8 Haziran 2004 Salı

Marmaris'ten Bir Yelken Öyküsü

Marmaris Marina

30 Mayıs Cumartesi, Akşam Marmaris Marinadayız. Teknede buluşuyoruz. Çevremiz teknelerle dolu. Teknelerden birisinin ismi dikkatimi çekiyor, Tombiş. Direkler ve sayısız iplerin arasından güneşin batışını izliyor, akşam yemeğimizi teknede yiyor, tanışıyor, sohbet ediyoruz. Geceyi teknede geçiriyor, pazar sabahı erkenden demir alıyoruz.

Kaptan sesleniyor: "Vira Dayı!!!"

Hepimiz güvertedeyiz. Halatların çözülmesini, demir alışımızı, limandan ayrılışı izliyoruz. Bizimle birlikte pek çok tekne ve Tombiş de demir alıyor.

Teknemizin ismi Lyra. İki direkli. Yönümüz Ağlimanı ve Batıkhamam. Birazdan mürettebat hızla ve alışkın hareketlerle beş yelkeni de açıyorlar.

Kaptan sesleniyor: "Bas!!!"

ve yelken basıyoruz denizci deyimiyle..

Set Sail!

"Dönüyorum Dayı!!"

"Tamaam!!"

hafifçe dümen kırılır iskele yönüne.. Motorlar kapatılır.. Yelkenler rüzgarla şişer..

Yalnız rüzgarın sesi.. Dalgalar ve hepimiz kıç güvertede toplanmış, büyülenmiş gibi izliyor ve dinliyoruz:

"I am sailing.."

"stormy waters.."

"to be there with you.."

"to be free.."

diyor Rod Steward.

Yönümüz Göcek, Yassıca adalar ve koylar labirenti.. Muhteşem sakin ve derin bir koya demirliyoruz.. Ilık sulara dalıyoruz. Biz yüzerken güneş adaların arasından batıyor. Güvertede yemeğimizi yiyoruz. Gökyüzünde ışıl ışıl binlerce yıldız... "Ülkemi tanımamışım..." diyorum...

Aegean Sunrise

1 Haziran Salı sabah güneşin doğuşunu izliyoruz. Aslında kamaralarımız son derece rahat olmakla birlikte pek çok arkadaşımız uyku tulumlarının içinde güvertede yatmayı tercih ediyorlar.. Gecelediğimiz koylar o kadar sakin ki bazen bir teknede olduğumu unutuyorum... Sabah kahvaltımızdan sonra demir alıyoruz. Yönümüz Fethiye.. Gizli ve gizemli koyların, adaların arasındaki labirent gibi kanallardan geçerek yolumuza devam ediyoruz. Teknemiz son derece sessiz yol alıyor. Sanki hala yelkenle ilerliyoruz...

Fethiye'deyiz... Tombiş de burada... Mürettebat çok hoş bir Ege şivesiyle selamlaşıyor.. Geceyi Fethiye'de geçiriyoruz... Sabah Fethiye Limanında kahvaltımızı yapıyoruz. Kahvaltıdan sonra halatları çözüyor, demir alıyoruz.

"Vira!!"

Diğer tekneler de teker teker açılıyorlar. Tombiş de açıldı...

Rüzgar var. Tayfa yerlerine geçiyor...

Dayı sesleniyor..

"Basıyorum yavaş yavaş!"

Kaptan:

"Bekle!" eliyle dur işareti yaparak.

"Tamaam!"

ve yelken basıyoruz...

Hava güzel mi güzel,

yönümüz uygun,

rüzgar iyi...

kaptanın yüzünde memnun bir ifade,

ve diğer teknelere fark atmanın verdiği şeytanca bir gülüş...

Sailor

"Dayı!!"

"??"

"Kafadan aldı!!"

"Böyle gitsek?!"

"Göcek Adası!!"

"Göcek Adasına doğru gidelim işte!!"

"Tamaam!!"

Tayfa koşarak yerlerine geçer... İstikamet Göcek Adası...

Watching the Horizons

Bu harikulade organizasyon Aleida'ya ait... Teşekkürler Aleida!! Bütün bunlar senin sayende...

Herkes kıç güvertede toplanmış... Orada bizi birbirimize bağlayan bir şey var... Kimse ayrılmak istemiyor... Bir türlü bırakıp ön tarafa gidemiyorum...

Tayfa ile konuşuyorum.. Yelkenleri çek, güverteyi temizle, yemek yap, bara bak, bulaşıkları yıka, odalara bak, demir al, yolcularla iyi iletişim kur, halat çek, yabancı dil bil, gülümse...

"Memnun musunuz??"

"Memnunuz!" diyorlar...

"Memnun olmasak durur muyuz!!"

Yüzlerinde memnun etmenin, iyi bir iş çıkarmanın ve takdir edilmenin mutluluğu var...

Haziran güneşi Akdeniz'in gizli, gizemli koylarını ısıtırken hafif bir sis etrafı kaplıyor. Buharlaşma...Buralarda gökyüzünün en mavi ve renklerin en parlak olduğu zaman mart ayı diyor Dayı...

Sarsala koyunda demir atıyoruz. Deniz öyle çarşaf gibi ki...

Sanki teknede değil de bir otelde ya da evde kalıyoruz... Aslında baba evime daha çok benziyor... Sofranın birlikte hazırlanışı ve birlikte toplanışı falan... Belki de dünya üzerinde hiç tanıyamayacağımız insanlarla bir aile gibiyiz... "Uluslararası ailem!" diyorum..

Aegean Sunrise

Sarsala koyunda geceliyoruz. Güneş sabah 5:30 sularında karşıdaki muhteşem boğazdan doğacak... Sabah fotoğraf çekebilmek için saatimi kurup yatıyorum.. Ama gerek kalmadan uyanıyorum. Ve yalnız olmadığımı görüyorum... Yolcuların yarısı ya güvertede uyku tulumlarında ya da kalkmış bile... "Gökte sayısız yıldız varken beş yıldız'a tav olmayın..." diyor İlhan.

Türkiye'yi hiç tanımadığımız çıktı ortaya... "Ben tekne gezisi yaptım" diyebilirsiniz ama ilgisi yok... Eğer denizde yatmadınızsa, gün bulutların arasından doğarken güvertede uyanmadınızsa...

Teknemiz 26 metre. Salma ile birlikte sualtı derinliği 2.5 metre. Demir attığımız koylarda neredeyse hiç kımıldamıyor. Eski bir balıkçı teknesinden yelkenli haline dönüştürülmüş. Bir gulet. Yani geleneksel bir akdeniz teknesi...

Bedri Rahmi koyuna uğrayıp Bedri Rahmi'nin kaya üzerine yapyığı balık resmini görüyoruz. Tersane adasında öğle yemeği için demirliyoruz. Kekik ve Adaçayı kokuları etrafı kaplamış. Kuş sesleri ve keçilerin birbirlerini çağırmak için çıkardıkları sesleri dinliyoruz.
______

"At bakalım Dayı!!"

"Nee?"

"Aat!!!"

"Sana neden Dayı diyorlar?"

Gülüyor.. "Ben onların hepsine dayılık yapıyorum da ondan..."

"Saaal!!!"

Demir atıyoruz, halat bağlıyoruz..

Lyra at Ağ Limanı Anchorage

"Burası neresi Kaptan?"

"Burası Ağ Limanı."

Ağ Limanı oldukça korunaklı bir koy. Antik bir Roma yolundan Roma şehir kalıntılarına bir yürüyüş yapıyoruz. Harikulade bir yol. Doğal katman kayalardan oluşan arazi yapısından yararlanılarak yapılmış. Tepedeki tapınak ve benzeri yapıların bulunduğu kompleksi bizim demir attığımız koya ve küçük limana bağlıyor. Tepedeki çoban kulübelerinden sonra Roma tapınak kalıntıları bizim için sürpriz oluyor.

Sabah 5:15 de muhteşem bir gündoğumu ile birlikte demir alıyoruz. "Herkes ayakta..." diyor Douglas şaşkın bir ifadeyle.

Bu gün son gün. Herkeste biraz hüzün hissediyorum. Denizde olduğumuzu biraz hissediyoruz. Tekne tatlı tatlı sallanıyor. Kamarama çekiliyorum. Tahtaların gıcırtısı ve dalgaların çıkardığı sesleri dinliyorum. Kamara her ihtiyacın en küçük hacimde karşılandığı bir tasarım...

İstikamet Kadırga, Cennet Adası ve artık Marmaris dönüş yolundayız...

Ve işte Marmaris göründü... Bizi bir paraşütün gülen yüzü karşılıyor... Herkes kıç güvertede toplanıyor. Veda zamanı. Teknemiz halatlarını bağladığında sıra ile vedalaşıyoruz...

Bir dahaki sefere görüşmek üzere...

Parasail

26 Mayıs 2004 Çarşamba

HAYAL SANILAN GERCEK: TROY

Trojan Horse

Yolu Çanakkale' ye düşen gezginleri, Hisarlık Tepesi'ne yaklaşırken dev bir tahta at karşılıyor. Tarihin en ünlü kentlerinden biri olan Truva Savaşı'nın sonunda kullanılan tahta at gibi, bu atın yapımında Kaz Dağı'nın (İda) çamlarından yararlanılmıştır. Tahta at, 1974 yılında orijinal tahta atın pişmiş toprak eserlerin üzerindeki eski tasvirlerinden ve eski kaynaklardan yola çıkılarak yapılmıştır. İşte Troya Savaşı'nın ve görkemli kentin öyküsü...

Truva Savaşı'nın öyküsü Iolkos kralı Peleus ile Okyanus kızları diye bilinen Nereidlerden biri olan Thetis'in düğün töreninde başlar. Düğüne haset tanrıçası Eris çağrılmamıştır. Buna çok kızan Eris, bir oyun oynamaya karar verir. Hera, Athena ve Afrodit'in oturduğu masaya, kimseye görünmeden altından bir elma bırakır. Elmanın üzerinde '' en güzele'' yazmaktadır. Elmanın kime verileceği konusunda anlaşmaya varılamaz. Zeus da karısı ve iki kız kardeşi arasında taraf olmak istemez. ''Alın yanınıza Hermes'i, sizi İda Dağına götürsün. Orada sürülerini otlatarak dolaşan Troya Prensi Paris'i bulun. Gönül işlerinde onun üzerine bir ölümlü daha yoktur. Aranızdaki en güzeli o da seçemezse kimse seçemez.''

Hermes'in rehberliğinde tanrıçaları kulübesinde gören Paris, önceleri korkar. ''Benim gibi bir koyun çobanı nasıl olur da böyle bir şeye cesaret eder.'' Diye karşı çıkar. Sonra ''En iyisi elmayı kesip üçü arasında paylaştırayım'' diye düşünür. Ancak kararı Zeus vermiştir. Ona karşı kimse gelemez. Ayrıca tanrıçalar Paris içlerinden kimi seçerse seçsin kızmayacaklarını , ona zarar vermeyeceklerine söz verirler.

Paris'le yalnız kalan Hera , '' dinle Paris, önce her yanımı dikkatle incele. Beni seçersen seni Asya kıtasının hakimi ve dünyanın en zengin erkeği yaparım'' der. Paris ''hayır tanrıçam rüşvet kabul edemem'' der.

Athena içeri girince, '' seni dünyanın en yakışıklı erkeği ,en akıllı insanı, en güçlü savaşçısı yapacağım''.

Ne var ki Paris bunu da kabul etmeyerek içeri Afrodit'ti alır. Afrodit ona dünyanın en güzel kadının aşkını önerir. ''Burada oturmuş kendini sürülerin içinde harcıyorsun. Neden kente göçüp uygar bir hayat sürmüyorsun? Spartalı Helen gibi biriyle evlensen ne yitiririsin? Seni bir kere görse, evini,ailesini,varını yoğunu bırakıp peşine takılacağına eminim.'' der.

Afrodit böylece Paris'i kandırmış, atlın elmayı almış. Bu kara gücenen Hera ve Athena o anda Troya'yı mahvetmeye karar vermişler. Tanrıça Aphrodith'in aşk senaryosu bundan sonra hızla gerçekleşecek, Troy elçisi olarak Sparta'ya giden Paris, kendisine aşık olan Kral Menalaos'un eşi Helen'i Troya'ya kaçıracaktır. Bu olay Helen dünyasında bomba gibi patlar. Menalos hemen Girit'teki işlerini yarıda keserek ülkesine döner. İlk işi bir zamanlar Helen'le evlenmek için sıraya giren ve bir gün kocasının şerefini korumaya and içmiş kişileri toplamak olur.

Iolkos kralın Peleus'un oğlu olan Akhilleus (Aşil) Troya savaşına gönüllü olarak gitmese de Savaşta en büyük kahramanlardan biri olur. Söylenceye göre Akhilleus'un annesi Thetis, Okyanus Kızları diye bilinen Nereidlerden biridir. Doğa üstü gücünü oğlunu yenilmez bir savaşçı yapmak için kullanır. Onu suya batırıp kutsar. Böylece artık Akhilleus'a hiçbir silah işlemeyecektir. Ne var ki Thetis onu topuğundan tutup suya soktuğundan bir tek oraya su değmemiştir. Akhilleus'u öldürmenin tek yolu topuğundan vurmaktır. Nitekim, Akhilleus Troya'nın en sevilen kahramanlarından biri olan Hektor'u öldürdüğünde, kardeşi Paris yayını gerer ve Akhilleus'u topuğundan vurarak yere yıkar.

Gerçekteyse Akhaların Troya'ya saldırma sebepleri ekonomik nedenlere dayanıyordu. Ticaretin bilindiği çağlardan beri Ege dünyası, Akdeniz'i Karadeniz'e bağlayan ticaret yolları altın, gümüş, kumaş, kenevir, gemi kerestesi, kurutulmuş balık, tahıl, köle, amber, şarap, yeşim ve zeytinyağı gibi mallarla yüklü gemilerin boğazlardan geçişi, bugün Çanakkale Boğazı olan Hellaspontus'un ağzında kurulu olan Troya'nın denetimi altındaydı. Tunç çağının ortalarında ticaret yollarının çoğuna sahip olan Mikenler, yanlarına Peleponnes Yarımadası'nın öteki krallarını da alarak Troya'nın buradaki egemenliğine son vermek istemişlerdir. Bu savaşların asıl nedenleri zamanla unutulmuş, Homeros gibi ünlü ozanların dillerinde bir kahramanlık destanına dönüşmüştür.

Söylenceye göre Troya önündeki kuşatmanın uzayıp gittiğini gören Akhalar buna bir çözüm Evlerinden uzaktadırlar, savaşın bir an önce bitmesi gerektiğini düşünürler. Troya kentiyse aşılmaz surların gerisinde daha uzun süre dayanacak yapıdadır. Bunun üzerine Akhalar bir hileye başvurmaya karar verirler. Tahtadan bir at yapıp kentin surları önüne bırakacaklardır; içi boş olan at aslında bir tuzaktır. Akhalar gittikleri sanılsın diye gemilerine binerek uzaklaşırlar. Troyalılar sabah uyandıklarında geminin gitmiş olduğunu görüp şaşırırlar. Geride sadece dev bir tahta at kalmıştır. Ata önceleri şüpheyle bakan Troyalılar sonra bunun tanrıların bir hediyesi olduğa karar vererek surların içine taşımaya karar verirler. Gece kentte herkes büyük bir kutlama yapar. Geç vakitlerde herkes uyuduğunda tahta atın karnındaki kapak açılır ve atın içinde saklanan Akha askerleri sessizce dışarı çıkar. Karalıktan yararlanan ger dönen gemilerine işaret vererek kentin kapılarını kendi ordularına açarlar. Troya'yı yakıp yıkar , önüne geleni katlederler.

Troya kentinin söylence kılıfından çıkıp gerçekliğe bürünmesi, Schliemann adlı bir araştırmacının 1800'lü yıllarda yaptığı kazılar sayesinde olmuştur. Schliemann , Homeros'un anlattığı Troya'nın yeri (eğer öyle bir yer varsa) o zamanın bilim adamları tarafından Pınarbaşı köyü olarak gösteriliyordu. Homeros , İlyada'nın XXII. Şarkısında '' iki güzel fışkıran pınara varırlar. Bunlardan iki dere,girdaplı Skamandros'a dökülüyordu. Birinden sıcak su akıyor ve duman tütüyordu. Ama öteki yazın da soğuk akıyordu. Dolu gibi, ya da kışın karı gibi ve donmuş buz parçaları gibi.'' Schliemann rehberle beraber geldiği Pınarbaşı ilk araştırmasında buranın Troya olamayacağını anlar. İlyada'yı okumaya devam eder. Akhilleus'un Hektor'la olan korkunç çarpışmasını okur. Schliemann tarif edilen yollarda yürür, Pınarbaşı'n dan iki saat kuzeyde, deniz kıyısından yalnız bir saat uzaklıktaki şimdiki adı
Hisarlık olan, Yeni İlion harabelerini şöyle üstünkörü inceler. Troya'yı bulduğunu düşünüyordu.

Schliemann ve eşi 1871 yılında iki ay, sonraki yıllarda dörder ay kazdı. Emrinde yüz kişi bulunuyordu. Kentin en yukarısında Athena Tapınağı vardı. Homeros'a göre Poseidon'la Apollon, Pergamos'us surlarını yaptırmışlardı. O halde tepenin ortasında, tapınağın ve çevresinde toprağın üzerine kurulmuş olan tanrılar duvarının bulunması gerekiyordu. İşine engel olduğunu düşündüğü bu duvarları yıktı. Silahlar, mutfak ve ev eşyalar,süsler ve vazolar bulundu. Burada bir zamanlar zengin bir kent bulunduğu kesindi. Kazdığı yerde başka şeyler bulsa da ün kazanmasına yardım edecekti. Yeni İlion'un harabeleri altında başka harabeler vardı; onların altında başkaları ve onların altında başkaları... Tepe kat kat soyulması gereken bir soğana benziyordu. Bu katların her birinde başka insanların yaşadıkları görülüyordu. Milletler yaşamışlar ve ölmüşlerdi,kentler kurulmuş ve yıkılmıştı. Bir yıl içinde yedi tane, sonra da iki tane kent bulunur. Peki, Homeros'un anlattığı Troya kenti hangi kattaki idi. Kesin olan, en alttaki katın tarih öncesinden kaldığıydı. En eski kattı bu; o kadar eskiydi ki burada oturanlar henüz maden kullanmayı bilmiyorlardı. En üsteki katta, mutlaka Kserkes'le İskender'in adına kurban sundukları Yeni İlion olmalıydı.

Schliemann kazdı ve aradı. Alttan ikinci ve üçüncü tabakalarda yangın izleriyle muazzam toprak surlar ve dev gibi kapının yıkıntılarını buldu. Artık emindi. Bu surlar Priamos'un sarayını kuşatıyordu. Bilim bakımından hazineler boldu. Ülkesine gönderdiği ve uzmanların incelemesine sunduğu parçalar uzak bir devrin, bütün detaylarıyla tam bir tablosunu oluşturuyordu. Schliemann'ın zaferi aslında Homeros'un da zaferiydi. Masal ve mit sayılan, uydurduğu düşünülen bir tarih gün ışığına çıkıyordu. Çalışmasıyla 250000 metreküp toprağın hakkından gelen Schliemann 15 Haziran 1875'de giriştiği sonuncu kazıda, son kürek vuruşundan bir gün önce, bütün dünyayı hayran bırakacak buluntuları ortaya çıkardı.

Sıcak bir günün sabahın da, 28 mt. derinlikte, Primos'un sarayı olarak kabul edilen duvarların üzerinde iken aniden altını görür ve karısına işçileri eve göndermesini söyler. Karısından kırmızı şalını ister ve çukura atlayarak deli gibi kazar . büyük taş kitleleri arasındaki molozlar tehdit edici biçimde başının üzerinden sarkar. Kral Primaos'un paha biçilmez hazinesi gün yüzüne çıkıyordu. Karanlık eskiçağın en kudretli hükümdarlarından birinin altınları, gözyaşları kana bulanmış tanrısal insanların süsleri.... Schliemann hazineyi bulduğundan bir an bile kuşku duymadı. Ancak ölümünden kısa bir süre sonra heyecanın şarhoşluğu içinde yanıldığı, Homeros'un Troya'sının ikinci ve üçüncü tabakada bulunduğu, hazinenin de Priamos'tan bin yıl önce yaşamış, daha eski bir krala ait olduğu anlaşıldı.

Troya hazineleri tarihin en gizemli ve en tartışmalı hazineleridir. Yaklaşık 130 yıllık süre içinde kaybolup iki kez bulunmuştur. 1873' bulduğu hazineyi Schliemann, Atina'ya kaçırır. Osmanlı Hükümeti dava açar ama hazine bulunamaz. Daha sonra Schliemann, hazineyi Rus Çarına satmak ister. Çar çalıntı mal kabul etmediğini belirtir. British Museum, çalıntı olduğunu düşünerek hazineyi sergilemez. Ama 1882'de Berlin Müzesinde sergilenir ve hazineyi Almanya'ya bağışlar. 2. dünya savası sırasında hazine sığınakta saklanır ve sonrasında nerede bilinemez. 1945'de Sovyet Ordusuna Puşkin Müzesine teslim edildiği anlaşılır. 1993 yılında dönemin başbakanı hukuksal mücadeleye girse de hazine geri alınamaz.

TROYA, bu isim başka hiçbir kentin sahip olamadığı bir unutulmazlığa sahip. Savaşın, aşkın, kahramanlığın, ihanetin, söylencelerin kentiydi Troya. Troya'dan önce de sonra da pekçok kent var oldu elbette, ama onları anlatacak bir ozanları,öykülerini ölümsüzleştirecek Homeros'ları yoktu. Önceleri Homeros'un aklının ürünü olduğu sanılan Troya'nın var olduğu anlaşılmasından sonra dünyanın ilgisi her geçen gün arttı. Bu ilgi günümüzde de sürdürüyor.

Sn. Gökhan Tok'un Bilim ve Teknik (Nisan 2001) dergisinde hazırladığı yazından sizler için özetleyerek hazırladım. - Nurperi Ünsal

25 Mayıs 2004 Salı

Büyükada'ya Trenle

Tren yolculuklarını çok severim.. Hayat doludur trenler.. Her şey vardır.. Hani önemli olan varmak değil yolculuk etmektir derler ya.. (BMW öyle der..) Pazar günü İstanbul'da, Büyükada'daydım. Harika bir tren yolculuğundan sonra sabah kahvaltımı restoran vagonda Hereke sularının ilk ışıklarını ve körfeze demir atmış uyuyan gemileri izleyerek yaptım. İstanbulda Kadıköy'de iskele kıyısındaki bir çay bahçesinde arkadaşlarımla buluştum. Sabah yakaladığımız ilk ada vapuruyla Kadıköy iskelesinden yola çıktık. Havada bir parça simit kapmak için vapurla yarışan martılarla birlikte adaları teker teker ziyaret ederek öğleden önce Büyükada'ya vardık. Bu arada boğazdaki yunus sürüsünü belirtmeden geçemeyeceğim.. İşte size biraz ada, biraz İstanbul getirmek istedim... Bazen bir martının, ya da bir leyleğin gözlerinden... Haydi binin atlı karıncaya, birlikte uçalım...

Büyükada çam ormanları, kır kahveleri ve faytonlarıyla İstanbul'un yanıbaşında bambaşka bir dünya...

Adaların İstanbul'a hem en uzak, hem de en büyüğü olan Büyükada, vapurdan iner inmez tarihi iskelesi ve büyük çarşı meydanıyla kucaklar sizi. Sol tarafa doğru adanın ünlü balık lokantaları uzanır. Anadolu Kulübü tesislerine uzanan sağ taraftaki yolda çay bahçeleri ve balıkçı barınağı yer alır. Birahanelerin, midye tavacıların ve cafelerin dizildiği karşınızdaki yol sizi çarşıya sokar. Tezgahlardaki ve dükkanlardaki ürünler taze ve kaliteli olmakla birlikte, Bostancı'dan getirildiği için pahalıdır.

Saat kulesinin sağ tarafında fayton durakları vardır. Adanın tek ulaşım aracı olan faytonlarla belirli bir adrese gidebileceğiniz gibi, büyük ve küçük tur olarak iki farklı güzergahta yapılan gezintilerde bütün adayı turlayabilir ve tüm güzellikleri izleyebilirsiniz.

Faytoncuların bulunduğu meydanda bisiklet kiralama yerleri de var.

Ağer adayı yudum yudum koklamak istiyorsanız, 23 Nisan caddesinden başladığınız motorlu araç trafiğinden uzak yürüyüşünüzde belki zaman zaman faytonların nazik zil sesleri uyaracaktır.

Sağ yanınızda görkemli yapısıyla Anadolu Kulübü'nü göreceksiniz. Buradan Mehmetçik Caddesi'ne kıvrılacak, Ermeni Katolik Surp Astvadzazin Kilisesi'nin yanından geçerek Çankaya Caddesi'ne çıkacaksınız. Karşınıza "Agopyan Köşkü" olarak bilinen 4 katlı ve 22 odalı yapı bir zamanlar otel olarak kullanılmıştı.

Sağ tarafınızda Turing tarafından işletilen Büyükada Kültürevi'ni göreceksiniz. Burada yaz aylarında çay, kahve, aperatif yiyecekler bulabilirsiniz. Eğer Ada'nın erkencilerindenseniz, sabah kahvaltınızı burada yapabilirsiniz. Kültürevi'nde Cuma, cumartesi ve Pazar akşamları klasik müzik konserleri de verilmektedir.

Yürüyüşümüze devam edersek, sağ tarafımızda bir taş kule dikkatimizi çeker. Kulenin yer aldığı büyük bahçe Büyükada Tenis ve Su Sporları Kulübü'ne aittir. "Salkım Hanımın Taneleri" filminde adı geçen Seferoğlu Köşkü, bir zamanlar bu bahçede yer alırdı. Ancak 1999 yılında yaşanan yangın, köşkü kül etti.

Yolun sonunda gri beyaz rengi ile Ahmet Emin Yalman Yalısı'nı görürüz. 1999 yılında Turing'e verilen ve restorasyonuna başlanan yalı, kurumun içine düştüğü ekonomik kriz nedeniyle tamamlanamadı.

Çiçek kokuları, kuş cıvıltıları içindeki yürüyüş parkurunda Nizam Yokuşu'na varırız. Hemen karşımızda Dil Burnu dinlenme tesisleri vardır.

Büyükada'da motorlu trafik yok. Atlı trafik var. Binalar sanki bir eski bir avrupa ya da kanada şehri havası veriyor. Ama çoğu çok bakımlı ve çoğu da yararlanabileceğiniz hizmetler veriyor.

Anayoldaki atlı ve bisikletili trafikten uzaklaşmak istedik ve gördüğümüz dar ve dik bir merdiven sokaktan, nasıl olsa bir yol buluruz diyerek tepeye doğru çıktık. Sokak giderek bir patikaya dönüştü. Ve yanılmamışız... Toprak bir orman yolu bulduk. Ilık bir bahar-ilk yaz sabahı kuş sesleri ve muhteşem çiçek kokuları arasında tertemiz bir havada, çok keyifli bir yoldan yürüyerek, yetimhane olarak tanınan metruk ahşap binanın batı tarafından "Lunapark" olarak anılan birlik meydanına çıktık. Birlik meydanı adanın en yüksek tepesinde bulunan Aya Yorgi kilisesine çıkmadan önce faytonla gidebileceğiniz en uç nokta. Gerisini yürümek zorundasınız... Atla da
gidebilirsiniz eğer isterseniz...

Arnavut kaldırımı tarzında döşenmiş bir yoldan tepeye tırmandık. Önce tepedeki aya yorgi kilisesini ziyaret ettik. Pazar ayini yeni bitmişti. Genç bir papaz bizi karşıladı. İçeride hafif sesle bir ortodoks korosunun sesi duyuluyordu. Tütsülerin ve mumların kokusu etrafı sarmıştı. 600 yıllarından kalma kilise bu gün de hem ibadete hem de ziyaretçilere açık.

Kilise ziyaretimiz bittikten sonra, tepenin en muhteşem, en hakim yerinde kurulu bir yapının hemen yanındaki taraçada muhteşem bir manzarada yemeklerimizi yedik. Izgaraları ve dolmaları çok güzel. Börek de yapıyorlar. fiyatlar da gayet makul.. Ama sürpriz kendi yaptıkları harikulade özel kırmızı şarap... Self servis ve pazar günleri çok kalabalık olabiliyor. Biraz erken gitmekte ve sıranız gelmişken herşeyi birden almakta yarar var... Gelirken iki şişe kırmızı şarap da sizin için çantama atmak istedim. ama kuyruk o kadar uzamıştı ki... Belki de daha iyi... Çünkü birlikte gidip yerinde yaşayabilir ve tadabiliriz.

Biz zevkle yemeğimizi yerken ve şarabımızı yudumlarken, çok kalabalık bir leylek sürüsü bizi ziyarete geldi... Hemen üstümüzde, hatta çevremizde kalabalık gruplar halinde uçarak çemberler çizdiler... Ve geldikleri gibi de aniden gittiler..

Dönüşte yolumuzu biraz uzatıp toprak bir yoldan adanın en güney ucundaki kayaya kadar gittik. Daha sonra büyük tur yolunu takip ederek ilçe merkezine yöneldik. Yürüyüşümüz boyunca etrafta serbestçe dolaşmaya bırakılmış atlar ve taylar bize eşlik etti.

Biraz da şehir merkezini dolaştıktan sonra vapurumuza atlayıp İstanbul'a döndük..

Akşam yemeğimizi Kadıköy iskelesindeki bir restoranda güneşin istanbul üzerindeki muhteşem ve dünyaca meşhur batışını izleyerek yedik. Daha sonra Haydarpaşa'ya giderken deniz kıyısındaki çayhanelerden gözümüze kestirdiğimiz bir tanesinde çayımızı istanbul'un ışıklı renklerinin denizdeki oynak yansımalarını izleyerek içtik. Ama aklımız balık ekmek teknelerinde ve tekne lokantalarında kaldı. Bir dahaki sefere ..

Sonra evli evine, Ankaralı trenine dönmek üzere dağıldık...

Bu harika bir keşif gezisiydi. Bir dahaki sefere birlikte gideriz.. :)

Fotoğraflar

17 Mayıs 2004 Pazartesi

Kaçkar Dağlarından Sevgiyle...

"Selam, sevgi ve dostlukla" Mehmet DEMIRCI - Türkü Tur Çamlıhemşin



Ardeşen İlçesinin girişinde denize dökülen Fırtına Deresi'nin batı yakasından güneye giden karayolu ile ulaşılır. Kaçkar Dağı ve Verçenik Dağı'nın eteklerinden sularını alan ve bölgenin güneyinden kuzeyine doğru akan Fırtına Deresinin iki ana kolu olan Hala ve Büyükdere Derelerinin birleştiği yerde kurulmuştur.

Hala Deresinin ana çıkış noktası Kaçkar Dağı'nın etekleridir. Bir kolu Avusör Deresi ile komşu Ceymakcur-Balakcur Deresi ise Kemerli Kaçkar'dan süzülüp gelirler. İkinci kolu ise Memişefendi Tepesi'nin yamaçlarındaki Samistal eteklerinden çıkıp Ayder Kaplıcalarına dökülen ve bir parçasını Gelintülü Şelalesinin oluşturduğu Hazindak Deresidir. Hala Deresinin diğer bir kolu ise sularını Altıparmak Dağından alan ve yaklaşık 350 metreden dökülen Bulut Şelalesinin de bulunduğu Tar Deresi'dir. İki ana koldan büyüğü olan Büyükdere'nin çıkış noktası ise Verçenik Dağı'dır. Bir ana kolu Ortayayla-Başhemşin vadisinden gelir ve Varoş-Çiçekli deresi ile buluşarak Çat'a ulaşır. Bir diğer ana kolu ise Garmik sırtlarından çıkıp Elevit Vadisinde Haçevanak deresiyle buluşarak Çat 'a ulaşır. Büyükdere'nin en önemli ve bakir kollarından bir de Apevanak sırtlarından kaynağını alan, Palovit ve Amlakit vadilerini geçip, Meğo Vadisine ulaşmadan Virandere ve Samistal deresi ile buluşarak Türkiyenin belkide en önemli kanyonlarından birini oluşturan Palovit deresidir. Hala ve Büyükdere irili ufaklı birçok dereden sonra en son aşağılarda, Kaynağını yine Altıparmaklardan alan ve en büyük kollardan biri olan Laz Deresi ile buluşurak Fırtına Deresini oluşturur ve Ardeşen sınırlarında denize dökülür.

Çamlıhemşin ile ilgili tarihi araştırmalar kesin bir sonuca ulaşmamış bir sürü tahmin üzerinde durulan tarihi olaylara konu olmuştur. Araplardan bunalıp, önce Kars (Göle) bölgesine kaçan 'hamam' idaresindeki Amatuniler Acaristanda denize karışan Çoruh ırmağını aştılar. Bu sırada Bizans Kayser VI. Kostantin'in (780-797) yerleşmek üzere mülk olarak Hamam bey'e bağışladığı Tambur bölgesine gelerek burayı şenlendirip, yurt edindiler. Bu yüzden oraya Hamam-a Şen dendi. Zamanla bu coğrafya adı Hemşen/Hemşin şeklini aldı. Horosan-Hemedan-Elezeğ bölgesinden gelme Türkmen/Oğuz halkı da Hemşenli/Hemşinli diye anılır oldu.

Eski çağlara ait Erzurum-Trabzon ipekyolunun çok yağmalanması ve Zigana Dağının geçilememesi nedenleri ile iklimin uygun olduğu dönemlerde Erzurum-Hevek Yaylası-Hisarcık-Zilkale-Çamlıhemşin-Pazar yolunun izlendiği söylenmektedir. Bugünkü Pazar ilçesinin doğu yönündeki çıkış noktasında doğal bir limanın varlığından sözedilir. Bu yöreye Cumhuriyet dönemine kadar ''Eski Trabzon'' denmesi bu gibi varsayımlara ışık tutmaktadır. Ayrıca antik çağlardan beri Kaçkarlar sahil yolunun gerek haladeresi gerekse Büyükdere güzergahının ilçe merkezinin bulunduğu yerden geçtiği aşikardır. Hatta tarih öncesi tarihçilerden Xenephon'un ünlü ''onbinlerin dönüşü''adlı eserinde bazı uygarlıkların Karadeniz'e iniş için bu bölgeyi ve güzergahı kullandıklarını yazmıştır. M. Ö 400 yıllarında İranla savaşmaya giden, komutanları Fıratta boğulunca geri dönmek zorunda kalan 10. 000 askerin başından geçenleri anlatan Xenephon; askerlere, şimdiki adı Aşağı Çamlıca olan Vice-i Sufla köyünde, yörede 'deli balı' diye adlandırılan ve arının ilkbaharda bir çeşit Rohododendron olan Sarı Komar (alp gülü) çiçeğinden aldığı özle oluşturduğu balın ikram edildiğini ve birçoğunun zehirlenip (baltutması) hastalandığını belirtmiştir. Bu savı kanıtlayan bir diğer unsur da sahilde Pazar Kalesi ile bağlantılı olan 700 metre rakımdaki Zilkale ve 2000 rakımdaki Kal-i Bala kaleleridir. 1100-1300 tarihleri arasında Kommennoslar tarafından yapılmış olan bu kaleler bölgenin güvenliğinden başka hububat ambarı olarak da kullanıldığı bilinmektedir.

Çamlıhemşin, Çarlık Rusyası'nın işgaline uğradıysa da sahildan uzak oluşu ve siper durumundaki yüksek dağlar nedeni ile barınamamışlar ve yöreyi terketmişlerdir. İlçe merkezinin eski ismi olan Vicealtı nahiye olmadan önce idari yönden hemşin köylerinin tümü ile birlikte Pazar-Hemşin nahiyesine, aşağı kesim köyleri ise Ardeşen nahiyesine bağlıydı. 1953 yılında Ardeşen ilçe olunca Vicaaltı, Çamlıca yeni adıyla Ardeşene bağlı bir nahiye oldu. 1 Nisan 1961 tarihinde İlçe yapılarak Çamlıhemşin adını aldı. 1912 yıllarında nüfus yönüyle yoğun olup, terzi, bakırcı, demirci, ayakkabıcı, kuyumcu gibi meslek sahiplerine ait muntazam binaların oluşturduğu Çamlıhemşin, şu anda , merkez nüfusu 2300, ilçeye bağlı 24 köyü ile birlikte toplam nüfusu 10. 600. kişi olan ve yoğun göçten nasibini alan bölgelerdendir.

Bölge Türkiyenin en çok yağış alan yeridir. Yılde metrekereye 2510 kg. yağış düşer. Kar kalınlığı Aralık -Ocak-Şubat aylarında 2000'li rakımlarda 7-8 metreye kadar ulaşır. Nisan-Mayıs ayları bölgenin en önemli rengini oluşturan Yeşil'in görünme aylarıdır. Yağış azdır ama yükseklerde yağmur her an kar'a dönüşebilir. Yaz aylarından özellikle Temmuz çok yağışlı geçtiğinden dolayı yörede 'çürük ayı' diye adlandırılır. Bu aylarda yerdumanı (hüzünveren) yükseklerin gizemli örtüsüdür. Eylül ayından başlayarak bölgedeki en yaygın ağaç cinsi olan Ladinlerin haricindeki tüm bitki örtüsü renk değiştirmeye başlarlar. Bu aylar bölgede, güneşten en çok nasibini alan aylardır ve doğa inanılmaz bir renk cümbüşü içindedir. Ekim'in sonlarında ise yükseklerdeki kar yağışı ile bu cümbüşe tek eksik renk olan 'beyaz' da katılır.

YAYLA KÜLTÜRÜ
'Gurbetçilik' ve Çay Tarımı'nın yanısıra Çamlıhemşinlinin geçim kaynaklarından biri de Hayvancılıktır. Haziran'ın ilk haftası 2000'li rakımlardaki yaylalara göçlerin başlama zamanıdır. Yetersiz mera alanı ve haşara'nın çokluğu hayvanları yüksek rakımlara götürmenin asıl nedenleridir. Yaylada sabah erkenden meralara götürülen hayvanların ahır temizliği yapılır. (Bu işlemAlman Prof. Karl Koch'un 1843-44 yıllarında yaptığı Rize Seyahati sonrası kaleme aldığı seyahatnamesinde şöyle anlatılır: Herkül'ün Augias'ın ahırını temizleme biçiminin tek olmadığını ve bu yöntemin bugünkü doğu toplumlarında olduğu gibi eski çağ halklarınca da bilindiği ortaya çıkıyor'. ) Akşam ahıra dönen hayvanlar'ın sütleri 'ketoğ denilen kaplara sağılır. Sağılan süt yayvan ve ahşap bir tekneye dökülür. İkinci gün üzerinde biriken krema (kaymak) alınır. Ve kaymak kabına (kadel veya siyafki) konulup kaynatıldıktan sonra mayalanır ve peynir yapılır. Peynir mayasının temel maddesi üç günlük inek yavrusudur. Kesilen yavrunun midesi özenle alınır ve bağlanır. Kurutulan mide bir yıl sonra acı erik, sarımsak, tuz, peyniri alınmış süt suyu katılır.

Yapım esnasında süt bozulursa torbaya dökülerek süzdürülür ve çökelek (minci) elde edilir. Peynir saklanması ve tadına ulaşması için, çam ağacı (ladin) kabuğundan dikilmiş olan 'kolo' denilen kabın içinde muhafaza edilir. Sütten yoğurt mayalanıp torbaya dökülerek de süzme yapılır. Tüm ürünler yayla evinin maran denen bölümünde güze kadar saklanır. Yaylada inekleri rahatsız etmemeleri ve kendilerinin yeterince beslenebilmeleri için, bütün öküzler başlarına tahsis edilmiş iki çoban tarafından devamlı gidilmeyen ve sırf onlar için belirlenmiş otlaklara (öküz pornağı) götürülürler. Çobanlar iki ay süreyle orada öküzlerin sağlıklı bir şekilde beslenmelerini sağlarlar. Çobanlar kamp yerinde, üstü harduma'dan (çamağacından, uzunluğu bir metre, genişliği yirmi santimetre olan ince tahta) etrafı taştan örülü barınakta kalırlar. Barınağın etrafını çepeçevre saran öküzlere gece tek bekçi, daha önce pornağa çıkmadan güreştirildiklerinden tümünü yenen baş pehlivan öküzdür. Öteyandan köydeki ürünlerin bakımını tamamlayan Çamlıhemşinli, gurbetçisiyle de aynı tarihte buluşarak on günlük bir dinlenme ve eğlenme için yaylaya çıkar. Vartavor denilen bu eğlence yalnızca yaylara özgü bir eğlencedir. İnsanların Gül Suyu ile birbirlerini ıslatması anlamına gelen ve bereket!i simgeleyen Vartavor aynı zamanda da genç kız ve delikanlılar için sevdalık zamanıdır. Her yaylada belli bir horon yeri vardır. Buralarda gece geç saatlere kadar tulum eşliğinde horon oynanır ve atma türkü (iki kişi yada iki grup arasında taşlamaya ve ironiye dayalı, beyit veya dörtlük şeklinde uyaklı söylenen türkü ) söylenir. Gündüz ise hava güzelse günübirlik geziler düzenlenir. Hobisi olanlar alabalık avına ve çamlardan sakız toplamaya giderler. Ağustos sonuna doğra, yaylaya gitmeyen ve köyde kalan orta yaşta olan bir grup, yine bir şenlik havasında, ertesi yıl hayvanlara gerekecek olan ot ihtiyacını sağlamak ve stok etmek için yaylaya çıkar. Oğnak ve ot biçimi de denilen bu olaydan sonra, yaylacının artık bir beklediği yoktur, taa ki son göç tarihi olan 23 Eylül'e, göç için gelen birkaç kişiye kadar. Yatak-yorgan gibi eşyalar, herhangi bir kemirgen'in kışın kesmemesi için, yayla evinde 'tacor' adı verilen ve tavandan sarkıtılan iplere yerleştirilen tahtaların üzerine konulurlar ve hüzünlü 'dönüş' başlar.

Günümüzde ise; Karadeniz bölgesinin geçim kaynağı olarak 'çay' bitkisinin yaygınlaşması yayla kültürünü kısmen de olsa baltalamaktadır. Eskiden mısır tahılı ticari amaçtan çok gerekli olan ekmek ve yem ihtiyacı için ekilirdi. Şimdi ise çay toplama zamanındaki düzensizlik artık geçim için değil zevk için çıkılan yaylalara artık kitle olarak gidilmesini engelliyor. Ağustos sonlarında parçalı gidişler de olsa Amlakit Yaylası başta olmak üzere artık çok az yaylada geleneksel vartavor şenlikleri yapılmaktadır.

Sütü teknede değil süt makinesinde kaymağından ayrıştırılan, ateşi ocaklıkta değil pilitada ve sobalarda yanan, yaylacısı ottan değil süngerden yapılan yataklarda yatan, öküz nerde kaldı inek sayısı yayladaki kişi sayısına eşdeğer olan, canlı ev sayısı her yıl ölen yaylacı kadın sayısına göre orantılı azalan yaylalardan başka, elektiriği, telefonu ve yolu olduğu için aşırı betonlaşmadan da nasibini alan yaylaları ile Çamlıhemşin bakalım ne kadar daha gündemde kalmayı başarabilecek.

29 Mart 2004 Pazartesi

Belki de Medeniyet Buradan Doğdu

Wall Paintings of Anatolia

Her gelip geçişimde Konya-Çumra karayolu üzerinde mevki belirten sarı bir levha hep dikkatimi çekmiştir. Renginden dolayı tarihi bir kıymete sahip olduğu anlaşılan "Çatalhöyük" levhası geçenlerde yaptığım bir araştırma ile benim için daha manidar bir hale dönüştü. 1926 yılı gibi henüz kısa bir zaman öncesine dayanan mazisiyle Çumra'nın, insanlık tarihine eş bir maziye sahip, Çatalhöyük gibi bir mevkiyi topraklarında barındırıyor olması gerçekten bu genç ilçemizi dünya çapında bir üne kavuşturuyor.

Çatalhöyük Konya'nın 52 km güneydoğusunda, Çumra ilçe merkezinin 11 km kuzeydoğusunda, büyük obsidyen (volkanik cam) kaynaklarına yakın bir yerde, deniz seviyesinden 1400 metre yükseklikte. Ancak Çatalhöyük'ün asıl değeri, neolitik çağa ait bugüne kadar bulunmuş en kentsel merkez olmasındadır.

Bu özelliğiyle Çatalhöyük, 9 bin yıllık mazisi ile yazı öncesi devirlere ait olan Neolitik Çağ'ın aydınlatılmasında büyük öneme sahip. Neolitik çağda arkası dağlık ve ağaçlık arazi, önü bataklık olan Çatalhöyük, yerleşmeye çok elverişli olan bu haliyle tarım ve hayvancılık açısından gözde bir yermiş. O zamandaki bu verimlilik ve yerleşim uygunluğu bu günkü bilimsel veriler ışığında; onbinlerce yıl öncesinde Konya Ovası'nda bu günkü Van Gölü'nden çok daha büyük bir gölün varlığıyla izah edilebilmektedir.

Medeniyetin ilk şehircilik hareketinin görülmeye başlandığı Çatalhöyük bu sayede akla gelebilecek pek çok ilkin de sahibidir. İlk kumaş, ilk ayna, ilk tahta kaseler, metodlu tarım ve Anadolu'da sığır hayvancılığının ilk örnekleri, bildiğimiz anlamda dinin ilk ortaya çıkışı bunlardan sadece birkaçı. Tüm bunların ışığı altında bu bölgenin, dünyanın en önemli arkeolojik merkezlerinden biri olduğunu söylemek hiç de abartılı olmayacaktır.

1958'de John Mellaart tarafından keşfedilmiş olan Çatalhöyük, Anadolu'daki en önemli arkeolojik alandır. Bu güne kadar ortaya çıkarılan 13 yerleşim katından anlaşıldığına göre bu mekanlarda en erken yerleşimin M.Ö. 6800 yılarında olduğu ortaya çıkmıştır. Çatalhöyük bulunmadan önce ilk kentlerin Mezopotamya'da bulunduğu ve buranın uygarlığın beşiği olduğuna inanılıyordu. Oysa Çatalhöyük Mezopotamya'dan binlerce yıl önce Beyşehir gölünden beslenen Çarşamba çayının doğu kısmına, Konya'nın Çumra ilçesi yakınlarında, 14 hektarlık bir alanda yaklaşık 10 bin kişilik nüfusu ile dünya tarihinde adeta kent tanımlamasını hak edecek çapta büyüklüğe sahip bir yerleşim merkezi olarak sivrilmiştir.İlginçtir ki Çatalhöyük'ten 3500 yıl sonra ortaya çıkan ve dünyanın en gelişmiş merkezi olarak bilinen Mezopotamya Medeniyetlerine ait şehirlerde bile nüfusun ancak 5 bine çıktığı görülmüştür.

Böylesine önemli bir medeniyetin merkezine, önemi nisbetinde değer verilmeyip buranın ihmal edildiği düşüncesiyle 1934'ten beri Çatalhöyük'teki kazılarına yeniden başlayan Prof. Ian Hodder, tesbit ettiği bu çelişkiyi şöyle dile getiriyor:

"Yabancı turist broşürlerinden herhangi birini açın, Çatalhöyük'ü göklere çıkartırlar, Türkiye'nin en önemli arkeolojik kalıntısı diye. Sonra da uyarırlar: sakın ziyarete gitmeyin! Çünkü görecek hiç bir şey yok. Sadece yaban otlarının bittiği esrarengiz bir tepe!"

Hodder işte bu çelişkiyi ortadan kaldırmak için 30 yıl sonra araştırmalarına tekrar başlamış.

Prof. Ian Hodder'in "Çatalhöyük 100 yılın değil 1000 yılın en önemli kazısı, sadece tarihin değil sanatın da ilk ortaya çıktığı uygarlık" diyerek yaptığı değerlendirme herhalde bütün bunları düşündükten sonra ortaya koyduğu bir fikir olsa gerek! Hodder'in bu görüşünden aynı zamanda Çatalhöyük 'te ilk sanat çalışmalarının başladığını öğreniyoruz. Burada bulunan sanatın zenginliği Çatalhöyük'ün belki de en önemli boyutunu oluşturmaktadır.

Yüzyıllar boyunca klasik çağa kadar Anadolu'da ve bütün Akdeniz uygarlıklarında görülen konular ilk kez Çatalhöyük'te karşımıza çıkıyor. Diğer neolitik yerleşimlerde duvar resimlerine rastlanmazken, Çatalhöyük evlerinin duvarları, kimi kez üst üste 20 30 kat yenilenmiş ve "yaratıcı ruhun ilk belirtisi" denilebilecek kadar gelişkin duvar resimleriyle kaplı. Aslan ve kaplan resimlerine, boğa tasvirlerine ilk kez burada rastlıyoruz. Boğaların avlanmaktan çok, bir tür ayine benzeyen törenlerde merkez oluşturmasına yine burada tanık oluyoruz.

Uygarlığın kökenlerini gizleyen neolitik dönem, Çatalhöyük'te açıklığıyla sergileniyor. Bir görüşe göre Çatalhöyük'te sergilenen duvar resimlerindeki motifler, Anadolu'da son birkaç yüzyıl boyunca yapılan kilim desenlerinde yaşıyor.

Bu görüş kanıtlanırsa, Anadolu'da yaklaşık 8500 yıl süren bir sanat geleneğinin varlığı ispatlanmış olacak ki, dünyada bunun benzeri yok. Yine bu görüş kanıtlanırsa, yalnız kilim desenlerinin değil davranış biçimlerimizin kökenlerini de Çatalhöyük'te arayabiliriz.

Çatalhöyük'ten elde edilen bulgular sadece Anadolu insanının değil başta Avrupa olmak üzere bütün insanlığı ilgilendiren evrensel bir niteliktedir.

ÇATALHÖYÜK’TEKİ BULUNTULAR

* Hayvan Kemikleri:

Arkeolojik sitelerde bulunan hayvan kemikleri üzerinde çalışmaya zooarkeooji deniliyor. Bu yönden Çatalhöyük çok önemli yere sahip. Çünkü o zamanın toplumunda yaşayan insanlar evcilleştirilmiş koyun, keçi, domuz, sığır gibi hayvanlar arasındaydı. İnsanlar ayrıca yabani sığır ve atları, bizonları, geyik ve birkaç kuş çeşidini yemek üzere avlıyorlardı. Boğa ve erkek geyikler Çatalhöyük'ün dini motiflerindendi. Arkeologlar bunları ortaya çıkardıkları hayvan kemiklerinden biliyor. İşin ilginç yanı, resimlerde leopar derisinin giyim için kullanıldığı gösterilirken bugüne kadar bunu destekleyen hiç bir leopar kemiğine rastlanmamıştır.

Mother Earth Cybele at Anatolian Civilizations Museum

Peki bu insanlar, zamanında kilden ve taştan değişik tipte figürler yapmış. Bazıları koyun, keçi, sığır, domuz figürleri olan buluntular arasında en belirginleri ise ya semiz ve şişman ya da hamile olan kadın figürleridir. Bu figürler ne için kullanıldı? Sadece sembolik ve göstermelik miydi, bunu bilemiyoruz. Örneğin bu sahada kedilerin evcilleştirildiğine dair hiç bir delil yok fakat bazı figürler kedi benzeri hayvanları göstermektedir. Ya da buradaki insanlar bu figürler ile bir ana tanrıçaya mı inanıyordu. Burada bulunan bir ilahe figürü, bundan 6000 yıl sonra bulunan Roma heykeli Cybele'ye benziyor muydu?

* Taş Aletler:

Neolitik Çağ, kırarak, ezerek, parlatarak taş aletler yapılan yeni bir taş çağıydı. Taş aletler genelde yapıldıkları tekniğe göre iki gruba ayrılıyor: yontulmuş ve yontulmamış aletler. Çatalhöyük'te bulunan yontulmamışlar balta başı, takılar ve obsidyen (volkanik cam) aynalardır. Bunlar iki taşı birbirine yavaşça sürterek ve cilalayarak yapılıyordu.

* İnsan Kalıntıları:

Çatalhöyük'teki insan kalıntıları, evlerin içindeki uyuma odalarının altlarına gömülü olarak yerleştirilmişti. Bu iş için kullanılan çukurlar defalarca kullanılmaktaydı.Ceset bu çukura konduktan sonra içi balçıkla doldurulur, kapağı ise sıvalanırdı. Yeni bir ceset olduğunda tekrar açılır, eskisinin kalıntıları bir kenara itilir ve yer açılır, çukura konduktan sonra bir örtü veya hasır ile örtülürdü. İlginç yanı çocuk ve bebeklerin bir takım aletlerle gömülmesine karşın yetişkinler hiç bir eşya konmadan gömülüyordu.

* Duvar Resimleri:

Çatalhöyük'te bulunan duvar resimleri dünyada bulunan en eski resimler. Evlerinin 4 duvarına ama farklı kompozisyon içinde resim yapıyorlardı.Genellikle resimlerde, güçlü iri yapılı hayvanlar at, boğa, geyik ve erkek domuz göze çarpıyordu. Onların yanında çeşitli şekillerde iletişim kurmaya çalışan insan resimleri bulunuyordu. Kimi hayvanın dilini tutuyor, kimi üstüne çıkmaya çalışıyor, kimi kuyruğunu çekiyor.

* Obsidyenler:

Bunlar çoklukla her tür kesim işi ile silahların uçlarında kullanıldı. Ancak bunlar kendileri ayrı cins bir taş değil Çatalhöyük'e civarındaki Hasandağı'ndan getirilen volkanik camlardı. Her ne kadar şekil olarak bize ilkel de gelse obsidyenler, şu an kullandığımız en keskin bıçaktan bile keskindir.

* Çömlekler:

Türkiye bu gün, seramikleriyle bilinir. Bu geleneğin, Çatalhöyükte bulunan en eski çömlekle başladığı kabul edilir. İlk çömlek, pişirilmiş, boyasız, parlatılmamış basit şekilli bir çömlektir. Çömlekler evlerin dışındaki kapalı ocaklarda pişiriliyordu. Bu ocakların ilk burada mı yapıldığı yoksa bir yerden mi getirildiği halen bir sır.

Uluslararası bilim adamlarından oluşan bir ekip her yıl bahar sonu itibarıyla Çatalhöyük'e gelerek yaz boyunca araştırmalarına devam etmektedir. Bilimsel ve koruma amaçlı analizlere katkıda bulunabilmek amacıyla kısmen Avrupa Birliği'nin sağladığı bir fonla kazı bölgesinde laboratuvarlar kurularak yapılan çalışmalarda daha fazla maddi desteğe ihtiyaç duyulmaktadır. Kurulacak tesislerin Türkiye ve Doğu Akdeniz ülkelerinden arkeologlar özellikle arkeometri uzmanları ve öğrenciler tarafından araştırma ve eğitim amacıyla kullanılması planlanıyor. Böylelikle Çatalhöyük'te geliştirilmekte olan bilimsel etkinlikler kalıcı hale gelebilir ve arkeolojik sorunlara daha geniş bir perspektifte çözüm üretilebilir. Kazıları desteklemek ve kaynak sağlamak amacıyla bir de Çatalhöyük Dostları Derneği kurulmuş. Çatalhöyük ve benzeri tüm kazılar daha fazla ilgi ve destek bekliyor. Çünkü bu kazılar ışık için yapılıyor.

Yazı: groups.yahoo.com/fotoGezi
Kazı yerinden görüntüler ve dahası: catalhoyuk-site.tumblr.com

Anatolian Neolithic House

HiTiTLER ONCESiNDE ANADOLU



AVCILIK VE TOPLAYICILIKTAN İLK ÜRETİME GEÇİŞ

İlk insan topluluklarının yaşam düzenleri, avlanma ve yenilebilir bitkilerin derlenmesine dayanıyordu. Bunların barındıkları yerler de, mağaralar ve doğal etkilerden az da olsa korunmuş olan kaya sığınaklarıdır. Bu bakımdan, insanlar daha bereketli avlanma alanları buldukları zaman, oralara kolayca göç edebiliyor ve yer değiştirebiliyorlardı. Belirli bir mekân veya konutla yaşam alanları sınırlandırılmış değildi.
Bu insanların bıraktıkları maddi kültür belgeleri, yani onlardan günümüze kadar gelebilmiş kalıntılar, genellikle, çakmak taşlarının yontulması ile biçimlendirilmiş baltalar, kesiciler, deliciler ve kazıcılar gibi aletler olduğundan, yarattıkları kültüre Eski Taş Devri anlamına gelen Paleolitik Çağ adı verilmektedir. Diğer yandan, yaşam biçimlerinin henüz besin üretimi aşamasına erişmemiş olmasından hareketle, bu kültür evresine Toplayıcılık ve Avcılık Dönemi adı da verilmektedir.

Besinlerini üretmemelerine karşılık, bu insanların yaratıcı güçten yoksun oldukları söylenemez. Yaptıkları taş aletlerin yukarıda saydığımız işlevlere uygun biçimlerde işlenmesi, Afrika’da, İspanya’da Fransa’da ve yeni yapılan araştırmalara göre de, Anadolu’daki mağaralarda (Antalya’da Beldibi, Adıyaman’da Palanlı Mağaralarında) görülen boyalı resimler, insan düşüncesinin daha bu devirde olgun bir düzeye eriştiğini kanıtlamaktatadır.

Anadolu’da bu çağ, özellikle, Antalya yakınındaki Karain mağarası ile yine aynı yöredeki Beldibi, Belbaşı, Öküzini, Kumbucağı mağaraları ve Alanya’daki Kadıini, Isparta’taki Kapalıin ve Hatay-Samandağ’daki Mağaracık Mağaralarında yapılan araştırmalarla aydınlanmıştır.

Yontma Taş Devri anlamındaki Epipaleolitik Çağ’da da insanların yine taş aletler kullandıkları, ancak besin üretimine geçmemekle beraber toplayıcılık ve avcılıkta daha yoğun faaliyet gösterdikleri anlaşılmaktadır. Bu çağın da Anadolu’daki varlığı, yine Antalya dolaylarındaki mağaralarda bulunmuş olan belgelerden anlaşılmaktadır. Anadolu’nun çok değişik yörelerinde bulunmuş taş aletler Paleolitik çağ insanlarının burada yaşamış olduklarını kanıtlar.

Yaşam biçimdeki en köklü değişme kuşkusuz insanların besin üretimine Geçmeleri ile meydana gelmiştir. Yabani tahıl türlerinden elde edilen tohumların ekilmesi ile başlayan ve giderek gelişen tarıma paralel olarak bazı hayvanların evcilleştirilmesi sonucunda insanlar besinlerini ürettikleri topraklara bağlanmaya mecbur kalmışlar, ve böylece göçebelik devri sona ermiştir. Tarım toprakları daha çok ovada bulunduğundan, mağara ve kaya sığınaklarında yaşayıp, uzak tarlalara gitmenin zorluğu hemen anlaşılmış, bu ihtiyaç konut yapımı gereğini ortaya çıkarmış. Gerek besinlerin üretilmesi, gerek ilk yerleşik köy toplumlarının oluşması, insanlık tarihinde yeni bir çağın başlangıcıdır.

Yeni Taş Devri anlamına gelen Neolitik Çağ, bu yüzden bir devrim olarak nitelenmektedir. Ön Asya’nın çeşitli yerlerinde, Ürdün’de, İran’da, Irak’da yapılan kazılarda yerleşik düzende yaşayan tarım topluluklarının varlığı meydana çıkarılmıştır. 40 yıl kadar önce, 1961 yılında Konya’nın 50 km. Kadar güneydoğusunda, 600 m. uzunluığunda, 350 m. genişliğinde ve bugünkü ova düzeyinden 17 m. yükseklikteki Çatalhöyük’te bilinen en büyük Neolitik yerleşmenin kazısına başlandı. Çatalhöyük kazısı henüz bitmemiştir. Şimdiye kadar saptanan 14 yerleşim katı Radyokarbon ya da Karbon Ondört (C14) Metodu ile yapılan tarihlemeye göre M.Ö. 6250-5400 yılları arasına konmaktadır. Son zamanlarda eskiye oranla daha da geliştirilen Dendrokronoloji, yani ağaç halkalar yardımıyla tarihleme metoduna dayanarak, bu tarihler bin yıl daha geriye kaydırılmış ve Çatalhöyük’ün M.Ö. 7100-6300 yılları arasında yerleşime sahne olduğu ileri sürülmüştür. Saptanan yerleşim kesin tarihlerini belirlemek güçtür. Ancak bunların yaklaşık ellişer yıl sürdükleri kabul edilmektedir. Hemen hemen her kat, evlerin yeniden yapılmasını gerektiren bir yangınla tahrip olmuştur. Böylece, Çatalhöyük insanları 900 yıl aynı yerde yaşamışlar ve kültürlerini sürdürmüşlerdir.

Çatalhöyük’deki bu Neolitik merkezin konumu da çok ilgi çekicidir. Toros Dağları’ndan Konya ovasına akan Çarşamba Çayı Çatalhöyüğü iki kısma ayırmaktadır. Konya Ovası yaklaşık M.Ö. 16000 yıllarına kadar çanak gölüydü. Bu bakımdan Çatalhöyük, eski göl alanındaki hayancılığa çok uygun otlaklar ile sulak ve verimli alüvyal tarım arazinin birleştiği bir kesindedir. Otlaklar ve bataklıklar Neolitik çağda doğu ve batıya, tuzlu batak arazi ise kuzeye doğru uzanmaktaydı. Buralarda aralarında aslanların da bulunduğu çeşitli yaban hayvanları yaşıyordu. Daha güneyde ve batıda ise, ormanlık bölge başlamaktaydı. Burada ise leoparlar, geyikler ve ayılar vardı. Daha önemlisi orman konutu yapımına gerekli ahşap malzemeyi sağlıyordu. Bugün ormanlar kaybolmuştur. Ovanın büyük bir kısmında ise tarım yapılmaktadır. Çatalhöyük tümüyle kazılmadığı halde, ortaya çıkarılan kesim bu Neolitik merkezdeki yerleşim ve yaşam hakkında ayrıntılı bilgi edinilmesine yeterli olmaktadır.

Çatalhöyük evleri bitişik olarak yapılmış ve dışa dönük yüzlerine pencere veya kapı açılmamıştır. Bu yüzden, yerleşim alanı aynı zamanda tümüyle bir savunma sistemi durumundaydı. Evler daima birbirinden daha yüksek yapılıyor, komşu evin çatısından uzatılan bir merdiven aracılığı ile eve düz dama açılan bir kapı ya da kapaktan girliyor. Pencereler hemen çatının altında bulunuyordu. Bütün bu düzenlemeler tüm kentin önceden düşünülmüş bir plana göre yapıldığını göstermektedir. Yapı malzemesi, alüvyon ovasının çok bol olarak sunduğu kerpiçtir. Evlerin dış yüzeyleri çamurla sıvanmıştır; içte ağaç dikmeler ve bunların üzerinde yatay hatıllar, üzeri toprakla kaplı düz çatıları desteklemekteydi. Dikey ağaçlar, genellikle ince olan duvarlara çatıyı taşımada böylece yardımcı oluyordu. Ancak, bu Neolitik merkezin daha geç katlarında ağaç dikmelerin yerini, belirli aralılarla konmuş olan, paye adını verdiğimiz dikdörtgen kesitli duvar çıkıntıları ya da başka bir deyimle yarım sütunlar almaktaydı.

İki ya da tek odalı yapıların içleri genellikle aynıdır. 25 m2’yi bulan tek odanın güneyinde giriş merdiveni ve ocak, fırın ve bir deponun yer aldığı mutfak kısmı bulunmaktadır. Yukarıda değilinen ağaç dikmeler doğu taraftadır. Odanın duvarlarına bitişik olarak yapılan sekiler, oturma ve yatma için kullanılan bir tür kerevet görevi yapmaktaydı. Ölüler de evlerin içine ve bu şekillerin altına gömülüyordu. Duvarlar boya ile panolara ayrılıyor, bunların içleri kırmızı boya ile boyanıyordu.

Bu evlerin içindeki eşyalar, bize Neolitik devrin teknoloji ve ekonomisi hakkında ayrıntılı bilgi vermemektedir. Çanak-çömlek en eski katta daha az kullanılmakteyken daha sonraları yaygınlaşmıştır. Burada hemen söylememiz gerekir ki, Neolitik çağda besin üretimine Geçilmiş olmasına rahmen, ilk başlarda pişmiş toprak kaplar yapılaması bilinmiyordu. Bu nedenle, Neolitik Çağ’ın bir evresi de çanak çömleksiz bir dönemdir ve Anadolu’da birkaç Neolitik merkezde bu evre saptanmıştır. Çatalhöyük’de kapların yapımında sadece kil kullanılmıyordu; geniş kaplar, çeşitli büyüklüklerde kaseler ve kapaklı kutular tahtadan yapılmaktaydı. Tahıl samanından veya bataklık sazlarında yer hasırları örüldüğü gibi kapaklı sepetlerde üretiliyordu. Kemiklerden ise, bız, iğne, kaşık ya da çeşitli çeşitli aletlere sap yapmakta kullanılıyordu. Aletler ve silahlar, genellikle, kalın şişe camını andıran obsidyen adını verdiğimiz siyah renkli ve volkanik camdan ve çakmaktaşından yapılıyordu. Obsidyenin çok geniş bir kullanımı olmasına karşılık, çakmaktaşı sadece, tören hançerleri gibi, özel aletlerin yammadde olarak işe yarıyordu. Ok ve mızrak uçları, her çeşit bıçak ve orakların maddesi ise obsidyen idi. Bundan, dünya da bildiğimiz ilk aynalarda yapılmıştı. Bu aynalar yanlız süslenme amacıyla değil, fakat herhalde büyü ve tapınma için de kullanılıyordu.

Çatalhöyük en eski dokuma ürünlerinin de bulunduğu yerdir. Kömürleşmiş kumaş kalıntılarından, bunların, bitki liflerinden ya da yün ve hayvan kılı karışımından dokunmuş olduğu anlaşılmıştır. Diğer yandan, hayvan postları, kürk ve derilerden de giysi olarak yararlanılmıştır. Kadın giysileri omuzda iğne ile tutturuluyor, erkek giysilerinde ise kemer veya kemik iğnelerle kumaşların kaymaması sağlanıyordu.

Süs eşyası olarak boncuklar kullanılmıştı. Törenlerde ise, leopar derisi giyildiği duvar fresklerinde görülmektedir. Maden işçiliğinin ilk örnekleri de Çatalhöyük’te ortaya çıkarılmıştır. Kurşun ve bakırdan yapılmış bazı boncuk ve iğne gibi küçük eşyalar metalujinin ilk örnekleridir. Diğer yandan Çatalhöyük’deki aşağıda sözünü edeceğimiz duvar resimlerini yapmak için kullanılan boyaların üretilmesinde de çeşitli minerallerin gerekli olduğu düşünülürse Neolitik çağda dahi insanların bazı maddeleri işleyebilme düzeyine eriştiklerini söylemek mümkündür. Yanlız Çatalhöyük’de değil, Diyarbakı’ın Ergani ilçesinin 7 km. güneybatısında bulunan Çayönü Tepesi’nden de bakır ve mahalit’den dövülerek yapılmış bız parçaları, telden dövülmüş iğneler, boncuklar ve ufak kürecikler Neolitik çağda başka yerlerde de insanların maden kullanmaya Geçmiş olduklarını kanıtlamaktadır. Ancak, bu madden kullanımı yaygın değildir ve çok ilkel olduğu anlaşılan yöntemlerle (ısıtma ve dövme) yapılmaktadır.

Çatalhöyüğün, Anadolu’dan hatta komşu ülkelerden soyutlanmış bir kültür olmadığı, Neolitik çağda dahi gelişkin bir ticaret yaşamının var olduğu, bulunan çeşitli eşyadan anlaşılmaktadır. Örneğin, Akdeniz kökenli bazı deniz hayvanı kabukları, Ergani maddeninden gelen bakır, Toroslar’dan çıkarılan kurşun, Suriye’den getirilen tablasal çakma taşı, İç anadolu’da bulunan türkuvaz benzeri apatit taşı, uzak ve yakın çeşitli merkezler arasında gelişkin bir ticaret ağının kurulmuş olduğunu vurgulamaktadır. Evlerden bazıları, tapınak oalrak düzenlenmiştir. Bunlar, plan ve iç bölümleme bakımından diğer evlerden farklı değildir. Buralarda rahip ya da rahibelerin aileleri ile birlikte oturmaktaydılar. Ancak, farklı olan şey, duvarlardaki resimler ve dinsel içerikli kabartmalar ile heykelçikler ve konulmşu mezarlardır. Heykelciklerde çoğunlukla kadınlar tasfir edilmiştir, erkek tasvirleri azdır. Bunlarda her yaş grubu temsil edilmektedir. Figürinler arasında genç kızlar ve erkeklerle yaşlı kadınlar ve erişkin erkekler, insanlarla hayvanların bir arada tasvirlerine de rastlanmaktadır. Doğuran veya doğurganlığı vurgulanmış, iki yanına konmuş leoparların başlarına yaslanmış bir tanrıça ile çift başlı bir kadın figürini dikkati çeken örneklerdendir. Kabartmalar iki tiptedir. Yüksek kabartmalar ve tam plastik olarak işlenmiş hayvan başları. Kabartmalarda genel olarak kollarını ve bacaklarını iki yana açmış olarak gösterilen kadınlar tasvir edilmiştir. Kabartmalarda erkek figurlerine rastlanmamakla birlikte, bunların yerini yine plastik olarak işlenmiş boğa başlarının tuttuğuna inanılmaktadır. Bu boğa başlarının boynuzları gerçek hayvan boynuzları ile yapılmıştır. Tüm olarak tasvir edilen tek hayvan leopardır. Duvar resimleri konu bakımından büyük bir değişkenlik göstermektedir. Bazıları sadece tek renkli kırmızı panolardan ibaretken, diğerleri geometrik tekstil motifleri ile bezenmiştir. Ayrıca, ev biçimli bezemeler dikkati çekmektedir. Diğer yandan bazı duvar resimleri konuludur. Bir tanesinde bir kentin arkasında bulunan bir yanardağın indifa etmesi tasvir edilmiştir. Bir kaçı ise ölümle ilgili sahneleri içermektedir. Böylelerinde, başsız cesetleri gagalayan abartılmış büyüklükteki akbabalar; bir akbabayı elinde sapan taşıyla, parçalamaya çalıştığı cesetten uzaklaştırmaya uğraşan bir insan veya kanlı başlarını taşıyan bir adam gibi, dehşet verici konular canlandırılmıştır. Bir resimde, saz ve hasırlardan yapılmış bir yapının altında insan başları ve insan bedenine ait parçalar tasvir edilmiştir. Birkaç duvar resmi ise hayvanların tuzağa düşürülerek yakalanmasını konu almıştır. İlgi çekici olan taraf bu hayvanların yakalanmaya çalışılması fakat avlanmamasıdır. Tasvir edilen hayvanlar boğalar, yaban geyikleri, yaban domuzları, arslanlar ve ayılardır. Duvar resimleri beyaz badanalanmış ve perdahlanarak parlatılmış bir zemin üzerine yağ ile karıştırılarak elde edilen ve genellikle maden köklü olan, kırmızı, sarı ve siyah renkli doğal boyalarla yapılmışıtr. Resimler, üzerlerine tekrara badana çekilmek suretiyle yenileniyor, bazı sahneler aynen tekrarlandığı gibi, bazılarıda konu değişikliklerine uğruyordu. Bazı duvar resimlerinin yüz kez yapılıp bozulduğu üzerlerindeki ince boya tabakalarından anlaşılmaktadır. Kabartmalar ise saman topakları, tahta veya çamur üzerine ince kil ile yapılmışıtr.

Çatalhöyük insanları bilinmeyen bir nedenle, hafire göre M.Ö. 6300, genellikle kabul edilen tarihlemeye göre ise M.Ö. 5700-5600 yıllarında Çarşamba Çayı’nın diğer kıyısındaki Batı Çatalhöyük’e Geçmişlerdir. Hemen hemen aynı tarihlerde, Çatalhöyük’den yaklaşık 300 km. batıda Burdur’un 26 km. güneybatısında bulunan Hacılar Höyüğü’nde saptanan Genç Neolitik evrede de bir tahribat görülmektedir. Bu devreden sonra Anadolu tarihöncesinde yeni bir dönem, kelime anlamıyla Bakır-taş olan Kalkolitik çağ başlamaktadır. Anadolu’daki Neolitik merkezler, sadece bu adı Geçenlerden ibaret değildir. Tarsus’ta, Mersin’de, Hatay Amuk Ovası’ndaki çeşitli höyüklerde, Göller Bölgesi’nde (Erbaba, Suberde) ve İç Anadolu’da (Aşıklı Höyük, Canhasan) bu çağa ait yerleşmeler bulunmaktadır.

NEOLİTİK’DEN KALKOLİTİK ÇAĞA GEÇİŞ

1957-60 yılları arasında arasında kazılan Hacılar’da başlıca 3 kültür saptanabilmiştir. Bunların en yenisi İlk Kalkolitik devre ait ikincisi Çanak Çömlekli Neolitik, en eskisi ise Çanak Çömleksiz Neolitik kültüre aittir.

Hacılar’ın Çanak Çömlekli Neolitik yerleşmesiyle Çatalhöyük Neolitik’i arasında mimari yönden göze başlıca ayrılık Hacı’larda evlere kaplılardan değil, doğrudan doğruya bir avluya açılan geniş kapılardan girilmesidir. Evler arasında bulunan dar sokaklar da, kent dokusu içinde ilk defa burada görülmeye başlar. Avcılığın, tarımın öncelik kazanması sonucu etkilendiğini kaybetmesiyle Kalkolitik toplum yaşamında bazı değişimler ortaya çıkmıştır. Örneğin, Çanak Çömleksiz Neolitik sonlarında azalmaya başlayan avlanma ile ilgili büyük duvar resimleri yapılmaz olmuş, erkek tasvirleri azalarak, bereketlilik simgesi olan kadın figürleri artmış ve yaygınlaşmıştır. Çatalhöyük ve Hacılar’daki tapınaklar artık yoktur. Çakmaktaşı aletlerin yapımı herhalde gittikçe daha çok kullanılan bakır karşısında gerilemiştir. Hacılar’da ölüler evlerin içine değil de yerleşme dışındaki mezarlıklara gömülmeye başlanmıştır.

Dini tasvirler eski geleneklere göre sürmektir. Erkek figürleri çok azalmakla beraber yine çocuklar ya da leoparlarla birlikte gösterilen tanrıça heykelleri sanat eserleri repertuarında önemli bir yer tutmaktadır. Bunlarda kullanılan malzeme içinde kil, taşa göre ağırlık kazanmıştır. Resim sanatı da, duvarlara değil, boya bezekli pişmiş toprak kaplara çoğu kez geometrik motifler biçiminde uygulanmaktadır. Hacılar İlk Kalkolitik çağı keramiği, gerek biçim gerek bezeme yönünden aşılamaz bir düzeye ulaşmıştır. İlk Kalkolitik çağın sonlarına doğru Hacılar büyük bir yıkıma uğramış, yeni gelenler burada bir savunma sistemi yapmışlar, fakat bu yerleşme de düşman saldırısı sonunda tümüyle ortdan kalkarak höyük terk edilmiştir. Ancak, Mersin ve yine Konya Bölgesindeki Can Hasan gibi yerleşmelerde bir Orta Kalkolitik Çağ (yaklaşık M.Ö. 4750-4000) gelişmesini sürdürmüştür. Çok renkli bezemeli, ince keramiğin ortaya çıkışı bu çağın özelliğidir. Pişmiş toprak figürin ve heykelciklerin yapımında bu çağda bir azalma olduğu gözlenmektedir. Bunun nedeni, belki de levha haline dönüşmüş bakırdan yapılma figürinlerin artık tercih edilmesidir. Balkanlar’da bu tip figürinler ele geçmesine rağmen Anadolu’da böyle eşyanın en çok çıktığı mezarlıklar (bu devre ait) henüz bulunmadığı için bu varsayımı doğruladığını kesinlikle iddia etmek mümkün olmamaktadır. Son Kalkolitik çağı (M.Ö. 4000-3000) en iyi biçimde yansıtan merkez Denizli-Çivril yakınındaki, Büyük Menderes’in kaynağında bulunan Beycesultan’dır. Hiç kesintisiz bir yerleşmeye sahne olan bu höyükte 40 tabaka saptanmıştır.

Bunlardan en eskisi 20 kat Son Kalkolitik Çağa tarihlenmektedir.

Bu çağdaki yerleşim merkezleri, İstanbul’da Fikirtepe’den, Samsun’da İkiztepe, Çanakkale Bölgesindeki Kumtepe’den İç Anadolu’daki Büyük Güllücek’e, Göller Bölgesi’ndeki Kuruçay’dan, Amuk Ovası’na ve Doğu Anadolu’ya kadar yayılan, geniş bir dağılım gösterirler.

Beycesultan’a yerleşen insanların göçebe olmadıkları, tarım ve hayvancılığı bildikleri, dokuma üretiminde usta oldukları kurdukları ilk yerleşmede çıkan buluntulardan anlaşılmaktadır. Buradaki başka bir belge de, erken devirlere ait katlardan birinde çıkan bir madeni eşya topluluğudur. Bir çömlek içine konmuş bu eşyalar, bir hançer parçası, bir orak, iki bız, üç iğne, birkaç parça dövülmüş bakır ile bir gümüş yüzükten meydana gelen bir koleksiyon oluşturmaktadır. O zamanın değerli bir madeni olan bakırın, böyle gündelik yaşamında kullanılabilen eşyaların yapımına harcanabilmiş olması, bu madenin eskiye oranla daha bol bulunabildiğini kanıtlamaktadır.

Bu çağın yapıları, genellikle, içlerinde ocakları ve tahıl depolama yerleri bulunan, bazılarında seki veya platformlar yapılmış dikdörtgen planlı, tek odalı, kerpiç evlerdir. Evlerin bazılarına binanın dar kenarında bulunan bir sundurmadan geçirilerek girildiği dikkati çekmektedir. Bu ev planı daha sonraki çağlarda özellikle Batı Anadolu’da ve Ege dünyasında megaron olarak nitelenen yapılarda uygulanmıştır. Evlerin döşemelerinin altında kaba çömlekler içine konmuş çocuk iskeletleri bulunmasına karşılık, erişkin insanlara ait mezarlara rastlanmaması mezarlıkların yerleşme dışında olması gerektiğine işaret etmektedir. Dinsel görüşler hakkında bilgi verecek fazla malzeme yoktur. Özel olarak yapılmış tapınaklar Son Kalkolitik Çağ’a ait yerleşme katlarında bulunmamıştır. Ancak, çağın sonlarında, stilize gölgeli daire biçimli başlı, mermer bir idol tipi ortaya çıkmaktadır. Keramik, eski devrelerden çok farkıdır. Bu çağın ağır ve kaba çanak-çömleği ile örneğin Hacılar’ın üstün bir beğeni anlayışı ile bezenmiş boyalı keramiği arasındaki ayrılık, her iki çağın apayrı geleneklere sahip olduğunu açıkça göstermektedir.

ESKİ TUNÇ ÇAĞI

Anadolu’da madenciliğin yaygınlaşması, önce de değindiğimiz gibi, daha çok eskilerden beri madenlerin, özellikle bakırın, az da olsa kullanılmasından kaynaklanan uzun bir sürecin sonucudur. Gelişimini ilk, orta, son olarak üç döneme böldüğümüz Tunç çağlarının 1000 yılı aşkın bir süreyi kapsayan ilk, dönemin ancak son evresin tunç eşya ilk kez gerçekten çoğalmıştır. Bakır eşya hep yeniden eritilerek tekrar tekrar kullanıldığı için, arkeologlar, armağan olarak mezarlara konmuş veya yangın gibi bir felaketle tahrip edilmiş bir yapıda bırakılmak zorunda kalınmış değilse, bakır eşyaya çok sık rastlamazlar. Bu bakımdan, İlk Tunç Çağı’nın ilk iki evresinde madenciliğin önem kazanmış olduğu, ele geçen tunç eşyanın sayısının fazla oluşundan çok, taş aletlerin ortadan kalkmış olmasından ve bu çağların parlak perdahlı yüzleri, madeni kulpların benzeri kulpların, keskin omurgaları, akıtacaklarındaki sert kıvrımlar ve üzerlerindeki oluk ve yiv biçimindeki bezemeleriyle açıkça madeni kapları taklit eden çanak-çömleğinden anlaşılmaktadır.

İlk Tunç Çağ’ı, genellikle M.Ö. 3000-2000 yılları arasına tarihlenir. Bu 1000 yıl içinde yeşermiş bütün kültürlerin aynı özellikleri paylaşması beklenemez. Bu çağın yerleşmeleri güneydoğuda İslahiye Bölgesi, Çukurova ve Amuk, Ovası’nda, batıda Troia ve çevresinde, güneyde Elmalı yakınındaki Semayük’te, Konya yakınındaki Karahöyük ve aynı yöredeki diğer höyüklerde, İç anadolu’da Karaoğlan, Etiyokoşu, Ahlatlıbel, Polatlı, Bitik, Gordion, Koçumbeli, Yazırhöyük, Büyük Güllücek, Alişar, Alacahöyük, Kültepe, Hashöyük, Acem Höyük’te, Doğu Anadolu’da Malatya dolaylarında, Elazığ bölgesinde, Erzurum’daki Karaz, Pulur ve Güzelova’da ve Kuzey Anadolu’da Samsun-sinop dolaylarında görülmektedir. Fakat metalurji alanındaki büyük gelişmeler, özellikle İç Anadolu’nun kuzey kesiminde ortaya çıkarılan buluntular yardımıyla kanıtlanmaktadır.

Alacahöyük’deki mezarlarda bulunmuş olan ve artık herkes tarafından tanınan güneş kursları, Dağ keçileri, Boğalar ve sistrum adını verdiğimiz çıngıraklar bu çağın eserleridir. Dikdörtgen biçimli, üstleri ağaç veya taşlarla kapatılmış mezar odalarında gömü armağanı olarak böyle değerli eşyanın çok sayıda bulunması, bu mezarların yönetici sınıfa ait kişilerin gömüldüğü yerler olduğunda kuşku bırakmamaktadır. O devirdeki yöneticilerin zenginliği başka merkezlerdeki mimari kalıntılarla da doğrulanmaktadır. Mersin ve Troia’da bu çağa ait tahkimatlı yapılar meydana çıkarılmıştır. Özellikle, ilk kazıların üstünden bir yüzyılı aşkın zaman geçmesine rağmen henüz gerçekten Homeros’un Troia’sı olup olmadığı tartışılan, fakat artık hep bu adla anılan Çanakkale bölgesindeki Hisarlık Höyüğü’nün İkinci katında, yani Troia II’de bulunan, etrafı kalın surlarla çevrilmiş bir alanın ortasındaki dikdörtgen planlı, içlerine dar taraflardaki, bir verandadan geçilerek girilen ve megaron adı ile arkeoloji literatürüne girmiş yapılar, yöneticilere ait saray ya da saray kompleksi olarak nitelenmektedir. Troia’nın 45 m. uzunlukta ve 13 m. genişlikte olan bu sarayına karşılık, halkın evleri, Mersin’de ya da Lesbos Adasında Thermi’de yapılan kazıların gösterdiği gibi, çok daha basit ve mütevazi ölçülerdedir.

Bu çağın dinsel yapıları Beycesultan’ın bu döneme tarihlenen katlarında gün ışığına çıkarılmıştır. Tapınak olarak kullanılan mekanlarda genellikle bir tanrı ve bir tanrıçadan oluşan bir kutsal çifti simgeleyen figürler ve bunların önüne sunulacak kurbanlar için kaplar bulunmaktadır. Ayrıca, kutsal mekanın dışında, herhalde tanrılara sunulan kurban ekmeklerinin hazırlanması için ocaklar da vardır. Tapınakların bazılarında Çatalhöyükteki gibi stilize boynuz çıkıntılar ile boğa başını simgeleyen sunaklar dikkati çekmektedir. İlk Bronz Çağı Anadolu kültürleri gerek kendilerinden önceki, gerek sonraki çağlarda olduğu kadar komşu coğrafi mekanlarla da bir bağlantı içindedir. Neolitik Çatalhöyük’den tanınan kutsal hayvan boğa, Beycesultan sunaklarında ve Alacahöyük standartlarında sürdüğü gibi, Hitit tanrılar topluluğunun başındaki fırtına tanrısının da kutsal olarak önemini korumuştur. Hatti ve sonra Hitit dinsel inançlarının birçoğunun köklerinin Neolitik çağa kadar gittiğini tahmin etmek güç değilir. Anadolu bu çağda keramik biçimleri, ev türleri ve yapı teknikleri ile dinsel semboller bakımından, bir yandan Ege dünyası ve balkanlar ile ilişkili görünürken, diğer yandan yukarıda sözünü ettiğimiz madencilik eserleri açısından Kafkasya ile bağıntısını açıkça belli etmektir. Kafkasya’nın Kuban bölgesindeki Maikop’ta Kurgan adı verilen mezarlarda bulunan madeni eşya ile İç Anadolu’nun kuzey kesimindeki Alacahöyük ya da Horoztepe gibi merkezlerde gün ışığına çıkarılan madeni eşyalar arasındaki benzerlik, metalurji alanında gelişkin bir ustalık düzeyine ulaşmış bir toplumun Kafkasya’dan Anadolu’ya yayılmış olmasıyla açıklanmak istenmektedir. Gerçekten de, bu eserlerin yaratıcıları genellikle kabul edildiği gibi Anadolu’nun yerli halkı olan Hattiler’midir, yoksa halk Hattili’dir de, bu madencilik bilgisini getirenler Alaca mezarlarının sahipleri olan yönetici sınıftan kişiler Hitiler’in öncüleri ve onlarla aynı soydan olan Hint-Avrupa kökenli insanlarmıdır? Yoksa, bütün benzerlikler Neolitik çağdan beri var olan bölgeler arası ticaret nedeniyle oluşna kültürel etkileşmenin sonucumudur? Henüz bunların cevabını kesinlikle veremiyoruz, ama bilinen bir gerçek şudur ki, tarihöncesi Anadolusu insanlığın gelişiminde saptanabilen aşamaları yaşamış şanslı bir toprak parçasıdır.

İlk bronz Çağı’ndan sonra Anadolu, önce Protohistorik sonradan Historik çağlarına başlamış ve maddi kültür belgelerinin yanında bundan sonra yazılı belgeler de yer almıştır.

12 Mart 2004 Cuma

Tsunami: Taşan Deniz



Okyanus ya da denizlerin tabanında oluşan deprem, volkan patlaması ve bunlara bağlı taban çökmesi, zemin kaymaları gibi tektonik olaylar sonucu denize geçen enerji nedeniyle oluşan uzun periyotlu deniz dalgasıdır tsunami. Japonca'da "liman dalgası" anlamına gelir. 15 Haziran 1896'da Japonya'da, 21000 kişinin hayatını kaybettiği Büyük Meiji Tsunamisi'nden sonra dünya dillerine yerleşti. Peki deniz neden taşar?

Derin denizde varlığı hissedilmez

Tsunamiden sonra sahilde oluşan dalganın normal deniz dalgalarından farkı; suyun sürüklenmesi sonucu hareket kazanmasıdır. Dalga uzunluğu çok fazla olduğundan derin denizde varlığı hissedilmez. Deniz seviyesinin değişmesi şeklindedir. Tribünlerdeki Meksika dalgası gibi... Dalga boyu yüz kilometreyi bulur. Dalga yüksekliği ise ancak bir metre kadardır. Peki nasıl olur da en fazla bir metre su yüksekliği bu kadar büyük tahribat yapar?

Sahilde Büyük Dalgalar ve Deniz Seli

Sığ sulara geldiğinde, dik yamaçlı kıyılarda ya da V tipi daralan körfez ve koylarda bazen 30 metreye kadar tırmanarak çok şiddetli akıntılar yaratabilen bu dalga; insanlar için deprem, tayfun, çığ ya da sel gibi bir doğal afet haline gelebilmektedir.



Tsunami ilk oluştuğunda tek bir dalgadır. Büyük bir süratle ilerler. Kısa bir süre içerisinde üç ya da beş dalgaya dönüşerek çevreye yayılmaya başlar. Bu dalgaların birincisi ve sonuncusu çok zayıftır ancak diğer dalgalar etkilerini kıyılarda şiddetli biçimde hissettirebilecek bir enerjiyle ilerlerler. Bu nedenle depremlerden kısa bir süre sonra kıyılarda görülen yavaş ama anormal su düzeyi değişimi ilk dalganın geldiğini gösterir. Bu değişim, arkadan gelecek olan çok kuvvetli dalgaların ilk habercisi de olabilir.



Rüzgarla oluşan normal deniz dalgaları 3-3.5 metre yüksekliğinde 100 metre boyundadır. Saatte 15-30 kilometre hızla hareket ederler. Derin okyanustaki tsunami dalgaları 35-70 cm yüksekliğinde 100 kilometre uzunluğundadır. Bu ölçüleriyle normal dalgaların en fazla beşte biri yüksekliğinde ama bin katı uzunluğundadır. Bu dalga bir uçak hızıyla saatte 650-950 km hızla yol alır. Yine de açık denizdeki bir insan dalga boyunun çok uzun olması nedeniyle dalgayı hissetmez. Ancak sahile yaklaştıkça işin şekli değişir. Dalga boyu kısalır, yüksekliği artar, boyu 1500-3000 metreye, hızı saatte 55-350 kilometreye düşer. Ancak yüksekliği 30 metreye kadar çıkabilir. Bir deniz seli şeklinde karayı süpürür.

Genellikle sahile yaklaşmakta olan tsunami dalgaları uzaktan normal deniz dalgaları gibi görünür. Hatta "bu mu tsunami?" diye düşünebilir, kaçmak için gerek duymayabilirsiniz... Ama normal deniz dalgası gelir ve gider. Oysa aynı yükseklikteki bir tsunami, bir sel gibi saatler boyu, gelir, gelir, gelir... Deniz seviyesi yükselir, karaya doğru sel halinde evleri yıkarak, otomobilleri, insanları, tekneleri önüne katarak ilerler.



Depremler neden oluyor? Yaşayan dünyamızın öyküsü...

6 Şubat 2004 Cuma

Antik Çağların Kütüphanesi

Efes Anadolu'nun batı kıyısında, bugünkü Selçuk ilçesinin 3 km uzağında bulunan, daha sonra önemli bir Roma kenti olan antik bir Yunan kentiydi. Klasik Yunan döneminde İyonya'nın oniki şehrinden biriydi. Kuruluşu Cilalı Taş Devri MÖ 6000 yıllarına dayanır.

MÖ 1050 yıllarında Yunanistan'dan gelen göçmenlerin de yaşamaya başladığı liman kenti Efes, MÖ 560 yılında Artemis Tapınağı çevresine taşınmıştır. Bugün gezilen Efes ise Büyük İskender'in generallerinden Lysimakhos tarafından MÖ 300 yıllarında kurulmuştur. Şehir Romadan özerk bir şekilde Apameia Kibotos şehri ile ortak para bastırmıştır. Bu şehirler klasik dönemdeki Küçük Asya'da çok parlak yarı özerk davranmaya başlamışlardı. Lysimakhos, kenti Miletli Hippodamos'un bulduğu "Izgara Plan"a göre yeniden kurar. Bu plana göre, kentteki bütün cadde ve sokaklar birbirini dik olarak keser.

Hellenistik ve Roma çağlarında en görkemli dönemlerini yaşayan Efes, Roma İmparatoru Augustus zamanında, Asya Eyaleti'nin başkenti olmuş ve nüfusu o dönem (MÖ 1.-2. yüzyıl) 200.000 kişiyi aşmıştır. Bu dönemde her yer mermerden yapılmış anıtsal yapılarla donatılır.

Efes ören yerinde, Hadrianus Tapınağı girişindeki frizde Efes'in 3 bin yıllık kuruluş efsanesi şu cümlelerle yer alır:

"Atina kralı Kodros'un cesur oğlu Androklos, Ege'nin karşı yakasını keşfetmek ister. Önce, Delfi kentindeki Apollon Tapınağı'nın kahinlerine danışır. Kahinler ona, balık ve domuzun işaret ettiği yerde bir kent kuracağını söyler. Androklos bu sözlerin anlamını düşünürken Ege'nin lacivert sularına yelken açar... Kaystros (Küçük Menderes) Nehri'nin ağzındaki körfeze geldiklerinde karaya çıkmaya karar verirler. Ateş yakarak tuttukları balıkları pişirirlerken çalıların arasından çıkan bir yabandomuzu, balığı kaparak kaçar. İşte kehanet gerçekleşmiştir. Burada bir kent kurmaya karar verirler..."

Doğu ile Batı arasında başlıca kapı durumunda olan Efes önemli bir liman kenti idi. Bu konumu Efes'in çağının en önemli politik ve ticaret merkezi olarak gelişmesini ve Roma Devrinde Asia eyaletinin başkenti olmasını sağlamıştır. Efes, antik çağdaki önemini yalnızca buna borçlu değildir. Anadolu'nun eski anatanrıça (Kybele) geleneğine dayalı Artemis kültürünün en büyük tapınağı da Efes'te yer alır.

Efes Celsus Kütüphanesi

Roma dönemi yapılarının en güzellerinden birisi olan yapı hem kütüphane, hem de mezar anıtı görevini üstlenmiştir. M.S.106 yılında Efes valisi olan Celsus ölünce, oğlu kütüphaneyi babasının adına mezar anıtı olarak yaptırmıştır. Celsus'un lahdi kütüphanenin batı duvarı altındadır. Cephesi 1970-1980 yılları arasında restore edilmiştir. Zamanında 14.000'e kadar kitaba evsahipliği yaptığı düşünülmektedir. El yazmaları rulolar halinde, galerilerden oluşan üst katlarda duvarlardaki nişlerde saklanmıştır.

6 Ocak 2004 Salı

Geçmişin İzlerini Takip Ederken

Anadolu, bereketli topraklarında yüzyıllardan günümüze kadar ulaşmış sayısız medeniyetlerin izleri ile doludur. Bir izi takip ederek çıktığım yolculukta , böylesine derin ve görkemli bir medeniyetle karşılaşacağımı tahmin bile edemezdim.

I.Ö. 2000 yılında kurulan ve 400 yıldan uzun süren, antik dünyanın süper güçleri arasında yerini alan HİTİT İMPARATORLUĞU , Ankara’nın 160 km. doğusunda, Çorum iline bağlı Boğazkale (Boğazköy) ilçesinde yer alan başkent HATUŞA orta Anadolu’daki küçük bir şehrin İ.Ö. 1700’lerde sonu gelmiş gibiydi. ‘’ Hattuş şehrini geceleyin yaptığım bir saldırı ile aldım. Yerine yaban otu ektim. Benden sonra her kim kral olur ve Hattuş’u yeniden iskan ederse Gökyüzünün Fırtına Tanrısı’nın laneti üzerine olsun!’’

Kuşşara şehrinin kralı Anitta bu dileğini bir tablet üzerine çiviyazısıyla yazdırdı. Ancak, Hatti Krallığı’nın ve başkenti Hattuş’un yerle bir edilişi üzerinden yüz yıl bile geçmeden, yine Kuşşara kökenli bir soylu, sonradan uzun bir süre, antik dünyanın ‘’süper gücü’’ olarak varlığını sürdürecek bir imparatorluğun merkezi haline getirdi. Kral Hattuşili, Hattuşlu anlamına gelen bu adı Hattuş kentini yeniden kurup kendine başkent yaptığı sırada almış olmalıydı. Hattuşili, II. Labarna olarak da bilinir. İ.Ö. 1650-1620 arasında hüküm süren Hitit kralı, Kuşşara yerine Hattuşa’yı (Boğazköy) başkent yaptıktan sonra Hattuşalı anlamına gelen Hattuşili adını almıştır. Yakınlarına ve pankus’a (genel kurul) hitap ettiği veda konuşmasında geçmişteki siyasal çekişmeleri değerlendirdi; torunu I. Murşuli’yi yerine geçirdi, ayrıca ailesine ve haklına erdem ve ılımlığı öğütledi. Hititçe ve Akad dilinde yazılmış bu vasiyetname Eski Hitit Dönemi’nin siyasal tarihine ilişkin önemli bir kaynaktır. Büyük kral unvanı yalnızca Hattuşa’da oturan kralların sahip olduğu unvandı. I. Murşili krallığın gücünü Anadolu dışına taşıyarak Halep şehrini aldı. Fırat boyunda ilerleyerek Babil’e kadar geldi ve buradaki Hammurabi hanedanlığına son verdi. İç huzursuzluklar ve dışardan gelen baskılar zamanla krallığı zayıflattı. Ege Bölgesinde Arzavallılar bağımsızlıklarını ilan etti ve Kilikşa ile orta Toros’larda Kizzuvatna’da da ayrı bir hanedanlık kurulması ile ticaret ve bol ganimet getiren istilalar için Suriye yolu Hititlere kapanmış oldu. İ.Ö.15. y.y. ortalarında I. Tudhaliya ve oğlu I. Arnuvanda dönemi Büyük Hitit Krallığı dönemidir. Kizuvatna’nın alınmasıyla ilgili olmalı. Çünkü, Kizzuvatna uzun süre Hititlerin doğu komşusu Mitanni Krallığı’nın etkisinde kalmıştı. Bu dönemde Hitit soyluları, yabancı kültleri ve mitosları kendi dinlerine kattı. Bir süre sonra yine salgın hastalıklar ve düşman saldırıları, özellikle kuzeyden gelen Kaşka akınları devleti zayıflatmaya başladı. Başkent Hattuşa, İ.Ö. 1400’lerde düşman saldırısı sonucu büyük bir yangın geçirdi. İ.Ö. 14. y.y. ortalarında genç ve dinamik I. Şupiluliuma’nın tahta çıkısıyla durum yeniden değişti. Yeni kral güçlü bir lider ve zeki bir politikacıydı. Güneydoğudaki komşusu Mittani Krallığı’nı yıktı ve kuzey Suriye’yi yeniden Hitit egemenliğine kattı. İ.Ö. 13 y.y. ortalarında Hitit İmparatorluğu en geniş ve gücünün en parlak dönemini yaşadı. Başkent Hattuşa’da yapılaşmada da en parlak örneklerini verdi. Anıtsal Aslanlı Kapı bu dönemde yapılmıştır. Bu kapı başkent Hattuşa’yı çevreleyen surların üç önemli kapısından biridir. Kuzey Suriye’ nin alınması ile bölgedeki sınırlar değişti ve doğu Akdeniz’de gücünü kanıtlamak isteyen Mısır ile sürekli sürtüşme yaşanmasına sebep oldu. İ.Ö.1275 yılında Büyük Kral II. Muvattali’ye bağlı Hitit ordusu ile Mısır Firavunu II. Ramses’in ordularının Kuzey Suriye’de , Orontes (Asi) Nehri kıyısındaki Kadeş’te (Tell Nebi Mend) savaşta doruk noktasına çıktı. Mısır kaynaklarına göre Kadeş Savaşı’na giden Hitit ordusunda 3500 araba ve 17 bin yaya asker bulunuyordu. Bu savaşın galibi ne Hitit’ler, ne de Mısır’lılardı. Savaş sonunda Hitit Kralı II. Hattuşili, Kraliçe Puduhepa ve Mısır Firavunu II. Ramses’in imzaladığı (İ.Ö. 1259) barış antlaşması, dünyanın en eski ilk yazılı anlaşması olduğundan dolayı önemlidir. Antlaşmanın Hitit arşivlerindeki kopyası 1906 yılında yapılan kazıda bulunmuştur. Bu belgenin bir kopyası da Mısır’daki Ramesseum’un ve Karnak Tapınağı’nın duvarlarına Mısır hiyeroglifi ile yazılmıştır. Kil tablet üzerine çiviyazısı ile Akadca yazılıp Boğazköy’deki Hitit arşivlerine konmuş kopyası, İstanbul’da Eski Şark Eserleri Müzesi’nde sergileniyor. Bu belgenin II.Ramses’e gönderildiği bilinen, ancak henüz bulunamayan aslı ise gümüş bir levha üzerine yazılmıştır.

Hattuşa’da Sfenksli Kapı yakınlarında bronz bir tablet bulundu. Ağırlığı 5 kg. olan çiviyazılı bronz tablet, Hititlerin komşularıyla ilişkilerine açıklık getirmesinin yanı sıra İ.Ö.2000 Anadolu’sunun tarihicoğrafyasına ışık tutan önemli bir belgedir. Bu antlaşmada Tudhaliya , Kurunta’ya ve evlatlarına Tarhuntaşşa Krallığı’nın hükümdarlığını ve ileride bir başka bölgenin de hükümdarlığını vaat ediyordu. Ancak kendisinin tüm Hatti ülkesi üzerindeki ‘’Büyük Krallığa ‘’ özenmemesini şart koşuyordu. Bütün bunlar İ.Ö. 13 y.y. Hitit Devletinin yıkılmasında payı olan huzursuzları belgeliyor.

İ.Ö.12.y.y. başlarında Mısır’da , Doğu Akdeniz ve Ege’de huzursuzlukların, göçlerin ve savaşların olduğu, Yakındoğu’da Tunç çağlarının sona erdiği dönemde Anadolu'daki Hitit Devleti de çöktü. İklim değişikliklerinden dolayı yaşanan kuraklıklar sonucunda kıtlık yaşandı. Taht kavgaları ve dış baskılar bu çöküşün nedenleri olarak görülür. Çekirdek bölge olarak tanımlayabileceğimiz İç Anadolu’da, Kızılırmak kavisi içinde ise Hitit Devletinin çöküşünden sonra, Demir Çağı’nın başlarında ‘’Karanlık Çağ’’ adı verilen dönem başlıyor. Bu dönemde bölgede, olasılıkla yarı göçebe boyların seyrek yerleşimleri söz konusudur.

Hittite Gate

HATTUŞA (BOĞAZKALE) ; Anadolu’da imparatorluk kurmuş Hitit’lerin başkentini, Boğazkale’de görünenler , Budaközü Ovası’nın bir ucunda yükselen engebeli arazi üzerinde, yaklaşık 2 km. alana yayılan 13. y.y. Hitit şehrinin kalıntılarıdır. Bunlar arasında surlar, Kral Kapısı, Aslanlı Kapı, Yerkapı gibi anıtsal kapılar, kral sarayının bulunduğu Büyükkale, Büyük Tapınak, Tapınak Mahallesi sayılabilir. İki bölümden oluşan ve çok geniş bir alanı kaplayan Hattuşa’da, Aşağı Şehir ile Yukarı Şehir’in en yüksek noktası arasında (2 km. mesafede) 300 mt. yükseklik farkı vardır. Kurulduğu alanı doğudan ve batıdan sınırlayan, Büyükkaya (doğuda) ve Yazır (batıda) derelerinin aktığı iki derin vadi, özellikle de doğudaki sarp kayalık şehre doğal korunma sağlıyordu. Dış tehlikelere karşı ideal bir konuma sahip başkentin ve buradaki kral sarayının (Büyükkale) etrafı sağlam ve yüksek sur duvarlarıyla çevriliydi. Hattuşa’da bugüne kadar varlığı saptanan 12 potern (tünel) bulunuyor. Şehrin savunmasında rol oynadığı düşünülen, ancak işlevleri henüz netlik kazanmayan poternlerden yalnızca biri geçit veriyor. Yerkapı’ya adını veren bu poternin uzunluğu 71 mt.dir. Şehrin güney ucunda, arazinin en yüksek kesiminde bulunan Yerkapı, Hattuşa’nın en etkileyici kalıntılarından biri. Sur, buraya yapay şekilde oluşturulmuş, 20 mt, yüksekliğinde bir sırt üzerinden geçmektedir. Büyük bir işgücü kullanılarak buraya yığılan toprağın oluşturduğu, dış yüzü kireçtaşından düzgün taş bloklarla kaplı bu yükselti kesik bir piramidi andırır. Bir savaşçı burayı birkaç saniyede tırmanabilir. Burası savunma amaçlı değil kültle ilgili törenlerin yapıldığı yer olarak düşünüyor. Üsten geçen surda sfenkslerle bezeli bir kapı, bunun hemen altında da bugün bile içinden yürüyerek geçilebilen Yerkapı poterni yer alır.

Hititler, özellikle anıtsal yapıların yüksek ve geniş duvarlarının sağlamlılığı için gelişmiş bir teknik kullanılıyordu. İşlenmemiş taşlarla örülen temel duvarları, bu temelin üzerinde, dış yüzlerde büyük blok taşların kullanıldığı, aradaki boşluğun küçük moloz taşlarla doldurulduğu kaide üzerinde, arası kerpiç tuğla ve molozla doldurulmuş ahşap kafesin oluşturduğu üstyapı bulunuyor. Duvarlar ise sıvalı ve kısmen boya bezemelidir.

Büyük Tapınak, İ.Ö. 13.y.y. Büyük Kral III. Hattuşili tarafından yaptırıldığı düşünülüyor. Aşağı Şehir’in ortasında yer alan yapı, çevresindeki depo odalarıyla birlikte 14 bin 500 metrekarelik alanı kapsar. Bu tapınaktan günümüze temel taşlar ve temel üstü kaideler ulaşmış durumda. Tapınak büyük bir iç avluya bağlı iki kült adasından oluşan merkezi bir yapıdır. Ülkenin en büyük tanrısı Gökyüzünün Fırtına Tanrısı Teşup ile Arinna’nın Güneş Tanrıçası Hepat’ta adanmış olduğunu düşünülüyor. Arkeolojik kazılarda ortaya çıkarılan merdiven sahanlığı ,merkezi avlulu kült binasını çevreleyen depo odalarını yapının iki yada üç katlı olduğunu gösteriyor. Binanın üst yapısının ahşap destekli kerpiç olduğu ve bir yangın geçirdiği saptandı. Alt kattaki depolarda hepsi de boş bulunan yüzlerce büyük küpte (pithos) olasılıkla tahıl, baklagil, şarap, yağ gibi gıda maddeleri saklanıyordu. Bu küplerin hacimleri iki bin litre kapasitelidir. Ayrıca kilden ve madenden yapılmış kaplar, mobilyalar, müzik aletleri ,taşınabilir tanrı betimleri, bayraklar,rahip ve rahibelerin kıyafetleri, törenlerde kullanılan pek çok eşya depolanmıştır. Şehrin en büyük çiviyazılı tablet arşivi ise tapınağın güneydoğusundaki depoda bulunmuştur.

Büyükkaya üzerinde kazılan 11 silonun en büyüğü yaklaşık 400 metreküp kapasiteli depo 1400 kişinin bir yıllık tahıl ihtiyacını karşılayabilirdi. Başkentin ihtiyacı olan tahıl burada topluca depolanıyordu. Derinlikleri iki metreyi bulan , tabanları taş döşeli bu büyük çukurların dibi saman tabakası ile örtülür, samanlar üzerine konan tahıl yükseldikçe kenarlar da samanla kaplanırdı. En üste saman ve üzerine toprak örtülürdü. Bu yöntemle tahıl birkaç yıl bozulmadan saklanırdı. Saman tabakaları nemi önlerken, farelerinde ürüne ulaşmasını engelliyordu. Toprak tabakası ise ürünün hava alıp bozulmamasını sağlamaktadır.

Hititler de ,o dönem yaşayan pek çok toplum gibi bin tanrılı halktır. Yendikleri komşuların tanrılarını kızdırıp gazaplarına uğramaktansa, armağan ve dualarla saygılarını dile getirip panteonlarına, yani kendi tanrıları arasına almayı gelenek haline getirmişlerdir. Hitit inancında, özellikle komşu Mitanni ülkesinde yaşayan hurilerin etkisi önemli bulunmaktadır. Her şehrin baştanrısı, her kralın bir korucu tanrısı vardı. Ülkenin en büyük iki tanrısı Göklerin Fırtına Tanrısı Teşup ile Güneş Tanrısı Hepat’tı. Boğa ,Hititlerin en büyük tanrısı Teşup’un kutsal hayvanı ve simgesidir. Hattuşa’da bulunan yazılı belgeler, Anadolu’da aynı dönemde (İ.Ö.2000) Hint-Avrupa dillerinin en eskisi Hititçeden başka, yine aynı grubuna ait Luvi, Pala , Hurrice, Hattice, Akadca olduğunu gösteriyor. Hepside çiviyazısıyla yazılan bu dillerde her işaret bir heceyi simgeler. Hititlerin kullandığı başka bir yazıda Luvi dilinde yazılan ve hiyeroglif denen resim yazısıydı. Hattuşa’da 25 bin çiviyazılı tabletin bulunmasından sonra, Tokat_Maşat Höyük’te (Tabigga) , Çorum-Ortaköy’de (Şapinuva) ve Sivas-Kuşaklı’da (Sarissa) tablet arşivleri bulunmuştur.

YAZILIKAYA; Boğazköy’ün 2 km. kuzeydoğusunda yer alan, sivri kalker kayalıkların oluşturduğu Yazılıkaya, büyülü bir mekan duygusu uyandırır. Bu kayalar arasında doğal şekilde oluşmuş galeriler,arkeologlar tarafından A ve B odası olarak adlandırılır. Dik kaya yüzeyleri kabartmalarla bezenmiştir. Anadolu’nun bilinen ilk açık hava tapınağında kabarma figürlerinin (tanrı ve tanrıça) yanlarında hiyeroglif adı yazılıdır. A odasındaki ana sahnede, Hititlerin en büyük tanrı çift ve ailesinin betimlendiği , ortada baş tanrı Hava/Fırtına Tanrısı Teşup, karşısında eşi Güneş Tanrısı Hepat, Hepat’ın arkasında baştanrı çiftinin çocukları ve torunları canlandırılır. Tanrıca Hepat’ın arkasında , bu ana sahneye doğru ilerleyen tanrıçalar alayı, Teşup’un arkasında tanrılar alayı yer alır. Tanrılar alayının son grubu ise 12 yer altı tanrısıdır. Bu kabarmaların arasında, diğerlerinden ayrı bir grupta bulunan tanrı gibi dağların üzerine basar gibi duran figür Büyük Kral IV.Tudbali olduğu hiyeroglif yazılardan okunmuştur. B odası adı verilen galeride IV. Tudbaliya’nın hiyeroglif yazı ile yazılmış adı dikkat çeker. Bu kralı koruyan tanrısı Şarumma’nın himayesinde gösterilen büyük boy kabartmanın bulunduğu galerinin, II.Şuppiliuma zamanında babası IV.Tadbaliya için ‘’ölü kültü tapınağı’’ olarak düzenlendiği tahmin ediliyor. Yere batmış kılıç ile simgelenen Yer altı Tanrısı Nergal’in büyük boyutlu bir kabartması da yine aynı bölümde yer alır. Aynı zamanda bu kutsal alanlarda dini törenler yapılırdı. Dualar okunur,müzik aletleri eşliğinde ilahiler söylenir,tütsüler yakılır,canlı ve cansız adaklar getirilip kurban törenleri yapılırdı Hititlerde tanrılara sunu kapları içinde çeşitli sıvıların kurban olarak sunulması bir gelenekti.

ALACAHÖYÜK; Yerleşim İ.Ö.4000 ortasında başladığı höyükte yapılan kazılarda ortaya çıkmıştır. İlk Tunç Çağı yani Hitit öncesi döneme ait 14 Prens Mezarı bulunmuştur. Şehir surları, Sfenksli Kapı, tapınak,saray kompleksi ve kabartmalar görülmeye değer. Büyük ulusal kazımızın Alacahöyük’te başlamasında Atatürk’ün yakın ilgi ve desteği vardır. Atatürk’e bu teşebbüsümüz söylendiği zaman; ‘’ başlayınız, paranız yetişmezse ben veririm,fakat muvaffak olmalısınız’’ demiştir. Alacahöyük bakır devrinin altın,gümüş,bakır eşyaları ve güneş kursları ile müzelerimizi zenginleştiren , Anadolu tarihine yepyeni ufuklar açan bir saha olmuştur. Alacahöyük kazısının başarılı sonuçları ve arkeoloji Atatürk’ün Meclis’te yaptığı yıllık konuşmada da yer alır. ‘’Tarih Kurumunun Alacahöyük’te yaptığı kazılar neticesinde meydana çıkarttığı 5005 yüz senelik maddi Türk tarih belgeleri, cihan kültür tarihini yeni baştan tetkik ve tamik ettirecek mahiyettetir.’’ (1.Kasım.1936)

ŞAPİNUVA (ORTAKÖY); Arkeolojik kazılar sonucunda Çorum’un Ortaköy ilçesi sınırları içinde bulunan Şapinuva, Hitit devletinin önemli şehirlerinden biri ve bir din merkezidir. Bir plato üzerindeki yapay teraslara yerleşen şehir, uzun süre yerleşim alanı oldu. Şapinuva buluntuları arasında anıtsal yapıların temelleri ve sayıları 2500’ü geçen çiviyazısı tablet parçaları bulunmuştur. Bu eserlerin bir kısmı Çorum Müze’sinde sergileniyor.

Hititler, kimdir? Anadolu’ya nereden gelmişlerdir? Dilleri Hint-Avrupa dil gurubuna giriyordu ama adlarını bile bu yeni ülkede aldılar, geldiklerinde Anadolu’da bulunan yerel Hatti kültürünü benimseyip kendi kurdukları krallığı da ‘’Hatti Ülkesi’’ adını veren bu halkın, Kafkasya’dan geldiğine ilişkin zayıf bulgular bulunuyor ama yapılan kazı çalışmaları bu konuyu aydınlatmaya yeterli olamamıştır.

Hattuşa , şehrinde yüksek bir tepede etrafınıza bakarken , günümüze kalan kalıntıları görürsünüz. Tertemiz masmavi gökyüzüyle beraber, esen sert rüzgar Hititlerin yaşamını size ulaştırır. Şu an ayağınızı bastığınız bu topraklarda, İlk Tunç Çağı’nda, İ.Ö. 17.y.y. yaşamış bir medeniyet vardı... Ne kadar cesur ve güçlülerdi. Bu zor iklim şartlarında her işlerini kendileri yaptılar ve bir medeniyet yarattılar. Onlardan geriye kalan eserleri müzelerde gezerken, altın ve bakırı kendileri işlemiş taslar,takılar,heykeller,güneş kursları yapmışlar. 400 yıl bu topraklarla bütünleşip yaşayan bu medeniyet bizlere izlerini bırakarak zaman içindeki yolculuklarına çıktılar. Unesco’un Dünya Kültür Mirası listesinde yer alan Hattuşa kazıları Anadolu’nun derin geçmişini aydınlatmaya devam ediyor.

Atlas Dergisi (1999- sayı:74 ) Jürgen-Ayşe Baykal Seeher ‘in yazısından ve diğer kaynaklardan özetleyerek hazırladım.

Nurperi Ünsal
Tue Jan 6, 2004 fotoGezi