31 Mayıs 2007 Perşembe

The book is not great

The New Statesman has a satisfyingly trenchant review by Chris Hedges of Christopher Hitchens' God is Not Great (and an amusing caricature of the author too). It's welcome even if it has always seemed clear to me that Reason as endorsed by Hitchens, Clive James and other media favourites, is also a dangerously false god. End of. But I was particularly taken with a paragraph in which Hedges suggests the problem is far more subtle:
The problem is not religion but religious orthodoxy and the form it takes in human institutions. Throughout history, most moral thinkers - from Socrates to Christ to Francis of Assisi - eschewed the written word. Once moral teachings are written down they become, in the wrong hands, codified and used to enforce conformity, subservience and repression. Writing, as George Steiner has recognised, freezes speech. The moment the writers of the gospels recorded Jesus's teachings, they began to kill their message. There is no room for prophets within religious institutions - indeed within any human institution. Tribal societies persecute prophets; open societies tolerate them at their fringes. Today, our prophets are usually found not within the church but among artists, poets and writers who follow, as Socrates or Jesus did, their inner authority, an authentic religious impulse.
When, the other day, I asked, rather vaguely: "what does an excessive concern for words and sentences mean for novels?", I suppose the answer is that novels must try very hard not to be written.

30 Mayıs 2007 Çarşamba

New Orleans

Ev arkadaşım Rebecca’nın memleketi. Evde New Orleans plakası ve fotoğrafları gördüğümde nedir bu demiştim.. Kendisi Kalifornia doğumlu ama büyükanne ve büyükbabasının memleketini memleket bellemiş. Bana bu kadar uzak olan bir yere gideceğimi tasarlamamıştım. Henüz 10 gün önce Rebecca'nin anne babasına Florida’ya arkadaşıma gideceğimi söyleyince "o zaman New Orleans’a gitmelisin" demişlerdi..

Florida’da, Yaşar’ın, güneyin en platonik adamının ve hayati hala türkülerle yasayan dostumun yanındaydım. New Orleans’ı görme fikri uç verdi aramızda, yola koyulduk, Talahassee’ye 380 mil mesafede New Orleans. Yoldayken telefonda konuştuğum Melih “babacığım” ‘gönlüm New Orleans’ta kaldı deyince görmeye iyice heveslendiğim bir şehir oldu New Orleans.
En başta şunu söylemekte fayda var; N.O. Katrina’dan sonra nüfusunun yarısından fazlasını kaybetmiş bir şehir ve şehirde hala daha kasırganın ve terk edilmişliğin izlerini görmek mümkün. Amerikan hükûmetinin New Orleans için pek de titiz davranmadığı, yaraları sarmak konusunda pek de aceleci olmadığı herkes tarafından kabul edilen bir düşünce. New Orleans’ın (!) şanssızlığı Irak işgali ile ayni donemde kasırgaya maruz kalması. Irak New Orleans’tan daha önemli Bush için. Ve de herkesin paylaştığı başka bir görüş de kasırgaya maruz kalan şehrin New Orleans değil de bir kuzey eyaleti olması durumunda devletin göstereceği ilginin çok daha farklı olabileceği şeklinde. Katrina’nın maliyeti 60 milyar dolar civarında olmuş; 20 milyar dolarını sigorta şirketleri karşılamış, bir 20 milyar doları bağışlardan, geri kalanı da devlet tarafından karşılanmış.

Evet, New Orleans denince akla ilk gelen şey caz. Havaalanınım adi da Lois Armstrong havaalanı zaten. Şehrin en önemli caddesi Canal Street. En önemli oteller bu cadde üzerinde konumlanmış. Yeni New Orleans, is merkezleri Canal Street’in bir tarafında, eski New Orleans yada turistik New Orleans (French Quarter) caddenin diğer tarafında. Caddenin ve French Quarter’in en önemli ve gözde sokağı Bourbon Street. Gece kulüpleri, her türlü eğlence mekanı bu sokak üzerinde kurulmuş. Çok uzun bir sokak. Her yerde olduğu gibi burada da en canlı gece cumartesi geceleri.
New Orleans Boston New York gibi büyük Amerikan şehirleri haricinde sokaklarında gece de insan görebileceğiniz bir yer. Güneyin turistik şehri. Turistlerin ne kadarı Kuzey’den bilemiyorum ama tam bir iç turizm kenti. Coğrafi konumu gereği yabancı turistin pek de çok olmadığı bir şehir.

Ne yenir, nerelere gidilir?

Rebecca’nin tavsiyesine uyduk; Bourbon Street üzerinde Acme Oyster House’ta ilk yemeğimizi yedik. Kapısında her daim kuyruk olan, geçmişi 1900’lerin başına kadar giden bir yer. Ne yedik? Chargrilled Olyster güzel; öneririm ama karninizi doyurmaz o başka. Fiyatlar biraz yüksektir. İstiridyeyi, karidesi, baliği (catfish) yağda kızartıp sandwich yapıyorlar. Tabii, bunlarin ne istiridyeliği kalıyor, ne de karidesliği..kesinlikle önermem. Daha ucuz bir mekan olan Morespo nehre yakın Decatur Street üzerinde. Jambalaya en meşhur güney yemeği; karidesli, sucuklu bir pilav. Benim hoşuma gitti. Hatta domatesli pilava karides ilave edip bir tür Türk jambalayası girişiminde bulunacağım:)

Bu arada, Bourbon üzerinde yolu yarıladıktan sonra sağ tarafta bir ara sokakta Ali Baba dönercisini bulabilirsiniz. Ama dönerin kıyma döner olduğunu, yurtdışında döner yememenizi öneririm. Yani sadece varlığından haberdar olun; acil durumlar için kullanın.

Court of Two Sisters Bourbon Street üzerindeki başka bir meşhur restaurant.

Müzik için Preservation Jazz Hall Rebecca’nin önerdiği diğer bir mekan. Kapısındaki uzun kuyruğu görünce bu hemen anlaşılıyor. Program 20-23 arası. Biz girmedik, dolayısı ile müziği konusunda kendi görüşüm yok. Bourbon üzerinde sol tarafta ustu açık, önünde cazcı heykelleri olan yer caz dinlemek için güzel bir tercih olabilir.

Nehir kıyısına indiğimizde çok da kayda değer bir şey bulamadık. Mississipi olanca bulanıklığı ile akıyor, dolaysı ile nehrin kenarının çok rağbet görmemesi normal. Nehir kıyısında duyacağınız müzik, buhar vapurundan gelmektedir. Vapurun üst kısmına dikkatlice bakarsanız geminin buharı ile caz yapan kadını fark edeceksinizdir.

Nehir kıyısından trene (Riverfront Streetcar) atlayıp bir şehir turu yapalım dedik. Nehir ve Canal Street boyunca çalışıyorlar. Canal Street’ten geçerek City Park’ına kadar vardık. Burası son durak. Oradan geriye kestirmeden Esplanada Ave. üzerinden dönelim dedik. Kestirme olayı her zamanki gibi fiyasko ile sonuçlandı. Büyük İskender’in Pers seferi kadar uzun bir sefer oldu bizimki. Ama o sayede de hiç göremeyeceğimiz yerleri gördük.

Sn. Lois Cemetery ilginç bir yer. New Orleans deniz seviyesinin altında olduğu için ölüleri toprağa gömmüyorlar. Mezarlar yerin üzerinde. Tüm aileyi kat kat mezarlarda üst üste görebiliyorsunuz. Yer tasarrufu acısından da çok mantıklı bence. Bu fikri ithal etmeliyiz. Aşağıdaki fotoğrafta Dante ailesinin mezarını görüyorsunuz. 16 kişilik bir mezar; 11 numaralı sol açık pozisyonunu gözüme kestirdim.

Mezarlıktan Esplanade Ave.’e saptık. Çok güzel bir cadde ve de sanki Katrina buraya hiç uğramamış. Çoğunlukla zengin beyazların oturuyor olması belki bir açıklama olabilir buna. Evler çok güzel, ağaçlar devasa ve caddenin hakimi. Satılık bir evin fiyatı 400 bin dolardı. Gerçi Boston’da bir apartman dairesinin fiyatına denk geliyor ama bir güney şehri için 400 bin dolar epey yüksek bir fiyat.

Yol üzerinde bir evin tadilatında bir Türk girişimcisinin reklamını gördük. Antalyalı vatandaşımız memleket hasretine şirketinin adını Antalya koymuş.

Yol üzerinden otoyola vardık (I-10). Otoyol korusunun altı siyahlar için bir piknik yerine donmuş. N.O’in sıcağından kurtulmak için buraya sığınmaktalar. Herkes arabasını park edip biraları ile demleniyor. Köprünün ayakları resimlerle süslenmiş. Resimler biraz tarih biraz da doğa ağırlıklı. Köprüyü bitirdiğimizde Superdome’a gelmiş olduk. Kapalı spor salonu. Louisiana Superdome olarak adı geçer. Dış mimarisi çok güzel.


Mardi Gras

Mardi Gras Christmas'tan 12 gün sonra başlayan ve dünyaca meşhur bir festival. Bourbon Street üzerinde sağlı sollu evlerin balkonlarından aşağıya sokaktan gecen güzellere atacağınız kolyeler karşılında bu güzellerin üstlerini açmaları bir gelenek. Gördüğümüz kadarıyla Mardi Gras geleneği mart ayı ile sınırlı kalmamış Herkesin keyfi yerinde, alkol de “social lubricate” fonksiyonunu icra edince balkondaki erkek de donunu indirmeye başlar olmuş. Sevgilisinin üstünü açmasını teşvik eden erkekler bir yanda, üst açmak yerine kolye karşılığında öpücük gönderen daha tutucu(!) kadınlar bir yanda. Dediğim gibi herkesin keyfi yerinde.

Çeşitli barların balkonları yani sıra bir de kiralanan balkonlar var. http://www.bourbonstreetbalcony.com/ ‘den bakılabilir buna.

Mardi Gras zamanı şehrin çook çok kalabalık olduğunu, her yerin sidik koktuğunu Yaşar’dan öğreniyorum.

Nihayetinde New Orleans’i çok beğendim. Bu bölgeye gelince gitmemezlik etmeyin.

30 Mayis 2007

29 Mayıs 2007 Salı

Schopenhauer, where are you now?

Grim news I'm afraid. A friend reports from the Charleston Festival that Patrick Marber, so long a favourite as a writer and performer on The Day Today and Paul Calf's Video Diary (during which he cries out the blog's title), is embarking on a screenplay of Ian McEwan's Saturday. How depressing that people are prepared to put up vast amounts of money to fund this liberal wankfest. Time for another link to Ellis Sharp's seminal essay on this politically and artistically pernicious little novel.

Worse, Ronald Harwood, who was Marber's co-panellist at Charleston, announced that he's to write the screenplay of Irène Némirovsky spectacularly-overrated and badly-written novel Suite Française. Harwood is a good choice though as he admits to having no pretensions as an artist, writing screenplays solely because it's a good life. I suspect, however, that if one took him at his word, and placed his work accordingly, he and all those nodding approvingly at such commonsense would cry "Snobbery! Elitism!".

A review of Eeeee Eee Eeee

Earlier this month, lamenting the paucity of genuinely original novels, I wrote: I should admit that there is a novel published this month to which I can say: this is it ... But that'll have to wait until I find the words. Well, now I have found the words - about 1600 of them - and Ready Steady Book has kindly posted them all as a review of Tao Lin's first novel.

28 Mayıs 2007 Pazartesi

AFSAD Düzce-Akçakoca Gezisinden Görüntüler 2

AFSAD Düzce-Akçakoca Gezisinden Görüntüler



Daha fazla fotoğraf...

Needles, Hay-on-Wye-stacks

Despite the ice-cold stair rods bouncing off my hands and face, I listened with interest to John Banville on Bookworm talking about his Benjamin Black thriller Christine Falls. He said that, writing as John Banville, he would consider himself lucky if he had written 20 words by lunchtime. On the first morning writing as Benjamin Black, he wrote 2,000. For him it was “a whole new way of writing”; “when I write as Benjamin Black” he said, “I write as a craftsman”.

Later, as I descended towards the village where a niece of Kafka's ended her days, I listened to Beryl Bainbridge talking on the Guardian's Hay festival podcast about a new film following a year in her life. Sarfraz Manzoor asked about the writer's block mentioned in the film. Was it, he asked, a case of running out of stories? "No, it's not the stories you're searching for, it's the words and how to construct it in sentences; that's the problem."

There are stories cascading onto our heads, I thought as the rain abated, yet the words run on down the drain. Is this ever discussed in reviews? How might it be discussed? What does an excessive concern for words and sentences mean for novels? Questions, questions, but the literary pages demand only stories, ever more stories about stories. This morning, I read that Gordon Brown chose to read Sebastian Faulks' production-line novel Engleby because it was recommended to his wife by Mariella Frostrup, the smiling presenter of Sky's book programme. It was then I could see why I feel both uncomfortably close to "the world of books" and infinitely distant. While Mariella and Mrs War Criminal frolic in the hay, I'm impatient for the needle.

26 Mayıs 2007 Cumartesi

Weekend bleeding

Both the Inferno and, in particular, the Purgatorio glorify the human gait, the measure and rhythm of walking, the footstep and its form. The step, linked with breathing and saturated with thought, Dante understood as the beginning of prosody.
Lately, rather than write in my minimal spare time, I've gone out walking or cycling. Not in order to get away from writing but in order to get back to it. Mandelstam's words above reminded me. Not writing is when I feel that I am making headway; writing. One steps through doubt; the tyres hurtle on toward the completion of thought. Perhaps too fast.

The physical act of writing is itself a time of stasis, non-time. Almost non-thinking too. Anti-thought instead perhaps, thinking against the ease of movement. I don't like it. It's why I write so little and say the same thing, more or less, so often. I also walk and cycle the same few routes.

So, I was (somehow) thinking: are there any (literary) subjects you think I should write about instead?

Staring at the sea

(via Spurious)

22 Mayıs 2007 Salı

Gizemli bir Prensesin İzinde: Kızkalesi

Fortress of Corycus at Med Sunset

Kızkalesi

Corycus antik kenti ve kalıntılarından 800-1000 m. aşağıda ve Akdeniz'in içindedir. Kıyı ile bağlantısı zamanla kesilmiş, bir ada halini almıştır. M.Ö. IV. yüzyılda Hellenler tarafından kurulan, Roma ve Bizans dönemlerinde gelişen Corcyus, XIII. yüzyılda önemli bir limandı. Kale, denizden gelecek saldırıları engellemek amacıyla yapılmıştı. İçinde bir kilise kalıntısı bulunmaktadır.

Büyük bölümü ayakta olan Kızkalesi'nin kuzey ve güney uçları sekiz kuleyle korunmuştur. Kalenin dış çevre uzunluğu 192 m.dir. Kızkalesi ile sahildeki kale denizden bir yolla bağlanmış, denizden gelecek saldırılara karşı önlem alınmıştı. Karamanoğlu İbrahim Bey tarafından 1448 yılında onarılmıştır.

Korykos kent kalıntıları, Korykos Kalesinin kuzeydoğusuna doğru geniş bir alana yayılıyor. Kalenin hemen yanından geçen karayolu, kalıntıları ikiye bölüyor.

Korykos kentinin kuruluşu ile ilgili somut bilgi yok. Suriye kralı III. Antiokhos M.Ö. 197'de Akdeniz limanlarını ele geçirdiğinde Korykos ismine rastlanıyor. Roma döneminde Korykos işlek bir limanmış. İmparator Hadrianus kenti ziyaret etmiş ve bir heykeli dikilmiş. M.S. IV. yüzyıldan itibaren de Hristiyanlık yayılmış. Korykos 1448'de Karaman Sultan'ı İbrahim Bey tarafından alınmış, 1482'de ise Osmanlı egemenliğine girmiş.

Korykos kalesi'nden Mersin yönüne ilerlendiğinde karayolunun solunda kalan kalıntılar arasında en önemlileri, çok sayıdaki kaya mezarı, Ayaş kenti yönünde sıralanan Monastic Kilise, Justinianus dönemine tarihlenen Mezarlık Kilisesi, üzeri nişlerle süslü mermer blokları gözalıcı olan Bazilika ve şehrin merkezindeki 5x20 m ebatlarındaki katedral (MS 5. yy.) sayılabilir.

Sahilden keşfimizin bittiğini düşünerek dönüşe hazırlanıyoruz. Dondurmamızı da yedik. Ama dönüş yolunda henüz bizi nelerin beklediğinden haberimiz yok. Henüz gizemli prensesi ve onun acıklı hikayesini bilmiyoruz. Toros dağlarındaki esrarengiz şehri henüz keşfetmedik. Bir sonraki hikayemiz dönüş yolunda karşımıza çıkıveren esrarengiz sürprizler, Toros Dağlarındaki esrarengiz kayıp şehir ve gizemli prensesle ilgili olacak.

Kids Playing at Corycus Castle

Gizemli bir Prensesin İzinde: Korikos Kalesi


Mersin-Erdemli-Silifke karayolunun 60. Km'sinde Kızkalesi beldesine doğru yolumuza devam ederken deniz tarafında muhteşem bir kale yapısına rastlıyoruz ve durup parkedip etrafını gezmeye başlıyoruz. İnsanlar hemen yanındaki plajda denize giriyorlar. Yapı Roma ve Bizans dönemlerinde yoğun olmak üzere, İslami devirlerde de iskan görmüş. Nekropol alanından çıkarılan eserlerden burada ilk yerleşimin MÖ 4. yüzyıla ait olduğu anlaşılmış. MÖ 1. yüzyılda kendi adına sikke bastırmış. Herodot bu kenti Gorges adında Kıbrıslı bir prensin kurduğunu yazar. Korikos, Kilikya bölgesinin bir liman kenti olduğundan çok el değiştirmiştir. MÖ 4. yüzyılın sonunda Makedonyalı İmparator Büyük İskender'in ölümünden sonra hükümranlığını devralan komutanlarından Seleukhos Nikador Silifke kentini kurduğunda, Korikos'u yönetimi altına almıştır. Kent, MS 72 yılında Roma egemenliğine girmiş ve 450 yıl Roma yönetimine bağlı kalmış, bu dönemde tarım alanında büyük bir gelişme göstererek zeytinyağı ihraç merkezi olmuştur.

Bizanslılar zamanında Arap istilalarına karşı etrafı kuvvetli surlarla çevrilmiştir. 13. yüzyılda Kilikya Krallıkları döneminde önemli bir ticaret limanı olmuş, Ceneviz ve Venedik gemilerinin uğrak limanı durumuna gelmiştir. Korikos 1448 yılında Karamanoğlu İbrahim Bey tarafından ele geçirilerek, yeniden imar edilmiştir.

İç ve dış kale kiliseler, sarnıçlar, su kemerleri, kaya mezarları, lahitler ve taş döşemeli Roma yolları kısmen ayaktadır. Adını, adadaki kaleden almaktadır.

Kare planlı kale, içiçe iki sıra surdan oluşmaktadır. Etrafı hendekle çevrilmiştir. Kaleye giriş bugün mevcut olmayan hareketli bir köprüyle sağlanmakta idi. Bugünkü haliyle kale, tipik Orta Çağ mimari özelliklerini yansıtmaktadır. 

Sonra biraz ilerdeki Kız Kalesi adasının tam karşısındaki yerleşim merkezine gitmek üzere yolculuğumuz ve öykümüz sürüyor. Ama henüz gizemli prensesin izini bulacağımızdan hala haberimiz yok.

Gizemli bir Prensesin İzinde: Kızkalesi Yollarında



Mersin, Erdemli arasında, "Kızkalesi'ne çok yakınız, gidelim de fotoğraflarını çekelim" diyoruz. Giderek küçük gezimiz bir keşif halini alıyor. Gördüklerimiz ve bulduklarımız bizi hem çok şaşırtıyor, hem de çok heyecanlandırıyor. Konu ile ilgili pek de bilgi bulamadığımızdan, fotoğrafladıklarımızı ve izlenimlerimizi, araştırdıklarımızla, arkeolojik araştırmalarla ve çeşitli kaynaklardan bulduklarımızla, derlediklerimizle harmanladık. O yüzden biraz arkeoloji dersi gibi oldu. Resimli ama. İşte antik çağlarda aşkın, ihtirasın, paranın ve dehşetin hikayesi, buyrun birlikte gidelim:

Bugün Toros dağları olarak adlandırılan Dağlık Kilikia, antik dönemden günümüze gelebilmiş çok sayıda arkeolojik kalıntıyı günümüze kadar korumuştur. Kalykadnos (Göksu) ve Lamos (Limonlu) ırmaklarının oluşturmuş olduğu hangi vadiye girerseniz girin o vadinin hâkim olduğu tarım arazilerini ve şehre girişleri denetleyen stratejik yolları kontrol altında tutmak için vadiye en hakim stratejik noktalarına kurulmuş, çevresine hakim bir şekilde konuşlandırılmış antik köy, kent ya da kale karşınıza çıkacaktır.

Kanytella

İlk durağımız Kızkalesi'ne doğru basıp giderken bulacaklarımızla ve karşılaşacaklarımızla ilgili en ufak bir fikrimiz yoktu. Sağda solda gördüğüm haşmetli tarihi kalıntılara "ya burda da bişi var galiba, ya şurda da var!" şeklinde hafif seslerle tepkiler verirken, sonunda en az Kızkalesi kadar azametli bir kalenin önünde dayanamayıp sıkı bir frenle duruyoruz. İşte de gördüklerimizin ve görüp de şaşırdıklarımızın ve gizemli prensesin hikayesi:

Elaiussa/Sebaste

Kızkalesi'nin 3 km doğusundaki Ayaş köyü sınırları içinde Elaeusa/Sebaste antik kenti kalıntıları ile karşılaşıyoruz. Aslında biz Elaiussa Sebaste diye bir şeyi daha önce duymamıştık ama üzerinde öyle yazıyor, ordan biliyoruz. Hatta yazıyı okumamızın öyküsü de şöyle: "Aaa! Elaiussa Sebaste!" "Nası yani?"

Kalıntılar Korykos kenti kalıntıları ile neredeyse birleşmiş gibi. Kentte şu anda bir İtalyan Üniversitesi Arkeoloji Enstitüsü tarafından Koç Vakfı desteğiyle kazı ve restorasyon çalışmaları sürdürülüyor. Kentin M.Ö. 2. yüzyılda kurulduğu tahmin ediliyor. Roma ve Hristiyanlık döneminde parlak bir ada şehri olan Elaeusa, MS VI yüzyılda limanının kumla dolması ve adanın kara ile birleşmesiyle eski parlak günlerini kaybediyor.

Elaiussa kentinin adı zeytincik anlamına geliyor. Roma döneminde Augustus'un Hellencesi olan Sebastos kelimesinden Sebaste diye anılmış..

Yarımada üstünde yeralan ve yolun deniz tarafındaki yapı kalıntısı 6x 12 sütunlu bir Korinth tapınağı. Çevresi sütun dizisi ile çevrili olan tapınak, Roma dönemine tarihleniyor. Tapınağın içinde Hıristiyanlık döneminde küçük bir kilise inşa edilmiş. Yarımadanın üstünde bulunan üç nefli kilise, yörede benzerleri sıkça görülen bir plan veriyor.

Antik kentin yolun kuzeyinde kalyan bölümünde restorasyon ve kazı çalışmaları süren antik tiyatro, Roma dönemine ait anıtsal mezarlar, 5 sütunu ayakta kalmış Roma tapınağı, hamam ve Kilise kalıntıları göze çarpıyor.

Sonra "Tamam mı? Gördün mü? Burası işte!" şeklindeki ilgilere "Tamam" diye cevap veriyorum. Ama henüz gizemli Prenses'ten ve onun acıklı hikayesinden haberimiz yok... Arabaya biniyoruz, Kızkalesi'ne yolumuza devam ediyoruz. Hikayenin devamı yakında...

21 Mayıs 2007 Pazartesi

Kenelerden Korunmak İçin

Havaların ısınması ile birlikte kene ısırması ile bulaşan kanamalı kırım kongo hastalığı haberleri ve konu ile ilgili şehir efsaneleri artmaya başladı.

Tabii biz de dağ, bayır orman gezdiğimiz için araştırdık.



Keneler Ixodoidea ailesinden bir çeşit Acarina. Örümceklerle ve mite'larla akraba.

Bulaştırdığı hastalık Kırım Kongo Kanamalı Ateşi. Bunyaviridae ailesinden bir Nairovirus, RNA virüsü, Crimean-Congo hemorrhagic fever virus tarafından yapılıyor. Tedavisi Allah Kerim şeklinde... Dolayısıyla her işte olduğu gibi en iyi tedavi hastalığa hiç yakalanmamak...

Öncelikle tabii ki kene ile bulaşan hastalıklardan korunmak için kene tarafından ısırılmamak gerekiyor. Bunun için de keneleri kendimizden uzak tutmak için vücuda sürülebilen böcek kovucu ilaçlardan sürmek ve hatta giysilerimizin üzerine püskürtmek gerekiyor. Mümkün olduğu kadar kapalı giysiler giymek gerekiyor.

"Beyaz giyinin" şeklinde bir tavsiye var... Araştırdık neden acaba, keneler beyaz sevmez mi diye... Yok ama, yaz günü beyaz giydiğinizde en azından güneşte fazla sıcaklamıyorsunuz, bir de kene konduğunda beyazın üzerinde kolay görebiliyorsunuz.

Kene ısırdı, napiim?

"Bişi olmaz!" deyip ısırıldığınız durumlarda yapılacak iki şey var:

Ya hemen bir sağlık kuruluşuna gidiyorsunuz, ya da bir cımbızla, sizi ısırdığı, cildinize en yakın yerden, dişlerinden kavrayarak vida gibi sökerek çıkarıyorsunuz. Kesinlikle üzerine bir şey dökmüyorsunuz, patlatmıyorsunuz, ezmiyorsunuz. Çünkü cildinize bulaştığında size virüsü bulaştırıyor. Üzerine bir şey döktüğünüzde kusuyor, yine size virüsü bulaştırıyor. Cildinizden ne kadar kısa sürede uygun biçimde çıkarılırsa o kadar iyi...



Kene cildinizde iken hiç bir şekilde üzerine hiç bir şey dökmüyorsunuz. Bu arada, arkadaşlarınız, akrabalarınız, babanız, sevgiliniz, güvendiğiniz, fikirlerine itibar ettiğiniz kişiler, büyükleriniz, borsa danışmanınız, size, üzerine sıvı sabun, alkol, tereyağ, terebentin, benzin, uhu, dişmacunu, petrol, yoğurt gibi çeşitli maddeler döktüğünüzde kenenin kendiliğinden çıktığına, sigara ya da kibritle yakarsanız ne kadar da iyi olacağına dair itina ile hazırlanmış mailler göndereceklerdir, onlara inanmıyorsunuz. Bir müddet sonra daha ikna edici yöntemler önereceklerdir, her sene baştan, sizi kandırmak için her yolu deneyeceklerdir, değişen bir şey olmadı, yine kenenin üzerine bir şey dökmüyorsunuz...

Şu anda okumakta olduğunuz gibi web sayfalarına, özellikle "Güven bana..." diyenlere güvenmiyorsunuz. Sağlam referanslar arıyorsunuz, o yüzden yetkili kurumların güvenilir web sayfalarına bakıyorsunuz...

http://www.kirim-kongo.saglik.gov.tr/
http://www.cdc.gov/ncidod/dvbid/lyme/ld_tickremoval.htm

Keneyi vücudunuzdan çıkardıktan sonra ezmiyorsunuz, patlatmıyorsunuz, bulaştırmıyorsunuz. Alkol veya çamaşır suyuna atarak öldürebiliyorsunuz. Öldükten sonra çöpe ya da kanalizasyona atabiliyorsunuz.

Kene ile temastan sonra kendinizi 10 gün süreyle izleyin. Ani başlayan ateş, baş ağrısı, şiddetli halsizlik, bulantı ve kusma gibişikâyetler olursa en yakın sağlık kuruluşuna başvurun.

ABD sağlık bakanlığı bu kısa açıklamada, telaşa gerek olmadığını, keneyi cildinizden çıkardıktan sonra cildinizi sabun ve suyla yıkamanızın yeterli olacağını yazmış.
Kenenin dişlerinin derinizde kalmış olmasının fazla önemi olmadığını, eğer keneyi patlatmadan ve kusturmadan çıkarmışsanız virüsün size bulaşmayacağını yazmış. Sağlam olsun diye cildinizi alkol veya tentürdiyot kullanarak temizleyebilirsiniz.

Siz yine de tedbirinizi baştan alıp, her çeşit mahlukata karşı kapalı giyinip, böcek kovucu ilaç kullanıyorsunuz, pantolon paçalarını çoraplarınızın içine sokuyorsunuz, yanınızda cımbız ve alkol taşıyorsunuz...

Bernhard bust

Sculptor Lucie Geffré has produced a very impressive and, one has to say, uncanny bust of our favourite Austrian novelist. It even reproduces his bad skin!

Link via the wonderful thomasbernhard.org.

Enough furthermores

Gilles d'Aymery reviews Hans von Sponeck's A Different Kind of War: The UN Sanctions Regime in Iraq. Has it received reviews elsewhere? It was published last year by Berghahn Books but I don't remember seeing the interviews and reviews it seems to demand.

The book outlines the impact of recent history of Iraq on its people from the point of view of the former UN Assistant Secretary General and UN Humanitarian Coordinator in Iraq: Saddam's invasion of Iran, the invasion of Kuwait, the second Gulf War, the sanctions, then the Oil-for-Food Programme which was meant to alleviate the extreme suffering caused by the sanctions, but which, Sponeck reveals, meant that "the Iraqis were financing their own physical annihilation". It all becomes too much for d'Aymery and he departs from the usual sober review:
Enough “furthermores“... This is where anger truly sets in. Hans von Sponeck catalogues the state of the Iraqi people: Child malnutrition, child mortality, calories per capita, adult literacy, per capita income, primary and secondary school enrollment, daily per capita production of water, sanitation... each and every benchmark being so dramatically horrible that one cannot read those pages without a sense of disgust, outrage, and shame. Neither Sade nor Lautréamont nor Genghis Khan could have devised such barbarian policies that turned out to be real weapons of mass destruction ... of a people. We did this to our fellow human beings very deliberately, methodically, and callously. How could we have done so without an upheaval in our human construct?
We got Ian McEwan's Saturday didn't we?

20 Mayıs 2007 Pazar

Just don't read it

Last thing at night, Lyndall Boucher curls up in bed with a purple pen and a journal covered in Japanese paper, and writes her heart out. I find it's good to get certain work and interpersonal issues out of my head and onto the paper. It stops the tapes that loop round and round and prevent you getting to sleep, she says. (Link)
Mine's magenta.

Peculiar techniques of writing

[It] gives rise to a peculiar technique of writing, and therewith to a peculiar type of literature, in which the truth about all crucial things is presented exclusively between the lines. That literature is addressed not to all readers, but to trustworthy and intelligent readers only.
No, not John Carey grumbling about modernists again but Leo Strauss on what happens when writers are persecuted. Does that include by philistine cultural commentators?

The quote comes from Devorah Baum's review of Leora Batnitzky's Leo Strauss and Emmanuel Levinas: Philosophy and the Politics of Revelation. It goes on:
The philosopher, because he is always parasitic on society, occupies the position of someone persecuted. Esoteric writing thus reflects the tension between theory and practice since, Strauss argues, the wise philosopher will wish to avoid cruelty. He will take care, in other words, to propel his interlocutor toward a greater critical stance without imprudently (or cruelly) destroying his worldview. And so, rather than being the elitist or even fascist idea that has enraged so many of his critics, Strauss's notion of esotericism is simply, according to Batnitzky, an entirely sensible and even generous educational tool.

Web tabalı Oyunlar nam-ı diğer web beyzid geyms

Efendim şu sıralar günde ortalama 30 saat nette olduğuma takriben browser oyunlarına gönül vermiş bulunmaktayım. İncelediklerimden bir kaçtanesini irdelemek istedim ki siz oynamayın dışarı çıkın hayatınızı yaşayın


syrnia
www.syrnia.com
şu aralar en çok azıma zcan oyun kategorisinde birinciliğe yükselmiştir. Rpg öğelerini barındıran edvençır ayarında bir oyun olur balık tutarsınız yok madende altın kazarsınız hırsızlık cart curt zevkli olabiliyor ama daha sonra sıkabiliritesi yüksek

bitefight
http://www.bitefight.net/
kurt adamlarla vampirler arasında seçim yaparak oyuna giriyorsunuz zaten türkçe fakat pek ayrıntı yok boktan zaman kaybı zırt pırt yok mezarlıkta calışıım yok ava çıkıım fln başka bir aksiyonu yok birde paralı üyeler kral gibi bişi zaten benimde param yok fakir ama gururlu bir şekilde bıraktım oyunu

travian
http://www.travian.com.tr/
Halkımız meraklıdır yok köy kuriim osmanlıvari şanımızı yürütelım haydarinnarinnarinnaninaaa gibi bişi yazamadım işte öle köy kurmacılık. bayağı aksiyonlu şeyler yapabiliyorsunuz diplomasi birlikler beraber dalalım şu köy bana küfretti gel osman azına zcalım fln o modda, çok oynayanı var ama genede tavsiye etmem pek bundada paralı olayı var çünkü

popomundo
www.popomundo.com
ismi itibari ile biraz itici geldiysede karşılaştığım yaratıcı browser oyunlarından burda sanal müzik kariyercilik olayı var diyebiliriz gayet zevkli bir uğrayın bence

ogame fln var ama onlar çok bilinen gıcık browser oyunları klasörüne girer neyse bence hiç birine bulaşmayın derim

19 Mayıs 2007 Cumartesi

Üniversitenin gençliğe zararları

Efendim üniversitede bir profesor olacak kadar zaman geçirip hala öğrenci takılan bir şahsiyet olarak ellerinde final hazırlık dergisiyle ordan oraya koşturan gençleri gördükçe dedim ki "mehmet böyle olmayacak sen bir yazıyla bu arkadaşları korkut Türkiye yi kültürel olarak gerilet ve tüm bunlara da dünyanın en uzun cümlesini kurara başla" dedim. Ondan sonra düşününce aslında ulen sen mi kurtarcaksın dünyayi stret diyerek web tabanlı oyunlarda biraz beynimi akıtmak istedim ancak gel gör ki yaşananlar var çekilmiş acılar var gençliği bu lanetten kurtarmalıydım. seyv dı çirlidır seyv dı vörld nidalarıyla bilgisayarın başına geçip yazmaya karar verdim. Ama senin de farkettiğin üzere sevgili okur aklıma bi bok gelmedi gelince devam etcem... ya da yalan söylüyorum neyse

17 Mayıs 2007 Perşembe

In which someone is wilfully obscure

Lee Rourke makes a very good point, one that needed to be made. Some of the best publishers are university presses. In the UK, if one takes OUP and CUP as read, Edinburgh UP stands out. I have admired books it has published in recent years by Timothy Clark and Robert Eaglestone. Forthcoming books look good too. I hope the demand of Stuart Sim's latest book is shouted from the rooftops when it appears. And later in the year, it publishes Blanchot's Epoch, an edition of the journal Paragraph edited by Michael Holland and Leslie Hill. It also runs a surprising large series called Deleuze Connections. (I would like to link to individual pages for these books but a tradition among university presses seems to be user-unfriendly web design.)

However, my favourite academic publisher, also following heroically in this tradition, is Stanford UP, if only for its Meridian Crossing series.

Going back to Lee's blog, there's a line under the title beginning "Scholarly tomes can be wilfully obscure". Now I noticed Rangy Manatee using this phrase too the other day ("Do the pair of them like Will Oldham because he is wilfully obscure?"). "Wilfully" seems to be added to "obscure" like "wine-dark" is added to "sea", "godlike" to "Odysseus" and "Mainly-Catholic" to "SDLP". Yet how can one prove that obscurity is ever wilful?

I tend to think everyday life is obscure. It has certainly escaped me lately. Who shall I blame? Anyway, it reminds me that Lee mentions Henri Lefebvre's famous The Critique of Everyday Life, which in turn reminds me of Patrick McGuinness's excellent review of Michael Sheringham's Everyday Life (new from OUP) in a recent TLS. One paragraph begins:
Maurice Blanchot defines the quotidien as 'the familiar which is discovered (but already dissipated) beneath the surprising'. It is defined by lack of attention, and to think about it is to transform it. Essential to it, if not exactly constitutive of it, is the fragile quality of inattention it receives, a quality which needs, paradoxically, to be factored back into the attentive process if we are to make sense of it.
Obscure, moi?

15 Mayıs 2007 Salı

What Remainders to be said

May 31st, 7 pm. London. Calder Books. One of the few good reasons to live in London, which I don't. To mark the publication of the paperback, Tom McCarthy tells us he has "the huge honour of being interviewed about Remainder by the greatest publisher of the twentieth century, the person who brought us Beckett, Burroughs, Robbe-Grillet, Simon, Trocchi, Ionesco and, frankly, just about every writer worth reading for the last fifty years." That's John Calder if you're struggling.

Nor do I live in Newcastle, but I wish I had been there last weekend. Rangy Manatee reports on a philosophy conference about music there which provokes fond memories of similar events at my own alma mater:
"Have you read Heidegger’s unpublished work on the duality of the new in the face of unprincipled reckonings regarding the torture that is being?"
"No."
"Well, if you had, you’d understand all this. Idiot!"
At just such an event many years ago, I met the Austrian writer Jakov Lind - "one of the best and most distinctive European, Austrian and Jewish writers of our time" according to Anthony Rudolf in his eulogy following Lind's death in February. It was to me in the bar afterwards he "implausibly" claimed not to have read Thomas Bernhard!

14 Mayıs 2007 Pazartesi

UnRead eBooks

Even if they get better, as BD's editor insists they should, I'm not sure eBook readers will ever be much use. I know it's not the same thing, but I've never finished a book in PDF form. Never even got far into one. Another appeared at the weekend courtesy of the Continental Philosophy bulletin board: Giorgio Agamben's Homo Sacer.

12 Mayıs 2007 Cumartesi

A Danish Invasion

When I heard that a record nine titles by Danish authors are to be published in English translation this year or early next, I began to list the Danish authors I had read already. But there was only one: Kierkegaard. No, I've not read Miss Smilla's Feeling for Snow. But one of those nine is a new one by Peter Høeg. Four of the remaining eight novelists - Leif Davidsen, Christian Jungersen, Morten Ramsland and Janne Teller - are to make a brief tour of Britain from the 22nd of May. You can see the details on the Book Depository's Editor's Corner.

I hope, among the nine, there is something unusual, something unique. I would so like to point to a novel and say: this is it, this is the real thing. This blog has been quiet lately because I haven't been able to find the words to express how extremely I have felt recently about the way novels are written. How disjunctive to experience they seem; how novelistic; the work of craftsmen and showmen rather than mortals. And I don't mean that they're unrealistic. All genres, including supposedly literary fiction, seem to take for granted the space opened up by writing. Narrative as relief from the insufferable void of experience is indulged, celebrated even. To me, instead, it is a manifestation of despair.

Coincidentally, said Danish writer, the only one I've read so far, expressed such an opinion about the disjunction between life and writing and what it meant for authorship.
It is not improbable that the lives of many men go on in such a way that they have indeed premises for living but reach no conclusions. Such a man's life goes on till death comes and puts an end to life, but without bringing with it an end in the sense of a conclusion. For it is one thing that life is over, and a different thing that a life is finished by reaching a conclusion. In the degree that such a man has talents he can go ahead and become an author, as he understands it. But such an understanding is an illusion. For that matter [...] he may have extraordinary talents and remarkable learning, but an author he is not, in spite of the fact that he produces books. [...] No, in spite of the fact that the man writes, he is not essentially an author; he will be capable of writing the first and also the second part, but he cannot write the third part – the last part he cannot write. If he goes ahead naively (led astray by the reflection that every book must have a last part) and so writes the last part, he will make it thoroughly clear by writing the last part that he makes a written renunciation to all claim to be an author. For though it is indeed by writing that one justifies the claim to be an author, it is also, strangely enough, by writing that one virtually renounces this claim.
Later, he concludes that "to find the conclusion it is necessary first of all to observe that it is lacking, and then in turn to feel quite vividly the lack of it."

I should admit that there is a novel published this month to which I can say: this is it, although it happens not to be Danish. I'm pleased to say it observes the lack. But that'll have to wait until I find the words.

9 Mayıs 2007 Çarşamba

Top ten European modernists

Hurray for Tom McCarthy's top 10 European modernists list. Who could imagine Blanchot getting an unfatuous mention in a national daily newspaper? Yet here is one. Thanks be given to Tom McCarthy (and the editor who didn't insist on a replacement). Maybe a reader will be inspired to drop On Chesil Beach and to pick up The Writing of the Disaster instead.

I have to agree with the statement that "Modernism is not a movement, nor even a way of thinking, but an event: an event with which any serious writer has, in some way or another, to engage, and to which they should respond." But. Always a but. But my list would coincide only with said Blanchot, Beckett, Kafka, Celan and Heidegger. I would replace the remaining five with Benjamin, Proust, Borges, Kierkegaard and ... Dante. The event is eternal, interminable.

Notice: two philosophers, two novelists, two poets, two short story writers, two literary critics. Modernism trespasses.

A major distance from the market

Good to see that Kassel's bi-decade-ly art festival, the Documenta, will this year be held at "a major distance from the market" (via Sign & Sight). I don't know what it means but it's good.

I was lucky enough to attend Documenta 10, returning in late August 1997 with the best tee-shirt logo imaginable for Princess Diana's funeral. I'd love to go again. Kassel is a green and pleasant city. Beckett visited for some months in the late Thirties. Peggy Sinclair, his cousin, lived there. I thought for a time that the punting scene referred to in Krapp's Last Tape was about them on the Fulda. They fell in love but she was his cousin. "I said again I thought it was hopeless and no good going on, and she agreed, without opening her eyes." Then she died.

Exquisitely sad songs

Spinner magazine has a list of what it considers to be the 25 Most Exquisitely Sad Songs. The unfriendly web design means one has to click one's way through all 25. There appears to be no single list. However number one is a fine choice, though A Ride would be my choice from the same song writer when he wrote for The Scud Mountain Boys. Overall though, the most exquisitely sad has to be Red Apples by Smog. Joyously sad.

This calm that waits

Rest in peace Rohan.

7 Mayıs 2007 Pazartesi

From the lexicon of totalitarianism

MediaBite, the Irish equivalent of Medialens, interviews Noam Chomsky.
MediaBite: You are often charged with anti-Americanism, could you explain what you think it actually is?

Chomsky: The notion "anti-Americanism" is a revealing one. It is drawn from the lexicon of totalitarianism. Thus people who think that the US is the greatest country in the world are "anti-American" if they criticize the acts of the Holy State, or join the vast majority of the population in believing that the corporate sector has far too much influence over government policy, or regard private corporate institutions created by state power and granted extraordinary rights as "a return to feudalism". And so on.

The notion has an interesting history. It traces back to King Ahab, the epitome of evil in the Bible, who denounced the Prophet Elijah as an "ocher Yisrael" (a proper translation, now used in Israel, is "hater of Israel"). His reason was that Elijah condemned the acts of the evil King, who, like totalitarians since, identified the state (himself) with the population, the culture, the society.

People are entitled to revere King Ahab and Soviet commissars, and to adopt the term "anti-American," on their model. But we should have no illusions about how they are choosing to identify themselves.
Meanwhile, the BBC is running a series on the subject, with some breathtaking comments from BBC commissar Justin Webb in response to public questions.

Cured Bacon

I don't feeling anything when I do paintings, at all. Nothing to feel. I rather like the dog in this painting.
Francis Bacon responds to paintings and questions from Melvyn Bragg in a 1985 edition of The South Bank Show, via Ubuweb. (Doesn't he look like Derek Jacobi!).

6 Mayıs 2007 Pazar

A Dante Sequence

The theme of BBC Radio 3's Words & Music tonight is Dante's Commedia. The playlist of poets and composers is online.

And in related news, a good authority told me recently that Robin Kirkpatrick's new translations of Inferno and Purgatorio, published by Penguin, are a must-have-o.

2 Mayıs 2007 Çarşamba

The Last Man

Ubuweb has made available a PDF of Maurice Blanchot's 1957 novel The Last Man as translated by Lydia Davis. Narration at the threshold of impossible writing, says the blurb. I've not read it, nor did I have a copy.

Also available is a novel by 1985 Nobel Prize winner Claude Simon; a work vying for the Least Appealing Title for a Novel award: Properties of Several Geometric and Non-Geometric Figures. I've heard The Grass is superb, but try finding a copy ...

1 Mayıs 2007 Salı

Work-Blog imbalance

In this apparent blog silence of late, I have been reading more than usual (currently Joan Taylor's seductive novel Conversations with Mr Prain) and working for money more than usual. But coincidentally, the place where I've been doing that work has lately caused a bit of a flurry in the book- and blog-world with the publication of Made in Brighton by husband-and-wife team Julie Burchill and Daniel Raven. So I'll post a blog about that. Here it is.

The latter's chapter on the new media industry in this city, and particularly the company in which he still works, has caused its ex-CEO - featured prominently and unflatteringly in the chapter - to respond on his blog. The author has responded in the comments.

PS: I'm not "Anonymous". I don't really have an opinion. I'm content just to sit in the corner and breathe and receive the occasional cheque.