24 Ocak 2007 Çarşamba

İstanbul Gezileri

 
Fotoğraflar:Vildan Sönmez

Otobüsümüz Tem otoyolunda ilerlerken Dilovası, Hereke, Gebze, Pendik'i geçerek İstanbul çevre yollarına bağlanan düzgün yol ile Fatih Sultan Mehmet köprü girişi yakınından sağa dönüş alarak Ümraniye-Beykoz istikametinde ilerledik. Beton yığını binaların oluşturduğu monoton görüntüden uzaklaşarak Beykoz Ormanlarının yeşilliği içinde Polonezköy' de mola verdiğimizde öğlen saati olmuştu. Yemek molası ve dinlenmeden sonra Sultançiftliği daha sonra da Ömerli'yi geçerek Karadeniz kıyısında yer alan ŞİLE' ye devam ettik.

Saat 16.00 'yı gösterdiğinde Şile'deydik. İlçe merkezi Karadeniz'e uzanan burun üzerine kurulu ve denizden oldukça yüksekte olduğu için denize doğru inen yollar ya yokuş ya da merdivenlidir. Dik yokuşlardan birinin başındaki Şile Feneri ,yamaç kenarına doğru uzanan büyük bir bahçenin içinde heybetle duran deniz feneri biz misafirlerine gölgelik yaparken, yeşil çam ağaçları arasında çayımızı yudumlayıp, karşımızda her zaman çılgın dalgalarına alışık olduğumuz Karadeniz bizi selamlarcasına sakin, sonsuz mavi ufka kadar uzanmakta idi. Bahçenin kenarına gidince oldukça yüksek bir yerde olduğumuzu fark ettik. Karadeniz'in köpüklü dalgaları, kayaları mağara gibi oymuş ve o gün sakinleştiği için, içine girilebilecekmiş gibi görünüyordu. Beyaz kayaların üzeri yer yer yosun kaplı, aralarında mevsim nedeniyle solmuş çiçekleri görmek mümkündü.

Deniz fenerinin bahçesinden limana kadar merdivenlerle indik. Balıkçı takalarıyla süslenmiş liman, denizin içindeki yüksek kayaların hemen önünde yer alır. Limana geldiğimizde takalardaki hazırlıklar, balık ağlarının kontrolleri başlamıştı. Limandaki elişi stantlarını dolaşmak için zaman ayırdık. Otelimize yerleştiğimizde güneş gökyüzünü rengarenk boyayarak, gri mavi bulutlarla bize veda ediyordu. Bu görsel şöleni fotoğraf kareleriyle ölümsüzleştirmek için idealdi. Şile'nin kumsalı kayalar arasında küçük bir koydan oluşur, diğeri ise ilçenin doğu yönünde yer alır. Akşam yemeğimizden sonra, Şile çarşısını gezmek için otelin arkasındaki yüksek merdivenlerle caminin etrafındaki sokaklara, mağazalara gittik. Her mağazada sıcak yaz günlerinde serin tutan Şile bezinden yapılmış değişik model ve renkte gömlekler, elbiseler, pantolonlar alıcılarını bekliyordu.

Şile'de Cenevizlilerden kalma olduğu tahmin edilen kale yıkıntısı dışında ilkçağ ve ortaçağ yapıtı herhangi bir kalıntıya rastlanmıyor. Dikdörtgen planlı küçük kale, Şile'ye en yakın Ocaklı Adasındadır. Kalenin güneybatı köşesinde, kare planlı bir burç bulunur. Şile'de güneş yeni güne merhaba derken, limandan ayrılan takaların sesleri ile uyandık. Deniz kenarındaki otelin bahçesinde kahvaltımızı ettikten sonra Ağva' ya gitmek üzere yolumuza devam ettik.

ŞİLE-AĞVA arası 45 dakikadır. Ağva, Çanak ve Göksu derelerinin arasında kalmış alüvyonlar üzerine kurulmuş şirin bir balıkçı kasabasıdır. Göksu deresinde yolculuk yapmak için tekne beklerken, iskelenin bulunduğu bahçeyi keşfettik. Göğün maviliğine inat her yer yemyeşildi. Ağaç dalları arasında sallanan uzun saplı, açık yeşil su kabakları, farklı türdeki diğer su kabağı uzun, ince neredeyse yere deyen boyu ile ilginçti. Bahçenin diğer bir köşesinde şimdiye kadar hiç görmediğim ve ne yazık ki ismini öğrenemediğim bir bitki yer alıyordu. Koyu yeşil, sert, ince uzun yapraklardan oluşan gövdeden düzgün, upuzun, ince saplar fışkırmıştı. Bunların ucu da beyaz tüylerle kaplıydı ve bahçeye bir başka güzellik katıyordu. Teknelerimiz geldiği için aceleyle fotoğraflar çekip iskeleye yöneldik. Turların çokluğu nedeniyle bize daha küçük tekneler kalmıştı. Üstü tente ile kapalı olan teknemize bindiğimizde oldukça heyecanlandım. Çünkü teknenin kenarları neredeyse dereyle aynı hizaya gelmişti. Göksu deresi, etrafındaki ağaçların yeşil rengini almış, akmıyormuş gibi karşımdaydı. Kötü şeyler düşünmeme kararı alarak etrafı incelemeye karar verdim. Gerçekten çok ilginçti, sessizliği sadece teknenin motor sesi bozuyordu. Sağ ve sol tarafımız yeşil ağaçlarla kaplanmış, söğüt dalları derenin içine girmiş, bazı ağaçların dalları da derenin içinden gökyüzüne uzanmıştı. Her taraf yemyeşil sadece gökyüzü mavi, birdenbire aklıma '' Crocodile Dande'' filmi geldi. Şimdi dereden bir anakonda çıkacak, sağ taraftan bir timsah derenin içine kayacak gibi bir kare gözümde canlandı. Yeşil saten gibi duran nehirde ilerlerken sağ ve sol tarafta pansiyon ve motellerin ahşap iskelelerini, doğanın içine gömülmüş evleri ve bahçeleri görünce keşke her yer böyle olsa dedim. Bahçelerde keyif çaylarını içen tatilciler bize el salladılar. Belli bir noktadan sonra dönüş alan teknemiz Göksu deresinin Karadeniz'le birleşme noktasına doğru giderken bol bol fotoğraf çektim. Göksu deresinin rengi birden mavileşti, her iki yana doğru genişledi , beyaz kumsalın arasından Karadeniz'le birleşti. Bu birleşme yerindeki temiz, beyaz kumsalın genişliği 50mt. ve 2.5 km. uzunluğunda, kışın tamamen denizle kaplanıyormuş. Burada konaklayan tatilcilerin diğer zevki de bu kumsaldan denize girmek. Yeşil cennetten ayrılmak istemesem de geriye dönüp, başlangıç noktamızdaki iskeleye geldiğimizde , masal aleminde mi gezmiştik, bu rüyamıydı, yoksa gerçek mi karar veremedim. Bu şirin kasaba henüz müteahitlerin istilasına uğramamış, kendi güzelliği ile sahili süslemekte. Yeşilçay (Çanak) deresine geldiğimizde saat 12.00 idi. Bu sonbahar gününde güneş tüm sıcaklığıyla bizi neşelendiriyordu. Kocaeli (İzmit) Çal Tepesinden doğan Çanak Deresi masmavi, bazı yerleri koyu lacivert karşıdaki tepenin önünden sağ tarafa kıvrılarak bilinmeze doğru gidiyordu. Karadeniz'le sessizce birleşirken öyle durgundu ki üzerinde yürüyebileceğim hissine kapıldım. Her iki tarafında deniz feneri olan birleşme noktasında yer alan balıkçı tekneleri manzaraya ayrı bir güzellik katıyor. Tekir, palamut, lüfer, çinekop, levrek, mevsimine göre kalkan, aynı zamanda turna, sazan gibi tatlı su balıklarını burada bulmak mümkün. Yeşilçay' ın kenarında çayımızı içtikten sonra Kandıra tarafından Kerpe' ye doğru yola devam ettik. Doğa tamamen değişti, yeşil bir orman denizine girdik,hafif virajlı yolda ilerlerken her köşede durup fotoğraf çekmek hatta otobüsten inip bol oksijeni içime çekerek yürümek istedim. Ağaçların arasında saklanmış köyleri geçerken doğanın cömertliği sayesinde sadece o anı yaşama hevesi kapladı içimi. Her şeyi unutup sadece şimdiyi yaşamak...

Kefken yol ayrımını geride bırakırken kendimi yemyeşil bir tüneldeymiş gibi hissettim. Yol biraz bozukta olsa etraf ağaçlarla süslenmişti. Kırmızı çatılı, iki katlı villaları görünce burası Kerpe dedim. Kerpe sokaklarını gezerek kumsala doğru gittik. Kuzey ve kuzeydoğu rüzgarlarına kapalı olduğu için sakin,dalgasız bir sığınak. Mevsim nedeniyle tatilciler gitmiş ama günübirlik turlar sayesinde etraf cıvıl cıvıl. Öğlen yemeği için bir balıkçı lokantasına gittik. Fakat turların kalabalık olması nedeniyle palamutlar yetmemiş ve bir balık fiyatına yarısını servis yapmayı uygun bulmuşlar. Ancak manzara bizi öyle acıktırmıştı ki yarım balık asla yetmezdi. Lokanta ararken çay bahçesinin arkasında eşiyle çalışan gözlemeciyi keşfederek siparişlerimizi verdik. Harika bir salata ve gözlemeden daha güzel ne olabilir ki!!!!! Kendileri her sezon Konya'dan Kerpe' ye gelerek bu işi yapıyorlarmış. Ama sezonluk kiralanan çay bahçesinin fiyatı oldukça pahalıymış. Ekim ayında tertemiz,saten gibi Karadeniz sahilinde şişmiş ayaklarla yürümek ayrı bir eğlenceydi. Kerpe' de konaklamak için çok sayıda pansiyon ve otel var. Lokantada her zaman taze balık bulunuyor. Kıpırtısız duran koyun arkasındaki ormanda gezinti yapmak ayrı bir zevk.

Kerpe (Kalpe), İlkçağ Bithynia'sının bir limanı olup Kefken Adası'nın yaklaşık 8 km. güney batısındadır. Kalpe, Helen dilinde çanak, çömlek, testi, küp anlamındadır. Kalpe adı ilk kez, İÖ 400'de ünlü Onbinler'in buraya gelmesiyle, Xenophon'un Anabasis'inde anılır. İran seferinin dönüşünde, Onbinler, Sinop'tan gemilerle Ereğli'ye gelmişler ve burada üçe bölünmüşlerdi. 4500 kişilik birinci bölüm, Ereğlililerden kiralanan gemilerle yola koyulmuş; baskın yaparak tüm çevreyi talan etmek için Kalpe Limanı'na çıkmıştır.

Dönüş yolunda Adapazarı ve harika Sapanca Gölü kenarından geçerken hava kararmaya, yağmur çiselemeye başlamıştı. Doğa harikası gökkuşağının altından geçerken dilek tuttuk. Gökkuşağı bizi çok sevdi ki birinci kaybolmaya başlarken ikincinin altından da geçtik. Doğanın bir başka harikası olan dolunay eşliğinde Ankara'da yolculuğumuz sona erdi.

Sizde , Orhan Veli'nin mısralarında belirttiği gibi ''açsam rüzgara yelkenimi ,dolaşsam ben de deniz, deniz'' diye gezme arzusu ile doluyken az bilinen bu Karadeniz köşesini keşfetmenizi öneririm. Yeni gezilerde buluşmak ümidiyle, sizlere Orhan Veli'nin şiiri ile veda etmek istiyorum...

Yazı: Nurperi Ünsal, Fotoğraflar: Vildan Sönmez
Tarihi bilgiler Bilge Umar' ın Bithynia kitabından alınmıştır.



AÇSAM RÜZGARA

Ne hoş, ey güzel Tanrım, ne hoş,
Maviliklerde sefer etmek,
Bir sahilden çözülüp gitmek,
Düşünceler gibi başıboş,

Açsam rüzgara yelkenimi;
Dolaşsam ben de deniz, deniz,
Ve bir sabah vakti, kimsesiz
Bir limanda bulsam kendimi.

Bir limanda, büyük ve beyaz.
Mercan adalarında bir liman.
Beyaz bulutların ardından
Gelse altın ışıklı bir yaz.

Doldursa içimi orada
Baygın kokusu iğdelerin.
Bilmese tadını kederin
Bu her alemden uzak ada.

ORHAN VELİ

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder