12 Eylül 2014 Cuma

Bir Nefes Akdeniz

       Kış aylarında başlayan "bu yaz nereyi gezeceğiz" sorularına verilen cevaplar yıl içinde değişip durdu.İlk başlarda kadim dostumuz Kabardey Umut DUMAN'la birlikte Urfa,Antep,Mardin civarında bir gezi yapmayı planlamıştık. Ancak onun izin tarihleri uymadığından geziyi Özge'yle ikimiz yapmaya karar verdik. Daha sonra oralardaki son durumlara çok hakim olmadığımızdan rotamızı Akdeniz'e çevirdik.

Çok fazla planlama yapmadan, sadece gidilecek yerleri haritamıza ekleyip çıktık yola. 

Navigasyon uygulamasına olan güvenimiz yine boşa çıkmadı ve kendimizi yine Denizli yakınlarında ama köy yollarında bulduk. Gerçi bu sayede devasa üzüm salkımlarının olduğu bağları daha yakından gördük ama biraz karmaşada yaşadık tabi. Üzerimizde turist kıyafetleri ama köyler turistik değil. Bu yüzden ve vakit darlığından çok fazla oyalanmadık. Göl Marmara'nın yanından geçerken etrafımızı saran tümülüslerin, Likya krallık mezarlığı olabileceği hakkındaki yazıları eve döndüğümüzde okudum. Ama yolda giderken de doğal yapı olmadıklarını anlamak çok zor değildi.



PAMUKKALE


 


 

Pamukkale'ye giriş yaptığımız andan itibaren kendimizi farklı bir gezegene inmiş uzay yolcuları gibi hissettik. Beklediğimizden çok daha farklı şeyler hissettiren bir yere gelmiştik. Bembeyaz zemin 
üzerinden bize doğru akan sular, içinde insanların gezindiği küçük havuzlar. Bunların arasından yukarı doğru ilerledik. Bu sırada güneşin ısrarcı saatlerinde olduğunu fark etmeye başlamıştık. Beyaz zeminden yansıyan ışıkla çok daha güçlü hale gelen güneş için aldığımız önlemlerden güneş gözlüğü ve şapka, bize normal güneşli havalarda şapkasız ve gözlüksüzken yaşadığımız asgari şartları ancak sağlayabiliyordu. Şaşırmanın vermiş olduğu keyifle ne kadar zorlanmış olsak da çıkmamız gereken yolu çıktık. Yukarıda bulduğumuz bir görevliye "nedir bu?" diye sorduk. O da bize her şeyi anlattı. Aslında yukarı çıktığımız yol önceleri asfaltmış ama suyu oraya yönlendirerek oranın da beyaza dönüşmesini sağlamışlar. Ayrıca suyun az değil çok olması beyaz zemini bozuyormuş.Bu yüzden sürekli suyun yönünü değiştiriyorlarmış. Geldiğimiz yollardaki havuzlar ise yapaymış. Asıl doğal oluşum olan havuzların olduğu yere giriş yasak. Teşekkür edip ayrıldık. Buradan sonra  Pamukkale'deki müzeyi ve antik kendi gezmeye koyulduk. Ancak bunları çok bilinçli yapamadık. Gemiden mal kaçırır gibi yaptık. Çünkü hava gerçekten çok sıcak ve kuruydu. Hatta dönüş yolunda ben dayanamayıp havuzlardan birine t-shirtü çıkarıp daldım. Aslında çok geniş ve çok daha gezilesi bir alandı bulunduğumuz yer. Antik havuz da cabası. (Ama antik havuzun parası da cabası 32 TL)Biz sıcağa dayanabildiğimiz kadar gezdik. Dönüşte bizi yine başka bir antik kent bekliyordu Laodekia.












Laodekia'ya vardığımızda kazı çalışmalarının halen devam ettiğini alandaki kazı makinalarından anlayabiliyorduk. Pamukkale'deki kalabalığın aksine burayı bizden başka gezen yoktu. Güneşin de etkisini kaybetmiş olmasıyla güzel bir gezi yapma fırsatı bulmuştuk.Gezi sırasında şehrin asıl sahibi kertenkeleleri de her köşede gördük.




                                                                                   










Bu ıssız gezi de kendimizi sanki buranın ilk kaşifleri gibi hissettik. Ne kadar bizden önce birileri bulmuş olsa da henüz bitmemiş kazı alanları, önünde tabela olmayan eserler bize yorum yapma ve keşfetme fırsatı sunuyordu. Burası kalabalık ve popüler bir alanı gezmekten çok farklıydı. Hani bazen başkalarının olmadığı yerleri sahiplenme hissine kapılır insan, işte öyle bir şey. İlk gün gezimiz biterken akşam yemeği için Denizli'ye geçtik. Bandırma'dan Barış KOÇAŞ'ın tavsiyesi üzerine Denizli kebabı ve gazozunu deneyecektik. Denedik ve ikisinden de çok büyük keyif aldık.




 Yemeğimizi yedikten sonra iki gece kalacağımız Marmaris'e doğru yola çıktık. Hem Marmaris'te yaşayan annemi görecektik hem de oraya yakın yerleri orada kalarak gezecektik. Marmaris'i ve batısını daha önceden gezdiğimiz için bizim rotamız doğuya doğru olacaktı.

DALYAN-KÖYCEĞİZ

     Gezeceğimiz yerleri önceden ne kadar araştırsak da gezerken yaşadıklarımızın hiç birini öncesinde tahmin edemiyoruz. Gezmenin en güzel yanlarından biri de bu.Size ne zaman nerede ne hissettireceği belli olmuyor. Dalyan'da böyle sürprizlerle dolu bir yer.
     Dalyan'a sadece tekne turu yapacağımızı bilerek gittik. Tabi bir caretta caretta efsanesi var ama görülüyor mu yoksa bir dönem orda mıymış bilmiyoruz. Hayatımın bir döneminde Marmaris de kaldığım için birçok turizm tuzağı gördüm. Neyin gerçekten görmeye değer neyin uydurma olduğu konusunda hep kaygılıyımdır. Bu yüzden caretta carettaları çok kafama takmıyordum göremeyeceğimizi düşünerek. Hatta tekne turundan da çok bir beklentim yoktu. Manyas gölünde kayıkla gezmek gibi bir şeydir diyordum kendi kendime. Dalyan bütün bunların hepsini çöpe attı ve yerlerine unutulmaz hatırlar bıraktı. Öncelikle tekne turunun yapılış şekli gayet mütevazi ve samimi. Tekneler küçük ve sakin. Hatta biz kahvaltı için yanımıza aldığımız termostaki çayı gezi boyunca yudumladık. Başka bir tekne turunda böyle bir şey yapsanız "vay barbarlar" şeklinde bir muamele görebilirsiniz. Yada daha farklı  bir tur türünde size o çayın çok daha kötü halini son çıkan en kötü müzikler eşliğinde arda bir göbek atmanızı isteyerek satabilirler. Dalyan'da çıktığımız tur bu ikisinden de olmayan tam bize göre bir turdu. İlk durağımız çamur banyosu. Bu geziye çıkıp bu turu da aldıysan bu çamura da yatıcan yapacak bişey yok...










Çamur banyosundan sonra dalyandan çıkıp Köyceğiz gölüne doğru ilerledik yüzme ve yemek için. Sazların arasında yaptığımız yolculuk bize farklı bir coğrafyadaymışız duygusunu hissettirdi. Sazların arasından bir timsah çıksa onun değilde bizim neden orada olduğumuz sorgusunu yapabilecek kadar mekanın büyüsüne kapılmıştık... Yüzme molası verdiğimizde rehber iyi yüzme bilmeyenlerin suya girmemesini rica etti.Su tatlı ve akıntılı olduğu için riskli olabilirdi. Tabi biz tatlı su kurnazı olduğumuz için balıklama atladık. Zira tatlı su tecrübelerimizi Susurluk ve Gönen çaylarının azgın sularından alıyorduk.








Akdeniz'de tuzlu suda olduğu kadar tatlı suda da yüzme fırsatı var. Köyceğiz gölü bunlar arasında güzel bir tecrübe. 
   Yemeğin ardından rehberin verdiği tur bilgisi şöyleydi: Kral Mezarlıkları manzarası, Mavi Yengeç tabağı, belki Caretta Caretta, İz tuzu plajı, Kaunos Antik Kenti gezisi. Turun içeriği beklediğimizin çok üzerindeydi.





       Kral Mezarlarının manzarasının ardından Mavi Yengeç'in tadına bakmak için biz de daha önceden vermiş olduğumuz sipariş üzere haşlanmış yengecimizi aldık. Çok yoğun ve doyurucu bir tadı vardı. Beklenmedik bu tecrübe bizim için etkileyici oldu. Biz yengeçle oyalanırken teknemiz harekete geçti ve İz tuzu plajına doğru ilerledik. Burası zaten benim anlatımımla öğrenilecek bir yer değil. Dünya çapında bir yer. Tabi ilgililer için yoksa Akdeniz deyince aklına Beach Club gelenlere biraz hayal kırıklığı yaşatabilir. Bize göreyse kumsal denildiğinde artık akla gelecek ilk yer. Uzun sahil şeridi ve kumunun güzelliğiyle bizi büyüledi. Kendimizi kumdaki yumurtalarından çıkıp denize koşan kaplumbağalar gibi hissettik. Tabi onların davranışlarına anlam yüklemek bizim işimiz ama hareketlerimizin de benzer yanları yok değildi.






İz tuzu'ndan ayrılma vakti. Sırada Kaunos antik kenti ve sıcak var.Yine de bizim için Kaunos kazanıyor ve gidiyoruz orayı da görmeye.











Burada antik bir liman kentinin yıllar geçtikçe nasıl önemini yitirdiğini gözlemleyebilmek o süreci hayal etmeyi kolaylaştırıyor. Bir zamanların güçlü liman kenti nasıl yavaş yavaş zayıflamış terk edilmiş hepsi gözümüzün önünde. Üstelik ilk defa burada Likya yazısıyla karşılaşıyoruz. Aslında bizim için önemli daha önceden hiç görmediğimiz bir alfabe. Taşlarda yazılanın ise ilk gümrük kuralları olduğu söyleniyor.

Gezimiz bittiğinde farklı bir yerden şehrin kuzey limanından tekneye  binip dönüşe geçiyoruz. Bu tur her şeyiyle bize kişi başı 30 TL gibi bir paraya geldi, yemek dahil(kısmen açık büfe)

 Köyceğize geçiyoruz. Küçük ve sessiz bir yer çok fazla turist de yok biraz turlayıp Marmaris'e geri dönüyoruz. 
Güzel bir gün daha geride kaldı. Paylaşılan her an ve ortak anı gezdiğiniz kişiyle aranızdaki bağların kuvvetlenmesini sağlıyor bence. Salih abinin dediği gibi "Gezin!"



Marmaris'ten bir kaç kare






FETHİYE

Geceyi Marmaris'te geçirdikten sonra, sabah Fethiye'ye doğru yola çıktık. Gökova yolunda iki çocukla karşılaştık. Kollarını açtılar, gitme dediler, bizim yüzümüzden dediler...
Yol üstünde güzel manzaralar vardı. Hatta manzarayı gören bazı yerlerde yol kenarında durabilmeniz için boşluklar var. Antalya'ya kadar bu gibi yerlerle çok karşılaştık. Hatta bunların bir sınıf üstü manzara artı plaj olanları var ki onlar Akdeniz'in süsleri gibi. Onlara ileride geleceğiz, şimdi Kayaköy.
Kayaköy'ü kimse yokken gezmek istiyorsanız havanın 45 derece olduğu öğlen saatlerini tercih etmenizi tavsiye ederim. Bu sayede başınıza güneş geçmesini de garantilemiş oluyorsunuz. Neyse ki Pamukkale'den daha yıkıcı olmayan sıcaklık Köyü zor da olsa gezmemize izin verdi. Gitmek istediğimiz her yerine gidebildik en azından.

    



Kayaköy'ün ardından Ölüdeniz'e geçmek işten bile değil. Hatta patikası bile var yürümek için ama yazın mantığa kapalı. 

Ölüdeniz iki bölümden oluşuyor, gökyüzünden çekilen fotoğraflar ve aşağıdan görebildiğiniz. Gökyüzünden çekilen fotoğraflardaki görüntüyü aşağıdan yakalamanız mümkün değil hatta girdiğinizde nerede olduğunuzu kestirmek bile zor. Biz merak ettiğimiz için gişelerden geçip bir tur attık. Alınan parayla içerisi çok tutarlı değil. İçerisi çok da kalabalık. Biz bu yüzden gişelere yakın olan ve daha tenha olan derin kısma geçtik. Orada yüzmek güzeldi. Gözlükle dibe dalarsanız daha temiz bir deniz ve balıklar sizi bekliyor. Plaj ise taşlardan oluşuyor. Eğer Fethiye'de oturuyor olsaydım herhalde bir daha parkın içine değil halk plajına girerdim...





Kalabalık ve sıcak unsurlarını matematiksel işlemlerle işleyerek buradan en az hasar ve en yüksek mutlulukla ayrılmak için plan yaptık. Soğuk duşa gir, üstünü değiş tabi kabin bekle, terlemeden arabaya yürü hemen klimayı aç. Başarılı olduk. Fethiye'ye Tamer YAŞAR'a doğru yolu koyulduk. 
Tamer bir yıl önce atanmış olduğu devlet kadrosunda Güney görevini yapmak üzere Fethiye'ye taşınmıştı.Güney görevindeki birçok zorluğu paylaşmak için biz de bu yolculukta ona uğramadan edemezdik.Bir an için elime almış olduğum kemanı kenara bırakarak yazar kimliğime geri dönüyorum...

    Evde üstlerimizi değiştikten sonra yemek için dışarı çıktık. Tamer'e turist olduğumuzu ve turist yemeği yemek istediğimizi söyledik. Tamer de "burada öyle çok buraya özgü bişey yok işte balık malık falan" dedi. O zaman kafana göre gidelim dedik. Balık hali diye bir yere yaklaştık. Dışarıdan ne olduğu pek belli olmayan eski yapıların çevirdiği bir alan. Düşündüm de gerçekten eski bir hali andırıyordu halin hali. (Michael Jackson bile attığı şapkayı zamanı gelince geri alıyor, bak şapkasız bu cümle ne oldu? ) Biz de içeride tezgahlarda öyle balık satılıyor zannettik ama içeri girmemizle mekanın farklılığı bütün turist damarlarımıza kan pompaladı. 







Yine şaşırmıştık. Tabi ki daha önceden buna benzer yerler gördük ama burayı farklı yapan şeyler vardı. Öncelikle halin yapısı. Hani şu her yerde karşınıza çıkan "Gizli Bahçe" "Saklı Güzellik" ama 100 mt. ilerde tarzı yerlerin vaad ettiği ama veremediği o saklı bir yeri bulma hissini sonuna kadar bize yaşattı. Sanki Fethiye'de Çin mahallesine girmiş gibi saçma bir hisse de kapılmadım değil. Akşam yemeğimizin birden böyle sanatsallaşması bizi çok sevindirmişti. Balıklarımızı aldık, yemek yiyeceğimiz mekana verip biraz gezmeye çıktık.




Biraz turladıktan sonra gelip yemeğe oturduk. Her şey çok güzeldi. Yemekten sonra çıkıp yarın için kafamızda olan tekne turlarını araştırmak istiyorduk. Planımız tekne turuyla koylarda yüzüp denize bıkmak karada gezilecek yerleri de ertesi güne bırakmaktı. Fakat tekne turlarında aradığımızı bulamadık. Biz de denizde ve karada gidebilen Chevrolet 1.2 çarpışan otomobilimizle hem denize hem de karaya hükmetmeye karar verdik. Ertesi gün ilk hedef Saklıkent kanyonuydu. Tamer gitmeyin bulamazsınız demese de ben buraya yazıyorum.


Yola çıktık. Çok akıllı olduğumuz için yolda gördüğümüz köy bakkalından domates, peynir, ekmek, biber aldık. 10-15 TL arası bişey tuttu. Yolda tenhada durup onları yedik. Ardından çıkan tabelalar kinaye gibiydi. Gözleme fiyatları hızla düşüyor, kahvaltı tabakları havalarda uçuşuyordu. Öğretmenin yeri, imamın yeri, ablanın yeri isimli mekanlardan sırayla geçiyorduk. Son olarak gördüğümüz tabeladan sonra kendi başımıza yaptığımız kahvaltının bir suç olabileceği konusunda karmaşaya düşüp özel güvenliklere... saçmalamayı bırakıyorum tabela şöyleyedi : balık-pilav-salata 5 TL. Benim yorumum: Patron çıldırdı. Hepsini arkamızda bırakıp Saklıkent'e daldık.







Saklıkent'e biz gitmeden bir süre önce yaşanılan sel felaketinde oluşan çamur izleri fotoğrafların bazılarında görülüyor. Gerçekten ürkütücü. Vadinin girişinde vadinin farklı bir yerinden gelen soğuk ve coşkun suya girmek ilk başta çok zor. Çünkü su çok soğuk. Belki çok sıcaktan geldiğimiz için suya girdiğimizde ayaklarımız sızladı hatta ben ilk defa soğuk suda yürüyememeyi yaşadım ve bir taşın üzerine çıkıp ara verdim. Ama dönüşte  kısa da olsa o soğuk suda yüzmek beni bebekken şelalede yıkanan Cüneyt Arkın kıvamına getirdi. 

Saklıkent bütün o sıcak yerin arasında nasıl bu kadar serin kaldığını düşünürken bile mutlu olunabilecek bir yer... Su ve kayalar arasındaki sanatsal çekişme ise hayranlık uyandırıyor. 












Saklıkent'ten kıyaya doğru gittiğimizde Xantos ve Letoon'u görme fırsatını yakalıyoruz. Ama fırında güveç olarak. Çok sıcak. Yine de daha önce gezdiğimiz yerlerde görmediğimiz bir çok şey görüyoruz. Ne de olsa burası Likya. Hikayeleri ve tarihleriyle ilgili birçok enteresan bilgi tarihin gizemlerinin ne kadar derin olduğunu bize hatırlatıyor. Bildiklerimiz bazen anlamamıza yetmiyor ve şaşırıyoruz. "Nasıl yaptınız ya"  dercesine...


Antik kentlerde yeterince kavrulduktan sonra artık biraz serinlemek için Patara plajına doğru yola çıkıyoruz psikolojik oyunlarla dolu maceralara yelken açıyoruz...





 Patara hakkında hiç birşey bilmediğimizden bodoslama daldık. Çok uzun olduğunu biliyorduk ama ıssız olduğunu bilmiyorduk. Buradan sonra anlatımı değiştiriyorum

Bir kısmı taş kırmızı parkelerden oluşan yoldan kumsala doğru ilerlerken etrafımızda bize yabancı olan ağaçların hangi iklimi ifade ettiğini anlamaya çalışıyorduk. Ağaçların arasından görünen manzara bir çölü andırıyordu. Bi an için girip arabayla çölde dolaşmak istesem de yabancısı olduğum bu bölgede bunu yapmak tehlikeli olabilirdi. Devamında taş yol bitti ve kuma dönüştü. Artık tozu dumana katıyor bir ayağı iki pabuca sokuyorduk. Ağaçlar küçüldü deniz yaklaştı. Gölgelerde konaklayan yerli halktan insanlar gördük. Danıştık. Arabayı buraya bırakırsın gidip denize girersin sonra gelirsin dediler. Tamam dedik ve asgari deniz malzemelerimizi alıp  bir ön izleme almak için önümüzdeki kum tepelerini ve terk edilmiş ahşap tesisleri aşarak kumsala indik. Terk edilmiş tesislerin içi kum dolu acaba cesetleri nereye sakladılar tarzında müziklerin beynimde çalmasına engel olamıyordum. Kumsal çok geniş ölü dal parçaları ve bir zamanlar birilerinin olan bazı eşyalarla süslenmiş. Denize giren bir kaç küçük kız var. Kıyafetleriyle denize girmişler. Sanki aslında orada değiller. Bir anda kaybolup tekrar geri gelebileceklermiş gibi. Sanki bir rüyadayım herşey çok gerçekçi bir sahtelik içeriyor gibi. Deniz bana girmeyin diye bağırıyor sanki. Kumsal o kadar uzun ki sanki oyun hatası. Özge önden yürüyor ben fotoğraf çekiyorum ama sanki her yer aynı. İleride pembe şemsiyeler görüyoruz. Belki orada denize girebiliriz ama o da ne! Karşıya geçiş yok, aradan dere geçiyor. Arabadan da uzaklaştık. İnsanlar hep uzak. zaten. Derenin kenarına varıyoruz. Karşıya nasıl geçeceğiz? Geçmeli miyiz? O sırada birileri bize yaklaşıyor. Gelin biz yolu biliyoruz diyorlar. Takılıyoruz peşlerine. Dereye giriyoruz çantalar ellerimizde havaya kaldırmışız. Su derinleşiyor, neredeyiz Vietnam mı? Bir an arkama dönüp Özge'ye bakıyorum sadece kafası görünüyor, yüzüyor mu yürüyor mu? Öndekiler bizi yola sokuyor ve kıyıya ulaşıyoruz. Burası da garip Özge denize giriyor ama yüzemiyor. Zaten deniz de değil neredeyse tatlı su. Dere ağzına yakınız. Ardından ben giriyorum su beni kafasına göre sağa sola çekiyor. Suyun dibi gözükmüyor. Geri dönüyorum. Psikolojiler karmaşık durumda. Bir çok tezat duyguyu aynı anda yaşıyoruz. Sevdiğimiz şeyleri yapıyoruz ama sevmediğimiz şeyleri de hissediyoruz. Sanki var olmayan bir yerdeyiz yada biz yokuz. Biraz düşündükten sonra dönmeye karar veriyoruz. Patara kütere verdiğimiz bu kararı uygulamak için tekrar dereden geçmemiz lazım. Toparlanıp varıyoruz derenin kenarına. Oradan mıydı buradan mı derken dalıyoruz dereye. Ben önde Özge arkada. Yine derinleşmeyi yaşıyoruz. Ama bu sefer ısrarcı ve olduğum yerde saydıkça durduğum yer kalkan kumlardan dolayı daha da derinleşiyor. Su beni çekiyor derenin akıntısı hata yapmamı bekliyor. Özge neredeyse yüzüşe geçmiş ama burada yüzmek de çok mantıklı değil kimin nereye aktığı belli değil. Zor bela geri çıkıyoruz. Biraz ileride kano ile oynayan çocuklar var. Help us! diyoruz. Sesimizi duymuyorlar. Koşuyorum o tarafa doğru geçemiyoruz diyorum. Atla kanoya diyor acaba beni mi kandırıyor? Ben geçiyorum eşyalarla arkamda kano sürücüsüyle. Özge karşı yakada kaldı. Ya gelemezse? Ya yerliler onu kaçırırsa. Neyse ki yerliler o kadar da yerli değil Özge'yi de getiriyorlar. İnanılmaz bir minnet ve kurtulmuşluk duygusuyla arabaya doğru ilerliyoruz. Az önce korkarken şimdi seviniyoruz. Psikoloji darmadağın bir ağlıyor bir gülüyoruz, sanki 2 yaşımıza geri dönmüşüz. Geldiğimiz yoldan, var olup kaybolan insanların arasından kum tepeleri ve korku filmleri seti  için terk edilmiş tesislerin yanından arabaya ulaşıyoruz. Arabaya bindiğimizde zaman ve mekan kavramlarını hatırlamaya çalışıyoruz. Tamer Tamer diyoruz telefonda, biz dönüyoruz. Beraber başka bir yere denize gidelim ama bu sefer komedi filmi çekelim.(filmden sahneler videoda yer almakta, galası henüz yapılmadı.) Onay veren Tamer'i Fethiye'den aldıktan sonra Gemiler Koyu'na ilerliyoruz. Aslında gezimizin temel kıstaslarına da bir anlamda geri dönüş yapmış oluyoruz. Patara'da yaşadığımız korku ve karmaşık diğer duygular bu gezinin içeriğine almadığımız unsurlar.





Gemiler koyunda tatlı bir akşam keyfi yaptıktan sonra Fethiye'ye geri dönüyoruz. Akşam daha önceleri Bandırma'da yaşamış olan değerli büyüğümüz Naim SÜR'ü görmeye gidiyoruz. Onun varlığından bizi haberdar eden Barış abinin hediyesini götürüyoruz. Naim abi ile tanıştığımızda onun Bandırma Dağcılık Kulübünü kuranlardan olduğunu öğreniyoruz. Şimdi ise turistik magnet tasarlamakla meşgul. Bize bir sürü magnet hediye ediyor. Her gittiğimiz yerin magnetini almakla ilgilenen bizler için bu hediyeler çok sevindirici.

Naim abilerin yanından ayrıldıktan sonra yemek için şehre daldık. Tamer bizi sıradan bir yere götürecekmiş gibi yapıp yine bizi çok güzel bir yere götürdü. Burası daha önceden aşina olduğumuz Hatay yemeklerinin yapıldığı bir mekandı. Güzel yemekler ve ardından manzara dolu geziler...








 Hem Fethiye'yi görmek hem de Tamer'i ziyaret etmek bizi mutlu etti. Artık buradan sonra yolumuza konaklayacağımız yerlerde bir tanıdık olmadan devam edecektik. Sabah yola çıktık. Kaş yolundan Antalya'ya doğru...

KAŞ YOLU

Sadece bu yoldan Antalya'ya gitmek bile gezmek anlamına gelebilir, sunduğu manzaralar muhteşem.



Sabah kahvaltı yapmadan çıktığımız için ilk durağımızda bunu da aradan çıkarmak istiyorduk. İlk durağımız olan Kalkan'ı da hiç bu kadar güzel beklemiyorduk. Denizi harika, deniz kenarındaki mekanlar ortamı çok iyi değerlendirmiş ve hakkını vermiş fiyat olarak da hakkını istiyorlar. Denizden biraz içeride kalan dar sokaklar gördüğümüz en şirin ve dikkat çekici yerlerdendi. Bir bütün olarak düşündüğümüzde biraz hayalleri süsleyen cinsten bir yer diyebilirim. Yada şöyle diyeyim; içerikle çok da alakalı olmayan bir girişten sonra Kalkan'ın dar sokaklarına girdik. Her köşe başında bir ayrıntı vardı. Sokaklar o kadar dardı ki sıcaklığı hissetmiyorduk gölgelerde. Yavaş yavaş deniz kenarına doğru kıvrıldık. Burada küçük bir liman ve plaj var. Denize girmek için harika. Ardından kahvaltı yapmak için deniz kenarındaki mekanlara göz atmaya başladık, hepsi birbirinden havalı. Bi tanesine girdik. Denizin ve limanın güzelliği bize yetti. Kahvaltı konusunda bize biraz yabancı olan restaurantta menuden bi şeyler seçtik ve yedik. Mekan o kadar güzeldi ki wc de bile düşünceli davranıp göze hoş gelen ayrıntılar tasarlamışlar. Rahatsız edici hiç bir şeyle karşılaşmadık. Sadece yediğimiz etin ne eti olduğunu anlayamadık. Daha sonra yaptığımız küçük bir araştırma yanlışlıkla domuz etine bulaşmış olabileceğimizi bize gösterdi. Kafamız karıştı, bilmeden bir şeyi denemiş olmak değişik bir his, pişmanlığı azaltıyor... 









                                                                                                                                                             
Yolumuz bu zamana kadar gördüğümüz en güzel koya doğru ilerliyor: Kaputaş plajı. Koyun fotoğraflarındaki görüntüsü zaten kendisini anlatmaya yetiyor. Öyle ki sadece burada denize girdiğimiz için çocuk gibi seviniyoruz. Sanki bir hayalin içinde denize girer gibi. Deniz ve kumsalın güzelliği sadece orada olmayı bile çok önemli ve güzel bir hale getiriyor. Olur da buradan okuyorsanız ve uğramayı düşünürseniz Kalkan'dan sonra yol kenarında farketmemenizin imkansız olduğu Kaputaş'da yola arabanızı park edip merdivenden plaja iniyorsunuz. Aşağıda hortumdan akan soğuk su ve wc imkanı var. Bazı satıcılar da var ama biz çok yaklaşmadık...












Bu yolun yapımında hayatını kaybeden çalışanların isimleri  kayaların üstüne yazılmış.  Onların hayatlarını kaybettikleri yerde bu güzellikleri yaşarken onlara minnet duymamak imkansız. 
Kalkan ve Kaputaş'da büyülendikten sonra bizi hiç bir yer kesmiyor. Kaş'da küçük bir tur atıp yola devam ediyoruz.











Kaş küçük ve şirin bir yer. Akşamları daha güzel olacağını hissettiren mekanlar var. Ama bize güneşin anlında çok bir şey vaat etmiyor ve yola devam ediyoruz.



Yolumuz Kekova olarak bilinen bölgenin kıyısı Üçağız'a gidiyor








Üçağız'da çeşitli tekliflerle karşılaşıyoruz. Tekne turu ve konaklama. Ama biz yola devam etmeye karar veriyoruz. Yol boyunca hep aynı şeyleri yapmaktan uzak kalmak lazım. Bu yüzden yeni yerler görmeyi buradaki aktivitelere tercih ediyoruz.






















Demre'de Noel baba kilisesi ve antik kenti gezdikten sonra artık konaklama konusunda araştırma yapmaya başladık. Demre çok turistik bir yer gibi değil ama gece kurulacak olan açık hava sineması bize çekici geldi. Daha sonra kendimize göre bir pansiyon bulamadığımız için Demre'de kalmayı da iptal edip yola devam ettik.












 Yol boyunca sol tarafımızda kaya bloğu sağ tarafımızda Akdeniz bize eşlik etti. Arada sırada yola bitişik minik plajlar ne kadar davetkar olsa da günün sonuna yaklaşıyorduk. Finike'ye yakın bir yerlerde, yemek için önü en kalabalık olan mekanlardan birinde durduk ve çok uygun fiyata çok güzel yemek yedik. Bu sırada da Kemer'de kalmak için yer ayarladık telefonla. Yemekteki mutluluğumuzu arabanın deposuna doldurarak yola devam ettik ve Kemer'e vardık.










Kemer eğlence sektöründe iddialı ama biz değiliz. Biz bir tur atıp Otele geri döndük zira yorgunduk. Ertesi gün hafif gezili dönüş yolu başlayacaktı.

DÖNÜŞ YOLU BURDUR-ISPARTA






Takip ettiğimiz yola yakın yerleri gezmeyi planlamıştık. İlk durağımız kazı çalışmaları devam eden bu kervansaray oldu: İncirhan.

Ardından ünlü İnsuyu mağarası serin ve müzikli.




Devamında bizi şaşırtan Burdur müzesine geçtik. Çok büyük heykellerin sergilendiği müzede daha önce başka müzelerde görmediğimiz eserlerle karşılaştık. Düşük beklentiyle girip çok mutlu çıktık. İlk defa bir müzede saat bölümü gördük. En eski olan ise beyaz mermerden yapılan güneş saati.


















Müze'den sonra Isparta'ya doğru yola çıktık. Burdur'da sanki bütün gözler üstümüzde gibiydi. Isparta'daki yol çalışmalarından dolayı yolumuzu bulmak zor oldu. Müzeye gittik giriş bedava olduğu için sevinirken tadilat dolayısıyla kapalı olmasına üzüldük. Yemeğe geçtik.  Tandır kebabının ünlü olduğunu öğrenmiştik ve onu tercih ettik yanında üzüm hoşafı, pide hepsi güzeldi ama yediğimiz en güzel yemekler de değildi.  Tabi buralara yol üstü uğradığımız için gezilecek yerlerine gitme fırsatımız olmadı ve yola çıktık. Dönüş yolunda Akdeniz'in kıyılarından sonra dağların arkasında hızla değişen coğrafya ve güneşin batışı nefis görüntüler oluşturuyordu. Her yönüyle çok güzel ve beklediğimizin üstünde geçen gezinin dönüş yolunda direksiyon sallarken akşam oyuna doymadan eve çağrılan çocuğun hissettiklerini değil de daha çok akşam yiyeceği kadar balığı tutmuş balıkçının rahatlığını ve  sevincini yaşıyordum. Yaşadığımız ve öğrendiğimiz her şey bizi görmüş geçirmiş biri denilen kişi olma yolunda biraz daha ilerletiyordu. Hani bazen hafife alıp derler ya "gezionuz ha"  işte o içi boşaltılmış gezme kavramının aslında ne kadar derin, içi dolu bir kavram olduğunu her gezimizde biraz daha anlıyor ve buna seviniyoruz.




En beğendiğimiz yemek: Denizli Kebabı
En beğendiğimiz koy: Kaputaş Plajı
En beğendiğimiz aktivite: Dalyan tekne turu












Hiç yorum yok:

Yorum Gönder