roma’da Termini’den trenle geldik, 3.5 saat surdu yolculuğumuz. Ama yolculuk güzel, küçük İtalyan kasabalarından geçiyorsunuz, bir de trende tatlı hös insanlar.
Arno ırmağı kenti ikiye bölüyor. Bu ırmak üzerindeki köprü (Ponte Vecchio) çok güzel ve önemli. Akşamleyin de köprüden geçin, ışıklar yanınca da çok güzel görünüyor. İçinde değişik dukanlar, kuyumcular var.
Köprüden meydana geri dönmek için sokaklarda kaybolun, rastgele bir sokaktan dalın, meydana öyle kolay çıkamayacaksınız, dolaşıp durursunuz labirent gibi dar sokaklarda, ama çok ilginç küçük konut/apartmanlar görürsünüz.
Meydandaki yapı bayağı havalidir, bir katedral mi, kilise mi? Bir fotoğraf karesine sığmayacak büyüklükte, en azından onu bu kareye sığdıracak bir konum bulamadım, önündeki alan/meydan çok küçüktür.
Bu arada Michalengelo’nun Davut heykelini de gördük. İdeal erkek ölçülerini temsil ediyor bu heykel:) öyle hatırlıyorum bir gazete haberinden.
Machiavelli’nin mezarı da burada ama ziyaret edip bir hayır duası okumadık!! Hakkında az sınav sorusu cevaplamamışımdır. Mülkiye’den değerli hocalarım Mehmet Ali Agaogullari ve Bülent Daver’e selam olsun!
Floransa’yı yürüyerek dolaşacaksınız, aksam üzeri bu yürüyüşünüz büyük ihtimalle çevrenizde çalan güzel müzikler esliğinde olacak.
Çok güzel mağazalar var ve fiyatlar bize pahalı gelmedi. Özellikle ayakkabılar çok klastı ve kesinlikle Türkiye’den daha ucuzdu.
Kısacası, ask, sanat, siyaset, tarih hepsi bir potada eritilmiş, Floransa’nın üzerine dökülmüş!! Gidip görmezseniz olmaz! Ben ikinci defa bu kente gideceğim, bu kesin!
Pisa
Floransa’dan Pisa’ya trenle gittik, 1 saatlik mesafede. Mimarin yanlış tasarımı sonucu Kule yan yatmış, halen de yatmaya devam ediyormuş zaten. Bu da bu şehri turistik açıdan yoktan var etmiş diyebiliriz. Kule’yi gördük, başka bir yere de gitmedik. Ama istasyondan Kule’ye kadar yürürseniz zaten kenti gezmiş oluyorsunuz. Sessiz küçük bir kent. Tam bir İtalyan kasabası. Sokaklarında yürümek çok güzel. Sokaklardan birinin adi A. Gramsci idi. O sokakta yürümek isterdim ama ters kalıyordu ve trene yetişecektik, mazeretim büyük yani. Yoksa Gramsci ile olan dostluğumuza ihanet etmezdim. Buradan Gramsci’ye, ordan da Louis Althusser’e selam olsun.
Pisa Kulesi’nin etrafından güzel hediyelikler alabilirsiniz.
GÜNCELLEME: 29 Şubat 2012
1-Roma'da iyi pizza ya da iyi makarna yiyeceğim diye uğraşmayın, yok öyle bir şey. Emin olun Türkiye'de aynı paraya çok daha iyilerini yersiniz.
2-Roma tam bir turist tuzağı. Sultanahmet'te Türkler turistlere nasıl davranıyorsa aynısı İtalyanlar yapıyor.
3.Roma pass 30 Avro. Şayet etkili kullanacaksanız alın ama sadece ulaşım için alıyorsanız hiç gerek yok.
4. Katty Hotel'i gene öneriyorum. Türk Büyükelçiliği'nin çaprazında.
Brussel/Bruksel
Brüksel büyük bir şehir, 10 milyona yakın nüfusu var. 1 milyona yakın Müslüman nüfus ile tam bir uygarlıklar kardeşliği. Avrupa’nın başkenti. Başlıca AB organları ve NATO burada. Burada bulunuş nedenim de bir AB egitim toplantısı zaten.
İki resmi dil var Fransızca ve Dutch. Her şey, sokak isimleri dahi iki dilde yazılmış, yani bilmem ne lane/avenue yazıyorlar.
Zaten Hollanda ile niye ayrılmışlar: din yüzünden, Belçikalılar Katolik, Hollandalılar Protestan (Feylesof La Altuğ bu konuda keskin görüşlere sahip, kendisinden yararlanabiliriz!) Protestanlar kapitalizmi daha iyi kıvırıyorlar. Hollanda ile Belçika’yı karşılaştırınca bunu görüyorsunuz.
Şehrin merkezinde/kalbinde Grand'Place (Grote Markt) var. Turunuza buradan başlayın, hiç vaktiniz yoksa sadece burasıyla kendinizi sınırlayabilirisiniz. Meydan çevresindeki çikolatacılardan Belçika çikolatası alabilirsiniz, en azından deneyin, tadına vardıktan sonra bir kerede 100 gram çikolata yiyebilirsinizJ
Kaosa ve yol kenarlarındaki çöpler veya pislik tanıdık gelse de güzelim büyük parklar bize hiç de tanıdık değilJ
Central tren istasyonundan Bruge’a ve Antwerp’e gidebilirisiniz. Ki Bruge için Kuzey’in Venedik’i denir. 1 saat mesafede yerler ve asıl görünmesi gereken yerler buralarmış. Gidemedik göremedik, içimizde kaldı; bir başka bahara diyelim.
Brussel hakkında çok yazamayacağım, yazsam haksızlık olur, çok kısıtlı bir zaman için oradaydım.
(27 Mayıs 2005)
Den Haag, The Hague, Lahey veya her neyse!
(Nisan 18 - Haziran 4, 2005)
Hollanda’ya bir kez sonbaharın sonuna doğru gitmiştim, hava yağmurlu olunca çok keyif almak gibi bir şey olmuyor tabi, şimdi ise ilkbahar ve ben yine Hollanda’dayım, güzel hava ve değişik ortamla birlikte her şey çok daha güzel oluyor. Güzel hava derken Türkiye’nin baharıyla karşılaştırmamak gerekiyor tabi. Güneş de oluyor ama hava hep serin, ve yanınızda mutlaka bir yağmurluk tarzı bir şey bulundurmanız gerekir.
Hava akşam saat 10’dan sonra kararıyor, bu da tabi çok güzel bir şey, ama siz gündüz olduğunu düşünürken vücudunuz buna izin vermiyor, niçin bu kadar yorgunum diyorsunuz oysa sabah erken kalkmışsanız çoktan vücut kendisini korumaya alıyor. Zaten hava kararmasa da Hollandalılar aksam saat 6’dan sonra sokaklarda olmuyor, onlar normal bizdeki gibi hava kararmış farz edip evlerinin yolunu tutuyorlar. 6.30 yemek saatleri ve o saatte herkes evde olmak için bisikletlerle koştura koştura evlerine gidiyor (Çin’den sonra kişi başı bisikletin en fazla olduğu ülke, kişi başına bir bisiklet düşüyor). Mağazalar 5.30’da kapanıyor, buna inanamazsınız, her tür mağaza kapanıyor, alışveriş yapamazsınız, telefonunuza kontur yükleyemezsiniz. Gıda marketleri ise 8’de kapanıyor. Pazar günleri 12-5 saatleri arasında marketler acık, bir keresinde ekmek için saat 11’de markete gitmiştim, 1 saat marketin açılmasını bekledim.
Hizmet inanılmaz, tahammül edilemez şekilde yavaş, bir barda oturursanız gidip biranızı kahvenizi kendiniz alın, yoksa en azından yarım saat beklersiniz. Eğer bir sipariş vermezseniz de kimse gelip size bir şey sormaz, Türkiye’de olduğu gibi kardeşim bu ne rahatlık, burası belediye parkı mı havalarında kimse yanaşmaz size.
Dutch yemekleri felaket, yemek bakımından bu kuzey ülkeleriyle biz Akdenizliler hiç bağdaşmıyoruz, Akdenizlilerin işgalinde de çok kalmadıkları için mutfakları çok değişmemiş, ama göçmenlerden öğreniyorlar, öğreniyorlar demeyelim de göçmenlerin restoranlarını dolduruyorlar, Endonezya, Meksika, İtalyan, Tai, Yunan, Türk restoranları ful çekiyor, bu arada bizimkiler Türk dönerini nasıl iğrenç bir hale çeviririm konusunda bir numaralar. Yunanlıların dönerleri bizim dönerlerden daha iyi, ama mutlaka cacık gibi bir sos ilave ediyorlar, kimsenin ağız kokusu umurunda değil herhalde.
Biraz coğrafyadan bahsedelim. Hollanda dümdüz bir ülke, cidden dümdüz, 1 metrelik bir yükseklik bile göremezsiniz sadece denize paralel setler vardır yükseklik olarak adlandırılabilecek, yani 2-3 metre yüksekliğinde. Hollanda deniz seviyesinin altında, hikâyeye göre 100, 200 metre açılırsanız, deniz boylamıyordur yine, yönünüzü kaybedebilirsiniz, karayı göremezsiniz. Den Haag’ın plajı çok güzeldir, denizi bizim denizlere benzemese de. Deniz kıyısı bizim sahillerimizdekine benzer cay (bira) bahçeleri ve restoranlarla doludur. Mayıs ayında kumdan heykel festivalleri vardır ki hikâyedir, geçiniz. Plaj çok güzel, keyiflenmek için sık sık gidin derim, ister kumsalda oturun ister Bora Bora’da fark etmez ama yine de iyi bir arkadaş grubuylaysanız plajı öneririm. Den Haag’da öğrencilerin partiye devam ettikleri yer genelde plaj olur, partiden sonra hala bisiklet kullanabilecek durumdaysanız plajın yolu tutulur. Bisikletiniz varsa çok güzel, ama yoksa gece yarısı plaja gidemezsiniz. Tramlar belli bir saate kadar mevcut. Bu arada, Scheveningen’e varmadan bir park varmış ben gidemedim, giden arkadaşlarım çok övdü.
İnsan ilişkileri nasıl? Aynen İngilizlerde olduğu gibi kamusal alanda müthiş bir saygı söz konusu. Tanıyıp tanımamanız mühim değil, aynı binada göz göze geldiğiniz birisine mutlaka selam veriyorsunuz, hele daha önce bir kez karşılaşmışsanız artık rahatlıkla “how r u” seviyesine geçiyorsunuz. Günde 100 kez bu “hi, how r u” muhabbetini yapıyorsunuz. Teşekkür olayı bizde olduğu gibi yere bakarak yapılmıyor, gözlerinin içine baka baka cidden teşekkur ediliyor, gönülden teşekkür ediliyor. Selam verirken de öyle. Trafik olayına hiç girmiyorum zaten, oradaki yaya geçitlerinden sonra bir gün burada yaya geçidinde sonum gelecek herhalde. Orda yaya geçidinde bir kişi geçmek üzere olacak ve şöför gaza basacak, bu düşünülecek bir şey değil.
45 gün süresince yolda gördüğüm jip sayısı, Türkiye’de ilk geldiğim gün gördüğüm jip sayısından fazla değildi. Gelir vergisi oranları inanilmaz yüksek, bizdeki gibi de kişiler verecekleri vergiyi kendileri ayarlamıyor!! Paşa paşa vergilerini ödüyorlar. En üst düzey gelir vergisi diliminde oran % 55. yani 100 euoro kazanıyorsa 55 eurosunu vergi olarak veriyor. İnsanların en büyük şikayeti zaten vergiler ve havalar.
Hollanda ekonomisi hakkında küçük bir bilgi, bizim Marmara kadar bir yer ama dünya tarım ürünleri ihracatında 4. sırada, toplam ihracatı da 300 milyar doları buluyor (GSYİH’miz kadar). Bizim ihracatımızın 60 milyar dolar olduğunu hatırlayalım!!
Ama niçin bu park etme olayında bu kadar beceriksizler, her 10 araçtan birinin rahatsız edici şekilde tek tekeri kaldırımda, nasıl beceriyorlar bunu veya nasıl rahatsız olmuyorlar anlamıyorum. Tabi kaldırımları bizdeki gibi yarım metre yüksekliğinde değil, ama olsun. (Bu arada bir arkadaşımın (Serkan, sana sesleniyorum!) üniversiteden hocası kaldırım yüksekliği ile gelişmişlik düzeyi arasında ters orantılı bir ilişki olduğunu ileri sürmüş, benim de şu ana kadarki gözlemlerim hocamızı doğruluyor.
Den Haag’da neler yapılabilir. Bi kere Den Haag Hollanda’nın Ankara’sı. Bürokratik merkez. Parlamento ve bakanlıklar ve uluslar arası organizasyonların konumlandığı bir yer. Tabii bizdeki gibi bir bürokratik başkent düşünmeyin. Parlamentonun içinden geçersiniz ama burası parlamento mu yoksa herhangi bir tarihi yapı mı fark edemezsiniz, öyle polis kordonları, kulübeleri vs yok. Bakanlardan birinin kendi bakanlığına ilişkin bir bakanlar kurulu toplantısına bisikletiyle yağmura yakalandığı için gecikmiş olduğunu arkadaşım tv haberinden aktarmıştı bana.
Hollanda’nın Ankara’sı diyince sanırım bir fikir oluşmuştur. Şehir merkezi küçüktür, şehir içinde bir günlük tur şehri görmeniz için yeterlidir. Peace Palace, Uluslar arası Adalet Divanı’na ancak bir grupsanız ve önceden randevu almışsanız girebiliyorsunuz. Esher Museum görülecek müzelerin başında geliyor. Bizdeki Minyatürk’e benzer bir yerleri var ama gitmeye değmez. Den Haag’da yapabileceğiniz en güzel şey eğer şanslıysanız güneşli havalarda meydanlardaki cafelerde oturup ağır ağır kahvenizi içmek olacaktır.
Escher Museum Lahey'de ziyaret edilmesi gereken en onemli muze. Escher'i google'da aratip tum calismalarini gorebilirsiniz.
Akşam eğlenceleri için beylik mekânlar var ama en güzeli özellikle Perşembe akşamları Latin müziği çalan bir bar. Hele bir de Latin arkadaşlarınızla giderseniz eğlenmek için birebir. Latinlerle biz Akdeniz insanının kanı müthiş uyuşuyor. Dutchların beylik clubları ise kentin hemen merkezinde, 3’ü yan yana zaten. Dutch süslü kızları burada.
Delf, Den Haag’a 6 kilometre mesafede, küçük bir kasaba. Den Haag’ın zengin Dutchları burada oturuyor, çok güzel bir yerleşim yeri, tipik bir Dutch kasabası görmek için ideal. Delf mavisi diye bir şeyleri var, bizdeki İznik çinisi olayı. Adamlar bunu Çin’den veya bir kolonilerinden alıp kendilerine mal etmişler, müthiş pahalı. Den Haag da, Delf de Amsterdam gibi kanallar şehri. Kanallar her ikisini de çok güzelleştiriyor. Kanallar boyunca dizilmiş, güzel çiçekler açan büyük ağaçlar kanalların güzelliğini daha da arttırıyor.
Bir de mantaliteye bir örnek verelim. 6 haftalık bir post graduate diploma programına katıldım, programın 1. gününde 6 hafta sonraki dersin saat kaçta olduğunu, o ders için hangi makaleleri okumanız gerektiğini biliyorsunuz. Zaten size klasörleştirilmiş şekilde bütün okuma materyalleriniz veriliyor. 6 hafta için bin sayfayı buluyor bunlar zaten. Neyse geleceğim nokta burası değil. Dönüşe 2 gün kala, zarflar içerinde bize para dağıtıldı, ne olduğunu anlamadık ilkönce, şaşırdık. Bize bu paranın okuma materyallerinin ülkemize dönüşte bagaj ağırlığımızı arttıracağı, dolayısıyla fazla bagaj ücreti ödeyebileceğimizi, bunun karşılığında bu paranın verildiği söylendi. Gerçekten de çoğumuz bu materyalleri ne yapacağımız şeklinde kara kara düşünüyorduk, 2-3 kiloya yakın bir yük tutuyorlardı. Biz bunları ülkemize götürmesek veya fazla bagaj parası versek kaybedecekleri ne var ki, işte mantalite farkı bu olsa gerek.
Olayın özü şu, öğrenciyseniz Den Haag’da güzel vakit geçirebilirsiniz ama turist olarak giderseniz çok fazla seçeneğiniz yok. Tam bir öğrenci ve memur kenti. Öğrenciler her yerde kendilerine eğlence ve mekân yaratabilir, ama kısa bir süre için bir şehirde bulunan kişinin bu mekan yaratma ve/veya uygun mekanı bulma şansı hiç de fazla değil.
Bu arada, fotograflardaki tarihler 2001'i gosteriyor, fotograf makinesinin pilini degistirince makine kendisini fabrikadan yeni cikmis olarak algiladi, tarihi en basa aldi!!
26 Aralık 2005 Pazartesi
Barselona
Barselona, biz gönlünde her zaman romantizmi barındıranlar için gidilecek belli başlı şehirlerden olmuştur, tabi Barselona'yi görmeden önce! Belki geldiğim dönem çok güzel bir dönem değildi, ama ne olursa olsun, idealize etmiş, kafamda yaratmış olduğum Barselona ile, karşılaştığım Barselona’nın birbirine çok da benzemediğini söylemeliyim. Ama şu kesin ki, kasım döneminde Avrupa’da tatil yapmayı düşünüyorsanız, bu yer Avrupa'nın güneyi, Akdeniz olmalı. Londra’dan sonra, Barselona’ya vardığımızda bizi karşılayan ve orada kaldığımız sürece bize eşlik eden güneş harikaydı, teşekkürler Ra.
Barselona’ya nereden başlamalı; tabii ki La Ramblas sokağından; bizim İstiklal Caddesi’nin benzeridir, ama tabii ki çok daha düzenlisi; çiçekçileri, kafeleri, ressamlarıyla çok canlı bir sokak. Burada mutlaka yürüyeceksiniz, çünkü ana cadde bu. Cadde’nin deniz tarafında başlangıç yerinde Christhoph Colomb heykeli (Christhoph parmağıyla Amerika yönünü değil de ters bir yönü gösteriyor, bir hikâyesi var bunun; ama hatırlamıyorum!) ; yukarısında ise Catalunya Meydanı var. Yapacağınız şey ilk olarak bu caddede bir tur atmak. Sırtınızı denize verin ve Catulanya meydanına doğru aheste aheste yürüyün. Sokak boyunca gösteri yapan değişik kostümler içerisinde kişiler göreceksiniz,. Çoğunluğunu bir orjinalitesi yok ama orjinal kostümlerde olanlar veya ilginç şovlar yapanlarla da karşılaşabilirsiniz. Fotoğraf çektirirseniz biraz bozukluk vermeniz gerekir, işin raconu olarak. Yürüyüşünüze devam ederken Gracias’a varacaksınız, alışveriş semtidir. Güzel kafeler de vardır. Paranız bolsa Barselona'da alışveriş buradan yapabilirsiniz. Cadde boyunca yolun sağında Gotik bölgesi vardır. Burası bizim Beyoğlu’na, Pera’ya benzer. Arka taraflar Barselona entel taifesi tarafından doldurulmuştur; buralar çok güzel dar sokaklar ve bu dar sokaklar da küçük şirin kafelerle doludur. Bu bölgede Katedrale ve Yönetim Binası’nın olduğu yere uğrayabilirsiniz. Katedral başlıca tarihi yapılardan biri.
Ramblas’tan yukarı doğru yürürken yolun solunda bir pazaryeri var. Buraya uğramadan sakın Barselona’dan ayrılmayın. Barselona’da kaldığınız her gün boyunca buraya uğrayıp taze meyve ve başka ürünler alın tadın, pişman olmazsınız. Her gün farklı bir şeyler deneyin. İnanılmaz şeyler bulacaksınız. Catalunya meydanına vardığınızda heykellerle süslenmiş bir alana varmış olacaksınız, buradaki çimenlikte oturup alemi de seyreyebilirsiniz; heykeller çok güzel, bakılmaya değer. Bu alanda müzik şovları da oluyor; biz geleneksel kızıldereli müziğini andıran bir müzikle danseden 90'lı yaşlarda bir kadının dansına şahit olduk. Kadın grubun üyesi değildi, izleyiciler arasındaydı ama müziği duyunca dayanamadı, aralıksız yarım saat boyunca geleneksel dans etti, biz şoktaydık, bu yaşta bu enerji ve bu figürler.. Harika bir görüntüydü.
Catalunya meydanının yukarısında Gracias Caddesi/bölgesi mevcut. Bu bölgede Gaudi’nin yapılarına ulaşacaksınız. Herhalde bir şehri bu kadar etkileyen başka bir mimar olmamıştır tarih boyunca. Gaudi cidden çılgın bir mimar. 20. yüzyılın başında Katalunya burjuvazisi binalarını estetik yönden zenginleştirmek için mimarlara teslim etmiş, Gaudi de işini cidden iyi yapmış! Apartmanların dış görünüşlerine estetik katmış. Casa Batllo, Casa Mila bunların başlıcaları. Bunlar Gracias Caddesi’nde. Sagra da Familia en bilindik eseri, ama eseri dediğime bakmayın, hala daha tamamlanmamış, onun için adı Bitmeyen Kilise’ye çıkmış. Sagra da Familia hakkında söylenecek çok şey var, en iyisi siz google’dan aratıp hikâyelerini okuyun
Placa de Espanya Meydanı yine bir gezi başlangıç noktası olabilir. Barselona’nın arenası da burada. İçine giremedik, tadilattaydı. Ama tadiallatta olmasa da boğa güreşi izlemek çok pahalıymış, yani zaten içeri giremeyecektik, ayrıca böyle bir şeyi zevkle izleyecek yürek değil benimki.
Yukarıya, müzeye (Barselona Tarih Müzesi) doğru çıkın, müze binası Barselona'nın en güzel yapılarından. Müze binasının yukarısında Olimpiyat kenti var; 92 Olimpiyatları burada düzenlenmiş. Şehrin geri kalmış, limana yakın bölgesi olimpiyat köyü sayesinde ıslah edilmiş ve düzenlenmiş., bu bölgeye canlılık getirilmiş (Guardian’da yazan bir yunanlı yazar, ispanyolların olimpiyatları ne kadar iyi değerlendirmiş olduğunu söylemişti, yunanlıların ise tam aksini yaptıklarını. Katalanlar, olimpiyatlar sayesinde kentin altyapısını yenilemiş, belli bölgeleri yeniden düzenlemişler ve olimpiyatlardan uzun vadeli çıkarlar sağlamışlar. Yazarın söylediğine göre yunanlılar büyük stad ve tesisler yapmışlar, olimpiyalar bitince de kullanımı çok da paratik omayan bu tesislerin bakım maliyetinin bile büyük bir külfet yarattığından bahsediyor. Olimpiyat stadını görünce ben buranın olimpiyat stadı olabileceğini düşünmedim bile, arkadaşıma yanıldığını söyledim; Espanyol’un sahası burası dedim. Çok küçük geldi bana; hele bizim devasa olimpiyat stadını gözümde canlandırınca. Burası ancak 30-40 bin kişilik bir stad.
Yukarıda "estetikten yoksun beton yığınları" dedim ama haksızlık etmeyeyim: Hiç bir yer İstanbul kadar çarpık yapılaşmış olamaz. Barselona'nın nasıl bir plan üzerine kurulu olduğunu aşağıdaki fotoğraf çok iyi gösteriyor sanırım. Fotoğraf Sagra da Familia bölgesine ait. Fotoğrafaın sol alt köşesinde Sagra da Familia mevcut.
Barselona’daysanız, kış veya sonbahar farketmez, yine de sahil yürüyüşü yapmalısınız.
Barselonan’nın en şık yeri, marina bölgesi ve sahil boyu. Kentin hemen içerisinde denize girilebiliyor, marinadan suya bakınca büyük büyük balık sürülerinin alttan nasıl geçtiğini görebiliyorsunuz, bizdeki gibi sadece balık yavruları değil, bunlar okkalı balıklar. Plaj boyunca uzun bir yürüyüş yapabilirsiniz. Şehrin deniz kıyısı mavi bayraklı. Plaj çok geniş ve plaj boyu çok iyi değerlendirilmiş, tüm kamunun kullanabileceği şekilde düzenlenmiş. Bu plajın yazın nasıl olabileceğini tahayyül etmek hiç de zor değil. Kasım ayındayız, ama yine de sörf yapan gençleri görünce özenmemek elde değil. Plaj geceleri de aydınlatılmış. Geceleyin plaja gitmenizi şiddetle salık veririm! tabi eğer sevgilinizle veya iyi bir arkadaş grubuyla birlikteyseniz. Kerem, Yasemin Bekir, selamlar!!bir tekila partisi (tekila market fiyatı 9 euro) yapabilirsiniz. Sonra da bir ispanyol barına, bizim gibi bir ispanyol barı bulamadıysanız bir Irish Puba gidip cila yapabilirisiniz (bira 4-5 euro civarında).
Barselona, renklerine sevdalı olduğum takım (bana göre bordo mavi, ama aslında lacivert bordo)... Zamanında Franco’ya karşı verdiği mücadele ile kulübüne, taraftarına hasta olduğum kulubün maçına gitmek en büyük hayalimdi. Neu camp, futbolun mabedi... Gittiğimiz hafta Barça Real Betis’le dışarda oynuyordu, maçına gidemedik, bari maçı tv’den seyredelim dedik, tabi barça taraftarı arasında. Ama maçı izleyebileceğimi yer sorduğumuz katalanlarla bi türlü anlaşamadık, en son yine bir ırish pubta öylesine izledik maçı; fakat sonunu getiremedik. Otele dönerken bir ispanyol kahvesine rastladık, tam bizim kahveler gibiydi, ful erkek dolu, dumanaltı mekânlar, tepedeki tv’den maçı seyrediyorlardı. Taraftar modeli de tam bizim taraftar modeliyle özdeşleşiyordu. Yoktu farkımız.
Barselona FC’yi burda yazmayayım, güzel bir makale için Tanıl Bora’nın “Takımdan Ayrı Düz Koşu” kitabındaki Yiğiter Uluğ'a ait makaleyi okuyabilirsiniz.
Yemek nerede yenir? Fastfood olarak beef felafel yiyebilirsiniz. Ama bir tapas gecesi yapın mutlaka; deniz ürünleriyle dolu olsun menünüz. Vereceğim Tapasın yerini otel resepsiyonundaki bir kızdan aldık, bize ekonomik ama lezzetli yemeklerin olduğu, ispanyolların gittiği bir tapas söylemesini rica ettik. La Bombeta'yı tarif etti.. Tek kelime ingilizce bilmeyen muhteşem tatlı sıcak garsonları olan bir mekân burası. Bulması çok kolay. Katalunya Tarih Müzesi’nin hemen arkasında Carrer de la Maquinista Caddesi’ne girin, Cadde’nin hemen başında.
Menüdeki bütün deniz ürünlerini deneyin derim, ahtapotlar Pulpitas en Salsa, kalamarlar, karidesler, Cap i Potu, Esqueixada, hepsi muhteşem (biz de Akdeniz ülkesiyiz, bu deniz ürünleri neden bizde yok, öfkelenmemek elde değil!!). Patatas Bravas geleneksel ispanyol patates kızartması, çok güzel. Ana yemek olarak da cocid con judias blancas alabilirisniz ama bence ana yemeğe sıra gelmeden de karnınızı fullemiş olursunuz.
Şehirde herkeste köpek var, inanılmaz bir evcil hayvan alışkanlığı.
Ana caddedeki bütün mekânlarda barça forması var, hepsi lisanslı deniyor ama hikâye; orijinal formanın fiyatı 60 eu civarındayken bunlar 20 eu’ya satılıyorlar, ama diğerlerinden farkı yok, alabilirsiniz, yıkanınca deforeme olmuyor.
İspanya’dan alışveriş yapmanın mantığı var mı bilmiyorum, fiyatlar Türkiye’den çok da farklı değil ve bir İspanyol modası veya tarzı da yok sanırım. Gaudi moda haftasını duydum ama bu sokağa hiç yansımamış anlaşılan. Sokakta gördüğümüz ispanyolların giyim stilleri de bize çok parlak gelmedi, Zara ispanyol markası deyip oradan alışveriş yaptık, belki daha ucuzdur diye ama farkı yok, tek avantajınız tax free olabilir. Onun için de 180 eu üzerinde alışveriş yapmanız gerekir. Vergi iadesini şayet Türkiye’ye geri dönüyorsanız alabilirsiniz, başka bir EU ülkesine gidiyorsanız İspanyadan geri alamazsınız. Fakat hangi ülkeden eu dişina çıkacaksanız o ülkenin havaalanından çıkış yaparken, check in yapmadan önce iadeyi alabilirisniz. İade işine check in öncesi girin çünkü aldığınız malı kontrol edebilirler. Tekstil için vergi oranın % 10 civarında.
Flamenkoya gitmedik. Belki de Barselona’nın havasına giremeyişimizn bi nedeni de bu oldu. Flamenkosu eksik bir İspanya belki de çok etkili olmuyordur insan üzerinde.
Sonuç olarak, Barselona yazın farklı olabilir, deniz turizmi için muhteşem olabilir, ama kent turizmi açısından Barseolona’ya 2, bilemediniz 3 gün yeter de artar bile ve bir daha Barselona'ya gitme isteği de duymazsınız.
Ama tabii ki orada bir arkadaşınız varsa, şehrin içine nüfuz edebiliyorsanız her şey değişir. Ayşeciğim ve Daria, sizin Barselona aşkınızdan bunu ilave etme gereği duyuyorum. Sizin yasadiklarinizla bizimkiler cok farkli.
(Ekim 2004)
Murat Belge'nin Barselona yazisi icin tiklayiniz. http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=182972
Barselona fotoğrafları için tıklayınız.
Akdenizlilerin Elinin Degdigi Bir Kuzey Avrupa Kenti/ Aachen (Almanya)
Alemannia Aachen, çok güzel küçük bir kent. Ona zaten aşinalığımız var, Mustafa Denizli zamanında A. Aachen futbol takımını çalıştırmış, ilk 5-6 hafta da çok başarılı olmuştu. O zamanlar ikinci ligdeydi, şimdi de 2. ligde ama sanırım tam bir kent takımı, fanları fanatik. Renkleri her yerde var, sarı siyah ve şehir içinde de kulüp mağazası var.
Aachen büyük sanayi devlerinin olduğu bir yer aynı zamanda, çok iyi ve büyük bir teknik üniversitesi de varmış. Ayrıca ikinci dünya savaşı sonrası yeni Avrupa’nın oluşturulmasında pek çok toplantı burada yapılmış vs vs. Bunlar ne kadar önemli bir kent olduğunun gösterge niteliğindeki verileri Tabii bizim bu propagandalarla işimiz olmazJ, biz gelelim asıl meselemize. Güzel memleket mi, görmeye değer mi?! Cevap evet, kesinlikle görülmeye değer ama tabii ki sadece 1 gün yeterli. Hava güneşliyse çok şanslısınız. Harika cafeler var, oturup tembellik yapmak için.
Şehrin meydanı veya “Old Town” bölgesi turistik yeri, büyük meşhur bir katedral var, merkezde katedral ve onun çevresinde halka halka genişleyen bir şehir. Katedrali merkez yapmak üzere etrafa doğru yapacağınız gezilerle Aachen olayını bitirebilirsiniz. Katedrali gezdikten sonra şehrin meydanındaki Stad House ile başlayabilirsiniz gezinize. Çok fazla ziyaret edilecek yer yok zaten. Mobilya müzesi var hemen meydana yakın bir yerde, onu ziyaret edebilirsiniz, ben ziyaret etmedim ama cafede oturmayı tercih ettim, ziyaret eden arkadaşlar memnun kalmış.
Şehri bir dönem Romalılar işgal etmiş, zaten şehrin güzelliğini görünce buraya Akdenizlilerin eli değmiş diyorsunuz. Roma Hamamları var, kaplıca olayı, aynı anda 6 bin Romalı askerin temizlenebileceği bir hamammış. Bizde bu kadar kaplıca varken orda kaplıcaya gitmek vatanıma karşı bir suç işlemiş hissini uyandırırdı bende herhalde!!
Katedrali (Cathedral of Aachen ya da Aix-la-Chapelle) de Romalılar yapmış (800’lü yıllar). Her tarihi kilisede olduğu gibi tepesine parayı bastırıp çıkabiliyorsunuz, o da ancak grupsanız. Katedral, önemi yüksek bir yapı. Doğu Romalılar burayı başkent yaptıklarında eski Roma’yı tekrar canlandırdıklarını düşünüp onun şerefine bu katedrali yapmışlar; görkemli bir yapı. (Murat Belge’ye göre bizdeki Doğu Roma’dan kalma Küçük Ayasofya’nın planı Katedralin nüvesini oluşturuyormuş:)
Yemek için gittiğimiz bir cadde vardı, kentin tanıtım rehberinde de yazıyor, öğrenci mekânı diye. Adını hatırlayamayacağım. Çoğunluğu Türk kebapçısı ve İtalyan pizzacısı. Evet, cidden göreli olarak ucuz. İtalyan restoranı diye oturduğumuz yerin sahibi Türk çıkınca tabii kahkahaya boğulduk. Duvar İtalya bayrağının renklerine boyanmış, garsonlar Türk değil, patron İtalyan tarzı giyinmiş. Tabii fark edince patronla beraber kahkahayı bastık. Al Pacino’ya benzediğini söylesek de hesapta bir indirimi kabul ettiremedik.
Son olarak, Belçika ve Hollanda’ya çok yakın bir kent olan burası zamanında bu ülkelere kaçak şekilde girmek isteyen Türklerin “taksi istasyonu”ymuş. Buraya gelen Türkler buradan geceleyin taksilerle gizlice Hollanda ve Belçika’ya geçirilirmiş.
Aachen’a geçerken uğrayın, 1 gündüz yeter de artar bile.
(12 Mayıs 2005)
14 Nisan 2005 Perşembe
Kelebekler Vadisi
Despina vadideki kamping işletmecilerinin halen kullandığı tek göz şömineli evin hanımıydı. Kumsaldaki kayanın üstüne oturup kanyon duvarı arasından denize batan güneşi izlerken belki de denize açılıp bir daha dönmeyen denizci sevgilisini beklerdi. Günlerden bir gün Despina ortadan kayboldu, köylüler onu bir daha hiç göremediler.
Fethiye, Ölüdeniz’den 5-7 km. uzaklıkta, etrafı ortalama 350 m. yükseklikte dağlarla çevrili bu ilginç kanyon, adını Temmuz-Eylül ayları arasında görülen “Jersey Tiger” adlı kaplan kelebeklerinden almıştır. Yaz kış akan küçük şelale, geniş kumsal, tertemiz deniz, pırıl pırıl çakıl taşları ve çevreyi süsleyen pembe zakkum çiçekleri ile küçük bir yeryüzü cenneti olan koya ulaşım, Fethiye Ölüdeniz’den teknelerle sağlanmaktadır. Dünya gezginlerinin buluşma yeri ve zaman zaman da mavi yolculuk tekne turuna çıkan gulet, yelkenli ve yatların da uğrak yeri olan vadide çadırlı kamp alanı, restoran, bar, ruf, duş, kabin vb. olanaklar bulunmaktadır.
M.Ö. 4. Yüzyıla uzanan Likya'nın, Perdicia isimli yerleşim yerinin bazı kalıntıları kanyonun hemen üstünde yer almakta ve buradaki köy halen o zamanı hatırlatan Faralya ismiyle anılmaktadır. Köyün şimdiki adı Uzunyurt. Bizans ve Rum yerleşimcileri tarafından Osmanlının son zamanlarına kadar sürdürülen, teras teras, yamaçlara uygulanan bahçecilik kültürü Türk göçebelerine devredilmiş ve bugüne kadar gelmiştir. Vadide görülmemiş irilikte narenciyeler, Akdeniz’in tipik incir, sakız, harnup, dut ağaçları, bir kişinin taşıyamayacağı irilikteki karpuzlar yetiştirildiği hafızalardadır. Hatta köyün (Belki şu anda hiçbirisi hayatta bulunmayan) en yaşlılarının ilk gençlik yıllarından, vadide yaşayan gizemli kadın Despina'nın asırlık yaşına rağmen köye değiş tokuş için getirdiği yük dolu çuvalların kanyon duvarlarından nasıl çıkartıldığı hatırlanır.
1968'in çiçek çocuklarından ressam aynı zamanda koleksiyoncu ve fotoğrafçı Rıfat Kılar vadiden etkilenerek Güdürümsü olarak bilinen yerel isminin değişmesine yol açacak "Kelebekler Vadisi" ismini telaffuz etti. 1987'de doğa sever bir grup adeta vadiyi koruma misyonunu üstlendiler. Bölgenin imar yasağıyla korunmasından başka, aktif koruma adını verdikleri doğaya uyumlu bir etkinlik merkezi oluşturmayı planlıyorlardı. turizmden biraz farklı bir amaçla, vadide Butterfly Valley adlı bir kamping restoran işletmesi açtılar. Yoğun bir kampanyayla gereken ilgiyi çekmekte gecikmediler.
Kanyonun arka ucunda 60m. lik düşülerle akan şelaleler, dere boyunca dev zakkumların cangılında bulunan ve vadiye ismini veren Kaplan Kelebeği habitatı. Vadinin iki önemli karakteristik özelliği var. Bunlardan biri ürpertici dik ve yüksek kayalıklar ve batı rüzgarlarına açık bir deniz ufkuyla dış dünyadan yalıtılmış ve soyutlanmış olması. Diğeri, kumsalından şelalesine, kaya peyzajlarından batan gün seremonisine, tarihinden kelebeğine pek çok özelliğin, hemen hepsi 100 dekar alanda, hep bir arada sunulmuş olması.
10 Yıldır, bireysel gezen, merak eden, kaşif ruhlu sırt çantalı gençler kulaktan kulağa burayı birbirlerine anlattılar. Öyleki, her ülkeden duymayan kalmadı burası çok uluslu bir gezginler cennetine döndü. Vadinin çağlayanlar bölümündeki cangılda kaplan kelebeği (Euplagia Quadripunctaria) kolonisi barınıyor. Geceleri hareketli olan ve vadiye ismini veren bu tür yanında, tespit edilebilen 35 kadar gündüz 35 kadarda gece kelebeği bulunur. Bunlar arasında Danaus Chrysippus'un bir alt türünü oluşturan endemik (yalnız o bölgeye özel) kelebekler de vardır.
26 Mart 2005 Cumartesi
KAPADOKYA, Güzel Atlar Ülkesi
Kuzeyde Kızılırmak, doğuda Yeşilhisar, güneyde Hasan ve Melendiz Dağları, batıda Aksaray ve kuzeybatıda Kırşehir ile sınırlanan Kapadokya bölgesi Kalkolitik Dönemden beri devamlı yerleşim alanı olmuştur. Hititler, Asur, Kaloniler, Frig, Tabal, Med, Pars, İskender Sultası, Selevkus, Bizans, Selçuk, Karamanlı ve Osmanlı dönemlerinde iskan görmüş olan bu yörenin en önemli özelliği; Erciyes Dağı ve Hasan Dağı tüflerinin, rüzgar ve su aşınması sonucunda oluşan olağanüstü kaya şekilleri ve kışın ılık, yazın serin olan ve bu nedenle her mevsim için uygun iç iklim koşulları taşıyan kayaya oyma mekanlardır. Göreme, özellikle 7-13. yüzyıllar arasında baskılardan kaçan Hıristiyanların yerleşmesiyle Hıristiyanlığın önemli bir merkezi haline gelmiştir. Volkanik tüflerden oluşan peri bacaları ile birlikte yüzyılların birikiminin buluştuğu bu doğal ve kültürel miras, Dünya Miras Listesinde bulunmaktadır.
Kapadokya bölgesi, doğa ve tarihin dünyada en güzel bütünleştiği yerdir. Coğrafik olaylar Peribacaları'nı oluştururken, tarihi süreçte, insanlar da, bu peribacalarının içlerine ev, kilise oymuş, bunları fresklerle süsleyerek, binlerce yıllık medeniyetlerin izlerini günümüze taşımıştır.
Roma İmparatoru Augustus zamanında Antik Dönem yazarlarından Strabon 17 ciltlik 'Geographika' adlı kitabında (Anadolu XII, XIII, XIV) Kapadokya Bölgesi'nin sınırlarını güneyde Toros Dağları, batıda Aksaray, doğuda Malatya ve kuzeyde Doğu Karadeniz kıyılarına kadar uzanan geniş bir bölge olarak belirtir.
Bu günkü Kapadokya Bölgesi Nevşehir, Aksaray, Niğde, Kayseri ve Kırşehir illerinin kapladığı alandır. Daha dar bir alan olan kayalık Kapadokya Bölgesi ise Üçhisar, Ürgüp, Avanos, Göreme, Derinkuyu, Kaymaklı, Ihlara ve çevresinden ibarettir.
Masalsı bacaların arasına gizlenmiş olan Göreme Kapadokyanın kalbidir. Bölgedeki ilk dönem yerleşim Hristiyanlıktan Roma dönemine kadar uzanır. Göremedeki Ortahane, Durmus Kadir, Yusuf Koc and Bezirhane kiliseleri Uzundere, Bagildere ve Zemi Vadisine kadar kayalardan oyulmuş evler ve bacalar tarihin mistik yanını günümüze taşır.
Nevşehir'in 18 km kuzeyinde olan Avanos'un antik dönemdeki adı Venessa'dır. Çok sayıda çanak çömlek atölyesi bulunan ilçede seramik yapım geleneği Hititlerden beri süregelmektedir. Kızılırmak'ın getirdiği kırmızı toprak ve milden elde edilen seramik çamuru, Avanoslu seramik sanatçılarının elinde şekil almaktadır.
Avanos'ta da Hititler'den beri çarkla çanak-çömlek yapıldığı bilinmektedir.Bu el sanatı kavimden kavime,babadan oğula geçerek günümüze kadar gelmiştir. Avanos'un dağlarından ve Kızılırmak'ın eski yataklarından yumuşak ve yağlı kil topraklar elenir ve iyice yoğurularak çamur haline getirilir.Çark adı verilen ve ayakla döndürülen tezgah üzerindeki çamurun maharetle şekillendirilmesiyle istenilen çanak yapılmış olur.İşlik denilen atölyelerde üretilen çanaklar önce güneşte,daha sonra da gölgede kurutulduktan sonra,saman ve talaşla yakılan fırınlarda 800 dereceden başlayıp 1200 derece sıcaklık arasında özenle pişirilir.
Yörede yemek kapları,su testileri,kışlık yiyecek saklamak için çömlekler ve küpler,su kükleri tanınan çanak ürünleridir. Avanos,günümüzde ''Kapadokya'nın El Sanatları ve Alış-veriş Merkezi'' olarak tanınmaktadır.
Kayalara oyulmuş geleneksek Kapadokya evleri ve güvercinlikler yörenin özgün yapısını oluştururlar. Bu evler ondokuzuncu yüzyılda yamaçlara ya kayalara oyularak yada kesme taştan inşa edilmişlerdir. Bölgenin tek mimari malzemesi olan volkanik taş, kesildikten sonra yumuşak olduğundan çok rahat işlenebilmekte ancak hava ile temas ettikten sonra sertleşerek çok dayanıklı bir yapı malzemesine dönüşmektedir. Kullanılan malzemenin bol olması ve kolay işlenebilmesinden dolayı yöreye has olan taş işçiliği gelişerek mimari bir gelenek halini almıştır. Kemerli olarak yapılmış ahşap kapıların üst kısmı stilize sarmaşık veya rozet motifleriyle süslenmiştir. 19. yüzyılın sonları, 18. yüzyıl islam resim sanatını göstermek açısından önemli olan güvercinliklerin yüzeyi yöresel sanatçılar tarafından zengin bezemeler, kitabeler ile süslenmişlerdir.
BALONLA KAPADOKYA
Kapadokya ziyaretçilerine güzel vakit geçirmeleri ve tatillerini unutulmaz kılacak bir çok alternatif sunmaktadır.Trekking yaparak ya da at sırtında Kapadokya’yı keşfedebileceğiniz gibi sabahın ilk ışıkları ile birlikte başlayan ve gökyüzünün sonsuz boşluğunda süzülerek sıcak hava balonu ile Kapadokya’yı farklı bir açıdan keşfetmeniz de mümkündür.
27 Şubat 2005 Pazar
SAFRANBOLU EVLERi
Safranbolu'yu ülkemizde ve dünyada ön plana çıkaran en önemli unsur geleneksel Türk mimarisi tarzındaki Safranbolu evleridir. Bu evler bir yandan kentsel konumlarıyla diğer yandan mimarileriyle dikkate değerdirler. Başka bir anlatımla Safranbolu Evleri yüzlerce yıllık bir süreçte oluşan Türk kent kültürünün günümüzde yaşamaya devam eden en önemli yapı taşlarıdır. Evler “Şehir” diye bilinen kışlık Çarşı ve Kıranköy mahalleleri, ve “Bağlar” diye bilinen yazlık kesimde gruplanmış durumdadır. .
Hemen hemen herkesin bir kışlık bir de yazlık evi vardır. Yöre halkı kışın şehirdeki evinde yaşar ve yazın havaların ısınmasıyla Bağlardaki yazlık evine göçer. “Çarşı” da üretim ve ticaret hayatı yazın da aynen sürer.
Safranbolu evinin boyutu ve biçimini belirleyen üç temel unsurdan söz edilebilir: Çok nüfuslu büyük aile yapısı, yağışlı iklim, kültürel ve maddi zenginlik.
Safranbolu evlerinin “çevreye saygılı” olarak tasarlandığı günümüz mimarlarınca sıklıkla vurgulanır. Doğa-insan-ev; sokak-ev, sokak-çarşı ilişkileri son derece düzenli ve dengelidir. Çevreye olduğu kadar komşuya da saygı egemendir. Hiç bir ev diğerinin görüşünü engellemez. Kısacası Safranbolu'da “görünüm hakça paylaşılmıştır”.
Akla ve insana dönük olarak fonksiyonel bir biçimde tasarlanan evlerin yapımında taş, kerpiç, ahşap ve alaturka kiremit kullanılmıştır. Evin oturtulduğu arsa ne şekilde olursa olsun üst katlarda uygun geometri mutlaka sağlanmıştır.
Bahçeler sokaktan taş duvarlarla ayrılmıştır. Çift kanatlı büyükçe kapılarla bahçeye, bazen de doğrudan eve girilir. İhtişamı daha kapıda görmek mümkündür.
Harem-selamlık geleneğinin bir sonucu olarak bazı evlerin çift girişi bulunmaktadır.
Evin girişinde zemin katta “hayat” vardır.
SAFRANBOLU EVLERİNDE HAYAT
Harem-selamlık geleneğinin bir sonucu olarak bazı evlerin çift girişi bulunmaktadır.
Evin girişinde zemin katta “hayat” vardır. Bu bölüm eğer taş kaplıysa “taşlık” adını alır. Burada ışık almayı sağlayan ve aynı zamanda odunların dizilerek hava akımıyla kurutulduğu ahşap kafesten “gliste” mevcuttur. Zemin katlarda ayrıca ahırlar, büyük kazan ocakları ve ambarlar bulunur.
Üst katlara ahşap ustalığının üstün örneklerini sergileyen merdivenlerle çıkılır. İkinci kat diğer katlara göre daha basıktır. Bu katta gerektiğinde yatak odası olarak da kullanılabilen bir mutfak bulunur. Mutfak ile selamlık arasında yemek servisinde kullanılan silindirik bir ahşap dönme dolap yer alır. Gündelik yaşam orta katta geçer. Soğuk kış günlerinde bu katın ısıtılması daha kolay olur.
Üçüncü kat Safranbolu evinde mükemmelliğe varılan noktadır. Bu katta tavanlar daha yüksektir. Odalara sekiz kenarlı bir çokgenden oluşan “sofa” nın (çardak) daha kısa olan dört çapraz kenarından açılan kapılardan girilir. Odaların giriş kapıları köşelerdedir ve giriş kapılarında oda ile doğrudan teması kesen özel ahşap paravana düzeni bulunur. Sofalar ve odaların tavanları ahşap süslemelerle kaplıdır. Her odada sedir düzeni ve çoğu zaman ocak vardır. Oda yan duvarlarında ahşap dolaplar ve sergen yer alır. Odaların her biri bir çekirdek aileyi ya da bir aile yakınını barındırabilecek tüm unsurlara sahip, bağımsız birim olarak tasarlanmıştır. Bu doğrultuda her odada ahşap dolapların (yüklük) içerisinde bugünün duş kabinlerini andıran gusülhaneler mevcuttur.
Safranbolu evlerindeki çıkmalar, evin dış görünümünü tek düzelikten kurtardığı gibi, bu çıkmaların yanlarında yer alan pencereler sedirde oturanların sokağı baştan başa görmesine olanak sağlar.
Sofalarda, eyvanlarda ve odalarda zaman zaman kalemişi süslemelere rastlanır.
Evlerin pencereleri çok özel biçimde tasarlanmış olup dar ve uzuncadır. Ahşap kanatlı pencerelerde ayrıca “muşabak” denilen kafesler bulunur. Pencere sayıları oda büyüklüğüne göre değişmekle birlikte genellikle fazladır. Bu hem içten geniş bir görünüm sağlar, hem dıştan evin görünümüne güzellik kazandırır.
Evlerin sokak cephelerinde ev içlerinde, bahçelerde, sokaklarda çeşmeler vardır. Şehirde su kültürü, dönemine göre oldukça ileridir. 5 km mesafeden ve tarihi İncekaya Su Kemeri'nin üzerinden şehre su getirilmiştir. Bir kısım büyük konaklarda havuzlu odalar bulunmaktadır. Havuzlar büyük hacimli ve insan boyu derinliktedir. Havuzlar bazı konaklarda selamlık köşkü denilen bahçe içindeki bağımsız binalarda yer almaktadır. Bahçelerde havuz ve kuyular (Bağlar'da) yoğunluktadır.