31 Ağustos 2007 Cuma

Our desperate friend

The Editor's Corner at The Book Depository makes a good point about the recent survey that found "almost 10% of Britons aspire to being an author". No, Mr Ed points out, most of that 10% want to be JK Rowling, which is something else.

Even so, many do still wish to become authors, even if it means working "very hard for very little recognition and for precious little money". Creation is its own reward (apparently). With this fresh in mind, I began to read Enrique Vila-Matas' novel Montano's Malady (I refuse to link to the English edition and its cretinously truncated title). It's about a man who is literature-sick. Every situation in his life is immediately related to a memory of literature. Someone, he decides, looks like Robert Walser, which reminds him of that WG Sebald said Robert Walser looked like his grandfather and died in the same way, walking in the mountains, and so on. (Vila-Matas reminds me, incidentally, of a comic WG Sebald, if you can imagine such a thing). The narrator introduces his son, Montano, whose malady is the inability to write any further. The struggle with literature-sickness and Montano's Malady maintains the book's energy and, as Three Per Cent's review says, is also a sort of manifesto for a renewal of literature against its enemies (aka "Pico's moles").

The great thing about the novel is that it's both very light on the surface yet also profound, moving and inspiring. No way is it "heavy stuff" as one mooing reviewer claimed. It's an ideal, unputdownable, thumping-good-read for that ambitious 10%. They can see their situation portrayed in a novel. Not being able to go on is, after all, a vital part of life.
I'm going to go to the kitchen to have a yogurt; I shall be accompanied by the desperate friend who always goes with me, that friend who is myself and who, so as not to fall into the clutches of cursed despair, writes this diary, this story of a soul trying to save itself by helping the survival of literature, this story of a soul no sooner strong and steady than it succumbs to depression, in order then, laboriously, to get back on its feet, to readjust through work and intelligence, constantly battling with Pico's moles.

Catch up

Only 48 hours without an internet connection and it's like I've been lost up the Orinoco (or the Ouse in my case). So here's a catch up:

Claire Messud makes a surprise recommendation of The Loser by the "crabby, darkly witty, furiously bleak and utterly uncompromising Thomas Bernhard". (Dispatches from Zembla also picked up on this and links to my scan of Mr Claire Messud's review from 1992). The novel, she writes:
puts us inside the head of a coldly embittered man, who aspired to be a great pianist — until he heard Glenn Gould play, and realized he could never be as good. It is, you see, about being talented, and still being a loser.
Well, if I were being picky, I'd want to emphasise that the narrator's failure is apparent only in his success as the narrator, which gives hope to all us other losers. It's the way to go. (Link via the Bernhard site, which also offers a recent review of the novel by Gould expert Kevin Bazzana).

By the way, I say it's a surprise recommendation because, from reading about Messud's novels, I wouldn't imagine them influenced in any way by Bernhard. I had hoped if more English-speaking novelists "got" his work, they would never write such novels again. Hope?, Bernhard?!

Elsewhere, Charlotte Stretch reviews Benoît Duteurtre's The Little Girl and the Cigarette, which I know nothing more about except that he comes recommended by Milan Kundera and that the novel is translated by Charlotte Mandell, a recommendation in itself. The novel is published over here by Telegram Books "bringing new writing from around the world" and by Melville House in the US.

An apparently much smaller outfit, Inkermen Press, has recently published Daniel Watt's intriguing Fragmentary Futures: Blanchot, Beckett, Coetzee. I appreciate the way this book draws in a living writer to argue "the legacy of the fragment remains as much a responsibility for modern literature as for the event of the German Romantic fragment":
The work of Coetzee demonstrates the fragment's relation to Levinasian ethics, inviting a responsiveness to the 'other': a situation that maintains the singularity of the work without reducing it to particular critical positions.

29 Ağustos 2007 Çarşamba

Didim, Apollon Tapınağı



Apollo, Zeus ve Leto'nun oğlu, ay tanrıçası Selen'in yerini alan avcı tanrıça Artemis'in okçu kardeşi. İtalya'ya Anadolu'dan gittikleri DNA araştırmaları ile kanıtlanan Etrüsk mitolojisinde Apulu. Antik çağlarda genç erkeklerin idolü; tıp, şifa, bilim ve ışığın sembolü.
İsmini bir Anadolu tanrısından, Arslan Baba, ya da Işık Baba anlamına gelen Appaliunas'dan, Hitit ve Hurri tanrısı Aplu'dan almış olabilir. Efsaneler efsaneleri doğurur. Göçlerle, savaşlarla, ticaret yollarıyla yayılır. Aplu'nun "Enlil'in oğlu" anlamına gelen Aplu Enlil'den, yani diğer adıyla Akad tanrısı Nergal'den dönüşmüş olması muhtemel. Nergal ise Babil güneş tanrısı Şamaş'la ilişkili... Homer, Truva savaşında Apollo'yu Aka'lara karşı Truva'lıların yanında tasvir eder.
Delfi'de olduğu gibi Ege'nin çeşitli yerlerinde kâhinlerin, şifacıların, rahiplerin, hekimlerin insanların çeşitli dertlerine çareler buldukları Apollo tapınakları vardı. Bunlardan en eskisi Didim'deki Didymaion'dur. Buradaki rahipler tapınaktaki şifalı bir su kaynağından içerek ilham alırlardı.

Didim ilçesinin ilk yerleşim izleri Neolitik Devre (M.Ö. 8000) uzanır. M.Ö. 16. yüzyılda Miken, Giritliler ve daha sonra da Aka kolonilerinin varlığı görülür.
Milet'in kutsal kapısından başlayan kutsal yol güneye doğru genellikle kıyı boyundan giderek, Didyma'nın Panormos adlı limanına ulaşıyordu. Oradan güneye doğru devam ediyor ve Didymida tapınağın kuzeydoğusunda adak ve sunu terasının önünde son buluyordu. Kutsal yolun Didyma'ya ulaşan son kesiminde, her iki yanda oturur vaziyette insan heykelleri ile yatar durumda aslan heykelleri bulunuyordu.

Didymaion Arkaik Dönem'de yaklaşık olarak yüz yıl boyunca Branchidier adı ile bilinen bir rahip ailesinin yönetiminde çok büyük üne kavuşmuştur. M.Ö. 600 tarihlerinde Mısır Kralı Necho ve daha sonra Croesus, Didymaion'a armağanlar sunmuşlardır. Bodrumlu tarihçi Herodotus'a göre Lydia'nın meşhur zengin Kralı Krezüs (Croesus), Didyma Tapınağı'na, Delphi'ye gönderdiği altından sunuların ağırlığında ve onların benzeri eserler göndermişti.

2. yüzyılın sonlarında yaşamış ünlü Lidya'lı gezgin ve coğrafyacı Pausanias, Didyma'daki Apollon ve Efes'deki Artemis kutsal yerlerinin ilk İon yerleşmesinden daha eski olduğunu söyler. Didyma Tapınağı'nda M.Ö. 500 yıllarında kült heykeli olarak yer alan ve elinde bir geyik tutan Apollon Philesios'un heykel tipi, Hitit-Anadolu geleneğiyle ilişkilidir.

Krezüs, Apollo, tapınak kâhinleri demişken... Bodrum'lu Herodot anlatıyor: Büyük bir uygarlığı yeryüzünden sileceksin...

Fotoğraflar: Nurten Yağcıoğlu

27 Ağustos 2007 Pazartesi

EFES ARTEMiS TAPINAĞI

Artemis tapınağının 16. yüzyılda yapılmış Heemskerck çizimi

Antik dünyanın yedi harikasından birisiydi Efes'teki Artemis Tapınağı, kısa yoldan ünlü olmak isteyen bir genç tarafından yakılmadan önce. Artemision, Artemisium, ya da Diana Tapınağı, tanrıça Artemis için yapılmış, M.Ö. 550 yıllarında tamamlanmış, tamamen mermerden inşa edilmişti.



Dünyanın yedi harikasını derleyen Sidon'lu Antipater, antolojisinde tapınağı şöyle tarif eder:
Gözlerimi alamadım,
Babil'in yüksek duvarlarından,
Atlı araba, yolların kavşağına eriştiğinde,
Ve gördüğümde Alpheus'un Zeus heykelini,
Ve asma bahçelerini,
Ve Güneş'in Colossus'unu,
Ve muazzam işçiliğini yüksek piramitlerin,
Ve anıt mezarını Mausolus'un...
Ama Artemis'in evini gördüm,
Bulutlara kurulmuş...
Tüm diğer harikalar donuklaştı gözümde,
Selam olsun!
Olimpus'tan uzaklarda,
Güneş bu kadar muhteşem bir şeye hiç bakmadı asla...
2. yüzyılın sonlarında yaşamış ünlü Yunan gezgin ve coğrafyacı Pausanias, Artemis ibadet yerinin İyon göçünden ve hatta Didyma'daki Apollo tapınağından bile eski olduğunu, İyonya öncesi halkının Lidyalılar ve Anadolu'nun yerli halkı Leleglerden oluştuğunu söyler.

Tapınak M.Ö. 550 yılları civarında Girit'li mimar Chersiphron ve oğlu Metagenes tarafından tasarlanmış ve inşa edilmiştir. Tapınak Lydia'nın meşhur zengin Kralı Krezüs (Croesus) tarafından başlatılan ve finanse edilen 120 senelik bir projenin eseridir. "Karun kadar zengin" sözünde adı geçen Karun, her ne kadar İran'da bir nehir adı olsa da, aslında Lidya Kralı Krezüs'den başkası değildir. Meşhur "Karun Hazinesi" New York Metropolitan Müzesinden alınarak Uşak Müzesine getirildi... Gerisini biliyorsunuz...

Artemis Tapınağı Anadolu'nun ekonomik olarak güçlü bir bölgesinde yer almaktaydı. Pek çoğu Artemis'e çeşitli mallar ve mücevherlerle saygılarını sunmaya gelen tüccarlar, krallar, turistler ve inananlar tarafından ziyaret edilen bir yer haline geldi. Saygınlığı bir zamanlar tapınağa sığındığı ve korunduğu söylenen Amazonlar'a dayanan geleneksel bir sığınaktı aynı zamanda.

Tapınak birçok inanıştan etkilenmiştir ve birçok farklı dinden insan için bir inanç sembolü olmuştur. Efesliler Anadolu'lu ana tanrıça Kibele'ye taparlardı ve inançlarının büyük bir kısmını Artemis'e de dahil ettiler. Efesli Artemis, (Efesya) Romalı karşıtı Diana'dan çok farklı bir şekil aldı. Gizemli Artemis kültü uzak diyarlardan binlerce ziyaretçi çekti.

Her derde deva olarak görülen tanrıça Artemis, Hititlerin Kubaba'sının ve Friglerin Kybele'sinin (Sibel) bir devamı olarak görülür. Titanların soyunda gelen Ay tanrıçası olarak Selene'in (Selen) yerini alan Artemis, Apollon'un kız kardeşi bakire avcı tanrıça Diana'dır. Efes'li Artemis ise oldukça farklıdır. Yunan tanrılarının aksine daha çok yakın doğu ve Mısır tanrılarını andırır. Bereketi temsil eden çok göğüslü Tanrıça, Efes'te basılmış paraların üzerinde, başında Kibele'nin bir özelliği olan bir taç ile resmedilmiştir. Kibele gibi Efes'te ki tanrıçaya da bakire kızlar hizmet etmekteydi.


Fotoğraflar: Nurten Yağcıoğlu
Artemis'siz Efes düşünülemez. O kentin üne kavuşmasında rol oynamıştır. Doğu dinlerinin etkisini taşıması, Anadolu halkına hitap etmesi, Artemis adını alarak Yunan ve Roma dünyasına yani batıya yayılması, bünyesinde birden fazla tanrılık niteliği taşıması, bu kadar üne ve saygıya sahip olmasının nedenleridir.

Roma çağında Efes, İskenderiye'den sonra doğunun en büyük kenti olmuş, nüfusu 200 bini aşmıştır. Bu yüzyılda tarihsel olaylar yaşayan kent, yer sarsıntılarından sonra kentin tekrar onarılması için imparatorlar gayret göstermiştir. İmparator Neron bir karışıklıktan yararlanarak Artemis Tapınağının hazinelerini Roma'ya taşımıştır ama kentin onarımı için gereken para yardımını da yapmıştır. Tiyatronun sahne yüksekliği onun döneminde ilk kez yapılmıştır.

Hristiyanlık tarihinde sürekli olarak rol oynayan bir kenttir Efes. Yerli halkın çok çeşitli soylardan geldiği bilinmektedir. Her birinin kendine ait kültürü, gelenek ve görenekleri, inançları vardı. Ulusların kültürel etkilerini ve uygarlıklarını kabul etmekteydiler.

Tapınak MÖ 356 yılının 21 Temmuz'unda, kısa yoldan ünlü olmak isteyen Herostratus adında bir genç tarafından yakılarak yıkıldı. Tapınaktan geriye bugün sadece bir kaç mermer parçası kalmıştır.

Efes'e egemen olan Romalıların zamanında Efes'liler kendi istekleri ile Latince öğrendiler, dinde değişiklik olmamıştır. Eğitim sistemi, yönetim ve hukuk sistemi Romalıların isteklerine uygun olarak ilerledi. Buna karşılık sanatta özgürlük vardı. Ev, dükkan gibi küçük olanları taş ve tuğladan yapılıyor, üstü ahşap çatı ve kiremitle kapatılıyordu. Duvarlarına özel bir sıva (stuk) vurularak üzerine çeşitli resimler yapılıyordu. Tapınaklar, diğer binalar civar köylerde bulunan mermer ocaklarından getirilen mermerle yapılıyor, taş işçiliğinin örnekleri veriliyordu.

British Museum'un sponsorluğunda John Turtle Wood 1863'de tapınağı araştırmaya başladı. 1869'da 6 metre derinlikte, çamurların içinde tapınağın temellerini buldu. Bulduğu heykelleri ve bazı kalıntıları British Museum'a götürdü. Tapınaktan çıkarılan yapılar ve heykeller orada sergilenmektedir. Bugün bataklık halinde olan Tapınağın asıl yerinde ise tek bir sütun haricinde hiçbir şey bulunmuyor. 1904'de yine aynı müzeden D.G. Hograth'ın liderliğindeki bir ekip kazılara devam ettiler ve sitede birbirinin üzerine inşaa edilen 5 tapınak olduğunu keşfettiler.

Dünyanın 7 harikası...

ANTiK ÇAĞLARIN ALTIN ŞEHRi: EFES

''Kentler uzun yıllarda kurulur, bir anda yok olur...'' der Seneca...

Anadolu, dünyada eski uygarlıkların kurulduğu, altın çağlarını yaşadığı, yıkıldığı, kaybolduğu ender rastlanan zenginliğe sahip topraklardır. Çeşitli sebeplerden yok olan bu kentler uzun çalışmalar sonucunda yeniden hayat buluyor. Antik çağın altın şehri EFES, Roma'nın küçük Asya eyaletinin görkemli başkenti, erken Hıristıyanlık döneminin en önemli dinsel merkezi, Meryem Ana'nın yaşamının son günlerini geçirdiği, Aziz Paulus'un defalarca ziyaret ettiği ve antik çağın yedi harikasından biri olan Artemis Tapınağı'nın yer aldığı SELÇUK ilçesi şimdiki durağımız. Tepede Selçuk Kalesi, sağda hemen kalenin altında Aziz Jean Kilisesi, solda İsabey Camii ve Artemis Tapınağı kalıntıları ile görkemli tarihi bizlere ulaştıran eşsiz turizm beldemiz...

Efes önceleri, Küçük Menderes Irmağı'nın Ege Denizi'ne dökülen körfezin kıyısında ve Panayır Dağı eteğinde kurulmuş... Küçük Menderes'in getirdiği alüvyonlar limanı doldurunca dağın güney batı yönüne, Bülbül Dağı yamaçlarına taşınmış. Tunç çağları ve Hititler'e ait yerleşimler de bölgede saptanmıştır. Hititler döneminde kentin adı Apasas'dır. M.Ö.1050 yıllarında Yunanistan'dan gelen göçmenlerinde yaşamaya başladığı liman kenti M.Ö. 560 yılında Artemis Tapınağı çevresine taşınmış. Efes'i sırası ile Persler, Sparta Krallığı, Büyük İskender, Bergama Krallığı, Roma Krallığı, Gotlar ve Selçuklular ele geçirmiş. Büyük İskender'in M.Ö. 333'te kenti almasıyla birlikte 50 yıl süren refah dönemini yaşamış. Helenistik dönemde en parlak dönemini yaşayan şehir, Roma'nın Asya eyaletindeki en önemli şehirlerinden biri olmuş. M.Ö. 1. y.y. kent önemli bir ticaret merkezi haline gelmiştir. Efes ve tapınak 262 yılında Gotlar tarafından yıkılmış, bundan sonra eski görkemli günlerine bir daha ulaşamamıştır. Bizans Çağında tekrar yer değiştiren Efes şehri, ilk kez kurulduğu Selçuk'taki Ayasuluk Tepesi'nde yeniden kurulur. 1330 yılında Türkler tarafından alınan ve Aydınoğulları'nın merkezi olan Ayasuluk, 16.y.y. itibaren küçülmeye başlamıştır. 1923 yılında Cumhuriyetin kurulması ile Selçuk adını almıştır.

Efes ören yerinde, Hadrianus Tapınağı girişindeki frizde 3000 yıllık kuruluş kehanetinden şu şekilde söz ediliyor: ''Atina kralı Kodros'un cesur oğlu Androklos, Ege'nin karşı yakasını keşfetmek ister. Önce, Delfi kentindeki Apollon Tapınağı'nın kahinlerine danışır. Kahinler ona, balık ve domuzun işaret ettiği yerde bir kent kurulacağını söyler. Androklos bu sözlerin anlamını düşünürken Ege'nin mavi sularına yelken açar. Küçük Menderes (Kaystros) ağzındaki körfeze geldiklerinde karaya çıkmaya karar verir. Ateş yakarak tuttukları balıkları pişirirken, çalıların arasından çıkan domuz balığı kaparak kaçar. Böylece kehanet gerçekleşir ve buraya kent kurulmaya karar verilir. Efes'i gezerken kendinizi zaman tünelinde hissedersiniz.

Sokaklarda yürürken, kütüphaneyi, tapınakları gezerken burada kimler yaşamış, yaşantıları nasılmış, bu kocaman taşları, mermerleri nasıl üst üstte yerleştirmişler, hangi teknikle yapılmış, birkaç defa yıkılmasına rağmen nasıl günümüze kadar yaşamayı başarabilmiş diye düşünürsünüz. Sevinçlerin, hüzünlerin, mutlulukların paylaşıldığı bu topraklarda yaşayan insanları merak edersiniz. Her şey yaşanmış ve bitmiştir. Ama izleri bizlere hatta bizlerden sonraki nesillere mesaj vermeye devam edecektir. Bu topraklara yaşam hikayelerini bırakarak ayrılmışlardır.

Efes'in tamamını, kenti savunmak amacı ile yapılan duvarlar çevreliyor. Düzgün taş bloklardan iki metre genişliğinde, altı metre yüksekliğinde örülen duvarlar, sık sık kare planlı küçük kulelerle desteklenmiş. Efes limanı tarafında küçük tepe üzerinde görülen kule, diğerlerinden daha büyük ve iki katlıdır. Halk arasında St. Paulus Hapishanesi adı verişmiştir. Sur duvarlar iki kapıdan kente giriş çıkış sağlıyor. KORRESOS KAPISI ve Meryem Ana yolu üzerinde bulunan MAGNESİA KAPISI... Efes'in 30 km. doğusunda bulunan önemli, eski bir kenttir Magnesia. Kapı Efes'i, Magnesia'ya bağlayan yolun başlangıcında yer alır. ''Roma Barışı'' döneminde İmparator Vespasianus tarafından üç girişli ve kemerli bir görünüm kazanarak ''Onur Kapısına'' dönüştürülür. Bu kapının Pion Dağı tarafında bulunan geniş alana yayılmış çok sayıdaki kız heykellerinden dolayı KIZLAR GYMNASİUM'u (Doğu) olarak bilinir. Antik çağda eğitim, spor kurumları olarak yapılan Gymnasiumlar, 6-16 yaş çocuklarının eğitimleri için kullanılıyormuş. Spor, müzik, anatomi, tıp ve hitabet dersleri verilirmiş.

M.Ö.1. y.y. DEVLET AGORA'sı (alışveriş alanı) ticari agoralardan farklı olarak devletin kontrolünde dini, politik, sosyal toplantıların yapıldığı, kararların alındığı kutsal alanda bir de tapınak yer alır. Agoranın kuzeyinde yer alan Stoa, Aguatus döneminde Bazalika' ya dönüştürülmüş, resmi toplantıların ve borsa işlemlerinin yapıldığı yer olan Bazilika İyon mimarisine ait 3 nefli ve kolonlu bir binadır. Bazilika'nın kuzeyinde bulunan VARİUS HAMAMI, klasik Roma hamam mimarisi tarzında yapılmış, Tepidarium (ılık bölüm), Caldarium (sıcak bölüm)' ün tabandaki sıcak hava künkleri günümüze kadar gelmiştir.

ODEİON, küçük bir tiyatro olan yapı M.Ö.5. y.y. 23 oturma sırası ile ortadan ikiye bölünmüş, 1400 kişi kapasiteli sahne binası iki katlıdır. Kentin ölümsüzlüğünü simgeleyen, kent ateşinin hiç sönmediği yer PRYTANEİON'dur. Salonun çevresinde tanrı ve imparator heykelleri sıralanmıştır.





KURETLER CADDESİ, Celsus Kitaplığı'ndan başlayan cadde Panayır ve Bülbül Dağları'nın kesiştiği yerde Devlet Agorasına yönelerek, Herakles Kapısında son bulur. Kentin önemli yapılarının sıralandığı beyaz mermer plakalarla kaplı yolun her iki tarafı dekoratif mozaik tabanlı sütunlu galerilere açılıyor. Sütun aralarını kaideleri hala yerinde duran önemli kişilere ait heykeller yer alır.

DOMİTİAN TAPINAĞI, antik çağda kentleri için baş rahiplerin gözetim ve yönetim onuruna sahip olmak çok önemlidir. Efes, dört kez sahip olduğu bu onuru korumak için Pergamon (Bergama), Smyma (İzmir) gibi rahipleri ile çatışmıştır. İmparator Domitian adına yapılan 8X13 sütunlu tapınakta bulunan sunak Efes Müzesinde sergilenmektedir.

HERAKLES KAPISI, Roma Çağı sonlarında yapılan kapı Kuretler Caddesi'ni yaya yolu haline getirmiş. Ön cephesinde Kuvvet Tanrısı Herakles kabartması dolayısıyla bu ismi almış.

TRAİAN ÇEŞMESİ, M.Ö.102-114 yılları arasında inşa edilmiş, eskiden havuzun ortasında Traian'ın büyük heykeli bulunan çeşme iki katlı ve köşeli bir yapıymış. Sular havuza heykelin altından dökülürmüş.

HADRİANUS TAPINAĞI, Korinth düzenli ve frizlerinde Efes'in kuruluş efsanesi işlenmiş. Kemerin en üst orta kısmında kent tanrıçası ''Tyche'' büstü bulunmaktadır. Teraslar üzerine inşa edilen çok katlı yamaç evlerde zengin aileler yaşarmış. Evlerin tabanlarında mozaikler, duvarlarda mermer kaplama ve freksler yer alır. Dört bin metrekare alana inşa edilen evlerde ısıtma, soğutma sistemleri, yemek, oturma, çocuk odaları bulunur.

CELCUS KİTAPLIĞI, Kuretler caddesi ve Mermer Cadde'nin birleştiği yerde Efes'in en önemli anıtsal yapısıdır. M.Ö.105-107 yıllarında Efes'in Asya eyaleti prokonsülü Julius Cesar Polemeanus'un ölmesi üzerine, onun anısına oğlu Aquila tarafından mezar anıtı ve kütüphane olarak yaptırılmış. Kitap ruloları yapı içerisinde duvarlardaki nişlerde saklanıyormuş.

BÜYÜK TİYATRO, 24.000 kişi kapasiteli antik dünyanın en büyük tiyatrosudur. Sahne yüksekliği 18 mt. bulan sütunlu, üç katlı niş, heykel ve kabartmalarla süslü bir görünümdeymiş. Oturma basamakları üç bölümlüdür.

Malazgirt zaferinden sonra, Türkler büyük bir hızla Anadolu'ya yayılır. Efes ve yöresine Sasa Bey atanır. (1304) Daha sonra Aydınoğlu Beyliği Birgi'yi merkez yapar. Sonradan Efes'in değeri anlaşılır ve merkez buraya kaydırılır, beyliğin en önemli limanı olur . Kente ''Ayasuluğ'' denir. Bu dönemde kentte çok hareketli ticaret gerçekleşir. Cenova'lı ve Venedik'li tacirler kumaş, tahıl, kenevir, balmumu, şarap, şap, gümüş, sabun ticareti yaparlar.

Bunları yapmadan dönmeyin:

- Pamucak plajına uğramadan
- Selçuk'ta çöp şiş yemeden
- Nefis lezzetle tanışmak için şeftalinin ve incirin tadına bakmadan
- Efes Müzesini gezmeden
- Şirince şaraplarının tadına bakmadan
- Selçuk Gevekirse Gölü Kuş Cennetini ziyaret etmeden
- Efes'in büyüsüne kapılmadan dönmeyim....

Güzel fotoğraflarını paylaşarak bizi Efes'e bir fotoGezi'ye götüren Nurten Yağcıoğlu'na, yazı ve bilgiler için Nurperi Ünsal'a çok çok teşekkürler...

25 Ağustos 2007 Cumartesi

It's not just me then

At this precise moment, something happened that was very important for me. I don't know how, but I was reminded of a sentence by Nietzsche that I have always read in a thousand different ways, it depends on the meaning I wish to give it each time. It is a sentence I apply to a whole range of circumstances: “One day my name will be associated with the memory of something tremendous - a crisis without equal on earth.”

One cannot go against one's imagination, and at that instant, on the terrace of the Brighton [Hotel], I imagined my name and surname in a few years' time evoking the brutal memory of a crisis in literature that humanity will have overcome - the imagination, when it's very powerful, is capable of these things - thanks to my heroic conduct, Quixote, spear in hand, against the enemies of the literary.
From the wonderful Montano's Malady by Enrique Vila-Matas, translated by Jonathan Dunne.

Sunday supplement

Mark of RSB says he's taking the new Malamud biography with him to North Wales. This is a very special book, so I hope he doesn't waste time enjoying the countryside. Subtitled "A Writer's Life", it uses close analysis of successive manuscripts to demonstrate, among other things, that literature was not merely an adjunct to Malamud's life - the thing that made him worthy of serious gossip, as James Atlas' biography of Bellow seemed to assume - but constitutive of his being. Malamud comes across as a mildly conservative writer. He's quoted as saying he didn't have it in him to be an "experimentalist". But Philip Davis shows how hard he worked to get the books right as he saw it: “My gift is to create what may be deeply felt" he's quoted as saying, which is the only good reason for such experiment anyway. In his last book, Dubin's Lives, this meant a book about - horror upon horror - a writer.

Being faced with this, the demand to create what may be deeply felt, has led JM Coetzee toward his literary uniqueness, and in her review of his new novel and the recent essay collection, Elizabeth Lowry expresses surprise that, in his reading of Nadine Gordimer, “[t]he gourmet's choice in metafiction grumbles at being served up too meagre a portion of realism“. But where in Coetzee's fiction is realism absent? Coetzee is this gourmet's choice of fiction, fullstop. Lowry's naive surprise reminds me of Michael Wood's words on the last line of Nabokov's novel The Real Life of Sebastian Knight:
The last sentence of the novel doesn't, as Nabokov himself may have felt, and as many binary-minded critics have certainly thought, release us into 'mere' fiction, a world that turns out to have been 'only' a book. It points precisely to the precarious but possibly continuing life of whatever has been thoroughly, painfully or ecstatically imagined.
Ah yes, the imagination - is that real?

Elsewhere, Lee Rourke wishes for more lessness in novels. I want to agree at very great length.

And I've just remembered that Nicola Barker, now on the Booker longlist for Darkmans, had a short story published in June on The Mad Hatters' Review. I had mentioned the magazine in June.

Finally, I always read “This Week's Contributors“ in the TLS (unless I'm included and then I'm too embarrassed) because it always throws up interesting information. This week's edition tells us that Tim Dee is "co-editing a new ... book of bird poetry". Well I thought this has been done before, but it's good to see sexism still being resisted...

Smuttering retreats

In writing of "snobbery about smutty books" Sam Jordison complains that we haven't escaped from "the assumption that clever people can cope with raunch and others, well, it might give them bad ideas!". It's probably true - I mean, the assumption is probably true. After all, it has given Sam bad ideas. One is that of a straw man: "If Ian McEwan fills healthy portions of his books with awkward young men's masturbatory fantasies, it's art. When Jilly Cooper glories in no holds barred rutting, it's a cheap attempt to shift units and titillate her (by implication rather pathetic) readers." Who is making these judgements? Nowhere in the blog is the claim that "one deserves more respect than the other, elevated as it is by art" attributed to anyone. Perhaps "the mysterious invisible authorities" who canonise these specious oppositions and producing so much snobbery are closer to home than Sam imagines.

In an old notebook, I found this from James Joyce: "Pornography is kinetic. It has aims and is therefore bad art." (I've no idea where this comes from by the way.) Yet what is bad art? We've all heard enthusiasts recommending Shakespeare with reports of extreme violence in Coriolanus and King Lear or humour in so many of the rest. The suggestion is that thrills and laughs give convenient access to better things - "great art", whatever that is. But what this great art is meant to provide has never trickled down in the same way as the concurrent suggestion: that Shakespeare is no better than wish-fulfilling entertainments - Joyce's bad art. No wonder happy consumers of these are confused and offended when not afforded the same "respect" as those who are stroking only their chins.

One commenter on the blog tries to make the distinction between stories that "explore something about the dysfunctionality of the characters" and bodice-rippers in which "the sex is just there to be sex". Unfortunately this makes literature sound like a branch of sociology and, worse, gives the impression that it is further removed from reality than penny dreadfuls. More bad ideas! Direct access to the real is the hope of art; it wants not ideas about the thing but the thing itself. This hope is soon dissolved, and indeed reality is kept at bay with distancing ideas and the tight control of genre (hence reviewers proudly claiming to enjoy potboilers as much as Pulitzer winners). In contrast, the drama of great art emerges as both ideas and genre are questioned, destroyed even.

For example, Shakespeare's Richard II animates the tension between trust in ritual and growing suspicion. The King undermines authority in the ritual of trial by combat by halting the fight between two noblemen. It all leads eventually to the destruction of faith in his divine right and he is overthrown; superstition can no longer protect him. Richard's death marks a change of epoch. One thing the play doesn't do, however, is doubt the ritual of the art itself. But perhaps doubt is implicit; something we can see from a distance breaking the power of theatre after Shakespeare's time as much as it broke King Richard. (So, if Shakespeare were alive today, he wouldn't be Shakespeare.) Yet it's a trust Sam Jordison tries to maintain. It's understandable as it's constitutive of the products that drive discussion in dominant cultural forums. And it does, after all, have a mysterious cultural authority. The trouble is, it is an artistically empty maintenance. It has no artistic authority. It leads to pointless chatter about respectability, as if that was all great art had to offer! But I don't want to pick on Sam. I've defended him elsewhere and there are others maintaining the dead space more deserving of criticism: Ian McEwan and Jilly Cooper for instance.

19 Ağustos 2007 Pazar

Philosophy and the Novel

Today, Descartes would probably be a novelist; Pascal certainly. A genre becomes universal when it seduces minds which have no reason to embrace it. But, ironically, it is just such minds that are sapping the novel from within: they introduce problems heterogeneous to its nature, diversify it, pervert and overburden it until they make its architecture crack. If the future of the novel is not close to your heart, it should please you to see a philosopher writing one. Whenever philosophers insinuate themselves into Letters, it is to exploit their confusion or to precipitate their collapse.
EM Cioran in The Temptation to Exist (1956).
To write in ignorance of the philosophical horizon - or refusing to acknowledge the punctuation, the groupings and separations determined by the words that mark this horizon - is necessarily to write with facile complacency (the literature of elegance and good taste).
Blanchot in The Writing of the Disaster (1980).

It is perhaps instructive that one of our most elegant writer of novels displaying the utmost good taste should concern himself with Science writing - a philosophy without doubt in itself. Where, then, can we find the true philosophical horizon?

More Handke nonsense

In this weekend's NY Times, Neil Gordon says he lost faith in the work of Peter Handke from the point his career at which mine was discovered (albeit retrospectively as I began in the late 1980s). From Slow Homecoming onward, his novels illuminated a world darkened by the ordnance of a wrongheaded war against cliché. The earlier works seemed dated in comparison.

Gordon complains that since then "his exacting gaze, with its strange combination of compassion and accusation, turned on and began to consume itself." Yet the only evidence he supplies for this is a negative review of his latest novel in translation. He bypasses Across, Repetition and The Afternoon of a Writer, which just happen to be the soaring highlights of Handke's career, if not the newsworthy ones. As William Gass (correctly) regards Repetition one of the great novels of the past hundred years, you might expect at least a mention. Has Gordon read them?

In keeping with his role as literary editor of the Boston Review, Gordon soon brings up Handke's distance from the party line and spins his attempt to amend western perceptions of the Balkans conflict as a "baffling defense of — or, at least, unwillingness to condemn — Serbian atrocities". Handke has stated regret for all atrocities in a war that destroyed a country he loved, which includes those committed by official enemies. Gordon's focus on "Serbian atrocities" suggest he is himself unwilling to condemn as many as Handke. Who's baffling now?

We needn't be surprised as the Boston Review has a history of apologetics for terror; witness the the contortions over Iraq by Susie Linfield.

However, I have to say, after reading the first 120 pages of Crossing the Sierra de Gredos, I share his feelings about the book if not the reasons for them ("Perhaps Handke believes that only scholars and specialists should be allowed to share his secrets" - perhaps Handke writes in good faith and we should read the book itself rather than confect intentions?). Where the three great novels of the 80s were driven by the movement of patient investigation and epiphanic discovery, this novel (and to a lesser extent My Year in the No-man's Bay) is, at best, loose and unfocussed, at worst pointless and boring. Spurious has a post mitigating the book's apparent faults.

Another thing the three novels have in common is an evocation of the rhythm and wonder of walking across a landscape, and it's for this reason Michael Roloff calls Handke "the last great walker on the earth". Crossing the Sierra de Gredos is more like an interminable, fevered dream of a journey. I can only hope that Handke's recent, shorter novels - Don Juan, Kali and the forthcoming Samara - mark a return to form. And that they don't take an age to appear in English.

Anamur, Mamure Kalesi



Mersin kıyılarında ve yaylalarında keşif gezileri yaparken, bir TV kanalında Mersin ve Antalya'da çekilmiş bir dizi Akdeniz'de Gezintiler programını tesadüfen izledim ve Anamur'a, Mamure Kalesine hayran kaldım. Antalya tüm dünya tarafından tanınmış bir kültür, doğa ve tarih cenneti... Ama Mersin yıllardır gitmeme gezmeme rağmen yeni sürprizlerle, yeni keşiflerle beni hep şaşırtan, her karışı insanlık ve doğa mirasının zenginlikleriyle dolu, buna rağmen yerleşikleri tarafından bile yeterince tanınmayan bir ilimiz... Ancak TRT İstanbul Televizyonu tarafından hazırlanan bu harikulade diziyi sadece yayını RTÜK tarafından durdurulan TV kanallarında izlemek mümkün... Demek ki iş başa düşüyor, kolları sıvayıp, daha doğrusu, sandaletleri ve şortu giyip, fotoğraf makinasını alıp yollara düşmek gerekiyor...

Mamure Kalesi eskiden Akdeniz'de namlı bir korsan kalesi olup, Selçuklular tarafından ele geçirilirken tahrip olduğundan onarılıp imar edildiğinden Mamure adını almış. Türkiye'deki en sağlam durumdaki kalelerden...

Tabii ki Anamur gezi planlarımıza eklendiğinden bir ön araştırma yaptım. Bulduklarımı sizinle paylaşmak istedim.

Ama tabii ki orda olmak, görmek, koklamak, dokunmak, yaşamak başka... En kısa zamanda fotogezi turumuzu Anamur, Alanya, Antalya yönünde sürdürüp, size yeni fotoğraflarla Anamur'u ve Mamure Kalesini, Anemurium antik kentini, Anamur konaklarını, kendimiz gezip, görüp, fotoğraflayıp sizinle paylaşmayı umuyorum...





Ama eğer siz "ben gittim, gördüm, fotoğrafladım, işte de burda" derseniz, lütfen yorumlarınızı ve linklerinizi eklemeyi unutmayın...

18 Ağustos 2007 Cumartesi

Make it new (again)

"I think it is possible that talent has moved to other things" he says, "and that real writing is occurring elsewhere, rather than in novels. You have to be very clear about the material that possesses you, and you've got to find the correct form for it. You can't borrow somebody else's form, otherwise you can easily end up with absurdities like, shall we say, the story of a New Guinea chieftain cast in the form of a George Eliot narrative. One narrative goes with a particular kind of life, a particular moment in history; another narrative comes at another time, and you have to find the correct one. The one that feels true to you. Not the one that they teach you about. The minute that you can be taught about something, you know it's not real. All writing has to be new."
VS Naipaul in a Sunday Times interview, 8th May 1994.

17 Ağustos 2007 Cuma

Toroslarda Bir Saklı Cennet: Sunturas



Mersin ve Antik bir öneme sahip Tarsus'u barındıran verimli Çukurova'nın hemen kuzey batısında, Medetsiz, Aydos, Yıldız gibi, en yüksek tepeleriyle 3000 metreleri aşan Orta Torosların, adından da anlaşılacağı gibi tepelerinden kar pek eksik olmayan Bolkar dağları uzanır. Çukurova'lılar belki de Yörük geleneğinin bir devamı olarak yazları genellikle yaylalarda geçirmeyi severler. Yaylalarda köylüler yazın yüksek obruklardan keçi postlarına doldurdukları karları eşek sırtında yayla köylerine indirip, kalaylı bakır tasların içinde rendeleyip, üzerine renk renk reçeller dökerek "karsambaç" denilen bir tatlı yapıp satarlar.

Biz de Güneyde termometrelerin 40'lı rakamlara yaklaştığı bir zamanda Toroslarda bir keşfe çıkalım dedik. Çevreyi iyi bilenler bize Sunturas'dan bahsettiler. Biz de "hadi" deyip atlayıp Akdeniz'in ılık sularından Torosların tepelerinin yolunu tuttuk ...

Mersin Mezitli yakınlarındaki Antik Soli-Pompeiopolis Kenti yakınlarından Kuzucubelen, Fındıkpınarı yaylası yoluna döndük. Gözne, Bekiralanı tarafından da gelmek mümkün. Gözne ve Fındıkpınarı Mersin'lilerin rağbet ettikleri yaylalar. Ama şimdi sizinle bir fotogezi keşfine çıkacağımız gizli cennetler Mersin'in yerlileri tarafından bile pek bilinmeyen yerler...

Kâh genişletilmiş asfalt yollarda, kâh dar köy ve yayla yollarında ilerlerken önce nem azalmaya, sonra sıcaklık düşmeye başladı. Derken çam kokulu tepelerin üzerinde bulutlar belirmeye, esen rüzgar iyice serinlemeye başladı... Bazen bulutların içine dalıp, bazen parlak güneşin altında, orman yollarından ve yayla köylerinden geçerek dağlara doğru yolumuza devam ettik.

"Sunturas neresi?" diye sora sora Fındıkpınarı yaylasını ve Yüksekoluk Köyünü geçtikten sonra Çağlarca Köyüne geldik. "Santuras neresi?" diye sorduğumuzda "Bura" cevabını aldık.

Burada "Santa Iras" adında çok ilginç ve temiz bir restoran ve alabalık tesisi var. Tabii ki ilk yaptığımız iş oturup alabalıkların tadına bakmak oldu... Ama doğrusu bu ya ben alabalığın bu kadar lezzetli bir balık olduğunu burada öğrendim. Suyunun ve havasının soğuk oluşundanmış. Balığımızı olağanüstü bir manzaranın tepesinde, vadinin en dibinden dağın en tepesine kadar çevreyi 360 derece görerek ve dünyanın üç boyutlu ve muhteşem bir yer olduğunu algılayarak keyifle yedik. Servisi düzenli ve lavaboları da gayet temiz.

Yemekten sonra şelaleyi aramaya keşfe çıktık. Gerçi zor olmadı, çünkü "Şelaleye burdan gidilir" yazan levhanın gösterdiği yolu vadiye doğru inip, "bu patika nereye gidiyor acaba?" diyeceğiniz yerde patikayı izleyince bitki örtüsünün arasında gizlenen şelaleyi aniden görüyorsunuz. "Sesini duymuyor musun?" gibi bir soru akla gelebilir, ama cennet tarifi gibi, "altından ırmaklar akan" bu yerde her taraftan şırıltılar geldiğinden sesi takip etme seçeneğimiz yoktu. Gerçi karşılaştığımız birilerine "Şelaleye burdan mı gidiliyor?" diye sorunca "evet" demeleri de yardımcı oldu tabii... Şelale deyince aklınıza Düden şelalesi gelmesin tabii. Bu daha çok bir kişisel şelale... Ama oldukça yüksekten duş şeklinde dökülüyor. Vadinin tabanına kadar havuzlar yaparak iniyor. Siz siz olun vadinin tabanına dere yatağına kadar inin derim...

Burada her tarafta görüp kendinizi Karadeniz'de sanabileceğiniz geniş yapraklı bir bitki var. Yanılmadınız... Çünkü bu subtropik bitki kivi. Karadeniz'de de yetiştiriliyor.

Sunturas adının nereden geldiği hakkında rivayet muhtelif. Hz. İsa'nın arkadaşlarından Tarsus'lu Havari Aziz Paul'un arkadaşlarından birisi olduğu da söyleniyor. Torosların isminin buradan geldiği aslının Aziz Toros (Saint Taurus) olduğu bile söyleniyor. Bölgede, Toroslarda aşağı yukarı her hakim vadinin tepesinde rastlanacağı üzere bir de kale var. Ama biz biraz hazırlıksız gittiğimiz için ancak döndükten sonra öğrenebildik.

Buralarda zamanın nasıl geçtiğini anlamamışız. Derken dönüş zamanımız gelmiş. Biz de Toroslar'dan doğan suların takip ettiği yollardan Akdeniz'e doğru yola çıktık. Su bidonlarımızı da Torosların enfes pınar sularıyla doldurduk tabii...

Torosların bu bölgesinde tarih ve doğa o kadar zengin ki... Gerçi cennet vatanımızın her köşesi öyle zaten... Gittikçe, gördükçe getirebildiklerimi sizinle paylaşmaya devam edeceğim... Leyleği havada görün.

The cycling tour

One reason I haven't posted very often this Summer is ownership of a new bike. For an hour each evening I pedal Pither-like the same scenic route uphill, inland and back along the seafront. But I don't escape literature. Not only do I listen along to podcasts from Santa Monica and Stanford, but at the furthest reach I pass the home of Rudyard Kipling (brother of the famous Ronnie Kipling) and then, nearer home, the abode of Terence Rattigan. No sign of Clodagh Rodgers yet.

13 Ağustos 2007 Pazartesi

Trojanow horseshit

In Sign & Sight's daily email I was drawn to a summary of what's in the news today: "Author Ilija Trojanow gets his creative writing students off ego-lit and into the world of the foreign". This sounded interesting enough to visit the "feuilletons" page (why does that word annoy me?) for further reading. I wasn't expecting what I got:
Jean-Michel Berg, a student at the Free University of Berlin, tells of his experiences in the seminar given by writer Ilija Trojanow. [..] 'I can't imagine anything more boring than one's own sensations,' Trojanow says, thus staking out the ground between him and Peter Handke, for example, and other explorers of internal worlds. That's why our first task was to avoid 'ego-lit' and write about something entirely foreign.
That's Peter Handke folks, author of Repetition about a 20-year-old Austrian man's journey from his home village to cross the border into a foreign land and "search" for his dead brother using his dictionary of Slovenian terms. And the author of On a Dark Night I Left My Silent House, about a pharmacist who abandons his apoteke to travel across Europe. And author of My Year in the No-Man's Bay in which a writer imagines the adventures of his friends in foreign lands. And the author of Crossing the Sierra de Gredos about a German woman who travels to somewhere probably not-German. All internal worlds avoiding the entirely foreign, apparently.

Of course, Handke's work displays a deep awareness of the paradox of reading and writing; a paradox that each enables both inwardness and exposure to the outside, which might lead some simplistic readers, and perhaps their creative writing teachers, to assume that one need only bypass acknowledgment of the former to achieve the latter, but that would be a fundamental misunderstanding both of literature and of Peter Handke, and would thus disqualify them from any undue attention from people who should know better.

PS: Handke is author of a book of poems called The Innerworld of the Outerworld of the Innerworld, translated by Michael Roloff, which I haven't read but the title is enough to suggest the nonsense of a simple opposition.

9 Ağustos 2007 Perşembe

The kingdom of recurrence

Storytelling, there is nothing more worldly than you, nothing more just, my holy of holies. Storytelling, patron saint of long-range combat, my lady. Storytelling, most spacious of all vehicles, heavenly chariot. Eye of my story, reflect me, for you alone know me and appreciate me. Blue of heaven, descend into the plain, thanks to my storytelling. Storytelling, music of sympathy, forgive us, forgive and dedicate us. Story, give the letters another shake, blow through the word sequences, order yourself into script, and give us, through your particular pattern, our common pattern. Story, repeat, that is, renew, postpone, again and again, a decision that must not be. Blind windows and empty cow paths, be the incentive and hallmark of my story. Long live my storytelling! It must go on. May the sun of my storytelling stand forever over the Ninth Country, which can perish only with the last breath of life. Exiles from the land of story telling, come back from dismal Pontus. Descendent, when I am here no longer, you will reach me in the land of storytelling, the Ninth Country. Storyteller in your misshapen hut, you with the sense of locality, fall silent if you will, silent down through the centuries, harkening to the outside, delving into your own soul, but then, King, Child, get hold of yourself, sit up straight, prop yourself on your elbows, smile all around you, take a deep breath, and start all over again with your all-appeasing “And then ...”.
These are the final lines of Peter Handke's Repetition (1986), translated by Ralph Manheim.

Now the final words of Gert Hofmann's Lichtenberg and the Little Flower Girl (1994):
And then?
That question mark! It's a phrase used throughout the novel, pitching the story forward. In his afterword, the translator and author's son says the phrase, the last words of his father's writing career, cannot be improved upon. "It's the sound of his author's engine, Scheherezade almost, still ticking and willing". The novel certainly gives a wonderful sense of a breezy, unreflective way of living forward, which perhaps makes it more of an historical novel than those detail-laden narratives blithely imposing post-18th Century psychology and narrative forms. But that question mark salts the gift with anxiety. After last words, what then?

For this reason, Handke's - or rather the narrator Filip Kobal's - hymn of praise doesn't quite seduce me. It never has, though, as if fascinated by the possibility of seduction, I've read Repetition more often than any other novel. Earlier, Kobal refers to the blind windows and empty cow paths he sees on his journey into Slovenia as "hallmarks of a kingdom of recurrence, where a locomotive whistle can become equally well the cry of a pigeon or the shriek of an Indian." I'm not sure what this means - perhaps I read so often to find out - but that phrase - the kingdom of recurrence - strikes me as just right in capturing both the glorious triumph and unyielding dominion of stories.

The latter condition tends to be ignored. But another great novel from the 1980s raises the issue right from the start by invoking Nietzsche's theory of Eternal Recurrence.
If every second of our lives recurs an infinite number of times, we are nailed to eternity as Jesus Christ was nailed to the cross. It is a terrifying prospect. In the world of eternal return the weight of unbearable responsibility lies heavy on every move we make. That is why Nietzsche called the idea of eternal return the heaviest of burdens. If eternal return is the heaviest of burdens, then our lives can stand out against it in all their splendid lightness. But is heaviness truly deplorable and lightness splendid? The heaviest of burdens crushes us, we sink beneath it, it pins us to the ground. But in the love poetry of every age, the woman longs to be weighed down by the man's body. The heaviest of burdens is therefore simultaneously an image of life's most intense fulfillment. The heavier the burden, the closer our lives come to the earth, the more real and truthful they become. Conversely, the absolute absence of a burden causes man to be lighter than air, to soar into the heights, take leave of the earth and his earthly being, and become only half real, his movements as free as they are insignificant. What then shall we choose? Weight or lightness?
What Kundera doesn't include in his introduction is the way we use literature to answer the question of weight or lightness, even as it is asked. Literature adds weight to every action. Every action described in a novel is repeated until eternity. Every crime in a crime novel is committed again and again. If, as it seems to those of us drawn to writing as writing, our lives are lighter than air and literature is the only reliable ballast, writing rather than living becomes the burden.

So what of the alternative, not writing? That awaits another post under this title.

Three literary links

First, a novel about a philosophy student at Sussex University who "turns to Nietzsche, Heidegger and Kierkegaard for guidance and support"? It all sounds rather too close for comfort. Thankfully, it's set well before my time! Natasha Tripney has the details.

Second, in the new edition of Context, I'm pleased to see John Taylor on Robert Pinget, in particular his mention of Be Brave. I own a copy in a precious but disintegrating copy published by the New York-based, apparently-defunct publisher Red Dust Press.

Finally, in Smoothness of Surface, Richard Crary has a fascinating post about his recent reading in classic fiction and modern criticism.

Amasra: Karadeniz Bu, Kâh Hırçın, Kâh Uslu

Amasra

Yollar bu sefer bizi Karadeniz kıyılarına, gizemli ve büyülü bir şehre, Amazonların, su perilerinin, deniz kızlarının ve kumsalın hırçın dalgası Barış Akarsu'nun Amasra'sına, Karadeniz'in dalgalarına atıverdi. Ama Karadeniz bu... Kâh hırçın... Kâh uslu...



Karayolundan denizi gördüğümüz anda Karadeniz'in dolu dolu yeşili, mavisi bizi karşılıyor... Yolda Kuş Kayası olarak anılan, Anadolu'yu birleştiren Roma ticaret yolları üzerindeki Roma kartalını görerek ve muhteşem Karadeniz manzarasını izleyerek şehre tepeden iniyoruz...

Amasra, ismini Pers kralı Darius'un karısı Amastris'den alıyor. Paflagonya'nın su perisi Sinope'nin şehri Sinop ve Amisos yani bugünkü Samsun'la birlikte üç önemli merkezinden birisi... Paflagonya, antik dönemlerde Orta Karadeniz bölgesine verilen isim. Yunan tarihçi Strabo'ya göre bölge Partenius ile Halys yani Bartın ve Kızılırmak nehirleri ile Karadeniz arasında kalıyordu. Frigya ve Kelt Galatya'dan Bitinya Olimpus'u yani Karadeniz dağları ile ayrılıyordu. Ancak Paflagonya'nın ilk yerleşikleri, Hitit kaynaklarında sözü edilen, Tunç Devri'nin gizemli halkı Kaşka'lardı.

Pers İmparatorluğu'nun İskender tarafından sona erdirilmesinden sonra Amastris Heraklea'ya, ismini Herakles'den, yani Herkül'den alan bugünkü Ereğli'ye yerleşir ve Heraklea hükümdarı Dionysius ile evlenir. Ancak Dionysius'un ölümünden sonra, Paphlagonia'da bugünkü Amasra'da, Homeros'un İliad adlı eserinde söz edilen dört küçük kasabayı, Sesamus, Cronma, Cytorus ve Tium'u ele geçirerek kendi adıyla Amastris şehrini kurar. Ancak kendi oğulları tarafından boğulur...

Hayat işte... Ne oldum dememeli, ne olacağım demeli...

Ancak Amasra bugün, denize doğru uzanmış bir burun, burnun iki yanında korunaklı iki koy ve ana karaya bağlı ve bağımsız adaları ile eşsiz bir güzelliğe sahip, 3000 yıllık tarihi, hem çekicilik hem balıkçılığa dayanan yerel sanatları, hem de ormanlık alanları, özgün balık lokantaları, şirin küçük otelleri ve ev pansiyonlarıyla ile mutlaka gidilmesi gereken bir yer. Tabii ki Amasra'ya gidenler yiyebildikleri kadar balık, salata ve üzerine de helva yemeden geri dönmüyorlar... Tabii ki biz de bu mükellef ziyafet fırsatını kaçırmıyoruz...

Amasra kalesinin surlarını izleyerek gezimizi sürdürüyoruz. Kurşuna Sokağında surlardaki deliklerden geçen sokaklardan geçiyoruz. Şehrin mütevazi sokaklarında salına salına dolaşarak yürürken kendimizi Amasra'nın hakim bir tepesindeki sarp kayalıkların tepesinde buluyoruz. Buradaki çay ocağında çay içip çevreyi seyrediyoruz.

Çekicilik demişken, Amasra'nın kendine özgü bir çekiciliği var... Ama çekicilik aynı zamanda Amasra'ya özgü bir ahşap oymacılığı sanatı. Amasra'ya özel ağaçlardan el tezgâhlarında küçük hediyelik ev ve süs eşyaları yapılır. Bölgede antik çağlardan beri şimşir ağacı önemli bir yer tutar. Zaten şimşir ağacı Devrek bastonlarının da ana malzemesi. Zanaatkârların toplandığı Çekiciler Çarşısı Amasra'nın önemli merkezlerinden birisi. Biz de Çekiciler Çarşısında fotoğraf çekerek dolaşıyoruz. Bu çarşıda yöreye özgü tahta kaşık, çatal, havan ve salata tabağı türü eşyaları bulabilirsiniz. Ama ben dönerken size burada bulduğum en güzel şeyleri, biraz Amasra'yı, biraz da Karadeniz'i getiriyorum...

3 Ağustos 2007 Cuma

Toronto

Kanada’nin amerika yuzu!

Toronto, dünyada en fazla turist alan şehirlerden biriymiş, listelere bakarsanız dünyada görulecek 10 şehirden birisi.. Sakın buna kanmayın. Bunun nedeni Niagara Şelaleleri. Yoksa Toronto’nun şehir merkezinin size verecegi herhangi bir şey yok. Niagara Toronto şehir merkezine bir buçuk saat mesafede. Hafta sonları Toronto – Niagara trafigi çok yoğundur, 3-4 saati bile alabilir, aman dikkat diyelim.

Toronto çok kozmopolit bir şehir. Kanada’da 2007 yılında yapılan nüfus sayımına gore nüfusun % 52’si Kanada’da doğmamış. Bu bir fikir verir sanıyorum. Toronto Kanada’nın Istanbul’u diyebiliriz. Ekonominin can damarı. Konuşulan dil Ingilizce ve Montreal, Quebec’in aksine amerikan tarzı bir şehir. Amerika’ya cok yakın olduğunuzu hissedebiliyorsunuz.

Toronto için gidilebilecek tek yer olarak CNTower diyebiliriz. Şehirde turistik anlamda yapacağınız başka hiç bir şey yok. CNTower dunyanın en buyuk kulesiymis zamanında; 550 metre. 350 metreye kadar çıkmanıza izin veriliyor.

Şehrin büyük bir şehir olduğunu, gidilecek clublarının veya guzel restorantlarının olabileceği muhakkak. Kastettiğim turistik anlamda bu şehirde bir şey bulamadığım.

Bernhard play discovered


Unfortunately not a prose work, and also from very early in his career, but interesting to see Bernhard's half-brother Peter Fabian (whose medical skill is said to have kept Bernhard alive for ten more years than his condition would normally allow). He sounds uncannily like his elder brother. Can German-speakers add anything to the bleedin' obvious? See also this report.

Hello to UK Rallying fans

By the way, if you google "fine and original photographs", this is what you don't find.

1 Ağustos 2007 Çarşamba

Wall on silence

Alan Wall offers A Defence of the Book. He argues for the gifts of uninterrupted close-reading against the impatient multi-tasking facilitated by electronic alternatives.

I refer the honourable gentleman to the answer I gave earlier. (I'm still reading that damn biography too).

"Italian golfer in positive test"

Alessandro Pissilli 'used a diuretic'. However, Charlie Wi is in the clear.

Why does Chomsky hate ants?

In the NY Times, Samantha Powers, liberal author of A Problem from Hell, reviews, among others, Talal Asad's On Suicide Bombing:
if you continue to believe (as I do) that there is a moral difference between setting out to destroy as many civilians as possible and killing civilians unintentionally and reluctantly in pursuit of a military objective, you will indeed find "On Suicide Bombing" disturbing, if not always in the way [the author] intends.
On his blog, Noam Chomsky responds:
Evidently, a crucial case is omitted, which is far more depraved than massacring civilians intentionally. Namely, knowing that you are massacring them but not doing so intentionally because you don't regard them as worthy of concern. That is, you don't even care enough about them to intend to kill them. Thus when I walk down the street, if I stop to think about it I know I'll probably kill lots of ants, but I don't intend to kill them, because in my mind they do not even rise to the level where it matters. There are many such examples. To take one of the very minor ones, when Clinton bombed the al-Shifa pharmaceutical facility in Sudan, he and the other perpetrators surely knew that the bombing would kill civilians (tens of thousands, apparently). But Clinton and associates did not intend to kill them, because by the standards of Western liberal humanitarian racism, they are no more significant than ants.

I've written about this repeatedly [...] And I've been intrigued to see how reviewers and commentators (Sam Harris, to pick one egregious example) simply cannot even see the comments, let alone comprehend them. Since it's all pretty obvious, it reveals, again, the remarkable successes of indoctrination under freedom, and the moral depravity and corruption of the dominant intellectual culture.