26 Mayıs 2004 Çarşamba

HAYAL SANILAN GERCEK: TROY

Trojan Horse

Yolu Çanakkale' ye düşen gezginleri, Hisarlık Tepesi'ne yaklaşırken dev bir tahta at karşılıyor. Tarihin en ünlü kentlerinden biri olan Truva Savaşı'nın sonunda kullanılan tahta at gibi, bu atın yapımında Kaz Dağı'nın (İda) çamlarından yararlanılmıştır. Tahta at, 1974 yılında orijinal tahta atın pişmiş toprak eserlerin üzerindeki eski tasvirlerinden ve eski kaynaklardan yola çıkılarak yapılmıştır. İşte Troya Savaşı'nın ve görkemli kentin öyküsü...

Truva Savaşı'nın öyküsü Iolkos kralı Peleus ile Okyanus kızları diye bilinen Nereidlerden biri olan Thetis'in düğün töreninde başlar. Düğüne haset tanrıçası Eris çağrılmamıştır. Buna çok kızan Eris, bir oyun oynamaya karar verir. Hera, Athena ve Afrodit'in oturduğu masaya, kimseye görünmeden altından bir elma bırakır. Elmanın üzerinde '' en güzele'' yazmaktadır. Elmanın kime verileceği konusunda anlaşmaya varılamaz. Zeus da karısı ve iki kız kardeşi arasında taraf olmak istemez. ''Alın yanınıza Hermes'i, sizi İda Dağına götürsün. Orada sürülerini otlatarak dolaşan Troya Prensi Paris'i bulun. Gönül işlerinde onun üzerine bir ölümlü daha yoktur. Aranızdaki en güzeli o da seçemezse kimse seçemez.''

Hermes'in rehberliğinde tanrıçaları kulübesinde gören Paris, önceleri korkar. ''Benim gibi bir koyun çobanı nasıl olur da böyle bir şeye cesaret eder.'' Diye karşı çıkar. Sonra ''En iyisi elmayı kesip üçü arasında paylaştırayım'' diye düşünür. Ancak kararı Zeus vermiştir. Ona karşı kimse gelemez. Ayrıca tanrıçalar Paris içlerinden kimi seçerse seçsin kızmayacaklarını , ona zarar vermeyeceklerine söz verirler.

Paris'le yalnız kalan Hera , '' dinle Paris, önce her yanımı dikkatle incele. Beni seçersen seni Asya kıtasının hakimi ve dünyanın en zengin erkeği yaparım'' der. Paris ''hayır tanrıçam rüşvet kabul edemem'' der.

Athena içeri girince, '' seni dünyanın en yakışıklı erkeği ,en akıllı insanı, en güçlü savaşçısı yapacağım''.

Ne var ki Paris bunu da kabul etmeyerek içeri Afrodit'ti alır. Afrodit ona dünyanın en güzel kadının aşkını önerir. ''Burada oturmuş kendini sürülerin içinde harcıyorsun. Neden kente göçüp uygar bir hayat sürmüyorsun? Spartalı Helen gibi biriyle evlensen ne yitiririsin? Seni bir kere görse, evini,ailesini,varını yoğunu bırakıp peşine takılacağına eminim.'' der.

Afrodit böylece Paris'i kandırmış, atlın elmayı almış. Bu kara gücenen Hera ve Athena o anda Troya'yı mahvetmeye karar vermişler. Tanrıça Aphrodith'in aşk senaryosu bundan sonra hızla gerçekleşecek, Troy elçisi olarak Sparta'ya giden Paris, kendisine aşık olan Kral Menalaos'un eşi Helen'i Troya'ya kaçıracaktır. Bu olay Helen dünyasında bomba gibi patlar. Menalos hemen Girit'teki işlerini yarıda keserek ülkesine döner. İlk işi bir zamanlar Helen'le evlenmek için sıraya giren ve bir gün kocasının şerefini korumaya and içmiş kişileri toplamak olur.

Iolkos kralın Peleus'un oğlu olan Akhilleus (Aşil) Troya savaşına gönüllü olarak gitmese de Savaşta en büyük kahramanlardan biri olur. Söylenceye göre Akhilleus'un annesi Thetis, Okyanus Kızları diye bilinen Nereidlerden biridir. Doğa üstü gücünü oğlunu yenilmez bir savaşçı yapmak için kullanır. Onu suya batırıp kutsar. Böylece artık Akhilleus'a hiçbir silah işlemeyecektir. Ne var ki Thetis onu topuğundan tutup suya soktuğundan bir tek oraya su değmemiştir. Akhilleus'u öldürmenin tek yolu topuğundan vurmaktır. Nitekim, Akhilleus Troya'nın en sevilen kahramanlarından biri olan Hektor'u öldürdüğünde, kardeşi Paris yayını gerer ve Akhilleus'u topuğundan vurarak yere yıkar.

Gerçekteyse Akhaların Troya'ya saldırma sebepleri ekonomik nedenlere dayanıyordu. Ticaretin bilindiği çağlardan beri Ege dünyası, Akdeniz'i Karadeniz'e bağlayan ticaret yolları altın, gümüş, kumaş, kenevir, gemi kerestesi, kurutulmuş balık, tahıl, köle, amber, şarap, yeşim ve zeytinyağı gibi mallarla yüklü gemilerin boğazlardan geçişi, bugün Çanakkale Boğazı olan Hellaspontus'un ağzında kurulu olan Troya'nın denetimi altındaydı. Tunç çağının ortalarında ticaret yollarının çoğuna sahip olan Mikenler, yanlarına Peleponnes Yarımadası'nın öteki krallarını da alarak Troya'nın buradaki egemenliğine son vermek istemişlerdir. Bu savaşların asıl nedenleri zamanla unutulmuş, Homeros gibi ünlü ozanların dillerinde bir kahramanlık destanına dönüşmüştür.

Söylenceye göre Troya önündeki kuşatmanın uzayıp gittiğini gören Akhalar buna bir çözüm Evlerinden uzaktadırlar, savaşın bir an önce bitmesi gerektiğini düşünürler. Troya kentiyse aşılmaz surların gerisinde daha uzun süre dayanacak yapıdadır. Bunun üzerine Akhalar bir hileye başvurmaya karar verirler. Tahtadan bir at yapıp kentin surları önüne bırakacaklardır; içi boş olan at aslında bir tuzaktır. Akhalar gittikleri sanılsın diye gemilerine binerek uzaklaşırlar. Troyalılar sabah uyandıklarında geminin gitmiş olduğunu görüp şaşırırlar. Geride sadece dev bir tahta at kalmıştır. Ata önceleri şüpheyle bakan Troyalılar sonra bunun tanrıların bir hediyesi olduğa karar vererek surların içine taşımaya karar verirler. Gece kentte herkes büyük bir kutlama yapar. Geç vakitlerde herkes uyuduğunda tahta atın karnındaki kapak açılır ve atın içinde saklanan Akha askerleri sessizce dışarı çıkar. Karalıktan yararlanan ger dönen gemilerine işaret vererek kentin kapılarını kendi ordularına açarlar. Troya'yı yakıp yıkar , önüne geleni katlederler.

Troya kentinin söylence kılıfından çıkıp gerçekliğe bürünmesi, Schliemann adlı bir araştırmacının 1800'lü yıllarda yaptığı kazılar sayesinde olmuştur. Schliemann , Homeros'un anlattığı Troya'nın yeri (eğer öyle bir yer varsa) o zamanın bilim adamları tarafından Pınarbaşı köyü olarak gösteriliyordu. Homeros , İlyada'nın XXII. Şarkısında '' iki güzel fışkıran pınara varırlar. Bunlardan iki dere,girdaplı Skamandros'a dökülüyordu. Birinden sıcak su akıyor ve duman tütüyordu. Ama öteki yazın da soğuk akıyordu. Dolu gibi, ya da kışın karı gibi ve donmuş buz parçaları gibi.'' Schliemann rehberle beraber geldiği Pınarbaşı ilk araştırmasında buranın Troya olamayacağını anlar. İlyada'yı okumaya devam eder. Akhilleus'un Hektor'la olan korkunç çarpışmasını okur. Schliemann tarif edilen yollarda yürür, Pınarbaşı'n dan iki saat kuzeyde, deniz kıyısından yalnız bir saat uzaklıktaki şimdiki adı
Hisarlık olan, Yeni İlion harabelerini şöyle üstünkörü inceler. Troya'yı bulduğunu düşünüyordu.

Schliemann ve eşi 1871 yılında iki ay, sonraki yıllarda dörder ay kazdı. Emrinde yüz kişi bulunuyordu. Kentin en yukarısında Athena Tapınağı vardı. Homeros'a göre Poseidon'la Apollon, Pergamos'us surlarını yaptırmışlardı. O halde tepenin ortasında, tapınağın ve çevresinde toprağın üzerine kurulmuş olan tanrılar duvarının bulunması gerekiyordu. İşine engel olduğunu düşündüğü bu duvarları yıktı. Silahlar, mutfak ve ev eşyalar,süsler ve vazolar bulundu. Burada bir zamanlar zengin bir kent bulunduğu kesindi. Kazdığı yerde başka şeyler bulsa da ün kazanmasına yardım edecekti. Yeni İlion'un harabeleri altında başka harabeler vardı; onların altında başkaları ve onların altında başkaları... Tepe kat kat soyulması gereken bir soğana benziyordu. Bu katların her birinde başka insanların yaşadıkları görülüyordu. Milletler yaşamışlar ve ölmüşlerdi,kentler kurulmuş ve yıkılmıştı. Bir yıl içinde yedi tane, sonra da iki tane kent bulunur. Peki, Homeros'un anlattığı Troya kenti hangi kattaki idi. Kesin olan, en alttaki katın tarih öncesinden kaldığıydı. En eski kattı bu; o kadar eskiydi ki burada oturanlar henüz maden kullanmayı bilmiyorlardı. En üsteki katta, mutlaka Kserkes'le İskender'in adına kurban sundukları Yeni İlion olmalıydı.

Schliemann kazdı ve aradı. Alttan ikinci ve üçüncü tabakalarda yangın izleriyle muazzam toprak surlar ve dev gibi kapının yıkıntılarını buldu. Artık emindi. Bu surlar Priamos'un sarayını kuşatıyordu. Bilim bakımından hazineler boldu. Ülkesine gönderdiği ve uzmanların incelemesine sunduğu parçalar uzak bir devrin, bütün detaylarıyla tam bir tablosunu oluşturuyordu. Schliemann'ın zaferi aslında Homeros'un da zaferiydi. Masal ve mit sayılan, uydurduğu düşünülen bir tarih gün ışığına çıkıyordu. Çalışmasıyla 250000 metreküp toprağın hakkından gelen Schliemann 15 Haziran 1875'de giriştiği sonuncu kazıda, son kürek vuruşundan bir gün önce, bütün dünyayı hayran bırakacak buluntuları ortaya çıkardı.

Sıcak bir günün sabahın da, 28 mt. derinlikte, Primos'un sarayı olarak kabul edilen duvarların üzerinde iken aniden altını görür ve karısına işçileri eve göndermesini söyler. Karısından kırmızı şalını ister ve çukura atlayarak deli gibi kazar . büyük taş kitleleri arasındaki molozlar tehdit edici biçimde başının üzerinden sarkar. Kral Primaos'un paha biçilmez hazinesi gün yüzüne çıkıyordu. Karanlık eskiçağın en kudretli hükümdarlarından birinin altınları, gözyaşları kana bulanmış tanrısal insanların süsleri.... Schliemann hazineyi bulduğundan bir an bile kuşku duymadı. Ancak ölümünden kısa bir süre sonra heyecanın şarhoşluğu içinde yanıldığı, Homeros'un Troya'sının ikinci ve üçüncü tabakada bulunduğu, hazinenin de Priamos'tan bin yıl önce yaşamış, daha eski bir krala ait olduğu anlaşıldı.

Troya hazineleri tarihin en gizemli ve en tartışmalı hazineleridir. Yaklaşık 130 yıllık süre içinde kaybolup iki kez bulunmuştur. 1873' bulduğu hazineyi Schliemann, Atina'ya kaçırır. Osmanlı Hükümeti dava açar ama hazine bulunamaz. Daha sonra Schliemann, hazineyi Rus Çarına satmak ister. Çar çalıntı mal kabul etmediğini belirtir. British Museum, çalıntı olduğunu düşünerek hazineyi sergilemez. Ama 1882'de Berlin Müzesinde sergilenir ve hazineyi Almanya'ya bağışlar. 2. dünya savası sırasında hazine sığınakta saklanır ve sonrasında nerede bilinemez. 1945'de Sovyet Ordusuna Puşkin Müzesine teslim edildiği anlaşılır. 1993 yılında dönemin başbakanı hukuksal mücadeleye girse de hazine geri alınamaz.

TROYA, bu isim başka hiçbir kentin sahip olamadığı bir unutulmazlığa sahip. Savaşın, aşkın, kahramanlığın, ihanetin, söylencelerin kentiydi Troya. Troya'dan önce de sonra da pekçok kent var oldu elbette, ama onları anlatacak bir ozanları,öykülerini ölümsüzleştirecek Homeros'ları yoktu. Önceleri Homeros'un aklının ürünü olduğu sanılan Troya'nın var olduğu anlaşılmasından sonra dünyanın ilgisi her geçen gün arttı. Bu ilgi günümüzde de sürdürüyor.

Sn. Gökhan Tok'un Bilim ve Teknik (Nisan 2001) dergisinde hazırladığı yazından sizler için özetleyerek hazırladım. - Nurperi Ünsal

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder