Burası Sevilla, Yaşamı Sev İlla!
Başlığı Mustafa Balbay’dan ödünç aldım. Il Postino (1994) filminde postacı sevdiği kadına kur yapmak için arkadaşı Pablo Neruda’nın şiirini kullanır, Neruda kendi şiirinin kullanıldığını fark edince mahcup postacının cevabı “şiir onu yazanın değil ihtiyacı olanındır” olur. Benim de Sevilla için güzel bir başlığa ihtiyacım vardı; teşekkürler Balbay.
Sev illa derken, Sevilla’yı mutlaka sevmek zorunda değilsiniz, o kendisini zaten sevdirecektir size. Romantik serseri(!) kralı sayesinde zaten gitmeden aşık olacaksınız bu şehre. Rivayet odur ki, Sevilla’nın son Müslüman kralı Al-Mutamid çok iyi bir şairdir, sokaklardaki şiir atışmalarında hep üstün gelir; ama bir defasında ince bir ses onu bastırır. Granadalı bu kız kralı kendine aşık eder ve sarayına gelin gider. Ancak bir süre sonra kız ben Granada’ya gitmek istiyorum, Granada’yı özledim deyince kral nedenini sorar; Kralın aşkı Sevilla’da hiç kar yağmadığını söyler. Bunun üzerine kral şehrin bütün sokaklarına turunç ağacı diktirir. Bahar gelince turuncun beyaz çiçekleri şehri bembeyaz bir kar bahçesine çevirir.
İşte böyle bir hikaye ile başlayacağınız Sevilla gezisine zaten baştan krediyi sonuna kadar açmış olarak çıkıyorsunuz.
İspanya’nın güneyinde ve de bir iç şehir olmakla birlikte The Guadalquivir nehri sayesinde Atlas Okyanusu'na bağlanır (Atlas Okyanusu’na uzaklığı 87 km). Bu nehir sayesinde Kolomb gibi denizciler yelkenlileri ile birlikte Sevilla’dan yola çıkıp yeni dünya’yı keşfe çıkarlar. Bu çıkışların şehre dönüşü altın ve diğer ticari mallar ile olur. Yeni dünyanın nimetlerinden ilk Sevilla nemalanır. Müslümanlar zamanında zaten zengin olan şehir İspanyolların eline geçtiğinde de zenginliğini katlar.
Sevilla’ya Avrupalı tüccar aileler, bankerler bürolar açar, para olunca zevk sefa sanat kültür de gelir. Carmen, Sevilla Berberi, Don Giovanni operaları bu şehirde geçer. Her Türk okur yazarının olduğu gibi benim de okumak için aldığım ama bir türlü okuyamadığım Don Kişot bu şehirde yazılır.
Sevilla’ya maalesef doğrudan uçuş yok, Malaga’ya gidip buradan üç saatlik bir yolculukla Sevilla’ya varabiliyorsunuz. Malaga’da hiç vakit kaybetmenize gerek yok, hiç şehre uğramadan doğrudan Sevilla yoluna da girebilirsiniz.
Gidilecek mevsim kesinlikle ilkbahar olmalı. Nisan Mayıs idealdir. Yazın çok sıcak olacağından uzak durulmalı.
En başta karşılaştırma ile başlayayım. Barselona’ya göre çok daha fazla ispanyoldur; Barselona daha bir uluslararasılaşmış bir şehir. Yerel tadlar, yerel bir hava için Sevilla Barselona’dan önde gelir. Sevilla’nın bir Gaudi’si yok ama katedrali ve Alcazar bahçeleri ile bunu telafi edebilir. Ayrıca Gaudi mimarisinin de abartıldığını düşünüyorum.
Öncelikle nerede kalınır. Biz her ne kadar kalmamışsak da Santa Cruz bölgesini (Barrio de Santa Cruz) öneririm. Bizim kaldığımız otel bu bölgeye 15 dak. yürüme mesafesinde Hotel Americano. Bu otel de güzeldi, memnun kaldık.
Sevilla’da ne yapmalı?
Şehir küçük bir şehir. Avrupa’nın en büyük katedrallerinden biri (üçüncü büyük) şehrin merkezinde. Katedral ziyaret edilebilir. Katedralin pek çok özelliği kendini farklı kıldırıyor; ama samimi söylemek gerekirse derdimiz katedral ziyareti değil, katedralin çan kulesinden (La Giralda) şehre tepeden bakmaktı, bu vesileyle de katedral ziyareti yapmış olduk. Katedral içinde Kolomb’un mezarı var ama Kolomb’un burda tüm vücudu mu yoksa tırnakları mı gömülü bilmiyoruz:) Olay Dominik Cumhuriyeti ile İspanya arasında büyük bir çekişme konusu. Her ikisi de Kolomb’un vücudunun kendisinde olduğunu iddia ediyor. Katedraldeki mezarda Kolomb’un tabutunu taşıyanlar Kolomb’un keşiflerinin finansörleri. Mezarın Küba’dan 1899’da buraya nakil edildiği söylenir.
Katedral bir camii yıkılarak yerine yapılmış, camiiden geriye turunçların olduğu avlu haricinde bir tek minaresi kalmış, onu da tepesine çan ekleyerek çan kulesi yapmışlar. Kule bizde olsaydı diyeceğimiz şey “Fatih bunu atla bile çıkabileceği şekilde yaptırmış” olurdu. Geniş bir çıkış merdiveni ile kulenin tepesine varıyorsunuz; sizi güzel bir Sevilla karşılıyor. Turunç ağaçları kısa kaldığı ve sokaklar dar olduğu için sokaklardaki yüzlerce turunç ağacını göremeden şehri görüyorsunuz. Tepeden bakınca yeşilsiz beyaz renkte bir Sevilla çıkıyor karşınıza.
Katedaralden sonra ikinci gezebileceğiniz yapı Alcazar. Alcazar El-Kasır’ın ingilizceleşmiş hali. Saray 1366 yılında hizmete girmiş, İspanyol kralları 700 yıl boyunca bu sarayda yaşamışlar. Kirstof Kolomb gibi denizciler kraliçe tarafından sefere bu saraydan uğurlanmışlar. Endülüs araplarına hayran bir İspanyol kralı sarayın belli bölümlerini müslüman ustalara yaptırınca ortaya müslüman ve İspanyol kültürleri karışımı bir saray çıkartıyor. Avrupa’da halen kullanılmakta olan en eski kraliyet sarayı imiş.1995’de Kral Carlos’un kızı Elena’nın Katedral’deki nikahından sonraki düğününe ev sahipliği yapmış, zaten Katedral’le kapı komşular. Kraliyet ailesi üyeleri Sevilla’ya geldiklerinde burada kalırlarmış. Tabii ziyaretinizde size bu yerler gösterilmiyor:)
Bir öğleden sonrasını Katedral ve Alcazar’a ayırdıktan sonra tembellik yapmaya, yeme içmeye başlayın, aralarda sıkıldığınızda İspanya Meydanı neymiş, bi görelim deyip oraya gidin, aaa bi de nehir varmış deyip isterseniz nehir kıyısına gidin, Altın Kule’nin yanından geçin, arenanın içine girmeyin, gidin bir sokakta cafede oturun ve erken yaz güneşinin keyfini çıkarın. Dedim ya, sakın ha yazın gitmeyin Sevilla’ya.
Genel seyrüseferimiz bu minvalde giderken hep Santa Cruz’dayız tabii ki. Santa Cruz burda da var demeyin. İspanyolca, Portekizce Kutsal Haç anlamına geldiği için tüm Katolik dünyasında Santa Cruz’lu nice yerler, bir şeyler göreceksinizdir. Farklı olarak burdaki Santa Cruz’un biraz dramatik bir hikayesi de vardır.
Sevilla’nın Sevilla değil de İşbiliyye olduğu zamanlarda yani İspanyol hükümranlığı öncesinde bu bölgede Müslüman ve Yahudiler yaşarmış. İspanyollar İşbiliye'yi ele geçirdiğinde Müslüman ve Yahudilere iki seçenek (!) sunmuşlar: ya sev (din değiştir), ya terket! Terk edenler olmuş, din değiştirenler de. Bir de üçüncü yolda gidenler: din değiştirmiş gibi yapıp da değiştirmeyenler. Katolikler bunun farkına varınca yeni dünyadan akan ganimetler zenginlikler sayesinde her gün her hafta düzenlenen şenliklerde halka domuz salamı dağıtmaya başlamışlar. Dağıtanların biraz peşinde de askerler. Bir kez, iki kez, üç kez almayanlar, demek ki domuz etine karşı duyarlı olanlar yani hala kendini Müslüman, Yahudi görenler. Bundan sonra malum işkenceler, öldürmeler, katliamlar. Dinler adına geçmişte öldürülen binlercelere dahil olan yeni binlerceler. Alcazar surlarına doğru yaklaşınca birbirine paralel iki sokak göreceksiniz Calle Vida (Hayat Sokağı) ve şimdiki adıyla Calle Susana (Susana Sokağı) veya eski/bilinen adıyla Death (Ölüm Sokağı). Bir baskında Calle Vida’nın sonunda Alcazar surlarında gedik bulup buradan kaçmayı başaran Yahudilere atfen sokağın adı Yaşam Sokağı olarak verilmiş. Hayat Sokağı yönüne değil de diğer sokak yönüne kaçanlar ise Katoliklerin mezalimine kurban olmuş ve sokağın adı ölüm sokağı olarak kalmış. Bugün bu sokak Susana Sokağı olarak haritalarda yer alır.
Susane’ın da ayrı bir hikayesi var. Dönmüş görünüp de dönmeyenlerden biri de Susane’ın tüccar babasıdır. Susane’ın babası diğer Yahudileri de toplayıp bir isyan organize etmektedir. Ama bu arada Susane da Katolik İspanyol bir soyluya aşıktır. Ona bir şey olacağından korkup babasının bu teşebbüsünden onu haberdar eder. İspanyol da durumu ilgili otoritelere bildirir ve Susane’ın babası ile birlikte tüm arkadaşları yakalanır ve ölüme mahkum edilir. Yaptığından büyük pişmanlık duyan Susane da ölümüne kadar evinden dışarı çıkmaz ve vasiyetinde de başının evinin sokağa bakan dış duvarına asılmasını ister. Bununla hem pişmanlığını hem de Katoliklerin ikiyüzlülüğünü göstermek ister. Susane’ın kafatası 17. Yy sonlarına kadar duvarda asılı kaldığı söylenir.
Susane’ın da ayrı bir hikayesi var. Dönmüş görünüp de dönmeyenlerden biri de Susane’ın tüccar babasıdır. Susane’ın babası diğer Yahudileri de toplayıp bir isyan organize etmektedir. Ama bu arada Susane da Katolik İspanyol bir soyluya aşıktır. Ona bir şey olacağından korkup babasının bu teşebbüsünden onu haberdar eder. İspanyol da durumu ilgili otoritelere bildirir ve Susane’ın babası ile birlikte tüm arkadaşları yakalanır ve ölüme mahkum edilir. Yaptığından büyük pişmanlık duyan Susane da ölümüne kadar evinden dışarı çıkmaz ve vasiyetinde de başının evinin sokağa bakan dış duvarına asılmasını ister. Bununla hem pişmanlığını hem de Katoliklerin ikiyüzlülüğünü göstermek ister. Susane’ın kafatası 17. Yy sonlarına kadar duvarda asılı kaldığı söylenir.
Santa Cruz geçmişte bu tür acılara ev sahipliği yapmıştır. Bugünse Sevilla’nın en canlı ve turistik bölgesidir. Ara sokaklarında gezip, kafelerinde kahvenizi yudumlamak Sevilla’dan alacağınız keyfi arttıracaktır. Alcazar Sarayı ve Katedral de Santa Cruz’a komşu olduğu için zaten bu bölge her zaman yol güzergahınızda olacaktır.
Nerede yenilir, içilir, eğlenilir?
Hem kaldığımız otele (Hotel America Sevil) yakın olduğu hem de daha önce hakkında bir arkadaş tavsiyesi geldiği için ilk uğradığımız ve sonrasında gene ama gene uğradığımız yer Bodega Dos De Mayo oldu. Lokal halkın fazlasıyla rağbet ettiği ama turistin de eksik olmadığı bir mekan. Tapasın binbir çeşidine nail olun, barda oturup, insanların yediklerine göre bundan da bundan da istiyorum deyip, yiyemedikleriniz için ertesi güne aklınızda ve midenizde yer bırakın. Limonlu birayı da deneyin burda. Servis için aman aman bir şey beklemeyin, dediğim gibi lokal bir yere gidiyorsunuz, buna göre gidin.
Santa Cruz bölgesinde dolanırken öğlen vakti menüsünde fish and chips yiyebileceğiniz bir mekan: Freiduria Puerta De La Carne. Balık çeşidi bol, elde alıp götürebilir ya da dışarda oturup keyif yapabilirsiniz. Mekanın olduğu Calle Santa Maria De Blanca bölgesi zaten cafe/tapasların olduğu işlek bir cadde.
Bu arada güzel sangriaya pek de rastgelmediğimizi söylemeliyim. Sangria sangria diye çıldırmayın, güzel sangrialar beklemeyin.
Her bir meydanı keşfedin, her bir meydanın bir cafesine, barına, tapasına oturun, hem kendinizi şımartın hem de yerel halkı gözleyin.
Plaza del Salvador akşamları İspanyollarla birlikte bira içmek için güzel bir meydan. Herkesin ayakta takıldığı, bol konuşmalı bol kahkahalı barlarda kendinize ispanyol birası söyleyip keyif yapın. Gündüz vakti bu meydanda bir şey olacağını düşünmüyorum. Daha çok iş insanlarının, beyaz yakalıların takıldığı barlar bunlar. Biraz daha gençleşelim, daha salaşlaşalım ama daha da cümbüşlenelim derseniz ordan hemen biraz daha yukarıya doğru kıvrılın, Calle Alfalfa’ya çıkın. Burası daha çok öğrenci mekanı. Dolayısıyla eğlence daha geç saatlere kadar sürüyor, fiyatlar iyice dip yapıyor. Buranın da keyfi sürülmeli, İspanyol insanının neşesine enerjisine gark olunmalı.
Sierbes Sokağı alışveriş sokağıdır, beylik markaların olduğu bir İstiklal Caddesi varsayın. Bu sokaktan zaten bir şekilde geçersiniz. Daha orijinal bir şeyler alacaksanız Santa Cruz bölgesindeki küçük mağazalar daha etkileyici.
Zavallı İstanbul! Doğu Roma’dan, Osmanlı’dan ne aldıysa üstüne gram bir şey koymadı, kalanları da yok etmekle meşgulüz. Sevilla Endülüs’ten geçmişten kalanları koruyor, üstüne de modern mimariyi ekliyor. İşte Metropol Parasol de böyle bir şey.
Aşağıdaki fotoğrafı ekliyorum, çünkü hala ne yaptıklarını öğrenemedim. Hz. Google bile cevaplandıramadı. Bir bileniniz varsa, paylaşırsa minnettar olurum. Bu adamlar ne yaparlar böyle?
Aşağıdaki fotoğrafı ekliyorum, çünkü hala ne yaptıklarını öğrenemedim. Hz. Google bile cevaplandıramadı. Bir bileniniz varsa, paylaşırsa minnettar olurum. Bu adamlar ne yaparlar böyle?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder