26 Mayıs 2004 Çarşamba

HAYAL SANILAN GERCEK: TROY

Trojan Horse

Yolu Çanakkale' ye düşen gezginleri, Hisarlık Tepesi'ne yaklaşırken dev bir tahta at karşılıyor. Tarihin en ünlü kentlerinden biri olan Truva Savaşı'nın sonunda kullanılan tahta at gibi, bu atın yapımında Kaz Dağı'nın (İda) çamlarından yararlanılmıştır. Tahta at, 1974 yılında orijinal tahta atın pişmiş toprak eserlerin üzerindeki eski tasvirlerinden ve eski kaynaklardan yola çıkılarak yapılmıştır. İşte Troya Savaşı'nın ve görkemli kentin öyküsü...

Truva Savaşı'nın öyküsü Iolkos kralı Peleus ile Okyanus kızları diye bilinen Nereidlerden biri olan Thetis'in düğün töreninde başlar. Düğüne haset tanrıçası Eris çağrılmamıştır. Buna çok kızan Eris, bir oyun oynamaya karar verir. Hera, Athena ve Afrodit'in oturduğu masaya, kimseye görünmeden altından bir elma bırakır. Elmanın üzerinde '' en güzele'' yazmaktadır. Elmanın kime verileceği konusunda anlaşmaya varılamaz. Zeus da karısı ve iki kız kardeşi arasında taraf olmak istemez. ''Alın yanınıza Hermes'i, sizi İda Dağına götürsün. Orada sürülerini otlatarak dolaşan Troya Prensi Paris'i bulun. Gönül işlerinde onun üzerine bir ölümlü daha yoktur. Aranızdaki en güzeli o da seçemezse kimse seçemez.''

Hermes'in rehberliğinde tanrıçaları kulübesinde gören Paris, önceleri korkar. ''Benim gibi bir koyun çobanı nasıl olur da böyle bir şeye cesaret eder.'' Diye karşı çıkar. Sonra ''En iyisi elmayı kesip üçü arasında paylaştırayım'' diye düşünür. Ancak kararı Zeus vermiştir. Ona karşı kimse gelemez. Ayrıca tanrıçalar Paris içlerinden kimi seçerse seçsin kızmayacaklarını , ona zarar vermeyeceklerine söz verirler.

Paris'le yalnız kalan Hera , '' dinle Paris, önce her yanımı dikkatle incele. Beni seçersen seni Asya kıtasının hakimi ve dünyanın en zengin erkeği yaparım'' der. Paris ''hayır tanrıçam rüşvet kabul edemem'' der.

Athena içeri girince, '' seni dünyanın en yakışıklı erkeği ,en akıllı insanı, en güçlü savaşçısı yapacağım''.

Ne var ki Paris bunu da kabul etmeyerek içeri Afrodit'ti alır. Afrodit ona dünyanın en güzel kadının aşkını önerir. ''Burada oturmuş kendini sürülerin içinde harcıyorsun. Neden kente göçüp uygar bir hayat sürmüyorsun? Spartalı Helen gibi biriyle evlensen ne yitiririsin? Seni bir kere görse, evini,ailesini,varını yoğunu bırakıp peşine takılacağına eminim.'' der.

Afrodit böylece Paris'i kandırmış, atlın elmayı almış. Bu kara gücenen Hera ve Athena o anda Troya'yı mahvetmeye karar vermişler. Tanrıça Aphrodith'in aşk senaryosu bundan sonra hızla gerçekleşecek, Troy elçisi olarak Sparta'ya giden Paris, kendisine aşık olan Kral Menalaos'un eşi Helen'i Troya'ya kaçıracaktır. Bu olay Helen dünyasında bomba gibi patlar. Menalos hemen Girit'teki işlerini yarıda keserek ülkesine döner. İlk işi bir zamanlar Helen'le evlenmek için sıraya giren ve bir gün kocasının şerefini korumaya and içmiş kişileri toplamak olur.

Iolkos kralın Peleus'un oğlu olan Akhilleus (Aşil) Troya savaşına gönüllü olarak gitmese de Savaşta en büyük kahramanlardan biri olur. Söylenceye göre Akhilleus'un annesi Thetis, Okyanus Kızları diye bilinen Nereidlerden biridir. Doğa üstü gücünü oğlunu yenilmez bir savaşçı yapmak için kullanır. Onu suya batırıp kutsar. Böylece artık Akhilleus'a hiçbir silah işlemeyecektir. Ne var ki Thetis onu topuğundan tutup suya soktuğundan bir tek oraya su değmemiştir. Akhilleus'u öldürmenin tek yolu topuğundan vurmaktır. Nitekim, Akhilleus Troya'nın en sevilen kahramanlarından biri olan Hektor'u öldürdüğünde, kardeşi Paris yayını gerer ve Akhilleus'u topuğundan vurarak yere yıkar.

Gerçekteyse Akhaların Troya'ya saldırma sebepleri ekonomik nedenlere dayanıyordu. Ticaretin bilindiği çağlardan beri Ege dünyası, Akdeniz'i Karadeniz'e bağlayan ticaret yolları altın, gümüş, kumaş, kenevir, gemi kerestesi, kurutulmuş balık, tahıl, köle, amber, şarap, yeşim ve zeytinyağı gibi mallarla yüklü gemilerin boğazlardan geçişi, bugün Çanakkale Boğazı olan Hellaspontus'un ağzında kurulu olan Troya'nın denetimi altındaydı. Tunç çağının ortalarında ticaret yollarının çoğuna sahip olan Mikenler, yanlarına Peleponnes Yarımadası'nın öteki krallarını da alarak Troya'nın buradaki egemenliğine son vermek istemişlerdir. Bu savaşların asıl nedenleri zamanla unutulmuş, Homeros gibi ünlü ozanların dillerinde bir kahramanlık destanına dönüşmüştür.

Söylenceye göre Troya önündeki kuşatmanın uzayıp gittiğini gören Akhalar buna bir çözüm Evlerinden uzaktadırlar, savaşın bir an önce bitmesi gerektiğini düşünürler. Troya kentiyse aşılmaz surların gerisinde daha uzun süre dayanacak yapıdadır. Bunun üzerine Akhalar bir hileye başvurmaya karar verirler. Tahtadan bir at yapıp kentin surları önüne bırakacaklardır; içi boş olan at aslında bir tuzaktır. Akhalar gittikleri sanılsın diye gemilerine binerek uzaklaşırlar. Troyalılar sabah uyandıklarında geminin gitmiş olduğunu görüp şaşırırlar. Geride sadece dev bir tahta at kalmıştır. Ata önceleri şüpheyle bakan Troyalılar sonra bunun tanrıların bir hediyesi olduğa karar vererek surların içine taşımaya karar verirler. Gece kentte herkes büyük bir kutlama yapar. Geç vakitlerde herkes uyuduğunda tahta atın karnındaki kapak açılır ve atın içinde saklanan Akha askerleri sessizce dışarı çıkar. Karalıktan yararlanan ger dönen gemilerine işaret vererek kentin kapılarını kendi ordularına açarlar. Troya'yı yakıp yıkar , önüne geleni katlederler.

Troya kentinin söylence kılıfından çıkıp gerçekliğe bürünmesi, Schliemann adlı bir araştırmacının 1800'lü yıllarda yaptığı kazılar sayesinde olmuştur. Schliemann , Homeros'un anlattığı Troya'nın yeri (eğer öyle bir yer varsa) o zamanın bilim adamları tarafından Pınarbaşı köyü olarak gösteriliyordu. Homeros , İlyada'nın XXII. Şarkısında '' iki güzel fışkıran pınara varırlar. Bunlardan iki dere,girdaplı Skamandros'a dökülüyordu. Birinden sıcak su akıyor ve duman tütüyordu. Ama öteki yazın da soğuk akıyordu. Dolu gibi, ya da kışın karı gibi ve donmuş buz parçaları gibi.'' Schliemann rehberle beraber geldiği Pınarbaşı ilk araştırmasında buranın Troya olamayacağını anlar. İlyada'yı okumaya devam eder. Akhilleus'un Hektor'la olan korkunç çarpışmasını okur. Schliemann tarif edilen yollarda yürür, Pınarbaşı'n dan iki saat kuzeyde, deniz kıyısından yalnız bir saat uzaklıktaki şimdiki adı
Hisarlık olan, Yeni İlion harabelerini şöyle üstünkörü inceler. Troya'yı bulduğunu düşünüyordu.

Schliemann ve eşi 1871 yılında iki ay, sonraki yıllarda dörder ay kazdı. Emrinde yüz kişi bulunuyordu. Kentin en yukarısında Athena Tapınağı vardı. Homeros'a göre Poseidon'la Apollon, Pergamos'us surlarını yaptırmışlardı. O halde tepenin ortasında, tapınağın ve çevresinde toprağın üzerine kurulmuş olan tanrılar duvarının bulunması gerekiyordu. İşine engel olduğunu düşündüğü bu duvarları yıktı. Silahlar, mutfak ve ev eşyalar,süsler ve vazolar bulundu. Burada bir zamanlar zengin bir kent bulunduğu kesindi. Kazdığı yerde başka şeyler bulsa da ün kazanmasına yardım edecekti. Yeni İlion'un harabeleri altında başka harabeler vardı; onların altında başkaları ve onların altında başkaları... Tepe kat kat soyulması gereken bir soğana benziyordu. Bu katların her birinde başka insanların yaşadıkları görülüyordu. Milletler yaşamışlar ve ölmüşlerdi,kentler kurulmuş ve yıkılmıştı. Bir yıl içinde yedi tane, sonra da iki tane kent bulunur. Peki, Homeros'un anlattığı Troya kenti hangi kattaki idi. Kesin olan, en alttaki katın tarih öncesinden kaldığıydı. En eski kattı bu; o kadar eskiydi ki burada oturanlar henüz maden kullanmayı bilmiyorlardı. En üsteki katta, mutlaka Kserkes'le İskender'in adına kurban sundukları Yeni İlion olmalıydı.

Schliemann kazdı ve aradı. Alttan ikinci ve üçüncü tabakalarda yangın izleriyle muazzam toprak surlar ve dev gibi kapının yıkıntılarını buldu. Artık emindi. Bu surlar Priamos'un sarayını kuşatıyordu. Bilim bakımından hazineler boldu. Ülkesine gönderdiği ve uzmanların incelemesine sunduğu parçalar uzak bir devrin, bütün detaylarıyla tam bir tablosunu oluşturuyordu. Schliemann'ın zaferi aslında Homeros'un da zaferiydi. Masal ve mit sayılan, uydurduğu düşünülen bir tarih gün ışığına çıkıyordu. Çalışmasıyla 250000 metreküp toprağın hakkından gelen Schliemann 15 Haziran 1875'de giriştiği sonuncu kazıda, son kürek vuruşundan bir gün önce, bütün dünyayı hayran bırakacak buluntuları ortaya çıkardı.

Sıcak bir günün sabahın da, 28 mt. derinlikte, Primos'un sarayı olarak kabul edilen duvarların üzerinde iken aniden altını görür ve karısına işçileri eve göndermesini söyler. Karısından kırmızı şalını ister ve çukura atlayarak deli gibi kazar . büyük taş kitleleri arasındaki molozlar tehdit edici biçimde başının üzerinden sarkar. Kral Primaos'un paha biçilmez hazinesi gün yüzüne çıkıyordu. Karanlık eskiçağın en kudretli hükümdarlarından birinin altınları, gözyaşları kana bulanmış tanrısal insanların süsleri.... Schliemann hazineyi bulduğundan bir an bile kuşku duymadı. Ancak ölümünden kısa bir süre sonra heyecanın şarhoşluğu içinde yanıldığı, Homeros'un Troya'sının ikinci ve üçüncü tabakada bulunduğu, hazinenin de Priamos'tan bin yıl önce yaşamış, daha eski bir krala ait olduğu anlaşıldı.

Troya hazineleri tarihin en gizemli ve en tartışmalı hazineleridir. Yaklaşık 130 yıllık süre içinde kaybolup iki kez bulunmuştur. 1873' bulduğu hazineyi Schliemann, Atina'ya kaçırır. Osmanlı Hükümeti dava açar ama hazine bulunamaz. Daha sonra Schliemann, hazineyi Rus Çarına satmak ister. Çar çalıntı mal kabul etmediğini belirtir. British Museum, çalıntı olduğunu düşünerek hazineyi sergilemez. Ama 1882'de Berlin Müzesinde sergilenir ve hazineyi Almanya'ya bağışlar. 2. dünya savası sırasında hazine sığınakta saklanır ve sonrasında nerede bilinemez. 1945'de Sovyet Ordusuna Puşkin Müzesine teslim edildiği anlaşılır. 1993 yılında dönemin başbakanı hukuksal mücadeleye girse de hazine geri alınamaz.

TROYA, bu isim başka hiçbir kentin sahip olamadığı bir unutulmazlığa sahip. Savaşın, aşkın, kahramanlığın, ihanetin, söylencelerin kentiydi Troya. Troya'dan önce de sonra da pekçok kent var oldu elbette, ama onları anlatacak bir ozanları,öykülerini ölümsüzleştirecek Homeros'ları yoktu. Önceleri Homeros'un aklının ürünü olduğu sanılan Troya'nın var olduğu anlaşılmasından sonra dünyanın ilgisi her geçen gün arttı. Bu ilgi günümüzde de sürdürüyor.

Sn. Gökhan Tok'un Bilim ve Teknik (Nisan 2001) dergisinde hazırladığı yazından sizler için özetleyerek hazırladım. - Nurperi Ünsal

25 Mayıs 2004 Salı

Büyükada'ya Trenle

Tren yolculuklarını çok severim.. Hayat doludur trenler.. Her şey vardır.. Hani önemli olan varmak değil yolculuk etmektir derler ya.. (BMW öyle der..) Pazar günü İstanbul'da, Büyükada'daydım. Harika bir tren yolculuğundan sonra sabah kahvaltımı restoran vagonda Hereke sularının ilk ışıklarını ve körfeze demir atmış uyuyan gemileri izleyerek yaptım. İstanbulda Kadıköy'de iskele kıyısındaki bir çay bahçesinde arkadaşlarımla buluştum. Sabah yakaladığımız ilk ada vapuruyla Kadıköy iskelesinden yola çıktık. Havada bir parça simit kapmak için vapurla yarışan martılarla birlikte adaları teker teker ziyaret ederek öğleden önce Büyükada'ya vardık. Bu arada boğazdaki yunus sürüsünü belirtmeden geçemeyeceğim.. İşte size biraz ada, biraz İstanbul getirmek istedim... Bazen bir martının, ya da bir leyleğin gözlerinden... Haydi binin atlı karıncaya, birlikte uçalım...

Büyükada çam ormanları, kır kahveleri ve faytonlarıyla İstanbul'un yanıbaşında bambaşka bir dünya...

Adaların İstanbul'a hem en uzak, hem de en büyüğü olan Büyükada, vapurdan iner inmez tarihi iskelesi ve büyük çarşı meydanıyla kucaklar sizi. Sol tarafa doğru adanın ünlü balık lokantaları uzanır. Anadolu Kulübü tesislerine uzanan sağ taraftaki yolda çay bahçeleri ve balıkçı barınağı yer alır. Birahanelerin, midye tavacıların ve cafelerin dizildiği karşınızdaki yol sizi çarşıya sokar. Tezgahlardaki ve dükkanlardaki ürünler taze ve kaliteli olmakla birlikte, Bostancı'dan getirildiği için pahalıdır.

Saat kulesinin sağ tarafında fayton durakları vardır. Adanın tek ulaşım aracı olan faytonlarla belirli bir adrese gidebileceğiniz gibi, büyük ve küçük tur olarak iki farklı güzergahta yapılan gezintilerde bütün adayı turlayabilir ve tüm güzellikleri izleyebilirsiniz.

Faytoncuların bulunduğu meydanda bisiklet kiralama yerleri de var.

Ağer adayı yudum yudum koklamak istiyorsanız, 23 Nisan caddesinden başladığınız motorlu araç trafiğinden uzak yürüyüşünüzde belki zaman zaman faytonların nazik zil sesleri uyaracaktır.

Sağ yanınızda görkemli yapısıyla Anadolu Kulübü'nü göreceksiniz. Buradan Mehmetçik Caddesi'ne kıvrılacak, Ermeni Katolik Surp Astvadzazin Kilisesi'nin yanından geçerek Çankaya Caddesi'ne çıkacaksınız. Karşınıza "Agopyan Köşkü" olarak bilinen 4 katlı ve 22 odalı yapı bir zamanlar otel olarak kullanılmıştı.

Sağ tarafınızda Turing tarafından işletilen Büyükada Kültürevi'ni göreceksiniz. Burada yaz aylarında çay, kahve, aperatif yiyecekler bulabilirsiniz. Eğer Ada'nın erkencilerindenseniz, sabah kahvaltınızı burada yapabilirsiniz. Kültürevi'nde Cuma, cumartesi ve Pazar akşamları klasik müzik konserleri de verilmektedir.

Yürüyüşümüze devam edersek, sağ tarafımızda bir taş kule dikkatimizi çeker. Kulenin yer aldığı büyük bahçe Büyükada Tenis ve Su Sporları Kulübü'ne aittir. "Salkım Hanımın Taneleri" filminde adı geçen Seferoğlu Köşkü, bir zamanlar bu bahçede yer alırdı. Ancak 1999 yılında yaşanan yangın, köşkü kül etti.

Yolun sonunda gri beyaz rengi ile Ahmet Emin Yalman Yalısı'nı görürüz. 1999 yılında Turing'e verilen ve restorasyonuna başlanan yalı, kurumun içine düştüğü ekonomik kriz nedeniyle tamamlanamadı.

Çiçek kokuları, kuş cıvıltıları içindeki yürüyüş parkurunda Nizam Yokuşu'na varırız. Hemen karşımızda Dil Burnu dinlenme tesisleri vardır.

Büyükada'da motorlu trafik yok. Atlı trafik var. Binalar sanki bir eski bir avrupa ya da kanada şehri havası veriyor. Ama çoğu çok bakımlı ve çoğu da yararlanabileceğiniz hizmetler veriyor.

Anayoldaki atlı ve bisikletili trafikten uzaklaşmak istedik ve gördüğümüz dar ve dik bir merdiven sokaktan, nasıl olsa bir yol buluruz diyerek tepeye doğru çıktık. Sokak giderek bir patikaya dönüştü. Ve yanılmamışız... Toprak bir orman yolu bulduk. Ilık bir bahar-ilk yaz sabahı kuş sesleri ve muhteşem çiçek kokuları arasında tertemiz bir havada, çok keyifli bir yoldan yürüyerek, yetimhane olarak tanınan metruk ahşap binanın batı tarafından "Lunapark" olarak anılan birlik meydanına çıktık. Birlik meydanı adanın en yüksek tepesinde bulunan Aya Yorgi kilisesine çıkmadan önce faytonla gidebileceğiniz en uç nokta. Gerisini yürümek zorundasınız... Atla da
gidebilirsiniz eğer isterseniz...

Arnavut kaldırımı tarzında döşenmiş bir yoldan tepeye tırmandık. Önce tepedeki aya yorgi kilisesini ziyaret ettik. Pazar ayini yeni bitmişti. Genç bir papaz bizi karşıladı. İçeride hafif sesle bir ortodoks korosunun sesi duyuluyordu. Tütsülerin ve mumların kokusu etrafı sarmıştı. 600 yıllarından kalma kilise bu gün de hem ibadete hem de ziyaretçilere açık.

Kilise ziyaretimiz bittikten sonra, tepenin en muhteşem, en hakim yerinde kurulu bir yapının hemen yanındaki taraçada muhteşem bir manzarada yemeklerimizi yedik. Izgaraları ve dolmaları çok güzel. Börek de yapıyorlar. fiyatlar da gayet makul.. Ama sürpriz kendi yaptıkları harikulade özel kırmızı şarap... Self servis ve pazar günleri çok kalabalık olabiliyor. Biraz erken gitmekte ve sıranız gelmişken herşeyi birden almakta yarar var... Gelirken iki şişe kırmızı şarap da sizin için çantama atmak istedim. ama kuyruk o kadar uzamıştı ki... Belki de daha iyi... Çünkü birlikte gidip yerinde yaşayabilir ve tadabiliriz.

Biz zevkle yemeğimizi yerken ve şarabımızı yudumlarken, çok kalabalık bir leylek sürüsü bizi ziyarete geldi... Hemen üstümüzde, hatta çevremizde kalabalık gruplar halinde uçarak çemberler çizdiler... Ve geldikleri gibi de aniden gittiler..

Dönüşte yolumuzu biraz uzatıp toprak bir yoldan adanın en güney ucundaki kayaya kadar gittik. Daha sonra büyük tur yolunu takip ederek ilçe merkezine yöneldik. Yürüyüşümüz boyunca etrafta serbestçe dolaşmaya bırakılmış atlar ve taylar bize eşlik etti.

Biraz da şehir merkezini dolaştıktan sonra vapurumuza atlayıp İstanbul'a döndük..

Akşam yemeğimizi Kadıköy iskelesindeki bir restoranda güneşin istanbul üzerindeki muhteşem ve dünyaca meşhur batışını izleyerek yedik. Daha sonra Haydarpaşa'ya giderken deniz kıyısındaki çayhanelerden gözümüze kestirdiğimiz bir tanesinde çayımızı istanbul'un ışıklı renklerinin denizdeki oynak yansımalarını izleyerek içtik. Ama aklımız balık ekmek teknelerinde ve tekne lokantalarında kaldı. Bir dahaki sefere ..

Sonra evli evine, Ankaralı trenine dönmek üzere dağıldık...

Bu harika bir keşif gezisiydi. Bir dahaki sefere birlikte gideriz.. :)

Fotoğraflar

17 Mayıs 2004 Pazartesi

Kaçkar Dağlarından Sevgiyle...

"Selam, sevgi ve dostlukla" Mehmet DEMIRCI - Türkü Tur Çamlıhemşin



Ardeşen İlçesinin girişinde denize dökülen Fırtına Deresi'nin batı yakasından güneye giden karayolu ile ulaşılır. Kaçkar Dağı ve Verçenik Dağı'nın eteklerinden sularını alan ve bölgenin güneyinden kuzeyine doğru akan Fırtına Deresinin iki ana kolu olan Hala ve Büyükdere Derelerinin birleştiği yerde kurulmuştur.

Hala Deresinin ana çıkış noktası Kaçkar Dağı'nın etekleridir. Bir kolu Avusör Deresi ile komşu Ceymakcur-Balakcur Deresi ise Kemerli Kaçkar'dan süzülüp gelirler. İkinci kolu ise Memişefendi Tepesi'nin yamaçlarındaki Samistal eteklerinden çıkıp Ayder Kaplıcalarına dökülen ve bir parçasını Gelintülü Şelalesinin oluşturduğu Hazindak Deresidir. Hala Deresinin diğer bir kolu ise sularını Altıparmak Dağından alan ve yaklaşık 350 metreden dökülen Bulut Şelalesinin de bulunduğu Tar Deresi'dir. İki ana koldan büyüğü olan Büyükdere'nin çıkış noktası ise Verçenik Dağı'dır. Bir ana kolu Ortayayla-Başhemşin vadisinden gelir ve Varoş-Çiçekli deresi ile buluşarak Çat'a ulaşır. Bir diğer ana kolu ise Garmik sırtlarından çıkıp Elevit Vadisinde Haçevanak deresiyle buluşarak Çat 'a ulaşır. Büyükdere'nin en önemli ve bakir kollarından bir de Apevanak sırtlarından kaynağını alan, Palovit ve Amlakit vadilerini geçip, Meğo Vadisine ulaşmadan Virandere ve Samistal deresi ile buluşarak Türkiyenin belkide en önemli kanyonlarından birini oluşturan Palovit deresidir. Hala ve Büyükdere irili ufaklı birçok dereden sonra en son aşağılarda, Kaynağını yine Altıparmaklardan alan ve en büyük kollardan biri olan Laz Deresi ile buluşurak Fırtına Deresini oluşturur ve Ardeşen sınırlarında denize dökülür.

Çamlıhemşin ile ilgili tarihi araştırmalar kesin bir sonuca ulaşmamış bir sürü tahmin üzerinde durulan tarihi olaylara konu olmuştur. Araplardan bunalıp, önce Kars (Göle) bölgesine kaçan 'hamam' idaresindeki Amatuniler Acaristanda denize karışan Çoruh ırmağını aştılar. Bu sırada Bizans Kayser VI. Kostantin'in (780-797) yerleşmek üzere mülk olarak Hamam bey'e bağışladığı Tambur bölgesine gelerek burayı şenlendirip, yurt edindiler. Bu yüzden oraya Hamam-a Şen dendi. Zamanla bu coğrafya adı Hemşen/Hemşin şeklini aldı. Horosan-Hemedan-Elezeğ bölgesinden gelme Türkmen/Oğuz halkı da Hemşenli/Hemşinli diye anılır oldu.

Eski çağlara ait Erzurum-Trabzon ipekyolunun çok yağmalanması ve Zigana Dağının geçilememesi nedenleri ile iklimin uygun olduğu dönemlerde Erzurum-Hevek Yaylası-Hisarcık-Zilkale-Çamlıhemşin-Pazar yolunun izlendiği söylenmektedir. Bugünkü Pazar ilçesinin doğu yönündeki çıkış noktasında doğal bir limanın varlığından sözedilir. Bu yöreye Cumhuriyet dönemine kadar ''Eski Trabzon'' denmesi bu gibi varsayımlara ışık tutmaktadır. Ayrıca antik çağlardan beri Kaçkarlar sahil yolunun gerek haladeresi gerekse Büyükdere güzergahının ilçe merkezinin bulunduğu yerden geçtiği aşikardır. Hatta tarih öncesi tarihçilerden Xenephon'un ünlü ''onbinlerin dönüşü''adlı eserinde bazı uygarlıkların Karadeniz'e iniş için bu bölgeyi ve güzergahı kullandıklarını yazmıştır. M. Ö 400 yıllarında İranla savaşmaya giden, komutanları Fıratta boğulunca geri dönmek zorunda kalan 10. 000 askerin başından geçenleri anlatan Xenephon; askerlere, şimdiki adı Aşağı Çamlıca olan Vice-i Sufla köyünde, yörede 'deli balı' diye adlandırılan ve arının ilkbaharda bir çeşit Rohododendron olan Sarı Komar (alp gülü) çiçeğinden aldığı özle oluşturduğu balın ikram edildiğini ve birçoğunun zehirlenip (baltutması) hastalandığını belirtmiştir. Bu savı kanıtlayan bir diğer unsur da sahilde Pazar Kalesi ile bağlantılı olan 700 metre rakımdaki Zilkale ve 2000 rakımdaki Kal-i Bala kaleleridir. 1100-1300 tarihleri arasında Kommennoslar tarafından yapılmış olan bu kaleler bölgenin güvenliğinden başka hububat ambarı olarak da kullanıldığı bilinmektedir.

Çamlıhemşin, Çarlık Rusyası'nın işgaline uğradıysa da sahildan uzak oluşu ve siper durumundaki yüksek dağlar nedeni ile barınamamışlar ve yöreyi terketmişlerdir. İlçe merkezinin eski ismi olan Vicealtı nahiye olmadan önce idari yönden hemşin köylerinin tümü ile birlikte Pazar-Hemşin nahiyesine, aşağı kesim köyleri ise Ardeşen nahiyesine bağlıydı. 1953 yılında Ardeşen ilçe olunca Vicaaltı, Çamlıca yeni adıyla Ardeşene bağlı bir nahiye oldu. 1 Nisan 1961 tarihinde İlçe yapılarak Çamlıhemşin adını aldı. 1912 yıllarında nüfus yönüyle yoğun olup, terzi, bakırcı, demirci, ayakkabıcı, kuyumcu gibi meslek sahiplerine ait muntazam binaların oluşturduğu Çamlıhemşin, şu anda , merkez nüfusu 2300, ilçeye bağlı 24 köyü ile birlikte toplam nüfusu 10. 600. kişi olan ve yoğun göçten nasibini alan bölgelerdendir.

Bölge Türkiyenin en çok yağış alan yeridir. Yılde metrekereye 2510 kg. yağış düşer. Kar kalınlığı Aralık -Ocak-Şubat aylarında 2000'li rakımlarda 7-8 metreye kadar ulaşır. Nisan-Mayıs ayları bölgenin en önemli rengini oluşturan Yeşil'in görünme aylarıdır. Yağış azdır ama yükseklerde yağmur her an kar'a dönüşebilir. Yaz aylarından özellikle Temmuz çok yağışlı geçtiğinden dolayı yörede 'çürük ayı' diye adlandırılır. Bu aylarda yerdumanı (hüzünveren) yükseklerin gizemli örtüsüdür. Eylül ayından başlayarak bölgedeki en yaygın ağaç cinsi olan Ladinlerin haricindeki tüm bitki örtüsü renk değiştirmeye başlarlar. Bu aylar bölgede, güneşten en çok nasibini alan aylardır ve doğa inanılmaz bir renk cümbüşü içindedir. Ekim'in sonlarında ise yükseklerdeki kar yağışı ile bu cümbüşe tek eksik renk olan 'beyaz' da katılır.

YAYLA KÜLTÜRÜ
'Gurbetçilik' ve Çay Tarımı'nın yanısıra Çamlıhemşinlinin geçim kaynaklarından biri de Hayvancılıktır. Haziran'ın ilk haftası 2000'li rakımlardaki yaylalara göçlerin başlama zamanıdır. Yetersiz mera alanı ve haşara'nın çokluğu hayvanları yüksek rakımlara götürmenin asıl nedenleridir. Yaylada sabah erkenden meralara götürülen hayvanların ahır temizliği yapılır. (Bu işlemAlman Prof. Karl Koch'un 1843-44 yıllarında yaptığı Rize Seyahati sonrası kaleme aldığı seyahatnamesinde şöyle anlatılır: Herkül'ün Augias'ın ahırını temizleme biçiminin tek olmadığını ve bu yöntemin bugünkü doğu toplumlarında olduğu gibi eski çağ halklarınca da bilindiği ortaya çıkıyor'. ) Akşam ahıra dönen hayvanlar'ın sütleri 'ketoğ denilen kaplara sağılır. Sağılan süt yayvan ve ahşap bir tekneye dökülür. İkinci gün üzerinde biriken krema (kaymak) alınır. Ve kaymak kabına (kadel veya siyafki) konulup kaynatıldıktan sonra mayalanır ve peynir yapılır. Peynir mayasının temel maddesi üç günlük inek yavrusudur. Kesilen yavrunun midesi özenle alınır ve bağlanır. Kurutulan mide bir yıl sonra acı erik, sarımsak, tuz, peyniri alınmış süt suyu katılır.

Yapım esnasında süt bozulursa torbaya dökülerek süzdürülür ve çökelek (minci) elde edilir. Peynir saklanması ve tadına ulaşması için, çam ağacı (ladin) kabuğundan dikilmiş olan 'kolo' denilen kabın içinde muhafaza edilir. Sütten yoğurt mayalanıp torbaya dökülerek de süzme yapılır. Tüm ürünler yayla evinin maran denen bölümünde güze kadar saklanır. Yaylada inekleri rahatsız etmemeleri ve kendilerinin yeterince beslenebilmeleri için, bütün öküzler başlarına tahsis edilmiş iki çoban tarafından devamlı gidilmeyen ve sırf onlar için belirlenmiş otlaklara (öküz pornağı) götürülürler. Çobanlar iki ay süreyle orada öküzlerin sağlıklı bir şekilde beslenmelerini sağlarlar. Çobanlar kamp yerinde, üstü harduma'dan (çamağacından, uzunluğu bir metre, genişliği yirmi santimetre olan ince tahta) etrafı taştan örülü barınakta kalırlar. Barınağın etrafını çepeçevre saran öküzlere gece tek bekçi, daha önce pornağa çıkmadan güreştirildiklerinden tümünü yenen baş pehlivan öküzdür. Öteyandan köydeki ürünlerin bakımını tamamlayan Çamlıhemşinli, gurbetçisiyle de aynı tarihte buluşarak on günlük bir dinlenme ve eğlenme için yaylaya çıkar. Vartavor denilen bu eğlence yalnızca yaylara özgü bir eğlencedir. İnsanların Gül Suyu ile birbirlerini ıslatması anlamına gelen ve bereket!i simgeleyen Vartavor aynı zamanda da genç kız ve delikanlılar için sevdalık zamanıdır. Her yaylada belli bir horon yeri vardır. Buralarda gece geç saatlere kadar tulum eşliğinde horon oynanır ve atma türkü (iki kişi yada iki grup arasında taşlamaya ve ironiye dayalı, beyit veya dörtlük şeklinde uyaklı söylenen türkü ) söylenir. Gündüz ise hava güzelse günübirlik geziler düzenlenir. Hobisi olanlar alabalık avına ve çamlardan sakız toplamaya giderler. Ağustos sonuna doğra, yaylaya gitmeyen ve köyde kalan orta yaşta olan bir grup, yine bir şenlik havasında, ertesi yıl hayvanlara gerekecek olan ot ihtiyacını sağlamak ve stok etmek için yaylaya çıkar. Oğnak ve ot biçimi de denilen bu olaydan sonra, yaylacının artık bir beklediği yoktur, taa ki son göç tarihi olan 23 Eylül'e, göç için gelen birkaç kişiye kadar. Yatak-yorgan gibi eşyalar, herhangi bir kemirgen'in kışın kesmemesi için, yayla evinde 'tacor' adı verilen ve tavandan sarkıtılan iplere yerleştirilen tahtaların üzerine konulurlar ve hüzünlü 'dönüş' başlar.

Günümüzde ise; Karadeniz bölgesinin geçim kaynağı olarak 'çay' bitkisinin yaygınlaşması yayla kültürünü kısmen de olsa baltalamaktadır. Eskiden mısır tahılı ticari amaçtan çok gerekli olan ekmek ve yem ihtiyacı için ekilirdi. Şimdi ise çay toplama zamanındaki düzensizlik artık geçim için değil zevk için çıkılan yaylalara artık kitle olarak gidilmesini engelliyor. Ağustos sonlarında parçalı gidişler de olsa Amlakit Yaylası başta olmak üzere artık çok az yaylada geleneksel vartavor şenlikleri yapılmaktadır.

Sütü teknede değil süt makinesinde kaymağından ayrıştırılan, ateşi ocaklıkta değil pilitada ve sobalarda yanan, yaylacısı ottan değil süngerden yapılan yataklarda yatan, öküz nerde kaldı inek sayısı yayladaki kişi sayısına eşdeğer olan, canlı ev sayısı her yıl ölen yaylacı kadın sayısına göre orantılı azalan yaylalardan başka, elektiriği, telefonu ve yolu olduğu için aşırı betonlaşmadan da nasibini alan yaylaları ile Çamlıhemşin bakalım ne kadar daha gündemde kalmayı başarabilecek.