28 Kasım 2008 Cuma

Büyükada





Büyükada'yı her zaman çok sevmişimdir. Sessizliğini, buram buram tarih kokan evlerini, sokaklarını, egzos kokusundan uzak temiz havasını.... Ama ne yazık ki ada'ya gitmek için en soğuk günü seçmişim (fotoğraflardan da anlayacağınız gibi karanlık, puslu bir havaydı). Büyükada ve diğer adalar "Prens Adaları" olarak da biliniyor. Büyükada İstanbul açıklarındak adaların en büyüğü. Evlerin çoğu yazlık olarak kullanıldığı için yazları ada nüfusu oldukça artıyor. Adaların "Prens Adaları" olarak adlandırılmasının sebebi ise bu adaların özellikle Bizans döneminde saray mensuplarının sürgün yeri olarak kullanılması. Özellikle 1950'li yıllara kadar ada nüfusu Rum ve Ermeni çoğunluktayken günümüzde daha çok Müslüman çoğunluk vardır. Ada'nın en eski yapıları Aya Yorgi Kilisesi (Bu kilisede her yıl 23 nisan ve 24 eylül tarihlerinde düzenlenen ayinlerde edilen duaların ve tutulan dileklerin gerçekleştiğine inanılır), İsa tepesi'nde bulunan Rum Yetimhanesi ve 2. Abdülhamid tarafından yaptırılan Hamidiye Camii'dir. Lev Troçki'nin Stalin tarafından sürgün edildikten sonra 1929 - 1933 yılları arasında yaşadığı Nizam mahallesindeki ev ve Reşat Nuri Güntekin'in Maden mahallesindeki evi ziyaret edilecek yerler arasındadır. Adada ulaşım bisiklet yada faytonla sağlanır. Bu araçlardan birini kiralayarak gezi yapabilirsiniz. Ada'da bulunan plajlarda ise yazları denize girebilirsiniz.

Tarihi Yapılar:
- İskele binası'nın mimarı kesin olarak bilinmemekle beraber Vedat Tek olduğu tahmin edilmektedir. Yapım tarihi 1914'tür. Çinileri Kütahyalı Mehmet Emin Efendi tarafından yapılmıştır. (Vedat Tek 1873 - 1942 yılları arasında yaşamıştır. Mimarlık eğitimini Paris Ecole des Beaux Arts'da almıştır. İstanbul'a birçok mimari eser kazandırmıştır).
- Köşkler, çoğunluğu 19.yy sonu ile 20.yy başında yapılmıştır. Ahşap olan bu yapıların çoğu Art Nouveau tarzındadır.
- Rum Yetimhanesi, İsa tepesi'nde kuruludur. 1898 yılında bir Fransız şirketi tarafından otel olarak inşa edilmiştir. Bina 26.000 m2'lik bir alana sahiptir. İzin almadan doğan sıkıntılardan dolayı otel olarak hizmete girmemiş ve zengin bir rum aile tarafından satın alınarak patrikhane'ye bağışlanmıştır. Patrikhane tarafından yetimhane olarak kullanılmıştır. 1970'li yılların başından beri boş tutulmaktadır.
- Hamidiye Camii, 2. Abdülhamit'in emri ile 1895 yılında inşa edilmiştir. 
- Aya Yorgi Manastırı, kayıtlara göre inşa tarihi 1751'dir. Eski kilise olarak bilinir. Yeni kilise olarak bilinen Aya Yorgi Kilisesi ise 1905 yılında inşa edilmiştir.
- Aya Nikola manastırı 1894 yılında inşa edilmiştir.
- Hristos Manastırı İsa tepesi'ndedir. 1597 yılında Patrik Meletios Pigas tarafından kurulmuştur.
- Aya Dimitri Cemaat Kilisesi, adadaki ortodoksların katkılarıyla 1856 - 1857 tarihleri arasında inşa edilmiştir.
- Heset Le Abraham Sinagogu, kumsal semtinde olup 1921 yılında yapılmıştır.

Ulaşım:
Ada'ya ulaşım vapur, deniz otobüsü, deniz taksi ve motor'la sağlanabilir. Anadolu yakasında Bostancı'dan Avrupa Yakası'nda ise Sirkeci'den vapur seferleri vardır. Kabataş ve Bostancı'dan da deniz otobüsü seferleri yapılmaktadır.

Büyükada fotoğrafları 2





Büyükada fotoğrafları



22 Kasım 2008 Cumartesi

The original is not Laura

Ever since the story broke, I have had no opinion on Dmitri Nabokov's incertitude over the fate of The Original of Laura. Every news update and every call to honour or disobey his father's dying command left me indifferent. And rather than force an opinion out of a concern to engage with the latest literary debate, I pursued disengagement. Now that he's resolved to publish, I realise why no opinion formed: to destroy or to publish is the same act.

In its spectral, unread presence, The Original of Laura is the promise we preserve even after a novel is read and discussed. As it is, unlit, waiting to burn, unopened, waiting to be read, The Original of Laura is always the great work it can never be.

Hoping for a bad review

Like Mr Orthofer at The Literary Saloon, I want to see Novel 11, Book 18, Dag Solstad's latest novel in translation. Unlike him, however, I was disappointed by Shyness & Dignity, perhaps because Paul Binding writing in the TLS said that "Solstad ... shares [Thomas] Bernhard's galvanic anger" and I had expected something more than ordinary. I would not have been interested without that brief comparison.

Reviews often have this trip-flipping effect. Melissa McClements' exasperated reading of Vila-Matas' Montano's Malady was enough to make me go out and buy the book. By happy coincidence, she's reviewed Novel 11, Book 18 too. Before reading it, I braced myself with hope and anticipation for another display of offended sensibilities. "It might be a profound exploration of philosophical ideas" she concludes after a plot summary "but as a novel it’s an emotionless and unsettling read." Oh. Isn't being unsettled an emotion, and are ideas anything other than philosophical?

It's impressive how well McClements uses key words to their full potential: "profound" is here freighted with so much disdain it glows. Still, I would have welcomed an explanation of the title which is what first excited me about his work. Harvill Secker can be forgiven its health-bringing truncation of Montano's Malady for the English market by retaining such a bleak heading. Like Michael Orthofer, however, I wonder why they didn't promote it by sending a copy to European fiction's most enthusiastic Britlitblogger.

17 Kasım 2008 Pazartesi

"Spear in hand": judging a literary prize

One memorable revelation to be found in Blanchot's Epoch - an edition of Edinburgh University Press' journal Paragraph dedicated to the eponymous author - is that fifty-one years ago Blanchot helped to launch a new literary prize: the Prix de mai [sic]. "The question of literary prizes is an annoying one" begins the wonderfully unenthusiastic launch article he wrote for the newspaper L'Express.
This relic of school speech-days, this habit of getting together, on the part of people without authority nor mandate, to assert that such and such a book, rather than some other, deserves glory, and even to confer glory upon it, this choice which represents nothing so much as the desire of the reading public not to have to choose and to be able to speak about books without ever having to read them, the plots and intrigues that arise as a result, the interests of publishers (here at least there is something solid), the restless movement of curiosity, contentment, and discontent, a mixture of anecdote and untested opinion, which is part and parcel of literary society, the irresistible need, whenever a new literary prize is set up, only to select books that are likely to be popular and thereby acquire an authority of which it is claimed that, once one possesses it, good use will be made of it, albeit that on every occasion what first comes to mind is self-promotion, as though the point is not to celebrate a book, but the prize itself - and alongside this the growing discredit into which all prizes have fallen, hand in hand with the bizarre confidence that one is always ready to have in oneself, the always recurring temptation to try to take advantage of this absurd situation in order to steer it back towards a more promising outcome: one could continue forever listing the consequences each one of us has to face as a result of the habit of literary prizes, a habit which is widespread in the world, but, in France, is already something of an obsession. [Trans. Leslie Hill]
Fifty years on, the obsession has spread. If what he says is all too familiar and true, why did Blanchot get involved? "Perhaps we are all making a mistake" he concedes.
What then is [the judges] intention? This is very precise. What they have in common is the shared thought that there is still something to be expected from the novel. But what is it that they expect? Certainly not more novels ... but precisely books that are slightly different or slightly irregular, which are not yet novels, but give shape to new possibilities, or put a face on what does not yet exist.

The writers associated with the Prix de mai have no other priority than that of sharing their concern for these new possibilities.
Last Thursday, the longlist for the Warwick Prize for Writing was announced; twenty books ranging across forms, not just the novel, not just fiction. See The Guardian's report for the list. One of the reasons I was happy to get involved in judging the prize is precisely the hope to give shape to new possibilities in writing.

One point of order needs to be made: the judges did not choose the longlist. This was left to the 5,000-strong staff and honorary graduates and professors of the University of Warwick. Perhaps for this reason, and because it is the inaugural prize, the list is slightly less radical than we might have hoped (I would have loved some Philosophy and online writing for example). However, as Erica Wagner says, the twenty books won't enable anyone to "fall into the trap of thinking that you always know the sort of book you like to read".

With most of the longlist ahead of me, I will be maintaining my pose alongside the narrator of Vila-Matas' Montano's Malady: "spear in hand, against the enemies of the literary". But does anyone know what happened to the Prix de mai? I can't find a list of winners.

14 Kasım 2008 Cuma

Darıca Hayvanat Bahçesi


Darıca Hayvanat Bahçesi (Boğaziçi Hayvanat Bahçesi ve Botanik Parkı) 1991 yılında işadamı Faruk Yalçın'ın (Türkiye'nin en büyük Nato müteahhitlerinden biri) kişisel girişimiyle açılmış özel bir hayvanat bahçesi. İlk olarak 10 dönüm arazi üzerine Darıca Kuş Cenneti olarak kurulan park şimdi 200 dönümlük bir araziye ve memeliler, kanatlılar, sürüngenler ve akvaryum hayvanları olmak üzere 2 binin üzerinde hayvana sahip. Parkta çeşitli hayvanların yanı sıra 400 türün üstünde de nadide bitki bulunuyor. Parkın içinde ayrıca çocuk parkı, cafe ve hediyelik eşya dükkanı da mevcut. Parkın girişi biraz pahalı olsa da (15 YTL) parkın güzelliğini ve çeşit çeşit hayvanları gördükten sonra verdiğiniz paranın boşa gitmediğini anlıyorsunuz. Özel bir park olduğu için de ödenen paranın hayvanların bakımına gittiğini düşünmek insanı mutlu ediyor. Darıca Hayvanat Bahçesi hafta sonları çocuklarınızı götürebileceğiniz, onlara hayvan sevgisini aşılayabileceğiniz en güzel yerlerden biri. Buraya TEM otoyolu üzerinden Eskihisar sapağına saptıktan sonra ulaşabilirsiniz. Hergün 09.00 - 17.00 saatleri arasında ziyarete açık.

11 Kasım 2008 Salı

St. Antuan Katolik Kilisesi


St. Antuan Katolik Kilisesi İstanbul'un en büyük ve cemaati en geniş Katolik Kilisesi'dir. Bu Kilise her zaman sevdiğim yerlerden biri olmuştur. Caddedeki onca gürültü ve karmaşaya rağmen buranın huzurlu ve sessiz atmosferi beni her zaman etkilemiştir. Ne zaman İstiklal caddesine yolum düşse içeri girip, mum yakar, dileğimi diler ve biraz oturur dua ederim. Tarihine gelince; Kilise ilk olarak 1725 yılında Osmanlı'da Saray ve devlet hizmetinde bulunan, ticaretle uğraşan katolik ülke vatandaşları ve aileleri için inşa edilmiştir. Şimdiki kilisenin inşasına ise 1906 yılında başlanmış ve 1912 yılında hizmete girmiştir. İtalyan mimar Giulio Mongeri tarafından yeni gotik tarzda betonarme olarak yapılmıştır. İç yüksekliği 23 metredir. Kilisenin avlusuna İstiklal Caddesi üzerinde bulunan birbirine geçitle bağlı iki apartman arasından girilir. Bunlar Caddenin ilk betonarme yapıları olan St. Antoine Apartmanlarıdır ve kiliseye gelir getirmesi için inşa edilmişlerdir. Kilise İtalyan rahipler tarafından yönetilir. Her Salı günü ilahilerle ve org eşliğinde Türkçe ayin düzenlenmektedir. (Her ne kadar bu yasağa kimse uymasa da Kilise içinde ve dışında fotoğraf çekmek yasak olduğundan ben kullandığım fotoğrafları internette bulunan çeşitli sitelerden aldım).


Aziz Antuan (St. Antuan)  zengin bir ailenin çocuğu olarak Fernando ismiyle 1195 yılında Lizbon'da doğdu. Ailesi avukat olmasını istiyordu fakat bir efsaneye göre Lizbon Katedrali'nde şeytanın varlığını hissederek yere haç çizip şeytanı kovdu. Bunun üzerine ailesinden ayrılarak 15 yaşında manastıra girdi. Burada yaptığı çalışmalarla o dönemin önde gelen bilim adamlarından biri oldu. 25 yaşında papaz ünvanını aldı. 1222 yılında Fas'a misyoner olarak gitmeye karar verdi ve adını Antuan olarak değiştirdi.  Bindiği gemi sorunlar yaşayıp Sicilya'ya yanaşınca Fransisken Tarikatı'nın kurucusu Aziz Fransua ile karşılaşıp ondan çok etkilendi. Antuan yaşadığı dönemde birçok mucize göstermiş, ilahiyat okulları kurmuştur. 1231 yılında 36 yaşında Padova'da ölmüştür. Ölümünden sonra da mezarında mucizeler görülmeye devam edince Papa 9. Gregorius tarafından 1232 yılında aziz ilan edilmiştir.


Giulio Mongeri İstanbul doğumlu Levanten bir mimardır. 1930'lu yılların ortalarına kadar dönemin önemli yapılarını tasarlamıştır. Yaptığı binalar arasında Karaköy Palas, Maçka Palas, Bursa Çelik Palas Oteli, Ankara Ulus Ziraat Bankası, Ankara Ulus İş Bankası sayılabilir. 1908-1910 yılları arasında Sanayi-i Nefise Mektebinin müdürlüğünü yapmıştır (Şimdiki Güzel Sanatlar Akademisi). Dönemin ünlü mimarlarının yetişmesine büyük katkılarda bulunmuş, 1953 yılında Venedik'te ölmüştür.

New Thomas Bernhard

The indispensable Austrian Times reports:
German publishing house Suhrkamp has promised a "sensational release" during next year's Thomas Bernhard year. The publishing house will release "Meine Preise" ("My Awards"), a previously-unpublished prose text from 1980.
Does anybody know about this "Thomas Bernhard year"? Don't they mean "century"?

8 Kasım 2008 Cumartesi

An other Lazarus Project

[A] writer of severely limited register, a reductivist lacking the drive to delve deeper into precisely the characters she thought she knew best, whose times, sadly, came to suit her.
So why was this author's first novel to be published in English accepted as a masterpiece by the literary press? Tadzio Koelb exposes the wholesale abdication of critical responsibility in Irène Némirovsky and the Death of the Critic.




PS: the title of this blog was not meant to imply that Aleksander Hemon's excellent novel The Lazarus Project has received a similar treatment. The "project" refers to both to the discovery of Suite Française and the need to resurrect literary criticism.

7 Kasım 2008 Cuma

Yıllar geçer Siz gidemezsiniz

Günler geçer... Kimi zaman yalnız kaldığınızda düşünmemeye calışırsınız yaşadıklarınızı. Bu uğraş dahi yorar sizi. Bir meşgale ararsınız ruhunuza, bir kaç insan sokarsınız hayatınıza günlerinizi geçirirsiniz. Mutlu olursunuz sevilirsiniz. Ama sevme kısmında hep bir eksiklik hissedersiniz içinizde. Karşınızdaki insanın kötü yönlerini düşünürsünüz hep mutlaka bir eksikliği olmalı dersiniz. O'nla kıyaslarsınız.
O kimdir? geçmişiniz yaşadıklarınız mutluluğunuzdur. O sizin sevdiğinizdir bir kıstastır. Yalnızdır yada biriyledir başkasını sever ama önemi yoktur. O sevdiğinizdir. Bunu bilmek yeterlidir başlarda. En azından kimi sevdiğini bilmek rahatlatır bazı insanları. Yalnız hissettirmez.

Aylar geçer... Yeni bir mevsim görülür dışarıda. İlk önce anlamsız ilişkilerde kendinizi bulmaya çalışırsınız. Başkalarında aramak kendini... Muhtaç olursunuz. Yeni insanlar yeni yaşamlar getirir. Yeni alışkanlıklar... Kabullenemezsiniz. O'nunla bir saati özlersiniz. Beraber geçirdiğiniz günü ararsınız. Aylar geçer, geçmiş saatleri daha benimsersiniz.

Yıllar geçer, siz gidemezsiniz. Kaybolmak gibi bir amacınız olmamıştır aslında ama istersiniz aslında. Yeni bir hayat kurmak kendinize. Yeni insanlar tanımak, sevildiğinizi bildiğiniz bir insanın kollarında uyanmak. Yetmez asla... Aşık mıydım dersiniz. Aşık mıyım hala? gururunuza yediremezsiniz başta. Siz büyürsünüz, yaptıklarınız büyür, hedefleriniz büyür. Kendinize yediremezsiniz geçmişe takılmayı. Zordur aşık olmak. Bir feragattır benliğinizden.

Yıllar geçer, siz hala seversiniz... Zordur O'nu sevmek. Çok şey götürür ruhunuzdan. Ama getirmiş oldukları... Hepsine değer dersiniz.

Biraz Miles Davis az biraz bira ve açlık


Autumn leaves diye bir parçası var miles davis in kesin dinleyin dinlemediyseniz. Kontrbaslığını yapan adam akbank caz festivaline gelmiştide gidememiştim o cok koymustu bak. Neyse açın autumn leaves i biranızı koyun önünüze ve arkanıza yaslanın. Aç olduğunuzu hissederseniz dolaba doğru gidin ve kapağı açıp kapatın. Genelde ben böyle yaparım bakarım dolab bossa kapagı kapatıp tekrar acarım o an bir büyü olup dolabın ıcınden birsürü şeycıkmasını beklerim ama olmaz sonra yerime oturur birama devam ederim. O sıra şarkı bitmiş olur ben yorulmuş. Düş görürüm..

6 Kasım 2008 Perşembe

Hidiv Kasrı


Özellikle güneşli havalarda İstanbul'da gidilecek en keyifli yerlerden biri de Anadolu yakası'nda Çubuklu'da bulunan Hidiv Kasrı. Yemyeşil ve kocaman bahçesi'ndeki kafelerden birinde oturup güzel bir kahve yudumlamak insanı havada güzelse çok rahatlatıyor. Hidiv Kasrı şu anda Beltur'a bağlı bir restoran olarak işletiliyor ve hafta sonları açık büfe yemek ve brunch servisi de yapılıyor. Tarihine gelince; Hidiv Kasrı bir zamanlar Mısır Hidivi olan Abbas Hilmi Paşa'nın köşküdür. (Hidiv Osmanlı'nın Mısır valilerine verdiği bir ünvan) Paşa 1903 yılında bu araziyi,  içindeki iki ahşap köşk ve 270 dönümlük bahçesini satın alır. 1907 yılında italyan mimar Delfo Seminati'ye (Delco Seminati olarak da geçiyor). Art Nouveau tarzındaki bu 1000 m2'lik köşkü yaptırır. Zamanında İstanbul'un en büyük gül bahçesine sahip olan bu köşkün en önemli özelliklerinden biri de buharla çalışan ilk asansörlerden birine sahip olmasıdır. (Bu konuda bir bilgiye ulaşamadım ama kendi adıma içindeki süslemelerde kullanılan hayvan figürlerinden buranın bir av köşkü olarak kullanıldığını düşünüyorum). Ana girişte ilk göze çarpanlar ise muhteşem bir çeşme ve çatıya kadar uzanan vitrayla kaplı olan tavandır.  Uzun süre bakımsız kalan kasır 1980'li yıllarda restore edilmiş ve bir süre otel olarak da hizmet vermiştir.

5 Kasım 2008 Çarşamba

Yaşayan bir tarih: Markiz Pastanesi


Bundan böyle yeni bir gezi yapana kadar İstanbulu anlatacağım elimden geldiğince bu sayfalarda. İlk bahsedeceğim yer benim çok sevdiğim, tarihe tanıklık etmiş bir yer olan Markiz Pastanesi. 23 yıl kapalı kaldıktan sonra 2003 yılında tekrar hizmete giren Markiz İstiklal Caddesi üzerinde Beyoğlu'na kravatsız, eldivensiz çıkılmadığı dönemlerin en önemli simgelerinden biri. Markiz öyle bir yermiş ki şapkasız girilmediği için pastanenin hemen yanında şapka kiralayan bir dükkan bulunurmuş. Tarihinden bahsedecek olursak; Markiz'in girişinde olduğu pasaj olan "Passage Orientale" 1840 olan açılış tarihiyle Pera'nın en eski pasajı. (Pasajın şimdiki adı Passage Markiz). Markiz Pastanesi ise önceleri LeBon (o yıllardaki sahibi Naum Tiyatrosu komilerinden Bay LeBon) adıyla faaliyet gösterirken Avedis Çakır 1940 yılında pastaneyi satın alır ve burada yapacağı çikolata ve şekerlemeleri o dönemde Paris'te üretilen ünlü "Marquise de Sevigne" çikolataları kalitesinde yapmak istediğinden pastanenin adını "Markiz" olarak değiştirir. Duvarlara Fransa'dan getirdiği Art-Noveau tarzı panoları yerleştirir ve pastaneyi vitraylarla süsler. Bu panolar dört mevsim temasını işlemektedir ama kışı simgeleyen pano İstanbul'a getirilirken kırıldığı için duvardaki yerini alamamıştır. Yaz panosu ise daha sonra sökülerek yerine büyük bir ayna asılmıştır. 1970'li yılların başında pastanenin bulunduğu bina satışa çıkarılır ve açılan davalardan sonra maalesef sonuç Markiz'in aleyhine sonuçlanır ve kapanır. Avedis Çakır'da Markiz'i kaybetmenin acısıyla bir süre sonra vefat eder. 1977 yılında Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu tarafından korumaya alınır. 1993 yılında Aksoy Şirketler Grubu burayı satın alır ve 2003 yılında tekrar hizmete sokar.
Markiz'in geçmiş yıllardaki müdavimleri ise tarihi önemini anlamakta yardımcı olacaktır: Namık Kemal, Şinasi, Tevfik Fikret, Ahmet Haşim, Abidin Dino, Sait Faik, Orhan Veli, Mina Urgan, Atilla İlhan, Haldun Taner ve daha nice isimler. Sonuç olarak Markiz Pastanesi İstanbul'da yaşayan ve bu tip mekanları seven herkesin gitmesi gereken yerlerden biri. En azından bir kahve içmek için. (Bu arada cheesecake'i ve tiramisu'su da bir harika bence deneyin) Dış cephe fotoğrafı www.turkeytravelplanner.com sitesinden alınmıştır

4 Kasım 2008 Salı

İlişkiler, Wicker Park ve Gerçeklik

On dakika önce wicker park adlı filmi izledim. Gayet hoş sevgiliyle izlenebilecek türden romantik bir film. Bir adam aşık olduğu kızla tanışıyor sonra yolları ayrılıyor adama aşık olan başka bir kız bunlara sorun çıkarıyor bir türlü birleştirmiyor falan sonundada kızla adam her şekilde tekrar birleşiyor. Neyse öküzce anlatımımdan pek bi bok anlamadınız ama filmin ana noktası adamın kıza olan delice aşkıydı aradan seneler geçiyor adam başkalarıyla olmasına rağmen dahi kızın bir sesini duyunca dünyası başına yıkılıyor ve senelerdir kurduğu kariyerini yaşantısını yerlebiredip kızın peşine düşüyor. eee... şimdi filme dörünce bu çok uçuk gözüküyor ama gerçek yaşamda da var bu. Aşık olan insanların normal tepkisidir unutamamak. Peki reel yaşamımızda olmayan ne? karşımızdaki sevgilinin ki genelde kızdır bunlar aşık oldum sana deyince etrafa kaçışması.
Ülkemizdeki abazan miktarının çok olması nedeniyle kızlara aşıtı bir ilgi olduğu muhakkak. Ve bu sebepten dolayı bizim kızlarımızdaki oh osman bana aşık oldu ne güzel şimdide nuri aşık olsun diye ilişkiye bakmaları karşı taraf olan erkekleri en azından abazan olmayıpta adam gibi aşık olan insanları saçmasapan yollara surukluyor.
Yurtdışında herhangi bir kıza seni seviyorum hoşlanıyorum falan dediğinizde kız ya size ters cevap verir sttir olgit der yada bende senden hoşlanıyorum der. Bizim ulkemizde bu biraz değişik kıza senden hoşlanıyorum dediğinizde ne size sie der nede evet ben hoşlanıyorum demez. İlgi görmek yükseltir kızlarımızı. Bunu erkeklere de uyarlayabiliriz ama ben çok görmedim açıkcası.
Sonuçta ilişki yaşamaktan korkan yaşayacağı ilişkide de kendi fiziğine aldırmadan ken bebek tarzı tipler arayan kızların içinde bulunmaktayız.
Bunun sorumlusu tabi ki karşı cinsin abuk ilgisidir. Nam-ı diğer abazanlıktır. Sokakta yüzüne bakmayacağınız kızı sırf yataga atmak için prenses gibi davranan gençliğimizin öküzlüğüdür.
Ha bu kriterlere uymayan hatun kişiler de olabilir ama kaç yaşına geldim anca bir tane gördüm. Bana rastgelmedi açıkcası.O da belki benim öküzlüğümdendir bilinmez.
Sadece sevmekten korkmayın efenim. Sevmiyorsanızda sie demesini bilin.

3 Kasım 2008 Pazartesi

Karadeniz'den yol manzaraları - 4




Sal - Pokut yaylaları / fotoğraflar





Sal - Pokut yaylaları







Tatilimizin son gününde 4x4 arabalarla ilk önce Sal Yaylasına oradan da yürüyerek Pokut yaylasına geçtik. İlk önce araba yolculuğumuzdan bahsetmek istiyorum. 4x4 dediğime bakmayın öyle lüks bir araç değil. Sanırım ordan burdan toplama yapılmış ama son derece kullanışlı ve sağlam bir araç. Her neyse ilk başta doluştuk arka tarafa oturduk sıralara sohbet ede ede çıktık Ayder merkezden. Yaylaya çıktığımızda rehberimiz Celal isteyenin arabanın üst tarafına oturup yola öyle devam edebileceğini söyledi. Eşim çıktı ilk olarak. (Bu arada gittiğimiz yolun son derece bozuk, taşlık, dar ve bir tarafın uçurum olduğunu söylemem gerek). Arabayla Pokut'un alt taraflarına ulaştıktan sonra yine dik bir yamaçtan başladık yaylaya tırmanmaya. Pokut Palovit'in üst taraflarında ve 2000 gibi bir rakıma sahip. Çok güzel ahşap yayla evlerine sahip ve en eski evin 250 yıllık olduğu söyleniyor. (O 250 yıllık evi göremesek de bir evin ahşap duvarına kazınmış tarihi 60'lı yıllara kadar giden yazılar vardı). Her yer yemyeşil çimenlerle kaplı harika bir yer. (Çimenler bolca deşilmişti. Rehberimiz geceleri yaylaya yaban domuzlarının geldiğini ve bunu onların yaptığını söyledi). Pokutta kısa bir mola verip bol bol çimenlerde yuvarlanıp fotoğraf çektikten sonra Sal Yaylasına gitmek için yola koyulduk. Türküler söyleye söyleye yarım saatlık bir yürüyüşten sonra Sal'a vardık. Sal'da da Pokut gibi elektrik hatları yer altından geçiyor ve iki yaylada da su kaynaklarına uzaklık sebebiyle su sıkıntısı var. Bu yaylada da ahşap mimari hakim. Mangalda sucuk, biber ve domatesten oluşan güzel yemeğimizin ardından Sal yaylasından ayrılıp yine yürüyerek arabamıza doğru yola çıktık. Dönüş yolunda arabanın tepesine bu sefer ben kuruldum ve hoplaya zıplaya adeta bir roller coster'a binmiş gibi o dimdik yoldan Çamlıhemşine vardık. (Demirlerin üzerine oturduğum için akşama her yanım ağrısa da çok keyif aldığım anlardan biri oldu. Fotoğraflardan birinde hareket eden arabanın kenarındaki benim). Akşam otelde yine horon ve tulum eşliğinde yapılan veda gecesinden sonra sabaha karşı beşte İstanbul'a doğru yola koyulduk. Kalbimizi Karadeniz'de bırakarak...

Ayder sokak boğası






Ayder'de otelin önünde beklerken birden yukarıdan bir kedi edasıyla inanılmaz büyüklükte bir boğa gelmeye başladı (neredeyse bir doblo araba kadardı). Ben her ne kadar aman bu ne desem de o arabalara ve insanlara aldırmadan yavaş yavaş yoluna devam etti. Sokak boğasını da Ayder'de görmüş oldum.