22 Aralık 2003 Pazartesi
KONYA'YI GEZERKEN
İnsanlık tarihinin ilk yerleşim merkezi ve geniş tarihi birikimi ile bir çok medeniyetin yaşam merkezi olan KONYA, İç Anadolu Bölgesinin orta kısmında yer alır. Ankara, Konya arası dört saat sürüyor. Konya’ya giderken uçsuz bucaksız sarı dünya Cihanbeyli Ovası’nı geçersiniz. Ufuk çizgisine kadar sarı buğday tarlaları sağ ve sol tarafınızdadır. Tüm dünyayı besleyebilecekmiş hissine kapılırsınız, altın sarısı bereket tarlalarını seyrederken.
Malazgirt Zaferi’nden önce Konya’ya ilk gelen Türk akıncıları Selçuklu’lardır. Konya’yı Kutlamışoğlu Sultan Süleyman Şah fethetti. 1074 ‘te başkenti İznik olan Anadolu Selçuklu Devleti, İznik’i kaybedince 1097 yılında başkenti Konya’ya taşıdı. Başkent olmasından sonra mimari açıdan çok etkilenen kent , Selçuklu’lardan sonra Karaman Oğulları’nın en büyük şehri oldu. Fatih ,1470’te dördüncü eyalet olarak Karaman eyaletini, merkez olarakta Konya’yı seçer. Sırasıyla, Fatih’in oğulları Şehzade Mustafa, Şehzade Cem , II. Beyazıt’ın oğulları Şehzade Abdullah, Şehzade Şehenşah, oğlu Şehzade Mehmet Şah eyaleti yönettiler. 17. y.y.’da eyalet , 80 bin km. büyüklüğe ulaştı ve Tanzimat döneminde Karaman yerine Konya adıyla anılmaya başladı. Uzun süre başkentlik yapması nedeniyle Türk mimarisinin önemli eserleri günümüze kadar ulaşmıştır.
Konya, düm düz bir ovada yer alır. Yokuş ve gecekondu yoktur şehirde. Sokaklar temiz ve moderndir. Dükkanları, pastahaneleri, parkları hemen fark edersiniz. Üsten raylı sistemin ilk uygulandığı illerimizden biridir. Şehrin her tarafına raylı sistemle rahatça ulaşabilirsiniz. Meram Bağları kentin yaz aylarını geçirdiği bir semttir. Meram’da harika villalar , geniş bahçelerin içinde yer alır. Dışardan bakınca boş zannedersiniz ama yazın en kalabalık semttir. Çay bahçeleri, lokantaları, piknik yerleri,hamamı ve tarihi köprüsü ile dinlenilecek yerdir Meram Bağları. Konya’da alt geçitlere ‘’battı ,çıktı’’ denilir.
MEVLANA müzesini anlatmadan önce , Mevlana’nın hayatı hakkında kısaca bilgi vermek istiyorum. Mevlana (1207-1273) Afganistan sınırları içinde yer alan Horasan yöresi, Belh şehrinde doğmuştur. Çeşitli illeri dolaştıktan sonra ailece Karaman’da (Larende) Subaşı Emir Musa’nın yaptırdığı medreseye yerleştiler. O yıllarda Selçuklu Devletinin başkenti Konya, hükümdarı Alaeddin Keykubat’tır. Hükümdar Mevlana’nın babası Sultanül-Ulema (bilgelerin sultanı) Bahaeddin Veled’i Konya’ya davet eder. Altunapa (İplikçi) Medresesi tahsis edilir. 1231 yılında ölen babası için mezar yeri olarak günümüzde Mevlana Müzesi olan Mevlana Dergahı (Selçuklu Sarayı’nın gül bahçesi) seçilir. Bütün talebeler ve müridler Mevlana’nın çevresinde toplanırlar. Mevlana büyük bir bilim ve din bilgini olur. Mevlana ‘nın ölüm günü, yeniden doğuş günü olarak kabul edilir ve ‘’Şeb-i Arus’’ (düğün günü) törenleriyle kutlanır.
MEVLANA MÜZESİ; 6500 m2 iken, Gül Bahçesi olarak düzenlenen bölümlerle 18.000 m2 alanı kapsar. Müze avlusuna ‘’Dervişan Kapısından’’ girilir. Mevlana ve aile fertlerine ait ana bina üzeri ‘’Kubbe-i Harda’’ (yeşil kubbe) denilen 4 kalın sütün üzerine, mimar Tebrizli Bedrettin tarafından yaptırılmıştır. Kapıdan adımınızı atınca, sanki içiride mıknatıs gibi güçlü bir kuvvet sizi içeriye doğru çeker. Mistik ortamda sessizce etrafınızı incelerken, muazzam bir huzur kaplar içinizi. Antre bölümünde kapının üzerinde yeşil fon üzerine , altın sarısı ile yazılmış dualar yer alır. Tavan sade mini kubbelerden oluşur. Duvarda büyük ve küçük harflerle yazılmış dualar yer alır. Kapının yanında bakırdan yapılmış, üzeri işlemeli ‘’Nisan Tası’’ bulunur. Bu kapıdan geçince türbeye girilir. Türbenin içi, muhteşem sanat şaheseridir. Öylesine süslenmiştir ki, minik bir düz alan yoktur. Vitraylı camlar ayrı güzellik katar. Her tarafı yağ kandilleri süsler. Başınızı kaldırıp tavana bakınca, bazı kubbeler kabartma, bazıları da harika
motiflerle türbe duvarları ile bütünleşmiştir. Burada ışık loştur. Türbe bölümünden salona geçilirken yan yana sıralanmış değişik şekillerde yağ kandillerini fark edersiniz. Yeşil daire desenli cam kandil, birbirinin içinden geçen kalın mermer zincirli kandil, alt kısmı sarı , kırmızı desenli beyaz cam kandillerin altından geçersiniz. Salonda el yazmalı Kuran’lar, hat sanatına ait eserler sergilenir. Müzenin diğer bölümlerinde mevleviliğe ait kumaş,halı,müzik aletleri sergilenmekte. Mevlevi yaşamını anlatan bölümde, heykellerden yapılmış, ‘’Mevlevi Sofrası’’ , ‘’Kazancı Dede’’ gibi bölümler yer alır. Ayrıca 9116 basma, 3705 el yazma eserlerden oluşan kütüphane bulunur.
SELÇUKLU KÖŞKÜ; Sultan Kılıçaslan II (1156-1192) devrinde yapılmıştır ve Sultan Alaaddin Keykubat I. zamanında onartılıp genişletilmiştir. İki katlı olarak inşa edilen köşkün duvarları çini motifleri ile süslenmiştir.
KARATAY MÜZESİ (MEDRESESİ); Emir Celaleddin Karatay tarafından 1251 yılında yaptırılmıştır Selçuklu ve Osmanlı çini eserleri sergilenmektedir.
İNCE MİNARE MÜZESİ; Selçuklu veziri Sahip Ata Fahrettin Ali tarafından 1254 yılında yaptırılmış olan müzede Beylikler ve Selçuklular dönemine ait taş, ahşap eserler sergilenir.
ATATÜRK MÜZESİ; Atatürk’e ait eşya,belgeler,elbiseler ve fotograflar sergilenir.
İNCE MİNARE (DARÜL HADİS) ; Selçuklu sultanı İzzettin Keykavus II devrinde Hüseyin oğlu Fahrettin Ali tarafından ‘’Hadis ilmi’’ okutulmak için 1258-1279 yıllarında yaptırımışıtr.
ARKEOLOJİ MÜZESİ; Neolitik, Erken Bronz, Hitit, Frig, Grek, Roma,Bizans devirlerine ait eserler sergilenir.
ALAADDİN CAMİİ; Selçuklu eserlerinin en eskisi olup Sultan Rüknettin I tarafından 1219 yaptırılmıştır.
Çeşitli medeniyetlerin yaşadığı Konya’ya 60 km uzaklıkta Çatalhöyük’te arkeoljik kazılar devam etmektedir. En erken yerleşim katı M.Ö.5500 yıllarına kadar uzanır. İnsanlık tarihinde ilk yerleşke, ilk ev mimarisi, ilk kutsal yapı Çatalhöyük’te yapılmıştır. Çumra Çatalhöyük, sadece ülkemizin değil, dünya ölçüsünde yemek kültürünün ilk defa başladığı, ateşin kullanıldığı,yerleşik hayata geçildiği, vahşi hayvan saldırılarına karşı ortak savunmanın yapıldığı yerdir. Neolitik, Erbaba, Karahöyük Kalkolitik,Alaaddin Tepesi,Eski Tunç Devri merkezleridir. Tarih devirlerinde Hititler, Lidyalılar, Persler, Büyük İskender, Selevkoslar, Bergama Krallığı ve Roma kent ve çevresine hakim olmuştur. Buradan çıkartılan eserler Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesinde sergilenmektedir.
EFLATUN PINAR HİTİT ANITI; Beyşehir’e 22 km. uzaklıktadır. Kutsal Hitit Anıtı, göğü taşıyan ve yerle gök arasında ilişki kuran Tanrıları tasvir eder.
KİLİSTRA ANTİK KENTİ; Hatunsaray ilçesinin 16 km. kuzey batısındadır. 7. y.y. ‘da Kapadokya benzeri yumuşak kayalar oyularak, kaya yerleşkesi yapılmıştır. Şapel,Sümbül Kilise, Büyük Su Sarnıçı kazılar sonucu ortaya çıkartılmıştır.
Aynı zamanda göller cenneti olan Konya’da, Karapınar ilçesini 18 km. mesafede , çift volkan patlaması ile oluşan bir krater gölü olan Meke Gölü yer alır. Etrafında Acı Göl, Çırak Göl, Meyik Göl gibi bir çok krater gölü bulunur. Ilgın (Çavuşlu) Gölü, su ürünleri bakımından önemlidir. Ereğli Gölü, sazlıklarında 200’ün üzerinde kuş türü yaşar. Beyşehir Gölü, yurdumuzun üçüncü büyük gölüdür. Milli Park olan gölümüz, su ürünleri açısından değeri yüksektir. Yunak Gölü, Akşehir Gölü ve Yerköprü Şelalesi en önemlileridir.
Kentimizde, Balatini ve Körükini Mağaraları (Beyşehir), Büyük Düden Mağarası (Derebucak), Tınaztepe Mağarası ( Seydişehir) bulunmaktadır. Ayrıca anıt ağaçlar kapsamında, Beyşehir’de Titrek Kavak 100 yaşında 25 m. ve 8 m. çevresi ile kent merkezinde fosil Ardıç 500 yaşında 4.5 m çevre genişliğine sahiptir.
Geniş mutfak kültürüne sahip Konya mutfağından, etli pide, fırın kebabı, tandır, çeşitli börekler ve Petek Pastanesinin pastaları seçtiklerim.
Mevlana, ‘’ her gün bir yere konup göçmek, akarsu gibi bulanmamak, donmaktan kurtulmak ne hoştur’’ der. Yeni gittiğim bir yere ön yargılardan uzaklaşarak gitmeyi tercih ediyorum. Böylece her şey sizin keşfetmenizi , gezinin her dakikasını değerlendirmenizi sağlıyor. Arkadaşınız daha önce gitmiş olabilir, beyenmemiş olabilir, sizi etkilemesine izin vermeyin,lütfen. Sizin bakış açınız tabiki farkı olacaktır. Başkalarının gözünden kaçan noktaları siz bulabilirsiniz. Konya bir güne sığmayacak kadar geniş tarih ve kültüre sahip bir ilimiz. Yeni gezilerde buluşmak ümidi ile.......
Ağaç, ayak ve kanatla hareket etse,
Ne testerenin derdi ne de baltanın darbesini çekerdi.
Güneş, kanatlarıyla her gece gitmese,
Dünya sabahları nasıl aydınlanırdı?
Acı su denizinden ufuklara girmese,
Sel ve yağmurla gülistanın hayatı nereden gelirdi?
Damla kendi vatanına gidip döndü,
Bir sedefe tesadüf edip inci oldu.
Yusuf, babasından ayrılıp ağlaya ağlaya seyahate çıkmadı mı?
Seyahat saadet, mülk ve zafer kazanmadı mı?
Mustafa, Medine tarafına seyahat yapmadı mı?
Orada saltanat bulup yüz diyarın sultanı olmadı mı?
Ve eğer ayağın yoksa kendi içine seyahat seç,
Yahut maden gibi eserin şualarını kabul et!
Kendinden kendine seyahat yap ey hoca ,
Çünkü böyle bir seyahatten dolayı toprak, altın madeni oluyor....
MEVLANA (SEYAHAT ŞİİRİN’DEN)
Eğer tren yolculuğunu tercih ederseniz İstanbul Haydarpaşa Garından Meram Ekspresi kalkıyor. Havayolu ve karayolunu da tercih edebilirsiniz.
NOT: Şeb-i Aruz törenleri 10- 17 Aralık tarihlerinde yapılmaktadır.
Nurperi Ünsal.
Tue Dec 23, 2003 fotoGezi
13 Aralık 2003 Cumartesi
Abant'ta Sonbahar
En sevdiğim mevsimler ilkbahar ve sonbahardır. Doğa bahar aylarında tüm cömertliği ile güzelliklerini bizlerle paylaşır. Yine içimdeki sesi dinleyerek, sarı sonbaharı hissedebilmek arzusuyla ABANT’a gitmek için yola çıktım. Yeşillikler içinde saklanmış Bolu’ya geldiğimizde sol tarafımızda bulunan ilin üzeri tamamen sis bulutları ile kaplanmıştı.
Abant levhasından dönünce, yeşil dünyaya aniden dalıyormuş hissine kapılırsınız. Sağ ve sol tarafınız yemyeşil çamlarla kaplıdır. Elinizi uzatsanız dalları yakalayacak kadar yakındır ağaçlar. Bu yeşilliğin içinde aniden masmavi gölü görürsünüz. Etrafı yeşil dağlarla çevrili, masmavi göl. Durup onunla gözgöze gelirsiniz. Gökyüzünün rengine göre değişen gölün rengi, yaz mevsimindeki gibi pırıl pırıl parlayan mavi renginde. Çünkü bugün hava harika bir sonbahar günü, içimizi ısıtan güneş her tarafa neşe ve mutluluk yaymakta. Otobüsten inip hemen doğaya koşarak fotoğraf çekmeye başlıyorum. Doğa tüm güzelliğiyle karşımızda. Yeşil çam ağaçlarının arasında sarı dalları ile parlayan ağaçlar, yeşil bir çalının arkasında kıpkırmızı yapraklarıyla fotoğraf karelerimizi süslüyorlar. Bu ağaçların altını kaplayan yeşil bitkilerin üzerini sonbahar yaprakları kaplamış. Kuru yaprakların arasından beyaz ve sarı renkli papatyalar, leylak rengi yabani çiğdemler fışkırmış. Hayret edersiniz sonbahar mı, yoksa ilkbahar mı diye !
Bolu’nun 35 km. güneyinde bulunan Abant Gölü, denizden 1328 mt. yükseklikte. Tektonik kayma ile oluşmuş krater gölü. 1350 hektar alana sahip. Bilinen en derin yeri 17 mt., çevresi 7 km. Çevresini kaplayan dağlar yer yer 1800 mt. yüksekliğe ulaşıyor. Çam, kayın, gürgen, ağaçları ile kaplı olan dağlar göl ile bütünleşmiş.
Dağlara doğru çıkıp , arkanıza bakınca yeşil, sarı, kırmızı, kahverengi ağaçların arasından masmavi göl "yanıma gel..." dercesine bakar size. Yanına gidince bazı yerlerin yarı bataklık olduğunu fark edersiniz. Burası, sarı cılız sazlıklarla kaplıdır. Sonra yol kenarından gölle beraber yürümeye başlarsınız. Hafif esen rüzgarın etkisiyle hareketlenen göl suları, kıyıya mini dalgalarla yaklaşır. Suda kurumuş nilüfer yaprakları hafif hafif dalgalanır. Eğilip bakınca , suların içinde köke doğru yeni sürgün veren mini nilüfer yapraklarını fark edersiniz. Tüm doğa şimdiden hazırlık yapmıştır ilkbahara... Ördekler de ailece bu şenliğe katılır. Yürüdüğünüz yol hafifçe sağa doğru döner. Sağ tarafınızda yer alan , koyu yeşil yüksek çam ağaçlarının arasından güneş yol bulup toprağa inememiştir. Bu nedenle ağaçların arası koyu bir gölgeye bürünmüştür. Sol tarafınızda bulunan ağaçların arasından göl kenarında yürürken , ilerdeki patikadan gölün kenarına inerseniz, göl sularının nasıl berrak ve temiz olduğunu fark edersiniz. Dipteki kumları görürsünüz. Burası harika piknik alanıdır. Yaz aylarında gelen arkadaşlar karşıdaki sazlıkların içinde beyaz atların olduğunu söylediler. Göl etrafında tam daire çizerek yürümek isterseniz bir buçuk saatinizi ayırmanız gerekir.
Abant Gölü her mevsim size başka süprizler hazırlar. Dört mevsim geldiğim Abant, kışında beyaz ve yeşildir. Kışın üç ayını yüzeyi buz tutmuş, sütbeyazı karlarla geçiren gölün etrafındaki yeşil çamlar, beyazla ebrulidir. Etrafta bulunan otellerin çatılarından kalın buzlar sarkar. Bu beyaz dünyada gölün etrafını kızakla gezmek ayrı güzellikler yaşamanıza sebep olur. Tabiat ana Abant’a dört mevsim insanları kendine çeksin , monotonluktan sıkılan biz insanlar onu fark etsin, keşfetsin diye ağaçların arasına sırlarla saklamıştır......
Abant Gölü’ne girişte sağda bulunan alışveriş merkezinden, çevre köylerde yapılan peynir, böğürtlen, kuşburnu, ahududu reçeli , tereyağ, kurufasulye, ev tarhanası ve erişte alabilirsiniz.
Nurperi Ünsal
fotoGezi-subscribe@yahoogroups.com
19 Eylül 2003 Cuma
bir anadolu gezisi : Yedigöller
Mevsimlerin değişmesi ile, doğada yeniden yapılanma başlar. Doğadaki bu değişim her zaman mükemmellik içinde gerçekleşir. Baharla birlikte cıvıl cıvıl olan doğa, sessiz sedasız kışa hazırlanırken, kuşların neşeli kahkahaları ve derelerin coşku dolu sesleri azalır, yerini yağmurun nemine ve rüzgarın sesine bırakır. Yeşil ağaçlar kendi türlerine göre farklı renklere bürünür her sonbahar. Bu renklerle donanmış, her rengin bin bir tonuna sahip milyonlarca ağaçtan oluşan Yedigöller sonbaharda başka bir şiirsellikle kışa hazırlanır.
Ankara-İstanbul karayolunun 152. Km. Yeniçağ ve 190 . km. Bolu ilinin kuzeyinden ayrılan yollarla ulaşılır Yedigöller’e. Kış aylarında Bolu-Yeniçağ yolu genellikle kapalı olduğundan ulaşım Yeniçağ-Mengen-Yazıcık üzerinden gerçekleştirilir.
Doğanın mucizesi olan 2900 hektarlık alanı kaplayan Yedigöller , 1965 yılında milli park ilan edildi. Burada bulunan gölleri oluşturan faktörler; volkanik kayaçlarda oluşan sahada zaman zaman taban göçükleri, yer hareketlerine sebep olmakta, sürüklenmeye müsait arazi yapısına sahip olmasıdır. Göller kayan kütlelerin, vadilerin önlerini kapaması sonucunda suların birikmesi ile oluşmuştur. Aralarında 50-60 mt yükseklik farkı olan göllerin bazılarında dipten birbirleriyle bağlantısının olduğu bilinmektedir. Yedigöller’ e ilk girişte arabadan inip sağ ve solunuzda bulunan vadiye bakınca, bu vadinin taban çökmesi nedeniyle oluştuğunu görürsünüz. Tıpkı orman denizini andıran kayın, meşe, karaağaç, kızılağaç, karaçam, köknar, sarıçam, ıhlamur, gürgen, köknar, fındık, üvez, alıç ağaçları zengin bitki örtüsünü oluşturur.
Bu yeşil dünyaya ilkbahar yada sonbahar mevsiminde gelirseniz, size belki başka hiçbir yerde görmeniz mümkün olmayacak güzelliklerini sergiler. Yedigöller’e inerken en iyisi arabadan inip, göllere kadar yürümektir. Bol oksijenli, temiz havada yokuş aşağı inerken, sonbahar güneşinin ağaçların üzerindeki dansını hayatınız boyunca unutamazsınız. Kapankaya manzara seyir yerine geldiğinizde karşılaştığınız manzara karşısında kendi nefesinizi bile duymazsınız. Karşıdaki dağları tamamen örten ağaçların sunduğu renk senfonisi, yeşilin, altın sarısının, kızılın, morun, kahverenginin birbiriyle uyumunu hiçbir yerde göremezsiniz. Sağ tarafınızda bulunan dağın üst kısmandan aşağıya doğru yavaş yavaş akan sisi görünce içinizden "Şimdi bu güzellikler sisle saklanacak" diye endişelenirsiniz ama doğa sizin korkunuzu hissetmiştir sanki: Sağ tarafınızı kaplayan sis bulutları, sol tarafınızdaki dağların güzelliğine dokunmaz.
Yeşil çam ağaçlarının arasında bulunan sarı, kahverengi, kırmızı, turuncu renkli ağaçların üzerine sanki birileri gökten boya dökmüştür. Uzaklarda mavi göller küçücük gözükür. Hangi ressam doğayı böyle harika renklere boyayabilir, bu muhteşem peyzajı tuval üzerine aktarabilir bilinmez. Ama burada duygularınız birbirine karışır, hayranlık, sevinç, şaşkınlık, mutluluk!...
Yol kenarında bulunan levhanın yanındaki patikadan devam edince, Karaçam (Pinus Nigra) Anıt Ağacını görürsünüz. 500 yaşında olan anıt ağacın boyu 30 mt., çapı 1.74.mt , çevresi de 5.50 mt.’ dir.
Yedigöller’i görebilmek, onu hissedebilmek, bu mükemmellik içinde milyonlarca ağaç ve yaprağın arasında kaybolmak. Günlük yaşamdan kopmak, bu huzur verici ortamda ayaklarınızın altında ki sarı halının üzerinde yürürken çıtırdayan dallar, çisildeyen yağmura eşlik eden ağaç okyanusunda kaybolan sadece sesini duyduğunuz kuş cıvıltılarının arasında olmak ancak Yedigöller’de gerçekleşir. Kasım güneşi her tarafı aydınlatırken, yolun solunda bulunan ağaçların altın sarısı rengi pırıl pırıl parlarken, sağ taraftakiler kahverenginin her tonuna bürünmüştür. Zaman bir yerlere saklanmıştır. Aramanız boşunadır, bir süre bulamazsınız zamanı... Aslında her şey kendi zamanını yaşar, bir çıtırtının, kuş sesinin, rüzgarın fısıltısının, yaprağın yere düşüşünün ve hatta kendi ayak sesiniz bile öylece oluşur ve kendi zamanı içinde kaybolur...
Rengarenk ağaçların hepsinde farklı bir anlam ve güzellik saklıdır. Güneşin doğayla yaptığı renk şakalarını, kuşların ve derelerin sesleri sizi çılgın şehir hayatından çok uzaklara götürür. Descartes’in dediği gibi "tabiatın bana öğrettiği her şey bir gerçeği içerir." İşte burada sadece gerçekleri yaşarsınız. Bu düşüncelerle vadinin tabanına, derinliklere yürürken henüz rüyanız bitmemiştir. Sonbaharda olağanüstü renklere bürünen doğada, göllere akan mini çağlayanların oluşturduğu sevimli göllere ulaşırken yol kenarında bulunan ağaçların köklerini görürsünüz, iki ayrı renk toprağın üzerindedir milyonlarca ağaç. Alt katman mat gridir, hemen üstünde ise koyu kahverengi yumuşak toprağı görürsünüz. Burada sık sık heyelan olduğu biliniyor. Bir hafta önce gördüğünüz ağaçların yer değiştirdiğini veya mini çağlayanların aniden ortaya çıktığını fark edince biraz telaşlanırsınız sonra her şeyi unutarak doyumsuz manzaraya dalarsınız. Büyükgöl, Küçükgöl, Deringöl, İncegöl, Nazlıgöl, Sazlıgöl, Seringöl olmak üzere yedi gölden oluşur. Hepsi ayrı güzellikte olan göllerin etrafı doğanın renk sandığının cömertliği sayesinde büyülü bir atmosfer oluşturur. Her rengin bin bir tonu göl sularına yansıyarak izlemeye doyum olmayan manzaralar sunar doğa severlere.
"Şu dünya bir gelindir yeşil kızıl donanmış.diyen Yunus Emre’nin dizelerini doğrularcasına.....
Kişi yeni geline bakar bakar doyamaz"
Yedigöller Milli Park içinde avlanmak yasaktır. Zengin bitki örtüsü, kuşlar, geyik, tilki, domuz, sincap, karaca gibi yaban hayvanlarına ev sahipliği yapar. Ülkemizin ilk kültür alabalığı üretme istasyonu 1969’da burada kuruldu. Olta balıkçılığı, kampçılık, piknik, yürüyüş, fotoğraf çekebileceğiniz milli parkta bulunan dubleks villalardan oluşan 31 yataklı dinlenme tesislerinde kalmak için Orman Bölge Müdürlüğünden rezervasyon yaptırmanız gerekir.
"Çiçek bir şölen yaşamda,Yazı: Nurperi Ünsal
Renklerin en büyük orkestrası,
Dursuz – duraksız çalar her insanda,
Sevinci, aldanıyı, ölümü ve yası." . . . Özdemir Asaf
Fotoğraflar: voyageAnatolia.blogspot.com
21 Ağustos 2003 Perşembe
Bir Anadolu Gezisi: Bursa
Bir kent düşünün, her köşesi binlerce yıllık kültür mirası ile iç içe, yüzyıllarca medeniyetlere kucak açmış, yaşamını, tarihini, başarılarını günümüze kadar ulaştırmayı başarmış... Eskiden tarım ve kültür kenti iken, 1326 yılında başkent olmasıyla beraber uçsuz bucaksız imparatorluk topraklarının merkezi olan Bursa, kendini anlatmak isterse nasıl anlatır?
Türkiye’nin beşinci büyük kenti olan Bursa, Güney Marmara bölgesinde yer alır. Doğal zenginlikleri, yeşil dokusu, şifalı suları, yaz ve kış turizmi, mimari özellikleri, benzerine az rastlanan bir kültür ve tarih mirasına sahiptir. 2l arkeolojik, 1 doğal , 3 kentsel sit alanına, 2042 adet korunması gereken anıtsal yapıya sahip olan kent, yeşil dokusu ile Yeşil Bursa" olarak tanıtır kendini. Kent, Uludağ eteklerine kurulmuştur. İlk hırıstiyan keşişlerin inzivaya çekildikleri yerleşim yerlerinden biridir. Tarihte "Bithynian Olympos", Osmanlı döneminde "Keşiş Dağı" diye anılan Uludağ jeomorfolojik yapısı, doğal bitki toplulukları ve kış sporlarına uygunluğu nedeniyle Türkiye’nin en büyük kış turizm merkezidir. 7500 yatak kapasitesi olan otellere sahiptir. Deniz seviyesinden 2534 m. yüksekliği olan Uludağ’ın en yüksek tepeleri Zirvetepe, Kuşaklıkaya, Şahinkaya’dır. Zirveye yaklaştıkça, ortalama 2000 m.'de buzul taşlar içinde Kilimligöl, Karagöl, Aynalıgöl yer alır. Ender rastlanan Apollon kelebeklerinin barındığı yerdir Uludağ. Teleferik semtinden teleferiğe binerek dağa çıkmak ayrı bir heyecandır. Arabayı tercih ederseniz her virajı döndüğünüzde dağla yeniden tanışıyormuş gibi hissedersiniz kendinizi. İlkbaharla beraber tüm doğa çiçek şenliğine davet eder. Kirazlı yayla ve Sarıalan mevkileri, yaz aylarında trekking, doğa sporları, kamp ve piknik yapmak için olağan üstü güzelliklerini sunar. Dört mevsim Uludağ’ın sunduğu güzellikleri yaşamak onu tanımak demektir.
Bursa bölgesinin tarihi M.Ö. 3500 yıllarını kapsayan kalkolitik döneme kadar uzanır. Frig, Roma, Bizans dönemlerini yaşayan kent daha sonra Selçuklu ve Osmanlı egemenliğine girmiştir. Osmanlı Devletinin kuruluşu sırasında önemli hizmetleri bulunan Türk Ahi Şeyh Edebali’nin zaman zaman konuğu olan Osman Gazi onun evinde misafir olduğu bir gecede rüyasında; "Edebali’ nin koynundan çıkan bir ayın kendi koynuna girdiğini ve kendi göbeğinden çıkan ağacın gölgesinin tüm dünyayı kapladığını" görür. Bu rüyayı yorumlayan Edebali, Tanrı’nın Osmanoğulları’na sultanlık verdiğini söyler ve kızı Bala Hatun’u da Osman Bey’e nikahlar. "Oğul" hitabıyla başlayan bir nasihatnameyi Osman Bey’e bırakır. Osman Gazi’nin kuşattığı fakat alınışını göremediği Bursa, oğlu Orhan Gazi tarafından 1326 yılında alınır. Aynı yıl Osmanlı başkenti olur. Daha sonra başkent Edirne’ye alınsa da kent önemini her zaman korur. Bursa’yı gezerken geçmişten geleceğe yolculuk yaparsınız. Tarihi dokusu sizi geçmişe götürürken, aslında siz bugünü yaşarsınız. Ufak taşlı Bursa sokaklarında gezerken, parklarında oturup kenti seyrederken, çınarların gölgesinde çayınızı yudumlarken geçmişten bir fısıltı duyarsınız.
Kapalı Çarşı çeşitli hanlardan oluşan alışveriş merkezidir. Kuyumcuları, meşhur havlucuları, ayakkabıcıları ile ne ararsanız bulabilirsiniz. Çarşının hemen yanında çınarların arasında yer alır Ulu Cami. 1396-1400 yıllarında Yıldırım Bayezid tarafından, tamamı kesme taştan, çok kalın ve yüksek duvarlarla 12 ağır dört köşeli paye üzerine, pandantiflerle 20 kubbeli olarak inşa edilmiştir. Çok kubbeli camilerin en klasik örneği olan caminin zengin ve ferah mekanı ile bütün Türk camileri içinde en büyük ölçüye sahiptir. (318 m2) İçinde bulunan şadırvandaki su sesi hoş bir müzik oluşturur. Ön cephedeki kitabe ve şebekeli tacı ile minber Selçuklu üslubundan Osmanlı üslubuna geçişin şaheseridir.
Ulu Camiinin doğusunda yer alan Orhan Camii ve Külliyesi, Osmanlı külliyelerinin ilk örneklerindendir. 1339-1340 yıllarında Orhan gazi tarafından yaptırılan külliye, cami, medrese, imaret, mektep, hamam ve handan (Emir Han) oluşur.
Bursa’da yürüyerek, istediğiniz her yere gidebilirsiniz. Hep beraber yürüyerek kenti keşfedelim isterseniz. Ulu Cami’den çıkınca hemen ilerde harika çay bahçesi olan parkı görürsünüz. Parkın arkasındaki sokağı devam edince çeyiz mağazaları, aktarların olduğu çarşıya girersiniz. Çarşamba günü kurulan pazarında kentin verimli topraklarında yetişen leziz sebzeler, meyvelerin taze görünüşü iştahınızı açar. Ulu Cami’den düz ilerlerseniz sağ ve sol tarafınızda bankalar, PTT, mağazalar yer alır. Tabii Kafkas Pastanesine uğramadan olmaz. Bursa’nın ünlü kestane şekerleri burada imal edilip, satılır. Atatürk Heykelinin bulunduğu semtin adı Heykel, kentin merkezidir. 1867’den beri hizmet veren Heykel Meydanının yan tarafındaki Ünlü Caddesinde bulunan Kebapçı İskender en meşhurudur. Lezzetli döner üzerine hazırlanmış domates sosu, közde pişmiş yeşil biberi, yoğurdu ve tereyağı ile iskenderi her yerde tadabilirsiniz. Ama burada yediğiniz iskenderin farkını hemen anlarsınız. Heykelin karşısında bulunan Ahmet Vefik Paşa tiyatrosu tiyatro severleri bekler.
Yolumuza düz devam ediyoruz ve Setbaşı semtine geliyoruz. Setbaşında caddenin sağ ve sol tarafında mağazalar, pastaneler, çay bahçesi yer alır. Yolun ortasında bulunan köprünün altından çay akmaktadır. Sağ tarafınıza bakınca yemyeşil Uludağ’ın hemen yanınızda olduğunu görürsünüz. Çocukluğumda Setbaşı’nda yürürken bu kadar kalabalık olmadığını hatırlıyorum. Yol ayrımında bulunan çınar ağacı tüm ihtişamı ile yolun ortasında duruyor. Yol yapımı sırasında çınarı kesmek istemişler, kesmeye gelen kişilerin sakat kaldığı biliniyor. Sonunda kepçe getirmişler fakat nafile kepçenin de eğildiği söyleniyor. Bu ulu çınar her şeye rağmen sırlarını kimseye anlatmadan yaşamına devam ediyor.
Yol ayrımının sol tarafından devam ediyoruz, bu sokakta eskiden revaniye dükkanı bulunurdu. Şöyle bir tabak hayal edin; on cm. kalınlığındaki revaniyenin üzerinde taze beyaz kaymak bulunuyor... Bursa’nın en meşhur tatlıcısı artık yok! Bulunduğumuz semt Yeşil, eski cumbalı evlerin korunduğu bir mahalle. Birçoğu restore edilen evler çınar ağaçlarıyla beraber harika görüntü sunar. Turistik eşya satan mağazalar haline getirilen eski evlerin hemen yanında Bursa ile bütünleşen Yeşil Türbe yer alır. Osmanlı türbe mimarisinin en güzel örneklerindendir. Mermer merdivenlerle çıkılan sekizgen yapıyı, yüksek bir kasnağa oturan kurşun kaplı kubbe örtmektedir. Yeşil renkli çini süslemeleri ile eşsiz bir görünümü olan türbe tümüyle çini ile kaplı olan mihrabı bir şaheserdir. Ceviz ağacından geçme tekniği ile yapılmış, geometrik motiflerle süslü ve kitabeli kapı Osmanlı ahşap işçiliğinin en güzel örneğidir. Ne yazık ki bu sanat harikası yapı şu an harap bir vaziyette Kültür Bakanlığının ilgisini beklemektedir.
Hemen karşısında bulunan Yeşil Camii; 1419-1420 yıllarında Çelebi Sultan Mehmet tarafından yaptırılan caminin süslemeleri, 1424 yılında II. Murat döneminde bitirilmiştir. Süslemede kullanılan yeşil firuze ve çinilerden dolayı Yeşil Camii olarak tanınır. Mimarı Hacı İvaz Paşa’ dır. Bursa’nın en önemli Osmanlı dönemi yapılarından olup, cami mimarisinden çok süslemeleri ile ünlüdür. Çini süslemeler camiinin en önemli özelliğidir.
Caminin arkasında bulunan Yeşil Çay Bahçesinde oturunca tüm kent ayaklarınızın altındaymış gibi görünür. Gece ise ışıltıların eşliğinde seyredersiniz kenti. Çocukken bu bahçede servis yapan amca, turistlerin de eğlencesi idi. Tüm bahçede kaç tane çay içilecekse "çaaaaaayyyyyyyyyyy 40" diye seslenirdi çay ocağına. Çocukken çok eğlenceli gelirdi. Ayrıca Ramazan’larda sürahi ya da ibrik şeklinde poğaçalar yapılırdı fırınlarda. Şimdi hepsi hatıralarda kaldı ne yazık ki... Daha içerlere ilerleyen yol Şible semtine ulaştırır. Burada dar sokaklarda eski cumbalı evler koruma altına alınmış. Çoğunda el tezgahları bulunurdu. İpek dokumaları ile ünlü Bursa’da Şible sokaklarından geçerken dokuma tezgahlarının sesleri duyulurdu. Artık onlarda yoklar...
Yürümeye devam edince Emir Sultan semtine geliriz. Ünlü bir bilgin olan Emir Sultan, 1391 yılında Bursa’ya gelmiş ve Yıldırım Bayezıt’ ın kızı Hundi Fatma Hatun ile evlenmiş. Emir Sultan Camii ve türbesi, karısı tarafından II. Murat devrinde yapılmıştır.
Şimdi geri dönerek, tekrar Ulu Cami önüne gelip, karşısından yukarı doğru çıkan yolu takip ediyoruz. Bu yol bizi Muradiye semtine ulaştırır. Muradiye Külliyesi; büyük bir parkın içinde yer alır. Sultan II. Murat tarafından 1424-1426 yıllarında yaptırılan külliye, cami, medrese, imaret, hamam ve 12 türbeden oluşur.
Muradiye’den, Tophane semtine geçeriz. Bursa çay bahçeleri ve parklar bakımından zengindir. Hemen hemen her semtte bir park bulunur. Parkın içinde bulunan Osman ve Orhan Gazi türbeleri kentte tepeden bakar. Parkın hemen yanında küçük çıkmaz bir sokak "ressamlar sokağı" olarak bilinir. Bursa’lı ressamlar yapmış oldukları resimleri burada sergilerler...
Yine Ulu Camii’nin önündeyiz. Yolumuza sol taraftan devam edelim. Cam piramitten yapılmış Zafer Plazayı gezmeden olmaz. Burası Ankara Karum alışveriş merkezini anımsatır. Karşıya geçip yolumuza devam edince Altıparmak semtine geliriz. Yüksek binaların yer aldığı semtte ana caddenin üzerinde bankalar, mağazalar, kuaför salonları yer alır. Bu arada kentte bulunan bayan kuaför salonlarının %95’ini hanımlar çalıştırır. İlk zamanlar alışamadım ama titiz çalışmalarını görünce saçlarımı güvenle ellerine teslim ettim.
Kültür Park Bursa’nın simgesidir. Büyük bir alanı kaplayan park yeşilliklerin içinde size şehirden uzaklardaymışsınız hissini verir. Park içinde bulunan Arkeoloji Müzesi, Prehistorik Çağ Eserleri ve Sikkeler, Taş Eserler, Seramik, Cam, Madeni Eşya ve Sanat Galerileri olmak üzere dört salondan meydana gelir.
Hacivat ve Karagöz heykelini geçince semtin adı Çekirge olur. Bu semt, Ankara’nın Gazi Osman Paşa semtini anımsatır. Lüks binalar, mağazalar, oteller ile birdenbire geçmişten kalan izler sizi bırakır. Ünlü Armutlu ve Kükürtlü kaplıcaları bu semttedir. Uludağ’a çıkmak için buradan ayrılan yoldan gitmeniz gerekir. Zaten Çekirge Uludağ’ın eteğinde olduğundan dört bir tarafındaki yollar yokuştur. Ayrıca Türkiye’nin ilk ve tek Ormancılık Müzesi, Çekirge Caddesi üzerinde Saatçi Köşkü olarak bilinen yapıda 1989’dan beri hizmet vermektedir. Müzede bitki, hayvan fosilleri, ormancılıkla ilgili araç - gereçlerden oluşan 2000 eser yer alır.
Kentin her tarafında gördüğümüz çınar ağaçları ayrı bir güzellik katar. Dip çevresi 12 m. olan 563 yaşında Osman Gazi çınarı, 568 yaşındaki İnkaya çınarı, 21.5 m. çevreli Kavaklı Camii çınarı anıt ağaçların bazılarıdır. Geniş gövdeli, yüksek ve kalın dallarında koyu yeşil yapraklı çınarların altında oturup çayınızı yudumlarken kentin tarihinin onda gizli olduğunu bilirsiniz. Rüzgarla beraber hışırdayan dalları bir şeyler fısıldar ama gürültüden duyamazsınız. Düşünün beş yüz küsur yıldır oradalar. Neler gördüler bilinmez ama tüm heybetleri ile yıllara meydan okumanın onurunu yaşarlar.
Kentin belli başlı semtlerini gezdikten sonra biraz da çevresini gezelim. Bursa’da yaşarsanız hiç sıkılmazsınız. Her hafta sonu için ayrı bir gezi programı yapabilirsiniz. Yazın plajı, mesire yerleri, kışın kayak sporları ile ender rastlanan alternatifler sunar kent bize. Sahilde en yakın Kurşunlu, Mudanya, Trilye (Zeytinbağı) yer alır. Bursa’dan 30 dakika uzaklıkta yeşillikler içinde, ilerleyen yol sizi denize ulaştırır. Kurşunlu - Mudanya arası 30 dakikadır. Sahil kenarından ilerleyen yolun sol tarafı yeşil örtü, sağ tarafı mavi örtüyle kaplıdır. Mudanya eski tarihi dokusunu korumakla beraber, betonlaşmadan nasibini almıştır. Tarihi yapıların bir bölümü restore edilmiş. Tahir Paşa Konağı, Halil Ağa Evi gibi, Kurtuluş Savaşı sırasında imzalan Mudanya Ateşkes antlaşmasının yapıldığı binada restorasyon çalışmaları halen devam ettiğinden gezemiyoruz. Etrafta limon, zeytin ve mandalina ağaçlarını sıkça görürsünüz.
Sahil kenarında uzun yürüyüşler yaptığımız Mudanya’ya 10 dakika mesafede bulunan Trilye’ye geçiyoruz. Burada yeşil ve mavi birbiriyle kucaklaşmıştır. Kırmızı kiremitli evler ayrı bir güzellik katar Trilye’ ye. Sahilde yan yana sıralanmış balık lokantalarında her zaman taze levrek, çupra, barbun, tekir, kalamar, karides bulabilirsiniz. Taş mektebi, kiliseleri, camileri, Rum evleri ile tarih dokusunu koruyan Trilye’ de denizden gelen rüzgar hiç eksilmez. Ünlü Trilye zeytininin tadına bakmadan Bursa’ya dönmek olmaz.
Genellikle on yıl ya da daha önce gittiğimiz yerlerde çok büyük değişiklikler olduğunu fark ederiz. Zaten yaşam değişimler sürecidir ama eskiden kalan güzellikleri, gelecek nesillere aktarmak gerektiğini düşünüyorum. Bu da çok zor olmasa gerek. Biraz özen ve ilgiyle her şey gerçekleşebilir. Cumhuriyetin ilanı ile kültür, sanat, sanayi ve ziraat merkezi olan kent hızla büyümüştür. Bu da betonlaşmayı beraberinde getirdi. Bursa ovasını binalar kapladı. Ünlü şeftali bahçeleri neredeyse yok olmak üzere. Uludağ’a çıkan yol kenarına yapılan villalar ormanlık alanların kaybolmaya başladığının göstergesi. Şehre tepeden bakınca ovanın ve dağ eteklerinin betonla kaplandığını üzülerek görürsünüz. Camiler, tarihi eserler etrafına yapılan binaların arasında sıkışıp kalmışlardır. Geçmişten geleceğe köprü oluşturan Yeşil Bursa, korkarım yakın bir gelecekte beton Bursa diye anılacak. Ne yazık ki; betonlar oksijen sağlamıyor ve meyva vermiyor. Şeftaliyi, kestaneyi artık resimlerde göreceğiz. Aklıma Cree kızılderilerinin kehaneti geliyor. "Son ağaç kesildiğinde, son ırmak kuruduğunda, son balık öldüğünde paranın yenemeyeceğini anlayacaksınız!!!"
Bunları yapmadan dönmeyin:
- Cumalı kızık (Uludağ eteklerinde Osmanlı köyü) gezmeden,
- Ankara- Bursa yolunda Mezit’ler mevkiinde fotoğraf çekmeden,
- İnegöl Oylat Kaplıcaları’na uğramadan,
- İnegöl yolunda Orhan lokantasında inegöl köfte yemeden,
- Özdilek havlu fabrikasının satış mağazasına uğramadan,
Yazı: Nurperi Ünsal, Fotoğraflar: voyageAnatolia.blogspot.com
Yer:
Bursa, Türkiye
7 Ağustos 2003 Perşembe
bir anadolu gezisi: Fethiye
Öyle bir yer düşünün ki ; fantezi hikayeleri olan antik kentleri, gerdanlıkta yer alan pırlanta gibi koyları, dağların arasına gizlenmiş doğa harikası vadileri ile siz isteseniz de , istemesiniz de başınızı döndürecek bir yer . Tabii ki burası FETHİYE....
En önemli tatil ve turizm merkezi olan Fethiye koyları, denizi, vadileri, sahilleri, kültürü ve tarihi ile bir tatil cennetidir. Çıldırtıcı turkuaz denizi, çıldırtıcı yeşil sedir (katran) ormanlarıyla mıknatıs gibi çeker kendisine doğa severleri. Akdeniz’in içinde irili ufaklı adaların serpiştiği Fethiye Körfezi, arkası çam ormanlarıyla çevrili kuzeye açık bir koyda yer alır. Etrafını pırlanta taneleri gibi koylar çevrelemiştir. Mavi yolculuğa çıkan doğa severleri sürprizleri ile hayran bırakır. Sayılı günler hızla geçer gider ama hafızalarda bir ömür boyu kalmayı başarır. Fethiye ilçesi, çarşısı, cafeleri, marinası, lüks otelleri ile herkese dolu dolu tatil yaşatır. Fethiye’nin antik dönemdeki adı Telmessos. Anadolu’nun en eski uygarlığı Likya’nın en önemli kentidir. M.Ö. 4. yy. kadar uzanan Likya medeniyetindeki efsaneye göre; Tanrı Apollon Finike kralı Agernor’un küçük kızına aşık olur. Küçük bir köpek kılığına girerek sevdirir kendini, çekingen kral kızına. Bu birleşmeden doğan oğluna Telmessos adını verir. Kent M.Ö. 547’de Pers kralı Harpagos’un tüm Likya ve Karya kentleriyle birlikte Telmessos’uda ele geçirmesiyle Perslerin 1. Satraplığını oluşturur. M.Ö. 344-333 kışında Asya seferine çıkan Büyük İskender tarafından ele geçirilen kent, bir rivayete göre; kendi isteği ile B. İskender’e teslim olmuştur. M.Ö. 189 Bergama krallığına geçen kent , M.Ö. 133’de Likya Federasyonuna bağlanmıştır. 8 y.y. kentin adı, Bizans İmparatoru II. Anastasios’un onuruna Anastasipolis olarak değiştirilmiştir. 1284 yılında Menteşe oğullarına geçen kent 1424 yılında Osmanlı topraklarına katılmasıyla Mekri (uzak şehir) adını alır. 1934’de Şehit Pilot Fethi Bey’in anısına ‘’FETHİYE’’ adı verilir. Likya uygarlığının en görkemli örneklerinden biri olan Amyntas kral mezarı ilçe yamacına oyulduğu dağın heybetiyle bütünleşir. İyon stilinde ve tapınak tipindeki bu mezarın önünde iki ayrı bitişik sütunlu sağanlığa, dört basamakla çıkılır. Soldaki sütunun orta kısmında M.Ö. 4. y.y. alfebesi ile ‘’ Hermepias Oğlu Amintas’’ yazılıdır. İlçenin içinde ve çevresinde kaya tipi ve lahit mezarlara rastlanır. Lahit mezarların en güzel örneği belediye binasının doğusunda yer alır.
Fethiye denilince ilk akla gelen, dünyanın en güzel lagünlerinden biri olan ÖLÜ DENİZ’ dir. Fethiye’den Ölüdeniz’e çamlar arasından giden yol 14 km ‘dir. Yol bitiminde çıldırtıcı mavi deniz aniden önünüze çıkar. Burası Belkızı koyudur. Koyun içinden uzanan kumsalı yürüdüğünüzde muhteşem Ölüdeniz’i görürsünüz. Dibi beyaz kumla kaplı bu sahilde, deniz turkuvaz mavisidir. Bu sahilde oturup güneşin batışını seyretmek ayrı bir zevktir. Sırtını Baba Dağı’na yaslayan Ölüdeniz’in çeşitli efsanelerinden biri şöyledir; ‘’ baba,oğul tekneleriyle Akdeniz’in fırtınasından birine yakalanırlar. Oğul, kıyıya yaklaşırlarsa sığınabilecekleri bir koy olduğunu söyler. Baba ise kıyıda sarp kayaların olduğunu inatla söyler. Tekne kayalıklara iyice yaklaştığında kavgada şiddetlenir. Sinirlenen baba kürek darbesi ile oğlunu denize atar. Sabah olup fırtına dindiğinde baba dağların arasında kıpırtısız duran koyu görür.’’
SAKLI KENT KANYONU ; Fethiye’nin sıcağından kaçıp dinlenmek için idealdir. Kanyon 17 km. dir. Kanyon girişini, keçisi buraya kaçan bir çobanın tesadüfen bulduğu söylenir. Buradaki dağ sanki çok keskin bir kılıç ile ikiye ayrılmış gibidir. İçinden büyük bir coşkuyla akan beyaz köpüklü Eşen Çayının sesi girişten duyulur. Eşen Çayı , kanyonun 100 m. içinden patlayarak çıkar yeryüzüne. Dik granit kayaların duvarlarına yapılmış ahşap dar köprü sizi içeriye ulaştırmaya yardımcı olur. Köprünün altından akan çaya bakınca, onunla beraber akıp gitmek istersiniz. Kanyon içinde yeryüzüne çıkan kaynak büyük gürültü ile akıp çayla birleşir. Yanınızdaki arkadaşınızın sesini güçlükle duyarsınız. Başınızı kaldırdığınızda her tarafınız siyah granit kayalarla kaplı olduğunu görürsünüz. Eğer isterseniz kanyonun daha iç kısımlarına yolculuğa devam edersiniz. Kanyon girişinde sağ ve sol tarafınızda çeşitli dinlenme yerleri vardır. Tahtadan yapılmış geniş iskelelerin üzerinde oturup, iskelenin altınından akan çayın sesini dinleyerek öğlen yemeğinizi yiyebilirsiniz.
KAYAKÖY; Fethiye’den 7 km. uzaklıktaki Hisarönü köyüne giderseniz Kayaköye ulaşırsınız. Aslında burası hayal köy gibidir. Yamaca doğru , birbirinin önünü kesmeden yapılan bir veya iki katlı gri , 2000’ne yakın binalardan meydana gelmiş boş bir köydür. Yılların sessizliği ve hüznü ile karşılar sizi. Bu köy eski Rum yerleşimi. 1922’de Kurtuluş Savaşı sonrası ‘’Mübadele’’ ile köyün sakinleri Yunanistan’a yerleşmiştir. Köyde 2 kilise, 14 şapel (küçük kilise) yer alır. Tüm köy koruma altına alınmıştır. Köyde bulunan çay bahçesinde dinlenip, gözleme yiyebilirsiniz.
Anadolu’nun en önemli medeniyet merkezi Likya’nın yurdu olan ilçenin etrafında önemli antik kentler yer alır. Likya medeniyeti M.Ö.7. yy. başlar. Kendilerine Trmmli, ülkelerine Trmmisa adını vermişler. Daha sonra Yunancayı benimsemişler. Batıda Dalaman Çayı, doğuda Olympos(Bey Dağı) sınırları içinde yaşamışlar. Likya Birliği temsili demokrasi fikrinin antik çağlardaki, ender örneğidir. En parlak dönemleri 23 kentin birliğe üye olduğu dönemdir. Kentler önemlerine göre bir, iki veya üç oy kullanma hakkına sahipti. Üç oy sahibi kentler Tlos, Pinara, Xanthos, Patara, Myra ve Olympos. En çarpıcı yapıtları kayadan oyma mezarlar ve lahitlerdir.
LETOON; sahilden 3 km içerde ünlü Leto tapınağı yer alır. Fransız arkeologların su seviyesi altında yaptığı çalışmalar sonucu gün yüzüne çıkan antik kent Zeus’un Leto’ya aşık olmasına sinirlenen Hera’nın gazabına uğrar. Kıskanç, hoşgörüsüz eşinin baskısı yüzünden Leto oradan oraya sürülür. Sonunda Delos’a gelir. Burada Apollo ile Artemis’i doğurur. Likya dahil gezdiği tüm ülkelerde Leto’nun hikayeleri anlatılır.
XANTHOS (KINIK) ; Tarih boyunca bir çok istilaya uğramalarına rağmen, canları pahasına sahip çıkan Xanthos’luların, kazılarda ele geçen tablet üzerindeki şiir çevirilerini Arza Erhat yapmıştır. Asırlar boyu zorba istilacılara ve yağmacılara karşı gösterdikleri mücadele ile ünlü ve onurlu kent 1838 yılında Sir Charle Fellows tarafından British Museum adına yapılan tarih yağmacılığı karşısında kendisini savunamamıştır. Xantos’un tarihteki ilk kaydı M.Ö. 540 civarında Pers generali Harpagos’un küçük Asya batısını işgalinde ortaya çıkmaktadır. General Karya’dan Xantos vadisine yürümüş, burada Likya ‘nın büyük direnişi ile karşılaşmıştır. Düşman ordusunun sayıca üstünlüğü karşısında kentte mahsur kalan halk eşlerini,çocuklarını,esirlerini ve tüm mallarını Akrepol’e toplayıp ateşe vererek tek kişi sağ kalmayana dek savaşı sürdürürler. Savaş sırasında kent dışında olan seksen kadar aile Xanthos şehrini yeniden kurarlar. Pers hakimiyetinden sonra Büyük İskender ve Ptolemy hanedanının eline geçen kent daha sonrada Suriye kralı 3. Antichos’un istilasına uğramıştır. Her istiladan sonra onurla ayakta kalmayı başaran Xanthos ‘a bakarken sanki bütün başlarından geçen olayları görür gibi olursunuz.
PATARA (GELEMİŞ); Fethiye’ye 78 km. mesafedeki Gelemiş köyü 2000 yataklı otel, motel, pansiyonları ile tatilcileri en iyi şekilde ağırlar. Köye 1 km. uzaklıktaki Patara antik kenti ve 21 km. uzunluğundaki harika plajı , sığ denizi ile tatilcileri cezbeder. Antik çağda Pttara olan kent çağının en önemli limanı ve ticaret merkezi olmasının yanında tanrı Apollon’a adanmış ünlü bilicilik merkezidir. Yapılan tüm araştırmalara rağmen tapınağın yeri bulunamamıştır. Büyük İskender zamanında deniz üssü olan kent, Suriye kralı 3. Antiochos’un eline geçerek, Romalı ve Rodosluların tüm çabalarına rağmen M.Ö. 189’daki Apemka barış antlaşmasına kadar onun elinde kalmıştır. M.Ö. 42.’de Xanthos’daki büyük felaketten sonra Brutus , Patara’yı ele geçirir. Likya’nın en önemli kentlerinden olan Patara ‘da Myra Papazı St. Nicholaus’un doğum yeri olması nedeniyle dini merkez konumuna gelir. Bugün kumlar altında olan kentte arkeolojik kazılar zorlukla yapılmaktadır. Kumların kenti istilasını engellemek için sahil şeridi ağaçlandırılmaktadır. Patara’da yol üzerinde bulunan üç kapılı zafer anıtı eski ihtişamı ile ayakta durmaktadır. Anıtın hemen önünde bululan daire şeklindeki hurma ağaçlarının içine girdiğinizde, nasıl oluyor da dışarı son derece sıcakken, ağaçların içi bu kadar serin olur anlam veremezsiniz. Bu ağaçların Arap istilası sırasında dikildiği tahmin ediliyor .
KEKOVA yolu sahillerimizin en güzel görüntülerinden birine sahiptir. İlk başta Üçağız (Tristome) köyü yer alır. Üçağızdaki bir kanal daha geniş olan dış bölüme açılır ve hemen hemen tüm körfezi kaplayan uzun ve dar Kekova Adası ile kapalıdır. Bu kanal adanın doğu ve batısındaki iki giriş üçağızı oluşturur. Sahilde doğudaki girişe bakan bölümde olan Kekova ‘da Simena Ören yeri ve Üçağız’da Tesimiussa kalıntıları yer alır.
Simena (Kale köy); eski kent ve bugünkü koy çok güzel biçimde bütünleşmiş olup orta çağ kalesinin altında yer alır. Kıyıdan yukarı çıkarken iki büyük lahit mezar göze çarpar. Bunlardan biri İdagrus’un oğlu Mentor’a aittir. Diğerinin önünde oturma yeri bulunur. Kale duvarının hemen altında bir tapınağın sundurması vardır. Kaleye merdivenlerle çıkınca içinde tümüyle kayaya oyulmuş küçük, tiyatro yer alır. Burada 7 sıra oturma yeri bulunmakta ve çapı da 1.5 mt.dir. Bu da kentin küçüklüğü hakkında bilgi verir bizlere. Ama kaleden manzara harikadır. Daha da yukarı çıkarsanız tüm Kekova adası ve Üçağız muhteşem görünür. Simena’ da bulunan iskelenin hemen yanındaki lokanta da öğlen yemeğinizi yiyebilirsiniz. Burada su sorunu yaşanıyor. Su motorlarla Demre’ den taşınıyormuş.
Adanın Kaleköy’e bakan kıyısında bulunan BATIK ŞEHİR görülmeye değer. Suyun altında bulunan cadde ve bina kalıntıları, pencere ve kapı kenarları,merdivenler net şekilde görülebiliyor. Antik kent M.Ö.2. yy. büyük bir deprem sonucu suların altında kalmış. Adanın batısında bulunan TERSANE KOYU yer alır. Sahildeki bazalika kalıntısı olan koyda guletler yüzme molası verirler. Kumsalı taşlı da olsa deniz suyu, tıpkı saten örtü gibi teninize değer.
KAŞ (ANTİPHELLUS); Likya dilinde ‘’Habesos’’ diye anılır. Daha sonra Antiphellus adını alır. Kentin kuzey-doğusundaki kaya mezarları M.Ö. 4.y.y. ‘dan kalmadır. Kentin Uzunçarşı sokağında bulunan aslan figürlü anıtta Likya dilinde yazıtlar vardır. Yerel halk tarafından kral mezar olarak bilinen tek bir mezar odası bulunmaktadır. Bu lahit Kaş’ın simgesidir. Bugünkü Kaş , Antiphellus antik kenti üzerine kurulmuş. Yürüdüğünüz sokakların ve binaların altında kalan antik kent sit alanı olduğundan kazı çalışmaları yapılamamaktadır. Antiphellus , Likya Birliği üyesidir. Helenistik dönemde liman kentidir. Kaş’ın batısında bulunan antik tiyatro iyi durumdadır. Tiyatronun kuzey doğusunda nekropol bulunur. Büyük bölümü kayalara oyularak meydana getirilmiş dorik nizamdaki mezarın giriş duvarlarında kadın figürleri yer alır. Kaş marinası, çarşısı,pastanesi,lokantaları ,çay bahçeleri, barları ile sevimli tatil beldesidir. Kaş’ın sıcağından kaçmak isterseniz, iskelenin yanında bulunan çay bahçesine gitmezseniz Kaş’a gelmiş saymayın kendinizi. Çay bahçesi ağaçların altında, elinizi uzatınca Meis adasına deyecek kadar yakın bir noktada. Bahçede isterseniz deniz ürünleri, mangal balık ve gözleme hizmeti veriliyor. Dalgalı denizi seyredip , serin rüzgar ile serinlerken karşıda duran Meis adasının arkasındaki manzarayı merak edersiniz.
Kaş’tan Elmalı’ya doğru, büyük bölümü çam ağaçlarının yeşilliği içinde ilerleyen yol tahmini 70 km.dir. Bu yol sizi 1320m. yükseklikte bulunan Sinekçibeli’ne ulaştırır. Burada durup GÖMBE YAYLASI’nı seyredebilirsiniz. Yayla köylerinde elma,armut,ceviz yetişir. Yaylada halen yörük yaşamı devam eder. Yayla, Hirıstıyanlık döneminde piskopozluk merkezi olarak önem kazanmış. Yaylaya yakın Akdağ’da bulunan UÇAR SU , eriyen karlarla beraber 60 mt. yükseklikten dökülen şelale oluşturur. Kayalara çarparak uçuyormuş hissini verir. Burada oturup gökyüzündeki bulutları, etraftaki dağları ve aşağıda uzaklarda görünen yeşil Gömbe yaylasını seyrederken çeşitli düşüncelere dalarsınız. Uçarsu’ya çok yakın Yeşil Göl yer alır. Etrafında hiç ağaç olmayan bu krater gölün çevresi çayırlıktır. Adını yeşil renkli sudan alan göl, çöl ortasında karşılaştığınız bir vaha gibi aniden önünüze çıkar.
Kaş , Kalkan arasında bulunan KAPUTAŞ PLAJI, dar bir kanyonun denize açıldığı noktada bulunuyor. Yolda arabanızı park ettikten sonra sol tarafınızda yüksek dağın ikiye ayrıldığını görürsünüz. Yolun kenarındaki köprüye doğru ilerleyince kanyonun başını görebilirsiniz. Buradan yağmur suları ile akan toprak aşağıda bulunan muhteşem kumsalı oluşturmuş. Plaja uzun merdivenlerle iniyorsunuz. İki tarafı kayalık olan kumsal ince kumu ile dikkat çekiyor. Turkuvaz renginden açık laciverte, sonrada koyu laciverte geçen deniz turizm broşürlerinin sayfalarını süsler. Plajdan 500.mt. uzaklıkta Kaş tarafındaki Mavi Mağaraya denizden ulaşmak mümkün. Teknelerin rahatlıkla içine girdiği mağaranın 18 mt. genişliği , 10 mt. yüksekliği , 35 mt. derinliği var. En önemli özelliği su altından yansıyan güneş ışığının oluşturduğu, yeşil ve mavinin tüm renklerini yansıtan floresan turkuvaz mavisidir.
KALKAN ; Mimari yapısı ve kent dokusu fazla bozulmamıştır. Beyaz boyalı evleri, rengarenk çiçekleri, dar temiz sokakları ile sevimli balıkçı kasabasıdır. Burası hilal şeklinde bir koy. Gün batarken, terasta ya da iskelede oturup o gün tura ya da balığa çıkan teknelerin limana yanaşmasını seyretmek ayrı bir zevktir. Marinadan kalkan guletlerle günübirlik turlarla Kaş, Patara, Kekova’ya gidebilirsiniz. Eğer grup oluşturabilirseniz dolunaylı gecelerde gece turu da yapılmaktadır. Kalkan geceleri de renklidir. Dar sokaklara taşan barların canlı müzik sesleri ile sabaha kadar devam eder yaşam. Kalkan ne yazık ki , yeşillikten nasibini alamamıştır. Ama Bezirgan yaylasına giderek hem serinleyebilir, hem de ağaçların altında sakin bir gün geçirebilirsiniz. Ispanaklı veya peynirli gözleme, kuzu kebabı, saç kavurma tabii ayranı önerebilirim.
Kumsala uzanın, gözlerinizi kapatın !!! Bir düş kurun. Bir körfez düşünün cennet gibi, yeşil orman tepelerin arasındaki masmavi, lacivert - turkuvaz denizinde ilerlerken, binlerce yıllık medeniyetlere kucak açmış yerleşim yerlerini görün düşünüzde. Kimler yaşamış, ne mutluluklar paylaşılmış, ne hüzünler yaşanmış bilinmez. Doğa harikası Ölüdeniz’e gelin. Denizinde tıpkı balık gibi yüzün, günbatımında belki bir daha başka bir yerde göremeyeceğiniz renkleri düşünün. Kuş olup Baba Dağ’dan Ölüdeniz’e uçun. Oradan yaylara göç edin.... Koylarında bir bir dolaşın, bilinmeyenleri keşfedin. Güneşin sıcaklığını teninizde hissederken düşünüzün adı FETHİYE olsun.......
Nurperi Ünsal.
Thu Aug 7, 2003 fotoGezi
29 Temmuz 2003 Salı
Bir Anadolu Gezisi: Kastamonu
Ülkemizin her köşesi ayrı güzelliklerle bezenmiş. Her ilimiz, hatta her ilçemiz farklı medeniyetlere, kültüre misafirlik yapmıştır. Keşfedilecek daha nice doğa harikası vardır bilinmez. Turizme açılmayı ve tanıtılmayı bekleyen illerden birisi de Kastamonu. Kastamonu’ya gideceğimi söylediğimde arkadaşlarım "orada ne var ki gidiyorsun" demişlerdi. Trekking, doğa ve mağara turizmi, dağcılık, yayla turizmi ve tarihi içinde bir sır gibi saklayan Kastamonu...
Kastamonu – Ankara arası 235 km. Çankırı, Ilgaz ilçesi, Ilgaz Dağı istikametinde devam eden yol sizi Kastamonu’ya ulaştırır. İlin kuzeyinde Karadeniz sahiline paralel olarak yükselen Küre (İsfendiyar) Dağı, güneyde Ilgaz Dağları ile ormanlarla kaplıdır. Ilgaz Dağını geçerken, onun gerçekten Anadolu’nun yüce dağı olduğuna karar verdim. Hava yağmurlu, biraz serindi. Bu nedenle dağa doğru çıkan virajları yavaş yavaş alırken etrafı sis kaplamıştı. Bazen sis dağılınca heybetli ormanı görebiliyorduk. Ilgaz Dağının en yüksek yeri Hacet Tepesidir. (2565 m.) 1088 hektar büyüklüğündeki milli park zengin bitki örtüsü ve yabani hayvan varlığını içinde barındırır. Ilgaz Dağı kuş gözlem evi, sakallı akbaba, küçük kartal ve kızıl akbaba popülasyonlarıyla önemli yer teşkil eder. Kışın kayak merkezi ve oteli kayak sporuna gönül verenleri en iyi şekilde misafir eder. Buz gibi akan suyu, bol oksijeni ile enerji toplarsınız.
Abana, Araç, Azdavay, Cide, Çatalzeytin, Daday, İnebolu, Küre, Taşköprü, Tosya ilçelerinden bazılarıdır. Kastamonu'da yapılan kazılarda yerleşimin Paleolotik Döneme kadar gittiği tespit edilmiştir. Hititler, Persler, Makedonlar, Romalılar, Bizaslılar, Selçuklular, Candarlıoğulları, Osmanlılar yöreye hakim olmuşlardır. Roma döneminde Paflagonya’nın merkezi Pompeipolis (Zımbıllı Tepe Höyüğü) Taşköprü ilçesinde ziyaretçilerini bekler.
Daday yolu üzerinde bulunan Kasaba Köyünü gezerek ili keşfetmeye başlıyoruz. Köy yeşillikler içine yerleşmiş sakin, eski ahşap evleri ile şirin bir yer. Bu köyde neden yapıldığı bilinmeyen Mahmut Bey Camii hayret edilecek bir şaheser. 600 küsur yıllık camii, miladi 1366’da yörenin beyi olan Mahmut Bey tarafından yaptırılmış. Çatı işçiliği tamamen ahşaptır. Çivi kullanılmadan geçme sistemi ile yapılmıştır. Tavan oymalarının işçiliği büyüleyici güzelliktedir. Oyma eski kapı 1997’de çalınmış, sonra bulunarak Kastamonu müzesinde sergilenmektedir.
Kastamonu Kalesinin Bizans döneminde yapıldığı düşünülüyor. Kalenin üst kısmı Candarlıoğulları zamanında yapılmış. İpek yolu üzerinde olan Kastamonu Osmanlı döneminde de kale şehridir. Kaleye çıktığınızda tüm şehri görebilirsiniz. Kent ortasından geçen nehirle ikiye ayrılır. Şehir merkezinde bulunan Valilik binası 1905 yılında Mimar Mehmet Efendi tarafından yapılmış. Önünde bulunan parkın içinde yer alan heykel Kurtuluş Savaşını anlatan bir kompozisyondur.
Şehit Şerife Bacı’nın öyküsü 1921-1922 yıllarında başlar. O sene kış çok sert geçer. İnsanın içini donduran soğuğa rağmen İnebolu’dan Ankara'ya cephane taşıyan kafilede bulunan Şerife Bacı tipi altında şehrin kapısı sayılan Kışlaönü’ne kadar gelebilir. Cephaneleri askerlerimize teslim etmesine çok az mesafe kala, kağnısının üzerinde donarak ölür. Onu bulduklarında üzerinde buz kesmiş yorganı kaldırdıklarında ağlama sesi duyulur. Top mermileri arasında gizlenmiş kundaktaki bebeğin sesidir bu!!!
Kastamonu Arkeoloji Müzesi: Planı Mimar Kemalettin Bey tarafından çizilen müze binası 1910 yılında İttihat ve Terakki Klübu olarak kullanılmış, 1921 yılında İstiklal Mahkemesi’nin hizmetine verilmiş. Müzede, il çevresinde bulunan Hellenistik, Roma, Bizans dönemlerine ait cam, pişmiş toprak eserler, heykeller, mezar stelleri sergilenir. Atatürk’ün 1925 yılında Kastamonu gezisinde kullandığı eşyalar, fotoğraflar yer alır.
Livapaşa Konağı (etnografya müzesi) 1870 yılında Mir Liva Sadık Paşa tarafından özel olarak yaptırılmıştır. (Liva Osmanlı’da sancak beyi anlamına gelir.) Konak 1979 yılında Kültür Bakanlığı tarafından müze olarak kamulaştırılmış. Kastamonu el sanatlarını yansıtan ahşap eserler, dokumacılık, giysi, silah, baskıcılık, kunduracılık, semer, urgancılık, bakırcılık sanatlarının sergi salonları ve etnografik eserler sergilenir.
Nasrullah Paşa Camii ve Şadırvanı; Osmanlılar tarafından yaptırılan en büyük camii ve şadırvandır. Nasrullah Paşa bir dönem ilde kadılık yapmış ve adına camii, şadırvan, köprü yaptırılmıştır. Bina moloz taştan, harçla aralarına tuğla kuşaklar konarak inşa edilmiştir.
Cem Sultan Bedesteni; ilde sancak beyi olan Cem Sultan tarafından yaptırılmış. Han miladi 1469’da yapılmış, altın, gümüş ve değişik eşyaların satıldığı yerdir. Eskiden ticaret merkezi olan Kastamonu’da ondan fazla han bulunurmuş. Günümüzde birkaç tanesi ayakta kalmıştır.
Frenkşah Hamamı; miladi 1262 yılında Çobanoğulları emirlerinden Frenkşah Cemalettin tarafından yaptırılmış Selçuklu hamamıdır. 1990 yılında restore edilmiştir.
Osmanlı Sarayı; 1868 yılında yapılmış. 1925 yılında Atatürk ziyaret etmiş. O zamanlar belediye sarayı olarak kullanılan saray şu an otel olarak değerlendirilmektedir.
Aşıklı Sultan Türbesi; Aşıklı Sultan ili Bizans’tan almak üzere gelen Türk ordusu komutanıdır ve şehit düşmüştür.
Kastamonu ilimiz mağara turizmi bakımından da keşfedilmeyi bekler. Küre Dağı vadilerinde Kurtgirmez ve Ayıgölü ormanı içinde Devrekani Çayı’nın kanyonlarında suyun döküldüğü yeri arayan Cemal Gülas ve Atlas Kuyucu Şenpazar Dağlı Köyünde (900 mt yüksekte) Karadeniz bölgesinin en derin ve en geniş ağızlı mağarasının inişini keşfetti (250 mt). Mağaranın girişinde iki nehir birleşerek cadı kazanı oluşturur. Köy halkı bu mağaraya "Kuyluç" adını vermiş. (10 Ocak 1994 ATLAS dergisi) Ayrıca yörede Lorç ve Varla Kanyonları doğa severlerin keşfini bekliyor. Pınarbaşı ilçesinde bulunan Ilgarini mağarası ve Varla Kanyonu; Orman Bakanlığı, Birleşmiş Milletler ve FAO tarafından dünyanın dördüncü büyük mağarası ve doğa ölçeğinde bulunmuştur. İki bölümden meydana gelen Ilgarini mağarasında sarkıt ve dikit hareketliliği devam ettiğinden canlı mağara olup içinde ibadethane ve mezarlara rastlanmıştır. Küre ilçesinde bulunan Sarpunalınca Mağarası yatay ve aktif mağara türündendir. 662 mt. uzunluğundadır.
Yayla Turizmi bakımından da zengin olan ilimizde, Araç ilçesinde Munay, Fındıklı, Kirazlı, Daday ilçesinde Oluklu, Azdavay ilçesinde Suğla, Küre ilçesinde Belören, Tosya’da Kösem, Dipsizgöl, Yeşilgöl yaylaları biz doğa severleri beklemektedir.
Kastamonu ili, doğal güzellikleriyle turistleri bekleyen koyları ve plajları ile seyahat severleri büyüler. Cide Gideros Koyu ve plajı (sit alanı), Akbayır köyü kumsalı, İnebolu Boyranaltı Plajı, Abana halk plajı, Çatalzeytin Ginonu plajı bulunmaktadır.
Kastamonu’ya gelip de zengin mutfağından tatmamak olmaz. Her Pazar fırınlarda pastırmalı ekmek veya etli ekmek yapılır. Pidesi, tarhana çorbası, külbastı, mıhlama, biryan kebabı, çekme helvası mutfaktan seçtiklerim. Kiraz zamanı gelirseniz Tosya kirazının tadına mutlaka bakmalısınız.
Hafta sonunda iki ya da bir gün tatilimiz oluyor. Bu günleri her zamanki gibi televizyon seyrederek, ya da arabaya binip trafik sıkıntısı çekerek, az oksijenli bol kalabalık alışveriş merkezlerine giderek geçiririz. Eğer isterseniz çok farklı seçenekler bulursunuz. Yürüyüş yapmak, yeni bir yer keşfetmek, doğa ile baş başa kalmak, minik bir derenin türküsünü dinlemek, kuşların dedikodularına ortak olmak, bir meşenin ya da çam ağacının sırlarını öğrenmek, yağmurlu bir günde patikalarda yürürken ıslanarak yaşadığınızı hissetmek istiyorsanız doğa sizleri bekliyor. Hemen köşeyi dönünce, şu tepeyi aşınca süprizlerle dolu bir gün geçirmek için herkese iyi yolculuklar dilerim.
Kastamonu Festivalleri:
7-11 Eylül Taşköprü Uluslararası Sarımsak Festivali
6-8 Temmuz Cide Kültür, sanat(sarıyazma) Festivali
15-17 Temmuz Çatalzeytin Ginolu Gümüş Balık Festivali
25-27 Temmuz Abana Deniz Şenlikleri
Yazı: Nurperi Ünsal, Temmuz 29, 2003
Fotoğraflar: voyageAnatolia.blogspot.com
Valla Kanyonu
Horma Kanyonu
Küre Dağları: Kelebek ve dağ çiçekleri
Karda kışta Sinop yollarında...
22 Temmuz 2003 Salı
bir anadolu gezisi: KAPADOKYA
Asya, Avrupa ve Afrika anakaralarının birleşim noktasında yer alan ANADOLU ‘yu gezerken etrafınıza dikkatle bakarsanız, doğal güzelliklerin yanında farklı şeylerin olduğunu görürsünüz. Anadolu, binlerce yılı içine sindirmiş, çeşitli medeniyetleri yüreğine sığdırmış, topraklarında yaşayan insanlara hayat vermiş, ilham vermiştir. İster kuzeyden, ister doğudan, batıdan ya da güneyden başlayın yürümeye , her yerde bir oluşun, yükselişin, yıkılışın veya yeniden var oluşun izlerine rastlarsınız. Gezdikçe onu tanırsınız, anlamaya çalışırsınız. Zaman zaman sevinir, heyecanlanır, şaşırır, üzülür, hayran kalırsınız Anadolu’ya. Sizleri , tüm bu duyguları aynı anda hissedebileceğiniz kendinizi başka bir gezegende, başka bir zaman dilimini paylaştığınızı düşündüğünüz KAPADOKYA’ ya götürüyorum.
Nevşehir, Niğde, Aksaray üçgeni arasında kalan bölge Kapadokya diye adlandırılır. Anadolu’nun ortasında bulunan ve Ihlara’yı da içine alan Kapadokya bölgesi, Pers dilinde güzel atlar beldesi (Katpatuka) anlamına gelir. Bölgede İ.Ö. 1900 yıllarında Hititler egemen olmuş ve küçük şehirler kurulmaya başlamış. Asurlular ve Mısırlılılarla savaşan Hititler, istiladan korunmak için bölgedeki kolay yontulabilir volkanik kayaları oyarak yerleşim birimleri oluşturmuşturlar. İ.Ö. 1200 yılında Firig’lerin Anadolu’yu istilası sonucu Hitit devleti sona ermiştir. Frig döneminde kral yolları bu bölgeden geçmiştir. Daha sonra Kapadokya Krallığı kurulmuş kral Archeluis Aksaray’ı yeniden kurmuştur. Roma ile iyi geçinen kral İ.S. 17 y.y. kadar hüküm sürmüştür. Hz. İsa’nın peygamberliğini ilan etmesi ve hıristiyanlık dinini kurması ile yeni bir toplumsal kavga da başlamış olur. Hıristiyanlığı yaymak amacı ile aziz Paul Kapadokya’ya gelmiştir. Din karşıtları ile başlayan mücadele ile beraber bölgedeki yer altı şehirleri artmıştır. (Derinkuyu, Kaymaklı gibi) Böylece dış dünya ile ilişkisi kesilen yöre halkı üretken olmaktan uzaklaşmıştır. Ihlara Vadisinde 5000 yerleşim birimi ve 105 kilise olduğu bilinmekte. Nüfusu hızla artan vadide meyvecilik, bağcılık, sebze ve Melendiz çayında balık avlanarak geçimlerini sağlamışlar. Bölgeye 11 ve 13 y.y. Anadolu Selçukluları egemen olmuş ve engin hoşgörüsü ile bölgedeki hıristiyanlık en rahat dönemini yaşamıştır. Vadinin Belisırma ile Yaprak hisar arasında kalan kısımda bir tıp okulu varmış. Bu okulda mumya dahi yapılırmış. Bu nedenle bölgeye mumyalar vadisi de denilir. Selçuklu Sultanı ikinci Kılıçarslan Aksaray’ı aldıktan sonra tıp okulunu Aksaray’a taşımıştır. 13 y.y. Moğollar, sonra Karamanoğulları egemenliğine giren bölge 1470 yılında Fatih Sultan Mehmet zamanında Aksaray’ın fethi ile Osmanlı egemenliğine girmiştir. Bölge Dünya turizmine 1960 yılında açılmış olmasına rağmen hak ettiği payı alamamıştır.
Ihlara Vadisi
Ankara - Nevşehir arası 276 km.dir. Yolculuğumuza IHLARA Vadisinden başlıyoruz. Büyük yeryüzü değişikliklerinin oluştuğu üçüncü jeolojik dönemde, (60 milyon yıl) güneydeki Toros kıvrımlarıyla, kuzeydeki Lycaonien çöküntü alanı arasında kesintili bir volkanik zincir meydana gelmiştir. Bu zincirin etki alanında kalan, doğuda Erciyes dağı (Mont Arge’e) ile batıda Melendiz dağları aynı anda lav püskürmüştür. Erciyes dağı (3916m) Melendiz dağının en yüksek noktasını oluşturan Hasan dağı (3258m) arasında kalan bölge yüzlerce metrelik lav tabakası ile kaplanmıştır. Melendiz dağı lavları, Erciyes dağı lavları ile karışarak dalgalı yaylalar oluşturur. Dağların tepelerinde ve eteklerinde daha yoğun olan Andezit ve Bazalt türü sert lav katmanları , daha ileride yerini volkanik tüflere ve kalkerli beyaz tabakalara bırakmıştır. Bu bölgede kısmen yumuşak olan tabaka yağmur, rüzgar ve diğer doğa olayları sonucu erozyona uğrayarak peri bacaları ağırlıklı ilginç bir arazi yapısı oluşturmuştur.
Ihlara Vadisi Hasan Dağı’nın eteğinde olup, bu dağdan akan bazalt ve andezit yoğunluklu lav tabakası ile kaplanmıştır. Lavlar soğumaya başlarken meydana gelen çatlak ve çökme sonucu oluşan kanyon yağmur ve rüzgarın meydana getirdiği erozyonla daha da genişlemiştir. Vadinin içinden akan termal nitelikli Melendiz çayı hem erozyonu hızlandırmış, hem de tabanı oyarak daha da derinleşmesini sağlamıştır.
Vadi Ihlara’da başlar ve Selimiye köyünde sona erer. Uzunluğu 14 km.’ dir. Yer yer 110 metre derinliğe inen vadi içinden akan Melendiz çayı ; Ihlara’dan, Selimiye’ ye kadar 26 kıvrım yapmaktadır. Melendiz çayı çevrenin atar damarıdır. Aksaray ve çevresine içme ve sulama suyu sağlarken, Mamasın barajını besleyen çay Aksaray’ın içinden geçerek Tuz Gölü’ne ulaşır.
Ihlara Vadisi açık hava müzesidir. Müze giriş yerine ulaştığınızda büyük bir restoran , oto park, seyir terasları ve hediyelik eşya dükkanı gelen misafirlere yardımcı olur. Vadiye iniş yerinde bulunan pano üzerinde vadinin planını görmek bile insanı heyecanlandırıyor. Vadiye 382 basamakla inilir. İlk basamaktan itibaren kendinizi rüyada gibi hissedersiniz. Ayaklarınız basamaklara dokunurken, kalbiniz son hızla atar ve gözleriniz bu doğa harikasını dakika dakika beyninize kaydetmeye ve yorumlamaya başlar. Burası nasıl oluşmuş, insanlar yıllarca burada nasıl yaşamış v.s.... Bundan sonrasını kelimelerle ifade etmek oldukça zor.
Her basamakta kayalardan yeşile doğru kavuştuğunuzu hissederken acaba aşağıda daha ne güzellikler var diye düşünürsünüz. Vadinin tepesinden göremediklerinizi tek tek keşfedersiniz. Bu tıpkı arzın merkezine yolculuk gibidir. Son basamaktan sonra yeşil sizi kucaklar. Aniden sessizlik içinde şırıldayan nehir, kayalara oyulmuş kiliseler ve daha ilginci fıstık ağaçlarını fark edince başka gezegene ışınlandığınızı düşünürsünüz. Merdivenlerin zemine ulaştığı yerde sağa dönünce sırası ile Ağaçaltı, Pürenli Seki, Kokar Kiliseleri, ırmağın karşı tarafında Eğritaş, Karanlıklı, Yılanlı Kiliseleri, ahşap köprüden geçip merdivenli iniş yerinin altındaki kayalara oyulmuş bulunan Sümbüllü Kilisesi ile yine iniş yerinden başlayarak Belisırma Köyü’ne doğru giderken Saint Georges, Bahattin Samanlığı, Direkli, Ala, Karagedik Kiliselerini gezebilirsiniz.
Tarsus'lu Paul
Saint Paul’ un bölgeye gelmesi üzerine hıristiyan dini bu bölgede hızla yayılmaya başlar. Düşmanlardan korunmak için volkanik kayalara oyulan yerleşim birimleri ile evler, yer altı şehirleri ve kiliseler yapılır. Hıristiyan gücünden çekinen Kral Konstantin 313 tarihli Milano fermanı ile hıristiyanlara dinsel tören yapma özgürlüğü sağlamıştır. Bu ferman ile erken Hıristiyan sanatı gelişmeye başlar. Hıristiyan bazilikaları ve vaftiz kiliseleri yapılmaya başlar. (Bazilika: dikdörtgen planlı, üzeri iki eğimli ahşap çatı ile örtülü, iç mekanı çatıyı taşıyan iki sıra sütunla uzunlamasına üç nef’e ayrılmış kilise) (Nef: Bazilikal planlı yapılarda, yapı eksenine paralel uzanan sütun sıralarının arasında hacimlerin her biri,) Kiliseler zamanla ressam ve yontucular tarafından süslenmeye başlamıştır. Kiliseler aynı zamanda fresk tekniği ile de süslenmiştir. Kiliselerin kubbe merkezinde tanrı ve İsa’yı sembolize eden figürler yer alır.
UÇHİSAR
Kent merkezine 10 km. mesafededir. Ortahisar’la birlikte bölgenin doğal kalesi görünümündedir. Bu kale insan eli değil tamamen doğanın eseridir. Uçhisar’ın kale olarak kullanımı Hititler döneminde başlıyor. Bizanslılar ise Arap akınları karşısında kendilerini korumak için bu bölgeyi kullanmışlar. Uçhisar’ın tepesine çıkınca manzara karşısında hayretler içinde kalırsınız. Küçük, büyük binlerce peri bacası kilometrelerce karelik alana yayılmıştır. Doğa, bir ressam, bir heykeltraş gibi çalışarak insanın hayal bile edemeyeceği doğa harikasını bize hediye etmiştir. Uçhisar’da hediyelik eşya satan mağazalar, yöresel ve antika halı dükkanları dikkat çeker. Güvercinlik Vadisi olarak bilinen vadide kayalara oyulmuş güvercin yuvaları çok ilginç görüntü oluşturuyor. Bu vadinin hemen karşısında Onix atölye ve mağazası bulunur. Onix taşı, değişik katmanlardan çıkarılıyor. Birinci kalite beyaz, ikinci yeşil, üçüncü krem, dördüncü kahverengi, beşinci siyahtır. Siyah dışında hepsi ışığı geçirir. Mağazada bu taşlardan yapılmış çok güzel hediyelik eşyalar ve biz bayanlar için hazırlanmış harika takıları uygun fiyatla bulabilirsiniz.
GÖREME
Peri bacalarının içine yerleşmiş 2000 nüfuslu bir kasaba. Eskiler ‘’Gör eme!’’ yani ‘’ gör emi’’ dermiş. Gerçekten de Göreme’yi gezmeden Kapadokya gezilmiş sayılmaz. Yörede Hirıstıyanlık öncesi dönemden kalan mezar odalarını kayalar üzerinde görürsünüz. Göreme Açık Hava Müzesi girişi yanında Meryem Ana kilisesini gezmeden müzeye girmeyiniz. Müze alanı küçüklü, büyüklü çok sayıda kilise ile keşiş yemekhaneleri (refektorium) ,mezar odaları, kiler ve mahsen yer alır. Manastırlarda 7. ve 12.y.y. mimarisini yansıtan eserlere rastlanır. Düz tavanlı,beşik tonozlu, tek veya üç apsisli,merkezi haç planlı mimariye göre yapılmış kiliselerin fresklerinde de ikonaklasik (putkırıcılık) çağı resimleri görülebilir. Eğer sırtlara doğru çıkarsanız Kılıçlar Vadisi ve Aktepe’yi seyredebilirsiniz. Müzedeki en önemli kiliseler; Kızlar Manastırı ( dört kat halinde oyulmuştur.) Elmalı Kilisesi,Azize Barbara Kilisesi (şapel: küçük kiliseden mescide çevrilmiş), Yılanlı kilisesi, Çarıklı kilisesidir.
ÜRGÜP
Nevşehir’in 20 km. doğusunda Kapadokya’nın önemli yerleşim merkezidir. Bizans döneminde Osiana (Assiana) , Selçuklularda Başhisar, Osmanlılarda Burgut Kalesi, Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında Ürgüp adını alır. Bu bölgenin en modern ilçesi olan Ürgüp’te beş yıldızlı turistik oteller, şık mağazalar, restoranlar yer alır. Ülkesel ve uluslararası kongreler , seminerler ve uluslararası şarap festivali yapılır.
AVANOS
Nevşehir’den 18 km. uzaklıkta kuzeyde yer alır. Antik adı Venessa’dır. Çok sayıda çanak, çömlek atölyesi bulunan ilçede seramik yapımına Hititler döneminde başlanmıştır. Kızılırmağın getirdiği kırmızı toprak ve milden elde edilen seramik çamuru, Avanos’lu sanatçıların yeteneği sayesinde şekil alır. Çömlek atölyesi volkanik oluşum oyularak, birkaç katlı yapılmış, adı ‘’SIRÇA’’ , sahibi Cemil bey. Üst bahçeden içeri girdik. Bir koridorla atölyenin olduğu alt kata indik. Burada çamur, insan eli,gözü,sabrı ve yüreği ile şekillenme,fırınlanma,süslenme aşamaları ile başlıyor yaşam öyküsüne. En zor kısmı süsleme, günlerce veya aylarca minik bir fırça eşliğinde bezeniyor her parça...Her ailenin kendine ait motif çalışması bulunuyor. Bu geniş salonda hayat bulan çamur üst katta satışa sunuluyor. Kilden yapılan çömleği şekillerinden usta elleri izlerken, Cemil bey şu dizeyi okudu;
‘’Allah seni bir parça topraktan yarattı.
Neden ondan nefret ediyorsun?
Bir parça çamur al.
Ona kendinden bir güzellik ver,
Adı SANAT olsun.’’
ZELVE
Göreme-Avanos’ a 1.5 km. mesafededir. 9. ve 13. y.y. Hirıstıyanlığın önemli yerleşim ve din merkezi olan Zelve’de, Balıklı, Üzümlü, Geyikli kiliseleri ikonaklasik dönem öncesine aittir. Kapadokya’nın en güzel manzaralarından biri ile karşılaşırsınız. Peri bacaları sergisinde büyüklü, küçüklü konik,küt,sivri şekilli peri bacaları sanki elle yapılmış gibi büyüleyici bir manzara oluşturur. Zelve’de peri bacalarının arasında gezerken bol sayıda hediyelik eşya alma imkanınız olur. Fotoğraf çekmek isteyenlere harika kareler sunar. Burada peri bacaları ya tek başına ya da birbirlerine yaslanmış durumda fotoğraf severlere poz verir. Üç güzeller adı verilen peri bacası belki bölgede tek. Oldukça yüksek tüf sütunun üstünde üç tane şapkalı peri bacası harika görüntü sunuyor. Ona’’ üç güzeller adını’’ vermişler.
KAYMAKLI YER ALTI ŞEHRİ
Bölgede çok sayıda yer altı şehri (katakomb) var. Bunlar; Özkonak, Kaymaklı, Derinkuyu, Mazı, Özlüce, Tatlarin. Zamanında insanlar düşmanlardan kaçmak için yapmış bu şehirleri. Kapalı yer korkusu olanların gezmemesi öneriliyor. Kaymaklı şehri, 32 katmandan oluşuyor. Bizans kiliseleri de bu şehirde bulunmakta. Çok dar ve alçak tünellerden geçilerek katlara iniliyor. Duvarlara tuvalet yapılmış, kutu yataklar denilen bölmeler ve şıra yapılan alanlar vardır. 40 m.’ lik iletişim ve hava bacası (şaft) bulunmaktadır. Duvarlarda mum ve yağ kandilleri koymak için oyuklar yapılmış. Özelikle ilk giriş yeri çok dar yapılmış, düşmanlar girmesin diye. Galeri geçişleri de çok dar, bazı yerlerden çömelerek geçilebiliyor. İçeride çok büyük ebatta değirmen taşı bulunmakta, kapı olarak kullanıldığı düşünülüyor. Tabii burada insanların nasıl yaşadığını, geçimlerini nasıl sağladığını, düşmanlardan nasıl korunduğunu anlamada zorluk çekiyor insan.
Dönüş yolunda Tuz Gölü kenarında mola verdik. Tuz Gölü üzerinde yürümek hoş bir duygu. Biraz ilerleyince ayaklarınızın altındaki tuzların yumuşadığını hissediyorsunuz. Uçsuz bucaksız beyazlık sizi kucaklıyor. Gökyüzünde güneş grup halinde yavaş yavaş kayarken sağ tarafda bulunan ay sanki sizi izliyor. Ankara’ya dönerken, bu rüyanın çabuk bittiğini düşünüyordum.
Hayatta bazı şeyler vardır, kelimelerle ifade edilemez. Kelimeler aracı olsa da onu yaşamak, hissetmek gerekir. Kapadokya’da öyle bir yer. Doğanın bir varoluş hikayesi vardır, daha sonra bu hikayeye insanın yaşam ve inanç macerası karışır. Bu nedenle Kapadokya birkaç sayfaya sığamaz. Onu yaşamanız, hissetmeniz, ruhunuzun derinlerinde saklamanız gerekir. Eğer gitmediyseniz , lütfen zaman ayırın, dünyada sadece bir tane olan doğa harikası KAPADOKYA için.....
NOT: Sizlere sadece gezdiğim yerleri aktara bildim. Daha gezilecek,görülecek yazılacak çok şey, yer var. O nedenle mutlaka rehberle beraber gezmenizi öneririm. Ayrıca içme suyu ve yemekler oldukça pahalı. Genellikle fiyatlar dolar kuruna göre ayarlanıyor. Gece eğlencelerine katılmak isterseniz rehberiniz sizi en güzel mekanlara götürür.
Ihlara Vadisi hakkında daha geniş bilgi için NEŞAT DEMİR’in Ihlara Vadisi ve Kaya Kiliseleri kitabından yararlanabilirsiniz.
Nurperi Ünsal.
Mon Jul 21, 2003 fotoGezi
10 Temmuz 2003 Perşembe
bir anadolu gezisi: Akcakoca - Konuralp
Yıllardır aynı turla gezilere katıldığımız için kendimizi aileden bir gibi hissediyoruz. Turla gezerken yeni yerler keşfetmenin yanı sıra, yeni arkadaşlar edinmek, bir başka turda karşılaşıp, o güzellikleri paylaşmak geziyi daha zevkli kılıyor. Bu haziran sabahında, AKÇAKOCA’ya giderken daha önceki gezilerde tanıştığımız gezgin arkadaşlarla günaydınlaştıktan sonra yolculuğumuza başladık.
Yeşilin her tonunu, hatta en güzelini Karadeniz Bölgesi bizlere sunar. Düzce’ye doğru ilerlerken bizi hiç yalnız bırakmayan fındıklar,buğday tarlaları, ağaçlar,renk renk çiçekler yolculuğumuza renk kattı. Betondan yapılmış şehirlerde yaşarken, doğaya ne kadar da hasret kalıyoruz. Bir çiçek , yeşil bir alan ve ya bir orman görebilmek için kilometrelerce yol kat ediyoruz. Yeşil yaprakların üzerinde yer alan kırmızı , ortası siyah gelincikler bu yanlış yapılaşmaya inat; taşların arasından, bahçe çitlerinin kenarından ya da buğday tarlalarının içinde ‘’ ben buradayım, ne yaparsanız yapın yaşıyorum’’ dercesine kaplamış etrafı. Yeşilliklerin içine saklanmış gibi duran Bolu’yu geçtikten sonra Konuralp’e geldiğimizde saat 12.00 olmuştu. Hava oldukça sıcaktı. Konuralp’te bulunan anfi tiyatro M.Ö. 10 - M.S. 20 y.y. yapılmış. Kuzey Anadolu’da ayakta kalan tek örnektir. 3200 yıllık bu tiyatro Roma dönemine aittir. Tiyatro 5000 kişiliktir. Tonoz kemerlerin içinden servis yolları bulunur. Tiyatroya girmek için kullanılan yan giriş bölümlerine OPİDODOMOS, oturma yerlerine KAVEA, sahneye SCENA adı verilir Roma döneminde .
1323 tarihinde Konuralp Osmanlı hakimiyetine alınmış. Konuralp’te on iki ayrı uygarlık hüküm sürmüş , Rus harbinden sonra Kafkaslar bu yöreye yerleşmiştir. Konuralp bir kale şehridir. Etrafı surlarla çevrilidir. Bu tiyatronun yapımında kullanılan horasan harcı; ince kum,saman,kireç ve yumurta akından yapılırmış. Bu harcın kullanıldığı binaların çok sağlam olduğunu rehberimizden öğrendik. Konuralp müzesini gezdikten sonra Akçakoca yolumuza devam ettik.
Akçakoca, Düzce iline bağlı. Adapazarı, Bolu, Zonguldak illerinin kesişme noktasında yer alır. Akçakoca , Düzce’nin sayfiye yeri gibidir. Henüz Ege ve Akdeniz sahilleri bilinmezken yerli turistlerin ilgi gösterdiği yerlerden biriydi. İlk pansiyonculuk 1960-1972 yıllarında bu ilçede başlamıştır. Son yıllarda iç turizm de azalma yaşansa da , eski değerini kazanmaya başlamıştır. M.Ö. 650’li yıllarda Kaunos tarafından ‘’DİA’’ (parlak kayalar) adı verilmiştir. Byttinia Kralı I.Prousios buraya Kieros- Prosias adını verir. Bizans döneminde şehire parlak kayalardan dolayı Diapolis denir. Bizans döneminin sonuna doğru Akçaşar adını alan şehir, Osmanlı döneminde Akçaşehir olur. 1323 yılında şehri fetedebilmek için Osman Gazi, Konuralp ve Akçakoca beyler görevlendirilir. Fetih sonunda şehrin adı Akçakoca olur. 1927 yılında ilçenin otantik evleri çıkan yangınlarda birer birer tarihin içinde kaybolurlar. İlçede modern binalar yerlerini almış durumda. Zamana direnmeyi sürdüren Mehmet Arif Köşkü günümüze kalmayı başarmıştır. Akçakoca ilçesinin 35 km. uzaklığındaki kıyı şehrinde yer alan geniş ve kaliteli kumsalı,berrak ve temiz denizi, Ceneviz Kalesi, Fakıllı mağarası ile dikkat çeker. Ayrıca Karadeniz Ereğli’si yolu üzerinde, şehir merkezinden 7 km. uzaklıktaki Çayağzı-Kumlupınar plajı uzanıyor. Kentin batısında Karasuya doğru biraz virajlı bir yolla ulaşılan çok sayıda koy bulunuyor. Yeşilliklerle bezenmiş yamaçların arasında sıkışan bu küçük koyların birinde, doğayla başbaşa bir gün geçirebilirsiniz. Akçakoca’nın 7 km. güneyinde Fakıllı köyünde bulunan mağaranın 1,5 km uzunluğunda olduğu söyleniyor. Ceneviz Kalesine geldiğimizde, isterseniz sağ taraftaki toprak yol sizi, dia kayalıklarının yanındaki harika plaja ulaştırır. Sol tarafa devam ederseniz yeşillikler içindeki Ceneviz Kalesi sizin ziyaretinizi bekler. Kaleye girince sağ tarafdaki çay bahçesinde mola verdikten sonra yeşilliklerle beraber kale içinde aşağı inmeye başladık. Burası piknik alanı olarak değerlendirilmiş. Ağaçların arasından görünen masmavi denizi takip ederek , dik merdivenlerle aşağı inince belediye plajına ulaştık. Bu plajın arkasındaki tepeler büyük ıhlamur ağaçları ve yeşilliklerle örtülmüş. Kale, 1216 yılında Ceneviz’liler tarafından yapılmış. Tuğla ve moloz taşlardan inşa edilmiş. Ceneviz’liler döneminde önemli ticaret merkeziymiş. Altın ve bakır cevherlerini ,işleyerek Mısır’a kadar gitmişler. Kale 1320 yılında Osmanlıların eline geçmiş. Kurtuluş Savaşı sırasında mavnacılar (denizciler) getirdiği malzemelerin büyük önemi vardır. Verilen emekler sonucunda Akçakoca ilçesine İstiklal Madalyası verilmiştir..
Yemek için molayı limana yakın bir lokantada verdik. Lokanta bahçesi liman manzaralı,temiz,şirin bir yer. Lokantanın ikinci katında bulunan balkondan manzara harikaydı. Limana girişte size iki adet deniz feneri eşlik eder. Balıkçı kayıkları liman içinde yan yana sıralanmış. Balık,salata,kalamar,karidesli menüden sonra sadece bu lokantada yapılan tatlıyı mutlaka tatmanızı öneririm. Tel kadayıfın arasında fındık ezmesi bulunuyor. Üzerine dondurma ve Osmanlı (dağ) çileği ile servis yapılıyor.
Yemekten sonra Akçakoca Merkez Camii’ni gezdik. Camii altıgen biçimli, özgün mimari eserdir. Dışardan pek belli olmayan vitraylar gün ışığını tamamen caminin içine yansıtıyor. İçerden bakıldığında mavi vitrayların güzelliği belli oluyor. Camiinin içi aydınlık,ferah,huzur verici bir sadelik içinde.
Akçakoca’nın en çok Osmanlı çileği, kestane,kestane balı, fındığı meşhurdur. Halkın % 90 fındıkçılıkla uğraşır. Fındık,şimşir,defne,ıhlamur,kestane ağaçları yolları kaplar ve ayrı güzellik katar ilçeye. Sahil şeridindeki çay bahçelerinin önünden ilerlerken dönüş saati de yaklaşmıştı artık. Merdivenlerle sahile inerek kumsala oturduk. Bir efsaneye göre ; iki taşı alarak bir birbirine üç defa vurup, dilek tutulur. Birinci taşı yakına, ikinci taşı uzağa dalgaların arasına atarsınız. Deniz kızları akşam sizin dileğinizi yerine getirirse en kısa zamanda Akçakoca’ya tekrar gelirsiniz. Tabii bizde dileklerimiz tuttuk. Dalgaların eşşiz müziği, denizin mavisi ve göğün akşam renkleri arasında vedalaştık Akçakoca’yla.
Eğer dinlenmek,sakinlik ve huzur arıyorsanız mutlaka bu şirin ilçeye uğrayın. Bizim bir pazar gezimiz bu anılarla tamanlandı. Sizin geziniz hangi pazar bilinmez. Deniz kızları sizinde dileklerinizi umarım gerçekleştirir ve tekrar Akçakoca’da buluşuruz......
NURPERİ ÜNSAL
Mon Jul 7, 2003 fotoGezi
8 Temmuz 2003 Salı
Bir Anadolu Gezisi: Mudurnu
MUDURNU , Hisarcık ve Kulaklı tepeleri arasındaki dar vadiye yerleşmiş bir ilçe. Demircileri,bakırcıları,renk cümbüşü pazarı ve ahşap evleri ile geçmişten geleceğe uzanan bir köprü gibi.... Adını Bursa Tekfuru ‘nun güzel kızı Matarni’den almış. Matarni adına bir kale yaptırmış tekfur. Bu kalenin etrafında gelişmeye başlamış Mudurnu. Matarni adı zamanla Mondernes, Monderna, Mudurlu ve Mudurnu’ya dönüşmüş. Roma ve Bizans dönemleri yaşayan yöre 1307 tarihinde Osmanlı Beyliğine kalmış. 1923’de Bolu’ya bağlanmış. 1991 yılında sit alanı ilan edilmiş. İlçe merkezinde dolaştığımda, ilçenin tarihi değerini kaybetmediğini gördüm. Dün nasılsa , bu gün de aynı. Sokakları gezerken, geleneklerin ahşap evlerde yaşamaya devam ettiğini görürsünüz. Evler genellikle iki , üç katlı. 100 yaşında veya daha fazladır. Evlerin balkonlarını etrafı, tahta oyma sanatının en güzel örnekleri ile süslenmiş. Cihannüma çatı katının adı. Dünyanın seyredildiği yer anlamına geliyor. Çarşı içindeki başka bir ev, kilise görünümü ile dikkat çekiyor. Söylenenlere göre ; Mudurnu’lu bir zengin, yabancı bir ustaya yaptırmış bu taş binayı. İnşaat sürerken yöreden bir genç, ustanın kızana gönül koyar. Yapının kilise görünümü ustanın intikamı olarak yorumlanır yörede.
Yıldırım Beyazıt vali iken, Mudurnu’da kendi adına hamam ve cami yaptırmış. Hamam hicri 784, miladi 1382 yılında mimar Alemi Ömer bin İbrahim tarafından yapılmış. Cami ise 1374 yılında yine aynı mimar tarafından yapılmıştır. Dışarıdan bakılınca küçük gibi görünen caminin bir büyük , dört küçük kubbesi var. İçeri girdiğimde tamamen büyülendim. İçi çok büyük, tavan süslemeleri harika. Yerler duvardan duvara seccade desenli kırmızı halı ile kaplı. Kubbe süslemeleri kırmızı,bordo,mavi,beyaz renklerle Osmanlı motiflerini hayata geçiriyor. Kubbe yüksekliği bilinmiyor ama kubbenin çapı 20 mt. Osmanlı döneminde yapılan ilk geniş kubbeli cami olarak biliniyor.
Armutcular Konağı, Ömer Armutçu’dan kalmış. 1893-94 yılları arasında bir altınlık yövmiye ile çalışan bir usta tarafından yapılmış. Haç şeklindeki çatısı ve mimari özellikleri bakımından görülmeye değer bir yapı. Yapının içi, insanı büyüleyen ahşap işçiliği, ahşap oyma sanatının tüm özelliklerine sahip. Toplam 28 odası ile konak işlevini günümüzde de sürdürüyor. Demirci ve bakırcıların kapılarını araladığımızda , yüz yıl gerilere gideriz. Antika aletleri ile demire , bakıra hayat verirler.
Öğlen saati olduğunda karnım iyice açıktı. Ama bu Mudurnu’da hiç sorun değil. Adını sık duyduğumuz Mudurnu Tavukçuluğun ana vatanı. Avrupa’nın dördüncü büyük tesisi olan Mudurnu Tavukculuğun kapandığını duydunca içimin cız ettiğini itiraf etmeliyim. Tavuk lokantasının ikinci katında otururken, güzel ilçe görüntüsü ile yöreye özel lezzette tavuk yemeği yedim. Burada ilk defa fındık sobası gördüm. Bu soba oldukça yüksek , karnı geniş,üst kısmı honi biçiminde. Honinin içinde fındık kabukları var. Geniş karnında yanan kabuklar azalınca, honiden aşağıya inip yanma işlemine devam ediyorlar. Pratik,doğal ve ilginç bir soba.
İlçeyi tarihi hatıraları ile başbaşa bırakarak Abant’a devam ettim. Abant dağlarının eteklerinden ilerleyen yol giderek yükseliyordu. Abant dağları 1500 mt. civarında, bizim geldiğimiz nokta ise 1325 mt. civarında idi. Aşağıdaki manzarayı kelimelerle ifade etmem oldukça zor. Şahane vadinin bir kısmı sisle kaplı. Bulutlara uzansam yakalayacakmışım hissine kapılıyorum. Bu noktadan sonra yol yavaş yavaş aşağı inmeye başlıyordu. Abant’a yaklaşırken doğa değişmeye,etrafımızı ağaçlar süslemeye başlıyor. Burada otobüsten inerek yürüyerek devam ettik. Yeşil çam yapraklarını, beyaz krema sıkılmış gibi duran kar süslemişti. Çam ağaçlarının altını tamamen beyaza boyamıştı kar. Bu beyaz örtünün üstünde yer yer sarı,kırmızı,kahve rengi sonbahar yaprakları süslüyordu. Hava biraz serin ama tertemizdi. Yokuş aşağı inerken sağ tarafımızda ABANT GÖLÜ’nü görünce rüyadayım sandım. Önümdeki yeşil çamların arasından biri size merhaba diyordu sanki. Gölün etrafı tamamen çam,köknar, kayın ağaçları ile kaplıdır. Çamların yeşil rengi göl sularının kenarını renklendiriyor. Hava bulanık olduğundan gölün suyu da gri görünüyor. Yokuş aşağı inerken gözüm hep göldeydi. Gölün bir sırı vardı sanki; bir şeyler söylemek ister gibiydi. Gölün kenarına inince, doğayla baş başaydım. Sessiz,sakin sonbahar gününde gölün etrafında yürürken, gölün sırlarını anlamaya çalıştım.
Abant gölü, tektonik kayma ile oluşmuş, 1350 hektar alana sahip. Bilinen en derin yeri 17 mt. Etrafı 7 km... Kaynak ve yağmur suları ile besleniyor . İlkbaharla birlikte gölün yüzeyi nilüfer çicekleri ile dolar. Binbir çicek , yabani bitki fışkırır her yandan. Dört mevsim, ayrı bir hikayesi vardır Abant’ın. Eğer dinlerseniz, size sırlarını bir bir anlatır...
Nurperi Ünsal
Sat Jul 5, 2003 fotoGezi
5 Temmuz 2003 Cumartesi
bir anadolu gezisi: BEYPAZARI
Beypazarı , Ankara’nın 98 km. kuzeybatısında, Ayaş, Güdül, Polatlı, Nallıhan, Seben, Kıbrıscık, Çamlıdere ilçeleri ile çevrili. Osmanlı döneminde Bursa Hüdavendigar Sancağı’na bağlı bir bucak iken, 1868 yılında Anlara Sancağı’na bağlı bir ilçe olmuş. Beypazarı, tarihi ‘’İpek Yolu’’ üzerinde binlerce yıllık geçmişi olan kültürel zenginliği ile sizi kucaklar. Selçuklu ve Osmanlı mimari tarzında tarihi eserleri ve Safranbolu’lu ustaların ilçeye yerleşmesi ile tarihi evler günümüze miras kalmış. İlçe sokaklarını gezerken tarihi yolculuğa çıkarsınız. 150-200 yıllık,ahşap evler sizi çok eskilere götürür. Kimbilir bu evlerde neler yaşanmış, ne sevinçler, hüzünler, mutluluklar bilinmez! İki katlı, beyaz badanalı, ahşap çerçeveli bu evlerin içini görmek istersiniz. Sessiz, sakin ama yaşanmış, hayat dolu bu mekanlar sizi tarihin içinde bir yolculuğa götürür. Evler cumbalı ve guşkanalı olan iki veya üç katlı yapılardır. Temel duvarlar taştan, geri kalan kısımlar ahşaptan yapılmıştır. Evlerin tavan arasındaki bölümünün çatıdan yükselerek çıkmasına ‘’GUŞKANA’’ denir. Beypazarı Kültür Evi (müze), Nurettin Karaoğuz tarafından bağışlanmış. Bu müzede kaybolan halk kültürünü, yaşam biçimini hatırlatan eserleri ve antik eşyaları görmeniz mümkün. İlçe topraklarında Hititler, Frigler , Galatlar, Romalılar, Bizanslılar, Selçuklular ve Osmanlılar egemenlik kurmuşlar. ‘’Beyhazar’’ olan ismi büyük öneme sahip olan pazarı nedeni ile Beypazarı olarak değişmiş.
Bütün bu bilgileri rehberimizden aldıktan sonra , ünlü Beypazarı Maden Suyu fabrikasına gittik. Herkese maden suyu ikram edildi. Fabrika bahçesinde mini moladan sonra Beypazarı gümüş çarşını gezdik. Özellikle telkari işçiliği mükemmel olan gümüş atölyelerini ve mağazalarını gezerken zamanın nasıl geçtiğini anlamadık. Öğlen saati olduğunda herkes açıkmıştı. Fakat rehberimiz bize sürpriz yapmak için, yöresel yemeklerin adlarını söylememekte ısrarlı davranınca, iyice meraklandık. İlçe sokaklarında rehberimizin arkasında gezerken küçük bir lokantaya gittik,üst kata çıktık. Herkes merak içinde etrafını incelerken garsonlar yemekleri getirmeye başladı. İlçeye özgü bir yemek olan güveç (etli pilav) , alttan ısıtmalı taş fırınlarda ve özel toprak kaplarda yapılıyor. Yaprak sarması ve baklava ile nefis bir yemekten sonra ilçeyi gezmeye devam ettik.
İpek yolu döneminde kullanılan hanları gezdikten sonra Hıdırlık Tepeye doğru yola koyulduk. Oldukça dik yokuş çıktıktan sonra, çay bahçesi olarak kullanılan tepede oturduk. Sonbahar güneşi içimizi ısıtırken, taze demlenmiş çayımızı içiyor ve ilçeye kuşbakışı bakıyorduk. Kırmızı çatılı, beyaz duvarlı evlerin arasından ağaçlar ve minareler yükseliyordu. Bu da ilçeyi çok sevimli gösteriyordu. Kireç taşı gibi beyaz, ince ve uzun bir tepe tam önümüzdeydi. Bunun adının ‘’dinazor sırtı tepesi’’ olduğunu rehberimizden öğrendik. Yine ilçe sokaklarında dolaşarak alışverişe başladık. Grup alışverişe meraklı idi. Beypazarı kurusu, havuç lokumu, asma yaprağı, gümüş takılar derken tüm çarşıyı dolaşmış olduk. Artık akşam olmak üzere idi ve rehberimizin bize yeni bir süprizi vardı. Sarıyer baraj gölüne gitmek üzere otobüse bindik. Beypazarın’dan çıkarak yolumuza devam ederken bir duman bulutu ile karşılaştık. Burası oldukça büyük alana yayılmış kömür madeni işletmesi idi. Bacalardan çıkan zehirli duman etrafı kirletiyordu. Maalesef yapılan tüm şikayetlere rağmen , hiçbir tedbir alınmamış . Üstelik düşük kaliteli linyit çıkarılıyormuş. Ama çevreye verdiği zararın büyük olduğu hemen fark ediliyor.
Gökyüzü akşam renklerine boyanmaya başladığında, Sarıyer Barajı yakınlarındaki lokale gelmiştik. Baraj gölü hemen önümüzdeydi. Gökyüzünün sarı,kırmızı,kavuniçi,lacivert,mavi renkleri göl sularına yansıyarak,harikalar yaratmıştı. Kelimeler anlamlarını kaybetmiş, sessizlik hüküm sürüyordu. Tam karşımızda , yavaş yavaş kayan , kocaman kırmızı güneşe bakarken, herkes bir şeyler düşünüyor, düşlüyor fakat konuşamıyordu. Çünkü harika bir sonbahar günü bitmişti........
Eğer yolunuz Beypazarın’dan geçerse; Boğazkesen Kümbeti, Suluhan Kervansarayını, İvazdede ve Yediler Türbelerini, Sultan Akşenseddin ve Kurşunlu Camilerini gezmeyi unutmayın!!!!
Bu şirin beldemizin kültürel mirasının günümüze kadar taşınmasında katkıda bulunan Sn. Beypazarı Belediye Başkanı Av. Mansur Yavaş’a ve bu bilgileri bizlere aktaran değerli rehberimiz Doç. Fatih Müderrisoğlu’na teşekkür ederiz..
NURPERİ ÜNSAL - 5 Temmuz 2003 fotoGezi
GİZLİ CENNETİN İZİNDE
Hey merhaba, ben Otoyol Kraliçesi Elvin. Motosikletinin üzerinde yaşayan bir gezgin-yazar. Motosiklet adlı dergide her ay Demirin Efendisi lakaplı Faramarz Azar ile motorlarımızla yaptığımız gezilerdeki izlenimlerimizi, gezmeyi ve bilmeyi seven motorculara aktarıyorum. İki kitabım var. (Ölümüne Sever Maçolar ve 3000 Yılın Sırları)
Herşey Gelibolu gezimizin sonunda başladı. Alçıtepe köyünde, o balıkçının anlattıklarını dinlerken...
Balıkçı, Kuruoba (Assos yakınları) sahillerinde, -5 km.lik patikayı saymazsanız- sadece denizden gidilebilen bir koydan söz ediyordu: Söylediğine göre asla yağmur almayan, Behramkale’yi görse bile, Behramkale’den görülmeyen, temizlikten suyunun fark edilemediği ıssız bir sahili olan, sadece birkaç balıkçının bildiği gizli bir cennetti burası. “Bektaş köyünü geçince sağa bir yol sapar” dedi, “100 m. sonra da ikiye ayrılır, toprak olandan aşağı inilir” ardından garip bir şekilde gülerek “inebilirsen tabii” diye ekledi. Söylediğine göre bir ihtiyar ve karısı vardı orada; bu koya gitmeyi arzulayacak kadar doğa ve macerayı sevenleri ufak bir ücret karşılığı ağırlıyorlardı. Master (master of iron –demirin efendisi- lakabının kısaltılmışı) ile birbirimize bakıp anında kararı verdik: Gizli Cennet’e gidecektik. Kararımızı duyan balıkçı ise asık yüzle: “Orayı motosikletlerle doldurmaya kalkışmayın” diye tehdit etti; sonra da bizi korkutmak istercesine devam etti: “duyurmağa kalkarsanız üzerinize lanet çöker”.
Bu saçma sözlere aldırmadık tabii... Ama belki de aldırsak daha iyi ederdik!
Ertesi gün öğle saatlerinde Çanakkale’de idik; karargahı her zamanki gibi motorcuların makinalarını resepsiyona çeken Bakır Oteline (Saat kulesinin sağında) kurup geç saatlere dek yolculuğu planladık. Sabaha erkenden yola çıktık.
Önce 25 km. ötedeki Truva’yı gezdik. (Çanakkale’den 20 km. sonra sağa sapılıp, 5 km.lik iki şeritli güzel yol ile gidiliyor. Dileyen girişte sağdaki iki lokantada bira içip, yemek yiyebilir). Ardından balıkçının tarif ettiği gibi Çanakkale’den ortalama 15-20 km. sonraki minik Assos tabelasından sağa dönüp, 90 km.lik tali yola girdik. Bir kartpostalın içindeydik sanki.
Her şey mükemmeldi. O şirin köy yolu boyunca kasklar dirsekte, garip bir tango yaparmışcasına birbirimizi sollayarak şakalaşmak ne güzeldi. Ama birden terslikler başladı: Bir anda sırtımda dayanılmaz bir acı duyup motoru zorlukla sağa yanaştırdım. Yeleği üzerimden atar atmaz içimden kara bir böcek uçtu gitti, derimde pis bir yara açarak…
Geyikli yönüne doğru akmağa devam ediyorduk ki bu kez de Faramarz sağa çekip yanına gelmemi işaret etti: Bluzunu göğüs bölgesinde top yapmış, böylece içine giren iri böceği hapsetmişti. Artık ikimizin de birer pis yarası vardı.
Bir süre sonra ise yol yapımına yakalandık! Görevliler, yolun dar olması nedeni ile asfalt sandıkları bir şeyleri geçilecek yer bırakmadan iki şeride birden döküyorlardı. Ne bir uyarı, nede kaçacak bir delik bırakmıştı hazretler. Tam 5 km. boyunca sıcak bir zift ve ufalanmış taşların çatırtılı bir sesle motorunuza/arabanıza yapıştığını düşünün! Pırıl pırıl jantlar, amortisörler, radyatör ve silindirler; hatta çizme ve pantalonlarımız bile minik taşlı katrana bulanmıştı. (böyle bir durumda önce ziftin kabasını kurumadan gazete ile alın, ardından -bilinen yol olan gazyağı ile silmek yerine- motorin ile yıkayıp, bir gece bekletin; sabaha tüm ziftin eriyip akmış olduğunu göreceksiniz).
Terslikler bu kadarla da kalmadı; bu kez de girdiğim köhne, unutulmuş benzincinin alaturka tuvaletine, pantalonumun arka cebine koyduğum ve 15 günlük notlarımın yer aldığı ses kayıt cihazım düştü. Master -homurdana öğüre- kubura kolunu dirseğine dek sokup çıkarabildi. Şanslıydık ki Tavaklı iskelesi köyünde içki satan şirin bir bahçe ile karşılaştık: Gardenya. Birer (!!??!) bira içip kendimize geldikten sonra ver elini Türkiye’nin batıdaki en uç noktası olan Bababurnu yakınlarındaki Gülpınar, ardından Bektaş köyü ve sağa doğru içerlere giren patika.
Böylece 5 km.lik, -amatör bir keçinin açtığı- yola girdik. Bayır aşağı virajlarla inen, üzerinde yumruk büyüklüğünde kayalar, bir karış yarıklar olan kumlu bir yol… önünüzde ise mavi bir düşmüşcesine serili deniz… derken motorum kontrolden çıktı; fren tutmuyor, ön tekerlek garip biçimde kayıyordu. 50 m. sürüklendikten sonra kendimi yerde buldum! Gerçi yavaş gittiğim için solumdaki yamaca savrulmamıştım ama bacağım motorun altına sıkışmıştı. Çekmeğe çalıştıkça ağrısı şiddetleniyordu. Master olmasa öyle komik biçimde beş altı saat yatacaktım herhalde. Meğer çamurluğun altında biriken katran, yolun kumlu çamuru ile karışıp tabakalaşmış ve lastiğimi kilitlemişti! Yirmi üç yıllık motorcu olan Faramarz bile şaştı duruma.
Sonunda vardığımız “İbrahim Amca’nın yeri”ni size nasıl anlatayım? Çiçek tarlasında kurduğumuz çadırı mı; Behiye ninenin şifalı otları, sebzeleri, salataları bahçesinden toplayarak pişirdiği yemekleri mi; yoksa mehtabın beş metre önünüzdeki deniz üzerine dökülüşünü, sırtınızı motorunuza dayamış, elinizde içki ile seyretmenin zevkini mi? Balıkçıların gizli koyunu görün diyoruz. Gezginlerce değil, yolu yapılıp “denize sıfır havuzlu(!)” villalarca keşfedilmeden önce …
Eğer oralara giderseniz Assos’un sadece 6km. ötede olduğunu da unutmayın. Barları, ilginç sokakları ve iyi restoranları ile enteresan bir yer Assos. Merkezi olan İskele mevkii ise minik bir koy. Tüm binalar eski antrepolardan bozma olduğundan kendine özgü bir mimarisi var. Burada konaklamak isterseniz Çinili odalar ve kırlangıç sesleri ile bezeli Nazlıhan Hotel’i öneriyorum. Otelin genel havası çok farklı; özellikle de balıkları gerçekten nefis. Parası bol olan için Nazlıhan’ın sahibi Hilmi Selimoğlu’nun Kadırga koyunda da dört yıldız bir tatil köyü de var. (Hilmi bey seçkin bir festival olan Assos festivalinin de ana sponsoru olacak kadar paranın gerçek(!) değerini çözmüş biri. Kendisini olmasa bile sponsorluk kurumunu yakından tanıdığımızdan belirtmeden geçemedim).
Bir mini safari sonrası, çadır atıp ufaktan Robinson takılmak isteyenler için çok hoş bir fırsat...
Haydi... basın gidin yolların ve sınırların üzerinden;
Kim ölmüş ki yaşamaktan?
Elvin Azar
Sat Jul 5, 2003 fotoGezi
23 Haziran 2003 Pazartesi
bir anadolu gezisi: BARTIN, AMASRA
İlkbaharın başlaması ile doğa yeni giysilerini giymeye, toprağı ve ağaçları renklerle süslemeye başlamıştı. Buğday tarlaları yeni yeşillenmiş, tüm tepeler ve toprak yeşil örtüsünü örtmüştü. Yol boyu yeni yeşillenen ağaçları izledim. Bir ay öncesinde kupkuru olan dalları, yeşil yapraklar süslüyordu. Yeni bir baharda var olmanın sevincini, neşesini bizlere ulaştırıyordu. Arada bir henüz yaprakları açmamış ağaçlarda, kütük bölümlerinden dallarına kadar sarılan yeşil sarmaşıklar hoş görüntüler oluşturuyordu. Bu yeşilliğin içinde yola devam ederken Gerede yakınlarında mola verdik. Çamların içinde yer alan mola yerimizde, bir de küçük göl vardı. Otobüsten inince, çam ağaçlarının harika kokusunu ciğerlerimize doldurduk. Bu sırada rehberimiz çam ağaçlarının efsanesini anlattı.
‘’Ates , Kibele’ye (ana tanrıça, Anadolu’da bereket tanrıçası) olan aşkına cevap alamayınca sunakta ( adak adanan yer) erkeklik organını keserek denize atar. Aşkından, göz yaşları arasında bir süre sonra kendisini de nehre atarak intihar eder Ates. Tanrılar Kibele’ye olayı haber verince Pesinus’a (Ankara yakınlarında antik kent) gelir. Fakat Ates’e yetişemez. Gözyaşlarına boğulur ve gözyaşlarının toprağa düşdüğü yerde çam ağaçları oluşur. Aşklarının daimi oluşunu sembolize ettiği için her zaman yeşildirler.’’ Aslında çam ağaçları çıkardığı enzim nedeniyle kayaları eritip kendi köklerini uzatarak tutunur doğada. Çam ağaçlarına daha dikkatle bakarak yolumuza devam ettik.
Sağ tarafımızda Yeniçağ Göleti yer aldı . Mısır’a kadar giden kuşların göç yolu olduğunu öğrendik. Otuza yakın kuş türünün katledildiği tespit edilmiş. Dorukhan tünelinden geçtik. Bu tünel Türkiye’nin en uzun tüneli, 903 mt. uzunluğunda.
DEVREK, yolların kavşağında kurulmuş. Batı’ya giderseniz Ereğli ve Zonguldak’a, kuzeye giderseniz Kilimli sahiline ve Bartın’a , doğuya giderseniz Karabük ve Safranbolu’ya ulaşırsınız. Devrek ilçesi, Devrek çayının sağ ve sol kenarına kurulmuş. Devrek çayı 150 yılda 50 defa taşmış. Beton köprüleri bile yıkmış. Su taşkınları için en tehlikeli aylar 15 Nisan-15 Mayıs arasıdır. Dere islah çalışmaları halen devam ediyor. Devrek bastonları, dünyaca ünlü bir şöhrete sahip. En önemli usta Çelebioğulları’dır. Birinci sırada gül ağacından, ikinci sırada kızılcık ağacından yapılır. Dört aile baston imalatı ile ilgileniyor. Köylerde eyer, semer ve kaşık yapımı devam ediyor. Halkın % 85 ‘i tarımla, % 15’i ahşap ve nakliye işleriyle meşgul olmaktadır. En kirli hava Çaycuma ‘dadır. Kağıt ve selülozik fabrikaları hem Devrek’te hem de Çaycuma’da yer alır.
BARTIN iline geldiğimizde her tarafın betonla kaplanmış olduğunu üzülerek fark ettik. On yıl öncesinin Bartın’ı yok artık. Beton canavarı ne yazık ki bu güzel ilimizi de istila etmiş durumda!! Bartın , Karadeniz Bölgesi’nin batı bölümümde yer alır. Yörenin ilk yerleşenlerinin , yöreye M.Ö. 14. Yüzyılda gelen Gaşkalar olduğu düşünülmekte. Hitit İmparatorluğu’nun önemli bir güç haline gelmeye başlamasıyla beraber bölgede ki Gaşka hakimiyeti sona ermiştir. Hitit İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra Lydialılar, Persler, Makedonyalılar, Bithynia Krallığı ve Romalılar yöreye hakim olmuşlardır. Roma dönemimde, Bartın’ın askeri ve ekonomik nedenlerden dolayı önem kazandığı bilinmektedir. Roma İmparatorluğu M.S. 395’te ikiye ayrıldığında yörenin Doğu Roma toprakları içerisinde hüküm sürdüğü , 13. Yüzyılda Türklerin Anadolu’ya gelmesinden sonra Bartın ve çevresinin Candarlıoğlulları Beyliğinin hakimiyetine geçtiği bilinmektedir. 1395’de Yıldırım Beyazıt, Bartın ‘ı Candarlıoğlulları Beyliği’nden almakla beraber Amasra’da bulunan Ceneviz kolonisi tesirini sürdürmüş, Amasra 1460 yılında Fatih Sultan Mehmet döneminde Osmanlı hakimiyetine geçmiştir. Bartın, 1924’te Zonguldak’ın ilçesi, 1991’de ise il olmuştur. Amasra, Kurucaşile, Ulus ilçeleridir.
Bartın’ın % 46’sını ormanlar oluşturur. Ortalama yüksekliğin 2500 mt. olduğu Bartın’da Küre Dağları önemli yükseltilerle yer alır. Bartın yaylaları ortalama 1000 mt. yükseklikte yeşille iç içe girmiş yayla evleri, zengin flora , fauna ve manzaraları ile sizi doğaya davet eder. Uluyayla, Ardıç, Kalkınlı, Zoni(Arıt) en önemli yaylalarıdır. Bartın’ın dik ve ormanlık yamaçlarını deniz ile buluşturan 59 km. sahil şeridi yerli ve yabancı turistlerin ilgisini çeker. İnkumu plajı Haziran - Ekim arası yoğun ilgi görür. İnkumu ay şeklindeki geniş bir koydan oluşur. Arkasında ormanlık dağ hemen önünde binalar, yol ve ince kumu ile Antalya plajlarını aratmayan plajı yer alır. Karadeniz aniden dalgalanır, sonra sakinleşir, masmavi denizi ile sizi yüzmeye çağırır.
Bartın ili 18. Yüzyıldan itibaren İstanbul’un tavuk ihtiyacını karşılamış. 17 yüzyıldan itibaren ahşap işinde ün kazanmış. Ahşap evler Karkas olarak yapılmış olup, çıkmalar payanda ile desteklenir. 200 yıllık dönemi kapsayan evlerin sokaklara ve ön cephe yönünde yörenin ahşap işleme sanatını yansıttığı önemli özellikler yer alır. Meşe, gürgen, çam, abanoz ağacı en çok kullanılan malzemelerdir. Bartın evleri genellikle bir sofa etrafında yer alan odalardan meydana gelmiştir. Bahçe içine inşa edilmiş evler yöre ağzı ile ‘’daraba’’ denilen bahçe çitleriyle çevrilidir. Her evin kendine ait kuyusu bulunur. Şehir merkezinde bulunan , Halil bey Camii 1872 yılında Halil bey tarafından yaptırılmıştır. Kubbesiz, dikdörtgen planlı , 2 pencere ile aydınlanan kagir yapıdır. İbrahim Paşa Camii ise Bosna Valisi İbrahim Paşa tarafından yaptırılmış. 150 yıllık camii , kubbenin etrafında olmak üzere on ikisi büyük otuz iki pencerelidir. Tek minareli, tek kubbelidir. Bartın çayı ilin içinden geçer. Eski adı Portenyus – Portenya ; anlamı müzik söyleyen periler demektir. Taşımacılıkta çok önemli bir yeri vardır. Uzunluğu 17 km. dir. Osmanlıda tekne ve gemi yapım yeri olarak kullanılmıştır. Lale devrinde ünlü ziyafetlerin ve şölenlerin yapıldığı yerdir. Bartın nehrinin Karadenizle birleştiği yere yakın dağların içinde denizaltı tersanelerimiz bulunmaktadır. Sol tarafınızda akıyormuş gibi duran Bartın nehri, ortada yol, sağ tarafınızda dağlar bulunmaktadır. Ortada bulunan yol sizi, sol tarafta üzerinde yürüyormuşsunuz hissini veren Bartın Çayının , Karadeniz’le kucaklaştığı noktaya ulaştırır. Yolun sonundaki deniz feneri Karadeniz yolcularına yerlerini belirtir.
AMASRA , Bartın arası 16 km. Bir düz, bir yokuşlu yol sizi Amasra’ya ulaştırır. Yeşilin her tonu ile tanışan gözleriniz daha huzurlu olmanızı sağlar. Amasra’ya gelmeden Anadolu’da yapılmış olan tek yol anıtını gezdik. Kuş Kayası Yol Anıtı M.S. 41-54 tarihleri arasında Roma İmparatoru Tiberius Germanicus Cladius zamanında doğu eyaletleri inşaat komutalığı yaptıktan sonra Bithynia-Pontus Valiliğine atanan Gaius Julius Agulia tarafından yaptırılmış, karayolu dinlenme yeri ve anıtıdır. Anıtta dik merdivenlerle çıkılır. Yüksek bir kayanın ön tarafında kemerli bir niş içine oyma tekniği ile yapılmıştır. Toga giyimli bir insan figürü ve nişin sağında bir sütun, sütunun üzerinde ise kartal motifi bulunmaktadır. Kartal askerlerin sınırsız gücünü temsil etmektedir. İki kitabesi bulunur. Anıttan aşağı inerken manzara harikadır. Fotoğraf çekmeyi sevenler için harika kareler sunar. Etrafta mor çuha ve sıklamen çiçekleri yeşilliklerin arasından gülümser size...
Tarihi M.Ö. 2000’li yıllara uzanan Amasra, M.Ö. 3 yüzyıla kadar Esamos olarak anılmış, M.Ö. 4 yüzyılda Prenses Amatris Amasra’ya gelir, bir kent kurarak bağımsız kraliçelikle yönetir. Prenses birinci evliliğini General Kratos’la (Mısır fatihi) , ikinci evliliğini Denis’le yapar. Denis fazla yemekten ölür ve prenses tekrar Trakya kralı ile evlenir , kral Esamos adını Amasra olarak çevirmiştir. Ametris 295’de kendi adına para bastırır. Prenses döneminde ticaret merkezi olur Amasra (Emperrion) . Mısır’dan bile ürün gelir, burada satılır. Prenses Ametris’in sarayı, deniz havuzuna inen güllerle kaplı yolda yer alır. Şu an bu havuzlar otlarla kaplıdır. Prensesi oğulları birleşerek öldürüp , denize atarlar.
Amasra’da iki liman bulunur. Dış (büyük) liman, iç (küçük) liman. İlk geldiğiniz yer büyük limandır. Burası ay şeklinde içeri girmiş , karşı taraf da yeşil ormanla kaplı bir dağ bulunur. Ne yazık ki, Amasra sit alanı olmasına rağmen bu dağda binalar yükselmekte. Sağ tarafımızda deniz çok hoş bir kumsal oluşturmuştur. Bu kumsalı balıkçı kayıkları süslemekte. Büyük limana indiğimizde öğle saati idi. Rehberimiz önceden lokantada yerimizi ayırtmıştı. Yörenin en ünlü lokantası Çeşm-i Cihan’da ağırlandık. Lokanta iki katlı, yöreye uygun ahşap mimari örneğinde yapılmış. Biz lokantaya gittiğimizde balıklar hazırdı. Lokantanın camından bakınca büyük limanı tamamen görebilirsiniz. Amasra’nın ünlü salatası ve nefis balık kızartmasını yedikten sonra Amasra keşfimize devam ettik.
Ceneviz Kalesi 1460 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından alınmış. Ceneviz’liler 200 yıl burada yaşamışlar. Ceneviz kapısından kale içine girilir. Dört kademeden oluşan kale, içkale (ahmedek) Osmanlı döneminde kale komutanı (Osmanlı’da dizdar – Bizans’da tekfur denir) konaklamıştır. Büyük İskender geldiğinde yenilir ve komutanlarını kendi elleriyle evlendirir.
Kırk direkli çadırın direk uçları , alt kısımları , tahtın ayakları arslan figürlü som altından yapılmış. Kale içinde bulunan çoğu zindan çökmüş durunda. Fetiye Camii (Fatih veya Fetih) bölgenin en önemli camisidir. Fatih Sultan Mehmet fethettiğinde burası Alexios Kommenos zamanında yapılmış bir kiliseymiş. En kısa zamanda küçük kiliseden mescide çevrilir.(şapel)
Amasra sokaklarında rehberimizi takip ederken bir köprüye geldik. Köprünün altından Karadeniz suları geçip iç limanla birleşiyor. Küçük limanın sol tarafında binaların ön tarafında çay bahçeleri yer alır. Köprüyü devam edince sorma gir kapısına (karanlık yer veya karanlık kapı) geldik. Üstü tak şeklinde yapılmış bu kapının tam ortasında bir boşluk vardır. Efsaneye göre bu boşluktan üç taşı delikten kim geçirebilirlerse dilekleri kabul olurmuş. Grubun bütün çabalarına rağmen üç taşı aynı anda geçiren olmadı. Kapıdan geçince Boz Tepe başlar. Boz Tepe’de Karadeniz manzarası harika , karşınızda martı adası bulunur. Ada küçük ama martıların yaşam yeridir. Eskiden ada üzerinde manastır olduğu söyleniyor. Sağ tarafınızdaki tepelerde Amasra evlerinin görüntüsü çok güzeldir. Aşağı baktığınızda kayalıklara hızla çarpan Karadeniz dalgalarının sesi ve rüzgarı ile engin denizlere yelken açtığımız sırada çok sayıda martı havalandı ve herkes fotoğraf çekmeye çalıştı. Karadeniz ufuk çizgisiyle buluşurken Boz Tepe’de çay içip, dinlendik. Rehberimiz antik dönemde denizcilerin (mavnacı) Karadeniz’e konuk sevmez deniz (Pontus Ekselikos) dendiğini söyledi.
Amasra girişindeki sol tarafınıza kalan küçük liman kenarında bulunan müzede tarihi kentten arkeolojik buluntular ve etnografik eserler sergilenir. Maalesef müzede resterasyon çalışmaları devam ettiğinden dolayı ancak bahçesinde sergilenen eserleri görebildik. Son durağımız çarşı. Tarihi kaynaklarda geçen ve meşhur olmuş ağaçlar kestane, defne, ıhlamur ve şimşirdir. Şimşir ve ahşap işlerinin yapıldığı yerler ‘’ çekişciler’’ olarak bilinir. Grup çarşıya girince herkes bir tarafa dağıldı ve hediyelik eşya alışverişi yapıldı.
Güzel olan şeyler çabuk biter derler. Zaman yine çabuk geçti. Dönüş yolculuğunda biraz buruktuk. Karadeniz’in incisinden ayrılmak istemiyorduk. Ama otobüsümüz virajları dönmeye başlamıştı .. Belki başka bir bahar tekrar görüşür, hasret gideririz............
Bence bunları yapmadan dönmeyin!!!
- Amasra’da balık , salata yemeden
- Bozköy ve Çakraz’da denize girmeden
- Doğa yürüyüşlerine katılmadan
- Özgün Bartın evi gezmeden
- Bartın Çilek Festifali’ne katılmadan ...
Bizlere sanat tarihi bilgilerini aktaran rehberimiz Çetin Arslan’a
teşekkür ederiz.
NURPERİ ÜNSAL
Mon Jun 23, 2003 fotoGezi
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)