30 Eylül 2008 Salı

Blogblog: on litblogs and critblogs

Beginblog
Dan Green proposes a new category of book blogs: critblog. It's a useful distinction because, as his post explains, the proliferation of literary weblogs has been led by "superficial chitchat and literary gossip" rather than critical engagement with the oracle. His post reminds me of the daily shock of trawling through dozens of RSS feeds with only the slightest glimmer of interest. While hoping for reviews, speculation, discussion or just original links, I read instead three dozen reports of the death of a famous young author - as if I or anybody else was unaware of Ed Champion's grim post from several days before.

Developblog
This year I've wondered if the blog form had run its course. Did it reach a peak around 2006 as a friend has suggested to me? But what would reaching a peak mean? Dan laments the growth of blogs that do little "to the development of the litblog as a medium" - indeed, they circumscribe it to a bland daily digest - and reveals his plan to "inaugurate a new project" encompassing "more formally-developed critical essays, specifically essays on contemporary American fiction". I'm sure this is a good direction in which to go (as The Quarterly Conversation has proven). However, we should be clear: this is not blogging; a blog brooks no development. That is, if development is the cultivation of a project moving toward a positive fulfilment.

Digressblog
In 2000, when I began writing on Splinters, the idea was to draw attention to the essays, reviews and interviews on the wider site; an eddy in an otherwise stagnant backwater. It also enabled me to write on literary issues without having to expand an aside into an essay or review. Priority was always given to the longer form. Over the years, as blogging's profile rose, I still took time out to write long about Celan, Roubaud, Blanchot and, later, Sebald and Richard Ford, as well as individual reviews, believing this would rid myself of a certain lack. Perhaps there was a hope that the two would combine to form a distinct voice against the prevailing potatohead culture. If such a hope lived then, it's dead now. If we accept that winning is profile and popularity, the potatoheads have won. See, for example, the Guardian Book Blog's suspiciously minimal blogroll. The literary intellectuals at the newspaper evidently prefer to promote chicklit chat even though it makes Loose Women sound like an Oxford High Table.

Even though?

Anyway, such hope is a mirage looking back into the desert of the past. I have always written for reasons that are clear to me: to understand and unpack why, despite being island-bound and monolingual, I sense such an affinity to writers from the European mainland, and why English commensense realism and the happy freedoms of postmodernism* are irredeemably alien to me. If there are readers out there who recognise this feeling and who might then be saved from the dutiful reading of the latest potatohead favourite in order to find their own way, then my efforts have not been in vain.

*Postmodernism is a misnomer. It is the Victorianism of our age. Postmodernism is to Modernism what Victorianism is to Romanticism: a relapse, a celebration of unwitting failure, a backslide into the snug of timeliness and commerce. Modernism is still to come.

Backtothepointblog
The amusing thing about the rise of the blogging idiots - some in their unstately pleasure-domes, some in their Nick Cohen caravans - is that they herald not the decline in newspaper book coverage and, with it, the associated glorious benefits to all, but its success. Rather than facing up to books as unique interruptions to daily life, newspaper book coverage has corralled literature into the interminable chatter of culture. Blogging follows. However, blogging has the small advantage of being able to make the silence of literature its focus. A literary editor would not sanction such pretentious nonsense, as the absence from newspapers of our best reviewers attests.

Trapblog
But I must have said this all this before. Repetition is a necessity of blogging and I used to be happy with that. Yet now, as the delay in the fulfilment of writing becomes a cage rather than a clearing, another indistinct form becomes more attractive. How many blogs have been written in order to open the way for what blogging has replaced?! The question would then be: can another form maintain this spirit of need and enquiry toward its imaginary completion?

Endblog
Imagine then, a book.

Sofya

Sofia kelimesinin Sofistler’den kaynaklandığına dair bir rivayet ile (ki kaynağı ekşi sözlüktür) gitmiştim Sofya’ya. Oysaki şehrin ortasinda Sn. Sofia heykelini görünce Sofia’nin sofistlerle bir alakası olmadığını da öğrenmiş oldum. Felsefe ve siyaset bilimi öğrenmeye ilk başladığımızda Aristo, Platon’dan sonra sofistler ne de fazla ilgimi çekmişti. O hayalle gittiğim şehirde Sn. Sofia’nin heykeliyle karşılaştım.Peki bizim Aya Sofya (Sn Sofia)’nın Bulgaristan’daki Sn. Sofia ile ilgisi var mıydı? Bunu bilemiyorum.

İlk izlenimlerimle hemen başlayayım. Bulgarlar her ne kadar eski sisteme lanet okusalar da eski sistemin onlara bıraktıgı planlı, iyi organize edilmiş şehri hemen fark ediyorsunuz. Geniş yeşillendirilmiş caddeler, birbirine yürüme mesafesinde parklar, eski de olsa geniş toplu taşıma sistemi ilk göze çarpanlar. Binalar halen eski, fakat çok değil bir 5-10 yılda bunların yenileneceği ve Sofya’nın daha da güzelleseceği aşikar. Binaların eskiliğine ragmen (kendi gelir seviyelerine göre)kiralar çok yüksek. 60 m2 eşyali bir evin kirası 400 euro civarında. Üniversite mezunlarının işe giriş ücretlerinin 400 euro civarında olduğunu söylersek mukayese yapma sansimiz olabilir.

İlk kez Türkiye’ye göre fiyatların daha duşuk olduğu bir ülkeye seyahat ettim. Şimdi batılıların ülkemizin tadını nasıl rahatça çıkarttıklarını daha iyi anladım. İstediğiniz kadar yiyin için ödeyeceğiniz hesap İstanbul’dakinin üçte biri oluyor. AB öncesinde Bulgaristan’da turistler ve bulgarlar için ayrı fiyatlar varmış, ama AB sonrası fiyatlar standartlaştırılmıs.

Şehir merkezi tertemiz, ki eskiden çok daha temiz olduğu, deterjanla yıkandığı söylenir. İnsanlar gelir seviyelerine göre iyi giyinmeye çalışıyor, her ne kadar tarzlarından hoşlanmasam da şık giyiniyorlar. Tabii bir kesim var ki ayaklarında beyaz converse’ler ve adidas ürünleri ile Bağdat Caddesi’ni anıştırıyor. Ama bu kesim henüz çok ama çok azınlıkta.

Sofya denince aklıma gelecek bir başka şey de lüks araç sayısındaki fazlalıktı. Caddeler çok pahalı araçlarla dolu idi. İstanbul’dan sonra bu kadar çok sayıda lüks aracı Sofya’da gördüm. İstanbul’u az çok anlayabilirim, 70 milyonluk bir ülkenin ticari başkenti. Peki ama Sofya nedir ki? 8 milyonluk ülkenin 1.5 milyonluk başkenti ve Bulgar ekonomisi ne uretiyor? İllegal işlerin yaygın oldugu, bu lüks araçların biraz da bu illegal işlerin meyvesi olduğu ve sahiplerinin pek de uzun yaşamadığını, yaşam felsefelerinin bari kısa hayatımızı doya doya yaşayalım olduğunu söylüyorlar.

Bunlar ilk izelnimlerim. Peki nerelere gidilmeli? Alexandr Church şehrin en önemli turistik mekanı. Bizim Ayasofya’nın muadili. Ayasofya’nın taşıdığı önemi taşır mı tarihte bilmiyorum. Ayasofya kubbesi ile mimaride çığır açmıs bir mekandır. Alexandr Church hakkında fazla bir bilgim yok. Alexandr Church’un etrafında çok sayıda turistik eşya satıcısı mevcut. Eski sisteme ilişkin ne varsa satılık. Paralar, madalyalar, Sovyet imali fotoğraf makineleri, daktilolar, sikkeler. Hatıra eşya almak için en uygun yer burası.

Alexandr Church’in hemen yakınında rus kilisesi var. Rus kilisesi altın sarısı kubbeleriyle daha süslü, göze daha hoş geliyor. Oturmak icin Onda Caffe çok iyi bir seçim olur. Hemen rus kilisesinin karşısında. Café olarak ikinci önereceğim mekan By The Way’dir. İstiklal’deki Cadde-i Kebir ya da Kaktüs’ün muadili gibidir. Daha bilenlerin gittiği, yol üzeri olmayan bir mekandır. Kitlesi ile aranızda hemen bir yakınlık hissediyorsunuz. Garsonları da aynı sıcaklıkta.

Batı ülkelerinde şehrin veya üniversitelerin en onemli yapılarının kütüphaneler olduğunu söylersek yanılmayız herhalde. Mesela ABD’de Harvard Üniversitesi’nin en önemli övünç kaynağının kütüphanesi olduğunu ve kampüs içerisindeki en gösterişli yapının da kütüphane binası olduğunu hatırlatayım. Sofya’da da kütüphane binası şehrin merkezinde ve devasa.

Sofya Universitesi Bulgaristan’in en önemli üniversitesi ve burda okumak bir gurur kaynagi teskil ediyor.

Bir iki kavşakta bulgar kahramanlarının heykellerini göreceksiniz. Bunlar yeni Bulgar devleti tarafından yapılmış heykeller. Osmanlı’dan bağımsızlıklarını 1900’lerin başında kazanmış bu devletlerin ancak şmdi bağımsızlıklarına kavuşmuş olmaları, yeni yeni bir tarih inşa etmeye çalısmalari insanın ilgincine gidiyor. Fukuyama tarihin sonunu getirmişken Balkan ülkeleri tarihlerini yazmaya yeni başlıyorlar. 21. yy dünyası kafaları iyice karıştırıyor.

Tarih deyince Osmanlı’dan bahsetmemek olmaz. Bulgaristan Yıldırım Bayezit sonrasında Osmanli’nın yönetimine geçmiş ve yaklaşık 500 yıl Osmanlı yönetiminde kalmiş. Ama bugün şehri gezdiğinizde bir cami haricinde Osmanlı’ya ilişkin hiçbir şey göremiyorsunuz. Osmanlının burada hiç bir şey bırakmamış olduğu düşünülemez. Sanırım ya 1900’lern başında ya da 1990’lardaki Bulgarlastırma zamanında Osmanlı yapıları yok edilmiş. Oysa Osmanlı yapıları bugün hiç bir sanatsal değeri olmayan daha çok işlevsel amaçlı Sovyet yapılarından çok daha fazla zenginlik katardı Sofya’nın estetiğine.

Dönüs yolunda yanıma bir kepçe operatörü oturmuştu. Bulgarların türklerden hoşlanmadığını, bunun sebebinin de Yıldırım Bayezit olduğunu, Yıldırım Bayezit ve ordularının Bulgar kızlarına pek de hoş şeyler yapmadıklarını duymuş bulgarlardan. O da Yıldırım Bayezit’in “bu kapasitede biri olmadığını, Fatih Sultan Mehmet gibi biri olduğunu, bu tür şeyler asla yapmayacağını” söylüyormuş Bulgar arkadaşlarına.

İzmirli Mevlut bir Türk inşaat firmasında çalışmak için Bulgaristan’a gelmiş. Henüz 3 aydır Bulgaristan’daymış. Önceki gece 2 yaşındaki kızının sesine dayanamadığını, hemen izin isteyip kızını görmek için yola koyulduğunu anlattı bana. Önce İstanbul, sonra İzmir. Ne de heyecanlı idi. Isı birikip dönmek istediğini ama 3 aydır Şirkette çalışmamasına rağmen 2 aylık maaşının içerdi olduğunu, eğer dönerse 1 aylık maaşını vermeyeceklerini söyledi. Bütün maaşlarını tam alabilmesi için 12 ay burada çalışması gerekiyormuş. Mevlut’a 12 ayin sonunda da inşaat firmasının mutlaka kendisine bir şekilde kazık atacağını, bir kişim maaşını alamayacağını düşündüğümü söylemedim. Şirket maaşını vermezse ne yapabilir, hakkını nasıl arayabilir? Nasıl da gayri insani bir durum. Günde 12-14 saat çalışıyorsunuz ve bunun karşılığında da alacağınız 3 kurusu yalvar yakar alabiliyorsunuz. 21. yüzyılın köleliği de bu olsa gerek. Mevlut’un aylığı 1000 Euro imiş. Ayni şantiyede çalışan Bulgar isçilere ise 600-700 levha, yani 350-400 Euro veriliyormuş.

Fakat Türk isçilerin daha çok çalıştığı, patronların Türkleri tercih ettiğini soyluyor Mevlut. Türk isçiler daha çalışkan ve daha becerikli imiş. Bulgarlar cuma aksamları isi birikip diskoya giderlermiş, keza Cumartesi Pazar da öyle. Oysa Türk isçileri cuma cumartesi de çalışıyormuş. Mevlut uyanmış, “aslında onların yaptığı doğru diyor.””

Mevlut de hayatında diskoya ilk kez Sofya’da gitmiş, diğer pek çok arkadaşı gibi. Ve diğer arkadaşları gibi onun da Bulgar sevgilisi varmış.

Yine ondan aktarıyorum Türkleri Bulgaristan’da en fazla sevenler çingenelermiş. En alttakiler yani. Bulgar sosyetesi dediği Sovyetlerin Bulgaristan’a yerleştirdiği şimdiki Bulgarlar Türkleri aşağı tabaka olarak görüyormuş.

Sofya’da Sovyetlerden kalma çok sayıda heykel var. Bu heykellerin sanatsal değeri yok. Devasa heykeller. Yıkık dökükler. Sofya yönetimi her ne kadar hazzetmese de bu heykelleri korumalı bence, sonuçta bir donemin sembolleri onlar. Bir 50 yıl sonra bugünkü kuşaklar göçtükten sonra Sovyetleri anlatacak tek şey onlar kalmış olacak. Osmanlı eserlerine yaptıklarını Sovyet eserlerine yapmasınlar, tarihten hınç almaya çalışmasınlar. Ben söyleyeyim de onlar ister yapsın ister yapmasın:):)

Yukarıda kepçe operatörünün duygusal seklide savunmak zorunda kaldığı tarihsel olgulardan bahsedelim. Bütün Balkanlarda ayni görüsün hakim olduğunu en bastan söyleyeyim.

Kızın ilk gece hakkı sadece Osmanlı sancaklarına ait bir şey değildir bu Avrupa’da feodalite zamanında derebeyliklerde mevcut olan bir sistemdir. Ayrıca yeniçeri sistemi sebebiyle ailelerden koparılan en sağlıklı ve zeki çocuklar yüzünden de Osmanlıya kızgınlar. Bu kızgınlık pekâlâ anlaşılabilir ama sunu bilmiyorlar: Osmanlı yeniçerilerini mutlaka gayrimüslimlerden devşirmiyordu, yeniçeriler arasında Türk ailelerden devşirme çocuklar da vardı. Ayrıca devşirilen her çocuk da mutlaka yeniçeri yapılmıyordu. Enderun’da yetişen gayrimüslim çocukları Osmanlının yönetiminde yer alıyorlardı. En iyisi bu konuda Mülkiye’den hocam Albert Ortaylı’nın “Tarihimiz ve Biz” kitabinin ‘Osmanlının Balkan Fütuhatı’ ve ‘Balkanlarda Osmanlı Hâkimiyeti’ bölümlerini okumanız. Devşirilen çocuklar ve ilk gece hakki konusunda Boston’da MIT’den bir Bulgarlar bir tarih muhabbeti yapmak zorunda kalemistim. Sosyal bilim okumamışlara “tarihi kendi tarihsel koşulları içinde değerlendirmek gerekir” fikrini anlatmak niçin bu kadar zor? 500 yıl öncesine buğunun değer yargılarıyla ve buğunun maddi koşullarından bakmanın doğru olmayacağını örneklerle açıklamaktan dilimde tüy bitti!

İlber Ortaylı hocamızdan hatırladığım bir aniyi araya sıkıştırayım. Mülkiye’de ya 3 ya da 4. sınıf öğrencisiyiz. İlber Ortaylı’dan Türk İdare Tarihi dersi alıyoruz. Vizede hocanın sorduğu 50 puan değerindeki soru şu: Aşağıdaki şehirleri çizeceğiniz dünya haritası üzerinde gösteriniz? Şehirler hangileri mi? Aklımda kalanlardan bazıları: Varna, Dubrovnik, Yemen, Viyana, Kudüs. Bu şekilde 10 civarında şehir adi vardı. Bu kadar temel düzeyde bir coğrafya ve tarih bilgisine sahip olmayanı bu okuldan mezun etmem demişti. Bu kadar temel duzeyde bir coğrafya ve tarih bilgisine sahip olmayanı bu okuldan mezun etmem demişti.

Bulgaristan’ın niçin kolaylıkla AB üyesi olduğunu veya AB’nin onu nasıl kolaylıkla kabul ettiğini Sofya’ya ayak bastığınız anda rahatlıkla anlıyorsunuz. Evet, fakir görünen bir ülke ama yine de kendinizi Avrupa’da hissediyorsunuz. Ayni şeyi İstanbul sokaklarında dolaşsanız hissedemezsiniz. Sultanbeyli değil kastettiğim; Taksim’de dolaşsanız da ayni. Bundaki en önemli etken Bulgarların eğitim seviyesinin yüksekliği. Hemen HDI Human Development Index’e bakalım. Evet, bu indexte Bulgaristan 53, Türkiye ise 84. sırada. Bulgaristan gelişmiş toplumlar, Türkiye orta gelişmiş toplumlar kategorilerinde bulunuyor.

HDI hakkında kısa bir not verelim. HDI insanlardaki ne kadar uzun sure yasayacaklarına ilişkin beklenti, 15 yas ustu okur yazarlık oranı, okumuş veya okuyan insan sayısı ve kişi başı GSYIH oranlarının bileşiminden oluşan bir index. Bu index 177 ülkeyi 3 ayrı kategoriye ayırıyor. Yüksek, orta az gelişmiş. Toplumların gelişmişliği hakkında en nesnel karşılaştırmayı sağlıyor bu index. Türkiye’yi sıralamada buralara prangamlaysan herkese bin lanet okuduktan sonra yolumuza devam edelim. Index için

Gelişmişlik indexinde aramızdaki 30 ülkeye rağmen benzerliklerimiz hiç de az değil. Düğün konvoyları oluşturup, kornalara basarak hem trafiği kilitlemek hem de gurultu kirliliği yaratmak konusunda indisteki sıralamamız ayni. Pazar günü en az 5-6 düğün konvoyu Sofya’yı allak bullak etti. Hepsinde de gelin arabaları lüks jipslerdi. Gösterişe düşkünlüğümüz de aynı.

Gelinle damat şehrin önemli ve güzel yerlerinde fotoğraf çektiriyorlar. Bu bizde yok mesela. Boston’da Common Park’ta rastlardık benzer şeylere. Bir çiftin fotoğrafını çektim, hemen tiyatro binasının önünde.Gelinle damat şehrin önemli ve güzel yerlerinde fotoğraf çektiriyorlar. Bu bizde yok mesela. Boston’da Common Park’ta rastlardık benzer şeylere. Bir çiftin fotoğrafını çektim, hemen tiyatro binasının önünde..

.

En güzel caddesi trafiğe kapalı olan Vitosa Street’dir. Eğer hava güzelse bu cadde üzerindeki cafe-barlarda oturup muhabbetinizi yaparken yoldan gelen geçenleri seyredebilirsiniz. Bu cadde ile ayni adi taşıyan dağa çekip Sofya’ya tepeden bakabilirsiniz. Dağın yukarısında 5 yıldızlı bir otel-kayak tesisi var, çok çirkin bir otel ve kanımca ancak 3 yıldız eder. Bu otelden müthiş bir manzara var. Fakat hava soğuk olduğu için bahçe kapılarını kapatmışlar, dışarıya çekip Sofya’nın fotoğraflarını çekemedik. TV verici istasyonuna gidin, ortan fotoğraf çekin dediler. Orda da çok da dostça görünmeyen kopeklerden dolay içeri giremedik.



Sofya ilk Balkan seferim oldu, fazlasıyla memnun kaldım. 2 gün Sofya’yı gezip görmek için yeterli.

Sofya fotograflari icin tiklayiniz:



24 Eylül 2008 Çarşamba

Sony Reader response

For the last couple of weeks I've been using a Sony Reader. In researching it before arrival, I was excited by the possibility of being able to read PDF files and long Word documents in comfort, as if they were books. How many times have I begun reading, abandoned reading, begun reading again and abandoned reading again such matter? Despite warnings of issues with formatting, I was eager to begin reading again ... again.

First impressions upon arrival were deceptive and threatened initial hopes. It seemed rather small. The screen has no backlight and there is no colour, so one's eyes are not drawn let alone delighted. Mark at RSB has said already that he thinks it is cul-de-sac technology and thus ephemeral. It certainly doesn't shout very loud. However, the odd thing is that, for me, it's precisely this sense of a blocked road that will enable e-Readers to survive. The Sony Reader's problem is that perhaps it serves its purpose too well: that is, it enables the reading of books as we read them now, as books.

But what's it like to use? As with most new gadgets, it took some while to get use to the navigation and functionality. First, the ON/OFF button is a slider on a spring so, as one is expecting a click, one's instinct is to slide it across again, thus switching it off before it has awoken. Second, the page-turning buttons are also small and, worse, unsatisfying to the touch, while the other buttons seem to have very limited purpose. Third, the menu screens are utilitarian if not ugly and the speed of formatting and page-turning is surprisingly slow, certainly for one used to broadband. In use, it felt not so much cutting edge as strangely retrograde, the equivalent of expecting an iPod yet receiving a Walkman with a C90 and Fast Forward only instead.

Yet, after a weekend of using the Reader as my only source of reading matter, I realised the expectations set by music and phone gadgets obscure what makes the new technology ideal. After all, it had to take a particular form: the book.

My test run consisted of three documents: a 10,000-word .rtf file, a 33-page PDF file of an essay by Eduardo Cadava on Barthes' Camera Lucida, and a real live eBook of Paul Auster's The Book of Illusions. The latter, I assumed, would test the Reader's ability to cope with a compulsive page-turner.

I read the Word document in a couple of hours. The alternative would have been to read it on screen or to print it. The difference offered by the Reader was a revelation. I did not read the rtf document as a yet another work-in-progress but as a book. While others might lament that there was no means of editing or writing notes on screen, the lack of additional control or interaction with the words meant reading became the sole activity. Patience was required, particularly as 10,000 words equated to 63 Reader pages at the highest level of zoom. However, free of distraction, and because the Reader is comfortable to hold (like a modest hardback), patience came easily. What's more, when the transfer from page to page was slowed to several seconds with the unformatted PDF, patience was enhanced and prompted even more concentrated engagement. And, with 50 pages left of The Book of Illusions, I'm picking up the Reader as if it is a book and, for the same reason, unable to put it down.

Mark has also speculated that the technology might one day find itself "bundled back into mainstream devices (notebook laptops and phones)" which might in turn draw in those who otherwise would not read. Perhaps this will be a good thing. However, it would have less to do with the civilisation of the book than the culture of information: books as tools, books as guides, books as repositories; the movement towards a form of communication that is immediate, transparent, enabling and, ultimately, solipsistic. What the Reader relies upon instead, what it emphasises and encourages, is the face to face engagement with the singular form of the book.

Safranbolu - 1





Kastamonu Yaylaları





Söyleyecek bir söz yok. Fotoğraflar bu güzelliği yansıtıyor...

Daday At Çiftliği




Geçen ramazan bayramında Kastamonu'daki Daday At Çiftliğindeydik. At çiftliği hem konaklama hizmeti veriyor hem de burada atlara binme ve civardaki yaylalara atla gitme imkanı buluyorsunuz. Çiftliğin sahibi Levent Bey burada çok güzel bir tesis yaratmış. Güzel derken aklınıza süper lüks bir yer gelmesin. Burasının güzelliği Levent Bey'in ve ailesinin konukseverliğinden ve ortamın sıcaklığından kaynaklanıyor.  Odalar son derece sade ve küçük. Ama oldukça temiz. Her odanın kendi banyosu daha doğrusu tuvalet ve lavabosu var. Sabahları çok leziz bir köy kahvaltısı, öğlenleri çoğu zaman yöresel yemekler,  akşamları da açık havada mangalda et ve köfte veriliyor. Geceleri büyük ateşler yakılıyor ve çayınızı ateşin başında keyifli bir sohbetle içiyorsunuz. Ortam o kadar sıcak, hizmet o kadar candan ki gelen konukların çoğunun ikinci veya üçüncü gelişi. Yalnız akşamları çok soğuk oluyor bu yüzden kalın birşeyler giymekte fayda var. Doğa'nın içinde huzurlu, sessiz ve sakin bir tatil geçirmek isteyenler için Daday At çiftliği bulunmaz bir fırsat.

Bir mucizeye tanık olduk

Bir hafta sonu bu seferde yakınlara gidelim, yollarda çok zaman kaybetmeyelim istedik. Bunun için de en güzel seçenek Şile'ydi. Atladık arabaya ver elini Şile. Yolda bir keçi sürüsü ile karşılaştık. Fotoğraf çekmek için arabadan indiğimizde çobanın bir keçi ile ilgilendiğini fark ettik. Biraz daha yaklaşınca keçinin yeni doğurduğunu fark ettik. Çobanın söylediğine göre yarım saat önce ilk yavrusunu doğurmuştu. İkincisi ise henüz doğmuştu. Anne keçi çektiği acıya rağmen yavrularını temizliyor ve ayaklandırmaya çalışıyordu. Çobanın yardımıyla biraz süt emen yavrular görülmeye değer bir manzaraydı.

22 Eylül 2008 Pazartesi

Yaşayan bir tarih: Alaeddin Konserveleri




Gelibolu'da beni çok mutlu eden, çocukluğuma götüren bir isim çıktı karşıma: Alaeddin Konserveleri. Ben küçükken nur içinde yatsın canım dedeciğim bu firmanın "kızlı sardalya"larından alırdı. Büyük bir hevesle konserveyi açmasını bekler, biran önce yemek için sabırsızlanırdım. Çocukluk işte...
Alaeddin konservelerine gelince; firma Türkiye'nin ilk balık konservesi üreticisi. 1928 yılında kurulmuş. Sardalye konservesinin yanısıra ton balığı, uskumru, domates salçası gibi başka ürünleri de var. Günümüzde bu tip üretim yapan fabrikaların artması firmanın üretimini kısıtlasa da Alaeddin konserve hala dimdik ayakta...

Gelibolu




İki hafta önce Geliboludaydık. İnsanın o topraklara adım attığında içini garip bir duygu kaplıyor. Ormanlık alanın büyük bir kısmı yanmış olsa da bir tarafta masmavi bir deniz bir yanda yemyeşil sakin, huzur veren bir orman. Ama yıllar önce bu topraklarda ne kadar çok kan döküldüğü, vatanını korumak uğruna gencecik insanların canını verdiği akla gelincede hüzünleniyor insan. 1. Dünya savaşı sırasında Çanakkale savaşının en yoğun ve en kanlı kısmı yaşanmış burada. 300 bini aşkın insan yaşamını yitirmiş. Bunlardan 60 bin kadarı Türk askeri 250 bini aşkını da Avustralya, Yeni Zelanda, Fransız ve İngiliz askeriymiş. Beni etkileyen diğer bir şeyde savaşın üstünden yıllar geçmesine rağmen hala denizden ve topraktan savaşla ilgili bazı kalıntıların çıkması. Düşünüyorum da büyük önder Atatürk'ün tek bir sözüne canlarını vatanları uğruna feda eden o gencecik insanların kemikleri ülkemizin şimdi içinde bulunduğu durumda sızlıyor mudur?...

21 Eylül 2008 Pazar

Gelibolunun kedileri



Geliboluda hiçbir yerde görmediğim kadar yavru kedi vardı. Sarı olan kedi ise fotoğraftan da belli olduğu gibi en hareketli ve sinirli olandı.

17 Eylül 2008 Çarşamba

Thomas Glavinic: Night Work

If the writer is, as Maurice Blanchot declares, a daytime insomniac, then the reader is his sleeper sunk in the other's impossible dreams.

But what of the boundary separating one from the other? If we recognise a space between writer and reader, between the sovereign self and the unavowable community of booklovers, between mastery and oblivion, does it exist in a purely metaphorical realm, an unlit border crossing with inattentive guards perhaps or a no-man's land littered with corpses and literary critics? Or could it be that the space is before us, for real, hidden in plain sight?

I recognised Thomas Glavinic's name from the 2007 German Book Prize so picked the copy from the library shelf for a closer examination. It wasn't the shortlisted Das bin doch ich (which has yet to be translated) but an earlier novel Die Arbeit der Nacht: “An ordinary man wakes up on an ordinary day to find that he's the only living creature in the city ....”.

A library worker had added a sticker to inform clue-blind readers that this is Science Fiction. However, Daniel Kehlmann's praise for the book opens this to question: “Night Work is”, he says, “a wonderful, big novel about ... the uncertain border between waking and dreaming”. That would make it Austrian science fiction then, just as Kafka's Der Verwandlung is Austro-Hungarian science fiction. Indeed, the literal translation of the title The Work of Night implies that night is at work in the story as it was in Gregor Samsa's sleeping body. This is very much the opposite of sleepless agency implied by Night Work and it marks out the territory of the novel far more accurately than any other label.

By day Jonas works hard to explore his lonely situation. The bulk of his story is taken up with descriptions of his thoughts and behaviour. He looks around the silent city, he adopts an Alfa Romeo, he redesigns his flat. In this sense, the book is workmanlike realism, written in the third person as if there is indeed someone else in the world who knows more. We're with Jonas as he awaits change, seeing signs in every minor scene, every leaf blowing across a path. But nobody answers his phone calls, nobody responds to the notes he leaves all over Vienna, and he sees nothing in the video recordings set up across the city. We are not rescued by a twist in the tale. Glavinic maintains the reader's fascination because the relentless lack of revelation infects every new situation with ominous promise. After 150 pages, with tension and exhaustion becoming indistinguishable, and with over 200 pages still to go, I feared he would lose nerve and introduce a grand explanation. There was no need, the original title is revelatory enough: what happens happens in the dark.

What happens first is that Jonas discovers not the apocalypse but singular existence, distance from the world. On the first page, making breakfast, the bread-knife slips:
He'd cut himself to the bone, but he didn't appear to have damaged a tendon. It didn't hurt, either.
He holds his hand under the cold tap and inspects the cut.
No one, himself included, had ever seen what he could see. He'd lived with this finger for thirty-five years without ever knowing what it looked like inside.
The unique presence of the inside of his finger and the unique experience of witnessing such unique presence heralds many other moments like this. In effect, his entire existence becomes a round of unique moments. By coincidence or not (and it makes no difference) indeterminate epiphanies like those experienced by Jonas also appear on the opening page of My Year in the No-Man's Bay by Glavinic's illustrious elder compatriot Peter Handke. The novel lists extreme experiences which seem to signal both something and nothing at all including, as it happens, the accidental cutting of a finger to the bone. The narrator also rinses it under a stream of cold water: "Part of me was numb" the narrator says. "The other part carried on with the day as though nothing were amiss". They prompt him to become, or try to become, a passive observer and, in his work as a writer, to present the world as it is; bone white. To write, what's more, against what until then had been a self-contained universe, itself a kind of death; a world without others. The work of the outside - something working through him - proved fruitful to his life as nothing else had:
For me, nothing can sweep that fruitfulness from the world. From it I know what it is to exist
For Jonas, the experience is similar except that he wants to return to the community of friends and family without losing his new found land of the self. It means he must be there to witness it all. But how can the world and his witnessing coincide? There's a clue in the novel's epigram from Kundera's Immortality expressing the belief that there is no happiness in living. "But being, being is happiness. Being: transforming oneself into a fountain into which the universe falls like warm rain." Jonas' adventures can be seen as a rage to become that fountain, a channel through which all the world can flow.

In the first scene of Kundera's novel, the narrator is captivated by a single gesture of a woman which seems to remove forty years of bodily aging. "There is a certain part of all of us that lives outside of time" he observes. Jonas as himself, apparently alone, is deprived of time and is, though he may not be conscious of it, trying to maintain the timelessness of the gesture that is his life. In his wanderings around Vienna, he finds himself at a fairground shooting stall firing a few shots.
He hung up another target and slowly crooked his finger.
He had always fancied that you could die of slowness by prolonging some everyday action indefinitely - to infinity, or, rather, to finality - because you would depart this world while still engaged in that process. A step, a gesture, a wave of the arm, a turn of the head - if you slowed that movement more and more, everything would come to an end, more or less of its own accord.
His finger curled around the trigger. With surprising clarity, he realised that he must long ago have reached, yet failed to reach, the point of release.
Yes, the world would end of its own accord but he wouldn't quite be there. He'd be engaged always elsewhere in an endless, timeless action. This might explain why the novel appears overlong.

Whatever his fancy, Jonas remains subject to human time. He has to sleep. It is here that the novel becomes subject to the logic of its title. As he needs to witness everything so he must witness the night. He sets up a camera to film himself asleep. What he sees is someone else, someone he calls “the Sleeper” engaged in actions his waking self cannot recall. An apparently unbridgeable division is recognised. The work of sleep undermines his conscious life to the extent that, by the time Jonas is engaged in his most ambitious plan, he has more or less lost conscious control. He becomes both his biblical near-namesake Jonah down in the sides of the ship sleeping soundly as the storm rages and the terrified sailors above fearing for their lives. How can the two be reconciled?
So the shipmaster came to him, and said unto him, What meanest thou, O sleeper? arise, call upon thy God, if so be that God will think upon us, that we perish not.
Jonas as the shipmaster asks the same question, makes the same demand of his sleeping self. In the bible story, the sleeper knows that he has been chosen and must sacrifice himself to calm the seas. Once overboard he is swallowed by a large fish and, three days later, vomited onto dry land to complete his worldly mission set by God. Jonas' sacrifice is more ambiguous. Night Work ends in a grand valedictory gesture in which he begins to die of slowness, begins to witness eternity. For the book itself, the point of release has been reached and has, as a result, failed, but necessarily. The reader is awoken, vomited back into the world. We have been subject to the work of the night. There it is, the book. A division is recognised.

13 Eylül 2008 Cumartesi

Sultan Alaaddin'in Şehrinde

At Aladdin's Capital City
At Aladdin's Capital City, originally uploaded by voyageAnatolia.

Konya İnce Minare Medresesi ana kubbesi ve iç mekanı. Günümüzde Harward, Berkeley, Stanford, Oxford, Cambridge, MIT neyse, 13. yüzyılın, yani 1200'lü yılların dünyasının en önemli üniversitelerinden...

İnce Minare

12 Eylül 2008 Cuma

See also

Pinter podcast
The British Library has posted a 47-minute podcast interview with Harold Pinter. Recorded this month, Pinter "discusses his work in forthright terms" and asserts that "to tackle injustice, our job is to look for the truth and tell it". See also the Pinter Archive blog.

8/22
One such truth might be the death twenty-two days ago of 91 men, women and children in "a 6-hour air and ground assault by U.S and Afghan commando forces". 61 children, 15 women, 15 men. Marc Herold reports. It's a truth that seems not to have troubled the blogosphere. What was that Chomsky said about ants? See also The Afghan Victim Memorial Project.

Proust's additions
"In 1913, the novel was to be 1500 pages; by 1922, when Proust died, it was 3000. How did it grow to such proportions?". Alison Winton provides answers in the two-volume Proust's Additions next month from Cambridge University Press (though it seems to be a reissue of a thirty-year-old edition). See also Blanchot's answer in the much shorter The Experience of Proust (part of The Book to Come).

Mamure Kalesi

Aladdin's Castle
Aladdin's Castle, originally uploaded by voyageAnatolia.blogspot.com

Anamur Mamure Kalesi.

Interruption

Nicholas Murray calls it "the war against serious writing" while Lee Rourke sees "a sanitised agenda that force-feeds an eager public the dross we see masquerading as literature these days". Yes, it's Man Booker Prize shortlist time!

Both writers are staggered by judge Louise Doughty's banalities excusing the deeply conservative selection. Her notion of what constitutes "literary skill" further lubricates the Prize's slide into Thumping Good Read territory. There are enough book prizes already rewarding such books. As the most prominant literary prize in the UK, the Booker should draw attention to works that interrupt mere craftsmanship as they seek more than "a good plot" and "finely tuned sentences". Though not a novel (and thereby ineligible), Lee Rourke's own Everyday is an admirable example of a writer going in the opposite direction to the Man Booker.

11 Eylül 2008 Perşembe

Tarihe olan saygısızlığımız...


Efes Antik kentinde gezip yüzyıllar öncesinin medeniliğine, mimarisine ve yaşamına hayran olurken maalesef karşımıza çıkan manzara bu. İşte biz ancak bu kadar medeniyiz...

Selçuk'ta Şişçi Yaşarda mutlaka bir mola verin

Efes ve Meryemana gezilerinden sonra çok acıktık. Foça'ya kadar dayanamayacağımız için nerede yemek yiyebileceğimizi sorduk. Herkesden aldığımız cevap aynıydı: "Şişçi İzzet (Yaşar)". (Şişçi İzzet ismi sizi yanıltmasın burası dedeleri Yaşar bey'inmiş. O yüzden iki isimle biliniyor). Her neyse sora sora bulduk mekanı. 1-2 masadan ibaret küçücük bir yer. İlk başta çok salaş izlenimi versede yediğimiz çöp şişlerin enfesliği bize bu hissimizi tamamen unutturdu. Daha sonra ablamlarla beraber didim'den gittiğimizde köftesini de yedim ve gerçekten çok beğendim. Salatası, çöp şişi, köftesi ve en önemlisi güleryüzlü hizmetiyle mola verilmesi gereken yerlerin başında Şişçi Yaşar.

Meryemana Evi'nin sincapları



Meryem Ana Evi / Selçuk




Buralara kadar gelip Meryem ana'da dilek tutup, şifalı suyundan içmemek olmazdı. Tanıdığım çok kişiden dileklerinin gerçekleştiğini duymuştum (Buna ablam da dahil ama benim dileklerim olmadı maalesef). Meryem ana girişi paralı ve çok açık kıyafetlerle içeride dolaşılmaması üzerine uyarılar var (çok kısa şortlar, mayo, bikini vs.) nede olsa kutsal bir mekan. Bu ev Meryem ana'nın son yıllarını St. John ile geçirdiğine inanılan bir yer ve hıristiyanlar için hac yeri. Ayrıca müslümanlar içinde kutsal sayılıp, dua edilen dilek tutulan bir yer. Buradaki küçük kilisede rahipler görev yapıyor ve adak mumlarının satışıyla bağış topluyorlar. (girişte alınan paraların kiliseyle bir ilgisi yok direkt selçuk belediyesine gidiyor) İnsanlar tuttukları dilekleri küçük kağıtlara yazıp duvardaki panolara asıyorlar. (Bende yazıp astım. Artık ne kadar çok şey yazıp eşimin gözünü korkuttuysam yazdığı kağıtta sadece "hayırlısı" yazıyordu). Çeşmeden akan suyun da şifa getirdiğine inanılıyor.

10 Eylül 2008 Çarşamba

Efes Antik Kenti




Foçantique Hotel'de zamana yolculuk


Foça için tatil programı yaparken Foçantique Hotelde kalmaya karar verdik. Eski bir rum evi butik otele dönüştürülmüştü. Ferforje bezeli apartmanı gördüğümde eyvah dedim. Hani burası eski bir taş evdi? Meğerse bu apartman şirin bir bahçesi olan güzel bir taş evi saklıyormuş.Her odanın bir adı var ve antika eşyalarla bezeli. Bize "Kale" isimli odayı arkadaşlarımıza da "Aynalı" odayı verdiler. Odamıza girince kendimi bir anda eski zamanlarda yaşıyormuş gibi hissettim. Otelin sahipleri genç bir çift turist rehberliği yaparken istanbulun keşmekeşinden kaçıp foça'da ailelerinden kalan bu yeri restore edip otele dönüştürmüşler. Bence çok da iyi etmişler ve Foça'ya bu güzel yeri kazandırmışlar. Muhteşem kahvaltısı ve ortamıyla gerçekten güzel bir yer. Foça'ya gidenlere mutlaka tavsiye ederim.