6 Eylül 2011 Salı

KÖTÜ HABER VERMEK

-Neden yaşlı Jacob’a olmadı. On yıl önce emekli oldu. Yapacak bir işi yok. Benim yapmak istediğim çok şey var. Hasta olmaya vaktim, hatta ölmeye hakkım yok…
Bu sözlerin sahibi David henüz 45 yaşında bir hukuk profesörüydü. Kronik ve ilerleyici bir kas hastalığına yakalanmıştı ve kendisine hastalığı nedeniyle en çok 18 ay yaşayabileceği söylenmişti. Her zaman geçinmesi kolay biri olan David, bu gerçeği öğrendikten sonra çevresindeki herkesi suçlamaya ve sudan sebeplerle tartışmaya başlamıştı.  Derin bir kızgınlık duygusu içindeydi.
Bu örneği Dr Thomas Gordon ve W. Sterling Edwards’ın “Doktor-Hasta İşbirliği” isimli kitabından aldım. Birsen Özkan’ın anlaşılır çevirisi ile dilimize kazandırılan ve Sistem Yayıncılık tarafından basılan bu kitap kanımca her hekimin ve tıp öğrencisinin okuması gereken önemli bir kitaptır. 
ABD’de çalıştığım sürede kanser hastaları ve yakınlarına “gerçeğin” tüm yalınlığı ile anlatıldığına tanık olmuş ve biraz yadırgamıştım. Hastalar hangi sosyo-ekonomik ve entelektüel kesimden olursa olsun hastalıkları hakkındaki tüm gerçeği bilmek istiyorlardı. Birlikte çalıştığım Prof. Dr. Mehta, bir Hintli idi ve ona göre farklılık kesinlikle kültüreldi. Hindistan’da en iyi eğitilmiş kesimler bile çoğu kez ölümcül hastalıklarının ne olduğunu öğrenmeyi ve hastalığın kendisine anlatılmasını istemiyorlardı.

Bizim ülkemizin davranış biçimi de genel olarak Hindistan’dakine benzerdir. Türkiye’de de hastalar ve hasta yakınları çoğu kez ölümcül hastalık hakkındaki gerçeği öğrenmeyi pek istemezler. Oysa birçok batı toplumunda ölümcül hastalığı olan kişilere başına gelecekleri anlatmak bir görevdir.
 
Geçtiğimiz yıllarda İngiltere’nin Sommerset kentindeki Hematoloji bölümüne bir hastane ziyareti yapmıştık. Kliniğin direktörü Dr Steve Johnson bize kliniğinde yürütülmekte olan bir programdan bahsetmişti. Bu program kanser tanısı konulan hasta ve hasta yakınlarına bu “kötü” haberin uygun biçimde verilebilmesi ile ilgiliydi. Sadece bu konuda uzmanlaşmış bir ekip, hastalar ve hasta yakınlarına hastalık ve tedavi sürecinde yaşanabilecekler konusunda ayrıntılı bilgi veriyor ve bu işi sadece bu uzman ekip üstleniyordu.
Bu program o zamanlar aklıma şu soruyu getirmişti. Bizim ülkemizde hasta ve yakınlarının verdiği tepkiler belki de bölgesel,  dinsel veya kültürel değil, hekimlerin bu konuda hiç kafa yormamış veya eğitilmemiş olmasıyla ilişkili olamaz mıydı? Düşünün, ülkemizde yapılan bir çalışma hekimlerin %17’sinin hastalara yazdıkları reçeteler hakkında bile yeterince ve tatmin edici bilgi vermediğini göstermektedir.
Kanser hastaları, hastalıklarını öğrendikten sonra derin bir depresyona girmekte, daha sonra tanı ve olacaklar hakkında hekimiyle bir anlamda “pazarlık” etmektedir. Bu dönem aynı zamanda “inkar” duygusunun belirleyici olduğu bir dönemdir. Bu aşamaların devamı suçluluk duygusu ve en nihayet gerçeği “kabul” etmektir. Bu süreç boyunca hastalar yukarıda andığım David gibi genellikle hep kızgın ve alıngandırlar.  Ülkemizdeki birçok hekim bu kızgınlığa kızgınlık ile yanıt verir veya hasta ile gerçeği konuşmaya cesaret edemez. Kanımca tam da bu nokta hekim-hasta ilişkisindeki “kırılma” noktasıdır.  
“Kötü haber verme” konusu özellikle kanser ve kronik hastalıklar ile uğraşan hekimlerin ciddiye alması gerekli bir konudur. Hastaya “gerçek” uygun bir dille ve kesinlikle anlatılmalıdır. Hiçbir hasta kendisine yalan söyleyen, açık konuşmayan veya kızgınlık duyan bir hekime güvenmez.
Bu noktada Gordon ve Edwards’ın kitaplarında hekimlere önerdiklerinin ciddiye alınması işe yarayabilir. Bu öneriler şunlardır;
Hastaya gerçeği anlatın ancak ölümle ilişkilendirmeyin. Anlayabileceği kadarını anlatın, anlamadığı bir dilden konuşup korkusunu derinleştirmeyin. Ümit kapısını hep açık tutun. Her durumda ve her şeye rağmen iş birliği yapacağınızı, ortak mücadeleden vazgeçmeyeceğinizi ve tıbbın tüm olanaklarını sonuna kadar kullanacağınızı açık ve inandırıcı bir dille anlatın.

www.mustafacetiner.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder