29 Temmuz 2003 Salı

Bir Anadolu Gezisi: Kastamonu

Kastamonu Evleri

Ülkemizin her köşesi ayrı güzelliklerle bezenmiş. Her ilimiz, hatta her ilçemiz farklı medeniyetlere, kültüre misafirlik yapmıştır. Keşfedilecek daha nice doğa harikası vardır bilinmez. Turizme açılmayı ve tanıtılmayı bekleyen illerden birisi de Kastamonu. Kastamonu’ya gideceğimi söylediğimde arkadaşlarım "orada ne var ki gidiyorsun" demişlerdi. Trekking, doğa ve mağara turizmi, dağcılık, yayla turizmi ve tarihi içinde bir sır gibi saklayan Kastamonu...

Kastamonu – Ankara arası 235 km. Çankırı, Ilgaz ilçesi, Ilgaz Dağı istikametinde devam eden yol sizi Kastamonu’ya ulaştırır. İlin kuzeyinde Karadeniz sahiline paralel olarak yükselen Küre (İsfendiyar) Dağı, güneyde Ilgaz Dağları ile ormanlarla kaplıdır. Ilgaz Dağını geçerken, onun gerçekten Anadolu’nun yüce dağı olduğuna karar verdim. Hava yağmurlu, biraz serindi. Bu nedenle dağa doğru çıkan virajları yavaş yavaş alırken etrafı sis kaplamıştı. Bazen sis dağılınca heybetli ormanı görebiliyorduk. Ilgaz Dağının en yüksek yeri Hacet Tepesidir. (2565 m.) 1088 hektar büyüklüğündeki milli park zengin bitki örtüsü ve yabani hayvan varlığını içinde barındırır. Ilgaz Dağı kuş gözlem evi, sakallı akbaba, küçük kartal ve kızıl akbaba popülasyonlarıyla önemli yer teşkil eder. Kışın kayak merkezi ve oteli kayak sporuna gönül verenleri en iyi şekilde misafir eder. Buz gibi akan suyu, bol oksijeni ile enerji toplarsınız.

Mount Ilgaz

Abana, Araç, Azdavay, Cide, Çatalzeytin, Daday, İnebolu, Küre, Taşköprü, Tosya ilçelerinden bazılarıdır. Kastamonu'da yapılan kazılarda yerleşimin Paleolotik Döneme kadar gittiği tespit edilmiştir. Hititler, Persler, Makedonlar, Romalılar, Bizaslılar, Selçuklular, Candarlıoğulları, Osmanlılar yöreye hakim olmuşlardır. Roma döneminde Paflagonya’nın merkezi Pompeipolis (Zımbıllı Tepe Höyüğü) Taşköprü ilçesinde ziyaretçilerini bekler.

Pitching Straw

Daday yolu üzerinde bulunan Kasaba Köyünü gezerek ili keşfetmeye başlıyoruz. Köy yeşillikler içine yerleşmiş sakin, eski ahşap evleri ile şirin bir yer. Bu köyde neden yapıldığı bilinmeyen Mahmut Bey Camii hayret edilecek bir şaheser. 600 küsur yıllık camii, miladi 1366’da yörenin beyi olan Mahmut Bey tarafından yaptırılmış. Çatı işçiliği tamamen ahşaptır. Çivi kullanılmadan geçme sistemi ile yapılmıştır. Tavan oymalarının işçiliği büyüleyici güzelliktedir. Oyma eski kapı 1997’de çalınmış, sonra bulunarak Kastamonu müzesinde sergilenmektedir.

Kasaba Mahmut Bey Camii

Kastamonu Kalesinin Bizans döneminde yapıldığı düşünülüyor. Kalenin üst kısmı Candarlıoğulları zamanında yapılmış. İpek yolu üzerinde olan Kastamonu Osmanlı döneminde de kale şehridir. Kaleye çıktığınızda tüm şehri görebilirsiniz. Kent ortasından geçen nehirle ikiye ayrılır. Şehir merkezinde bulunan Valilik binası 1905 yılında Mimar Mehmet Efendi tarafından yapılmış. Önünde bulunan parkın içinde yer alan heykel Kurtuluş Savaşını anlatan bir kompozisyondur.

Şehit Şerife Bacı’nın öyküsü 1921-1922 yıllarında başlar. O sene kış çok sert geçer. İnsanın içini donduran soğuğa rağmen İnebolu’dan Ankara'ya cephane taşıyan kafilede bulunan Şerife Bacı tipi altında şehrin kapısı sayılan Kışlaönü’ne kadar gelebilir. Cephaneleri askerlerimize teslim etmesine çok az mesafe kala, kağnısının üzerinde donarak ölür. Onu bulduklarında üzerinde buz kesmiş yorganı kaldırdıklarında ağlama sesi duyulur. Top mermileri arasında gizlenmiş kundaktaki bebeğin sesidir bu!!!

Kastamonu

Kastamonu Arkeoloji Müzesi: Planı Mimar Kemalettin Bey tarafından çizilen müze binası 1910 yılında İttihat ve Terakki Klübu olarak kullanılmış, 1921 yılında İstiklal Mahkemesi’nin hizmetine verilmiş. Müzede, il çevresinde bulunan Hellenistik, Roma, Bizans dönemlerine ait cam, pişmiş toprak eserler, heykeller, mezar stelleri sergilenir. Atatürk’ün 1925 yılında Kastamonu gezisinde kullandığı eşyalar, fotoğraflar yer alır.

Livapaşa Konağı (etnografya müzesi) 1870 yılında Mir Liva Sadık Paşa tarafından özel olarak yaptırılmıştır. (Liva Osmanlı’da sancak beyi anlamına gelir.) Konak 1979 yılında Kültür Bakanlığı tarafından müze olarak kamulaştırılmış. Kastamonu el sanatlarını yansıtan ahşap eserler, dokumacılık, giysi, silah, baskıcılık, kunduracılık, semer, urgancılık, bakırcılık sanatlarının sergi salonları ve etnografik eserler sergilenir.

Fountain of Old Mosque

Nasrullah Paşa Camii ve Şadırvanı; Osmanlılar tarafından yaptırılan en büyük camii ve şadırvandır. Nasrullah Paşa bir dönem ilde kadılık yapmış ve adına camii, şadırvan, köprü yaptırılmıştır. Bina moloz taştan, harçla aralarına tuğla kuşaklar konarak inşa edilmiştir.

Cem Sultan Bedesteni; ilde sancak beyi olan Cem Sultan tarafından yaptırılmış. Han miladi 1469’da yapılmış, altın, gümüş ve değişik eşyaların satıldığı yerdir. Eskiden ticaret merkezi olan Kastamonu’da ondan fazla han bulunurmuş. Günümüzde birkaç tanesi ayakta kalmıştır.

Frenkşah Hamamı; miladi 1262 yılında Çobanoğulları emirlerinden Frenkşah Cemalettin tarafından yaptırılmış Selçuklu hamamıdır. 1990 yılında restore edilmiştir.

Osmanlı Sarayı; 1868 yılında yapılmış. 1925 yılında Atatürk ziyaret etmiş. O zamanlar belediye sarayı olarak kullanılan saray şu an otel olarak değerlendirilmektedir.

Aşıklı Sultan Türbesi; Aşıklı Sultan ili Bizans’tan almak üzere gelen Türk ordusu komutanıdır ve şehit düşmüştür.

Ottoman Headstone

Kastamonu ilimiz mağara turizmi bakımından da keşfedilmeyi bekler. Küre Dağı vadilerinde Kurtgirmez ve Ayıgölü ormanı içinde Devrekani Çayı’nın kanyonlarında suyun döküldüğü yeri arayan Cemal Gülas ve Atlas Kuyucu Şenpazar Dağlı Köyünde (900 mt yüksekte) Karadeniz bölgesinin en derin ve en geniş ağızlı mağarasının inişini keşfetti (250 mt). Mağaranın girişinde iki nehir birleşerek cadı kazanı oluşturur. Köy halkı bu mağaraya "Kuyluç" adını vermiş. (10 Ocak 1994 ATLAS dergisi) Ayrıca yörede Lorç ve Varla Kanyonları doğa severlerin keşfini bekliyor. Pınarbaşı ilçesinde bulunan Ilgarini mağarası ve Varla Kanyonu; Orman Bakanlığı, Birleşmiş Milletler ve FAO tarafından dünyanın dördüncü büyük mağarası ve doğa ölçeğinde bulunmuştur. İki bölümden meydana gelen Ilgarini mağarasında sarkıt ve dikit hareketliliği devam ettiğinden canlı mağara olup içinde ibadethane ve mezarlara rastlanmıştır. Küre ilçesinde bulunan Sarpunalınca Mağarası yatay ve aktif mağara türündendir. 662 mt. uzunluğundadır.

Yayla Turizmi bakımından da zengin olan ilimizde, Araç ilçesinde Munay, Fındıklı, Kirazlı, Daday ilçesinde Oluklu, Azdavay ilçesinde Suğla, Küre ilçesinde Belören, Tosya’da Kösem, Dipsizgöl, Yeşilgöl yaylaları biz doğa severleri beklemektedir.

Kastamonu ili, doğal güzellikleriyle turistleri bekleyen koyları ve plajları ile seyahat severleri büyüler. Cide Gideros Koyu ve plajı (sit alanı), Akbayır köyü kumsalı, İnebolu Boyranaltı Plajı, Abana halk plajı, Çatalzeytin Ginonu plajı bulunmaktadır.

Kastamonu’ya gelip de zengin mutfağından tatmamak olmaz. Her Pazar fırınlarda pastırmalı ekmek veya etli ekmek yapılır. Pidesi, tarhana çorbası, külbastı, mıhlama, biryan kebabı, çekme helvası mutfaktan seçtiklerim. Kiraz zamanı gelirseniz Tosya kirazının tadına mutlaka bakmalısınız.

Hafta sonunda iki ya da bir gün tatilimiz oluyor. Bu günleri her zamanki gibi televizyon seyrederek, ya da arabaya binip trafik sıkıntısı çekerek, az oksijenli bol kalabalık alışveriş merkezlerine giderek geçiririz. Eğer isterseniz çok farklı seçenekler bulursunuz. Yürüyüş yapmak, yeni bir yer keşfetmek, doğa ile baş başa kalmak, minik bir derenin türküsünü dinlemek, kuşların dedikodularına ortak olmak, bir meşenin ya da çam ağacının sırlarını öğrenmek, yağmurlu bir günde patikalarda yürürken ıslanarak yaşadığınızı hissetmek istiyorsanız doğa sizleri bekliyor. Hemen köşeyi dönünce, şu tepeyi aşınca süprizlerle dolu bir gün geçirmek için herkese iyi yolculuklar dilerim.

Kastamonu Festivalleri:
7-11 Eylül Taşköprü Uluslararası Sarımsak Festivali
6-8 Temmuz Cide Kültür, sanat(sarıyazma) Festivali
15-17 Temmuz Çatalzeytin Ginolu Gümüş Balık Festivali
25-27 Temmuz Abana Deniz Şenlikleri

Yazı: Nurperi Ünsal, Temmuz 29, 2003
Fotoğraflar: voyageAnatolia.blogspot.com

Valla Kanyonu
Horma Kanyonu
Küre Dağları: Kelebek ve dağ çiçekleri
Karda kışta Sinop yollarında...

Kasaba Camii

22 Temmuz 2003 Salı

bir anadolu gezisi: KAPADOKYA



Asya, Avrupa ve Afrika anakaralarının birleşim noktasında yer alan ANADOLU ‘yu gezerken etrafınıza dikkatle bakarsanız, doğal güzelliklerin yanında farklı şeylerin olduğunu görürsünüz. Anadolu, binlerce yılı içine sindirmiş, çeşitli medeniyetleri yüreğine sığdırmış, topraklarında yaşayan insanlara hayat vermiş, ilham vermiştir. İster kuzeyden, ister doğudan, batıdan ya da güneyden başlayın yürümeye , her yerde bir oluşun, yükselişin, yıkılışın veya yeniden var oluşun izlerine rastlarsınız. Gezdikçe onu tanırsınız, anlamaya çalışırsınız. Zaman zaman sevinir, heyecanlanır, şaşırır, üzülür, hayran kalırsınız Anadolu’ya. Sizleri , tüm bu duyguları aynı anda hissedebileceğiniz kendinizi başka bir gezegende, başka bir zaman dilimini paylaştığınızı düşündüğünüz KAPADOKYA’ ya götürüyorum.



Nevşehir, Niğde, Aksaray üçgeni arasında kalan bölge Kapadokya diye adlandırılır. Anadolu’nun ortasında bulunan ve Ihlara’yı da içine alan Kapadokya bölgesi, Pers dilinde güzel atlar beldesi (Katpatuka) anlamına gelir. Bölgede İ.Ö. 1900 yıllarında Hititler egemen olmuş ve küçük şehirler kurulmaya başlamış. Asurlular ve Mısırlılılarla savaşan Hititler, istiladan korunmak için bölgedeki kolay yontulabilir volkanik kayaları oyarak yerleşim birimleri oluşturmuşturlar. İ.Ö. 1200 yılında Firig’lerin Anadolu’yu istilası sonucu Hitit devleti sona ermiştir. Frig döneminde kral yolları bu bölgeden geçmiştir. Daha sonra Kapadokya Krallığı kurulmuş kral Archeluis Aksaray’ı yeniden kurmuştur. Roma ile iyi geçinen kral İ.S. 17 y.y. kadar hüküm sürmüştür. Hz. İsa’nın peygamberliğini ilan etmesi ve hıristiyanlık dinini kurması ile yeni bir toplumsal kavga da başlamış olur. Hıristiyanlığı yaymak amacı ile aziz Paul Kapadokya’ya gelmiştir. Din karşıtları ile başlayan mücadele ile beraber bölgedeki yer altı şehirleri artmıştır. (Derinkuyu, Kaymaklı gibi) Böylece dış dünya ile ilişkisi kesilen yöre halkı üretken olmaktan uzaklaşmıştır. Ihlara Vadisinde 5000 yerleşim birimi ve 105 kilise olduğu bilinmekte. Nüfusu hızla artan vadide meyvecilik, bağcılık, sebze ve Melendiz çayında balık avlanarak geçimlerini sağlamışlar. Bölgeye 11 ve 13 y.y. Anadolu Selçukluları egemen olmuş ve engin hoşgörüsü ile bölgedeki hıristiyanlık en rahat dönemini yaşamıştır. Vadinin Belisırma ile Yaprak hisar arasında kalan kısımda bir tıp okulu varmış. Bu okulda mumya dahi yapılırmış. Bu nedenle bölgeye mumyalar vadisi de denilir. Selçuklu Sultanı ikinci Kılıçarslan Aksaray’ı aldıktan sonra tıp okulunu Aksaray’a taşımıştır. 13 y.y. Moğollar, sonra Karamanoğulları egemenliğine giren bölge 1470 yılında Fatih Sultan Mehmet zamanında Aksaray’ın fethi ile Osmanlı egemenliğine girmiştir. Bölge Dünya turizmine 1960 yılında açılmış olmasına rağmen hak ettiği payı alamamıştır.

Ihlara Vadisi

Ankara - Nevşehir arası 276 km.dir. Yolculuğumuza IHLARA Vadisinden başlıyoruz. Büyük yeryüzü değişikliklerinin oluştuğu üçüncü jeolojik dönemde, (60 milyon yıl) güneydeki Toros kıvrımlarıyla, kuzeydeki Lycaonien çöküntü alanı arasında kesintili bir volkanik zincir meydana gelmiştir. Bu zincirin etki alanında kalan, doğuda Erciyes dağı (Mont Arge’e) ile batıda Melendiz dağları aynı anda lav püskürmüştür. Erciyes dağı (3916m) Melendiz dağının en yüksek noktasını oluşturan Hasan dağı (3258m) arasında kalan bölge yüzlerce metrelik lav tabakası ile kaplanmıştır. Melendiz dağı lavları, Erciyes dağı lavları ile karışarak dalgalı yaylalar oluşturur. Dağların tepelerinde ve eteklerinde daha yoğun olan Andezit ve Bazalt türü sert lav katmanları , daha ileride yerini volkanik tüflere ve kalkerli beyaz tabakalara bırakmıştır. Bu bölgede kısmen yumuşak olan tabaka yağmur, rüzgar ve diğer doğa olayları sonucu erozyona uğrayarak peri bacaları ağırlıklı ilginç bir arazi yapısı oluşturmuştur.

Ihlara Vadisi Hasan Dağı’nın eteğinde olup, bu dağdan akan bazalt ve andezit yoğunluklu lav tabakası ile kaplanmıştır. Lavlar soğumaya başlarken meydana gelen çatlak ve çökme sonucu oluşan kanyon yağmur ve rüzgarın meydana getirdiği erozyonla daha da genişlemiştir. Vadinin içinden akan termal nitelikli Melendiz çayı hem erozyonu hızlandırmış, hem de tabanı oyarak daha da derinleşmesini sağlamıştır.

Vadi Ihlara’da başlar ve Selimiye köyünde sona erer. Uzunluğu 14 km.’ dir. Yer yer 110 metre derinliğe inen vadi içinden akan Melendiz çayı ; Ihlara’dan, Selimiye’ ye kadar 26 kıvrım yapmaktadır. Melendiz çayı çevrenin atar damarıdır. Aksaray ve çevresine içme ve sulama suyu sağlarken, Mamasın barajını besleyen çay Aksaray’ın içinden geçerek Tuz Gölü’ne ulaşır.

Ihlara Vadisi açık hava müzesidir. Müze giriş yerine ulaştığınızda büyük bir restoran , oto park, seyir terasları ve hediyelik eşya dükkanı gelen misafirlere yardımcı olur. Vadiye iniş yerinde bulunan pano üzerinde vadinin planını görmek bile insanı heyecanlandırıyor. Vadiye 382 basamakla inilir. İlk basamaktan itibaren kendinizi rüyada gibi hissedersiniz. Ayaklarınız basamaklara dokunurken, kalbiniz son hızla atar ve gözleriniz bu doğa harikasını dakika dakika beyninize kaydetmeye ve yorumlamaya başlar. Burası nasıl oluşmuş, insanlar yıllarca burada nasıl yaşamış v.s.... Bundan sonrasını kelimelerle ifade etmek oldukça zor.

Her basamakta kayalardan yeşile doğru kavuştuğunuzu hissederken acaba aşağıda daha ne güzellikler var diye düşünürsünüz. Vadinin tepesinden göremediklerinizi tek tek keşfedersiniz. Bu tıpkı arzın merkezine yolculuk gibidir. Son basamaktan sonra yeşil sizi kucaklar. Aniden sessizlik içinde şırıldayan nehir, kayalara oyulmuş kiliseler ve daha ilginci fıstık ağaçlarını fark edince başka gezegene ışınlandığınızı düşünürsünüz. Merdivenlerin zemine ulaştığı yerde sağa dönünce sırası ile Ağaçaltı, Pürenli Seki, Kokar Kiliseleri, ırmağın karşı tarafında Eğritaş, Karanlıklı, Yılanlı Kiliseleri, ahşap köprüden geçip merdivenli iniş yerinin altındaki kayalara oyulmuş bulunan Sümbüllü Kilisesi ile yine iniş yerinden başlayarak Belisırma Köyü’ne doğru giderken Saint Georges, Bahattin Samanlığı, Direkli, Ala, Karagedik Kiliselerini gezebilirsiniz.

Tarsus'lu Paul

Saint Paul’ un bölgeye gelmesi üzerine hıristiyan dini bu bölgede hızla yayılmaya başlar. Düşmanlardan korunmak için volkanik kayalara oyulan yerleşim birimleri ile evler, yer altı şehirleri ve kiliseler yapılır. Hıristiyan gücünden çekinen Kral Konstantin 313 tarihli Milano fermanı ile hıristiyanlara dinsel tören yapma özgürlüğü sağlamıştır. Bu ferman ile erken Hıristiyan sanatı gelişmeye başlar. Hıristiyan bazilikaları ve vaftiz kiliseleri yapılmaya başlar. (Bazilika: dikdörtgen planlı, üzeri iki eğimli ahşap çatı ile örtülü, iç mekanı çatıyı taşıyan iki sıra sütunla uzunlamasına üç nef’e ayrılmış kilise) (Nef: Bazilikal planlı yapılarda, yapı eksenine paralel uzanan sütun sıralarının arasında hacimlerin her biri,) Kiliseler zamanla ressam ve yontucular tarafından süslenmeye başlamıştır. Kiliseler aynı zamanda fresk tekniği ile de süslenmiştir. Kiliselerin kubbe merkezinde tanrı ve İsa’yı sembolize eden figürler yer alır.

UÇHİSAR

Kent merkezine 10 km. mesafededir. Ortahisar’la birlikte bölgenin doğal kalesi görünümündedir. Bu kale insan eli değil tamamen doğanın eseridir. Uçhisar’ın kale olarak kullanımı Hititler döneminde başlıyor. Bizanslılar ise Arap akınları karşısında kendilerini korumak için bu bölgeyi kullanmışlar. Uçhisar’ın tepesine çıkınca manzara karşısında hayretler içinde kalırsınız. Küçük, büyük binlerce peri bacası kilometrelerce karelik alana yayılmıştır. Doğa, bir ressam, bir heykeltraş gibi çalışarak insanın hayal bile edemeyeceği doğa harikasını bize hediye etmiştir. Uçhisar’da hediyelik eşya satan mağazalar, yöresel ve antika halı dükkanları dikkat çeker. Güvercinlik Vadisi olarak bilinen vadide kayalara oyulmuş güvercin yuvaları çok ilginç görüntü oluşturuyor. Bu vadinin hemen karşısında Onix atölye ve mağazası bulunur. Onix taşı, değişik katmanlardan çıkarılıyor. Birinci kalite beyaz, ikinci yeşil, üçüncü krem, dördüncü kahverengi, beşinci siyahtır. Siyah dışında hepsi ışığı geçirir. Mağazada bu taşlardan yapılmış çok güzel hediyelik eşyalar ve biz bayanlar için hazırlanmış harika takıları uygun fiyatla bulabilirsiniz.

GÖREME

Peri bacalarının içine yerleşmiş 2000 nüfuslu bir kasaba. Eskiler ‘’Gör eme!’’ yani ‘’ gör emi’’ dermiş. Gerçekten de Göreme’yi gezmeden Kapadokya gezilmiş sayılmaz. Yörede Hirıstıyanlık öncesi dönemden kalan mezar odalarını kayalar üzerinde görürsünüz. Göreme Açık Hava Müzesi girişi yanında Meryem Ana kilisesini gezmeden müzeye girmeyiniz. Müze alanı küçüklü, büyüklü çok sayıda kilise ile keşiş yemekhaneleri (refektorium) ,mezar odaları, kiler ve mahsen yer alır. Manastırlarda 7. ve 12.y.y. mimarisini yansıtan eserlere rastlanır. Düz tavanlı,beşik tonozlu, tek veya üç apsisli,merkezi haç planlı mimariye göre yapılmış kiliselerin fresklerinde de ikonaklasik (putkırıcılık) çağı resimleri görülebilir. Eğer sırtlara doğru çıkarsanız Kılıçlar Vadisi ve Aktepe’yi seyredebilirsiniz. Müzedeki en önemli kiliseler; Kızlar Manastırı ( dört kat halinde oyulmuştur.) Elmalı Kilisesi,Azize Barbara Kilisesi (şapel: küçük kiliseden mescide çevrilmiş), Yılanlı kilisesi, Çarıklı kilisesidir.

ÜRGÜP

Nevşehir’in 20 km. doğusunda Kapadokya’nın önemli yerleşim merkezidir. Bizans döneminde Osiana (Assiana) , Selçuklularda Başhisar, Osmanlılarda Burgut Kalesi, Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında Ürgüp adını alır. Bu bölgenin en modern ilçesi olan Ürgüp’te beş yıldızlı turistik oteller, şık mağazalar, restoranlar yer alır. Ülkesel ve uluslararası kongreler , seminerler ve uluslararası şarap festivali yapılır.

AVANOS

Nevşehir’den 18 km. uzaklıkta kuzeyde yer alır. Antik adı Venessa’dır. Çok sayıda çanak, çömlek atölyesi bulunan ilçede seramik yapımına Hititler döneminde başlanmıştır. Kızılırmağın getirdiği kırmızı toprak ve milden elde edilen seramik çamuru, Avanos’lu sanatçıların yeteneği sayesinde şekil alır. Çömlek atölyesi volkanik oluşum oyularak, birkaç katlı yapılmış, adı ‘’SIRÇA’’ , sahibi Cemil bey. Üst bahçeden içeri girdik. Bir koridorla atölyenin olduğu alt kata indik. Burada çamur, insan eli,gözü,sabrı ve yüreği ile şekillenme,fırınlanma,süslenme aşamaları ile başlıyor yaşam öyküsüne. En zor kısmı süsleme, günlerce veya aylarca minik bir fırça eşliğinde bezeniyor her parça...Her ailenin kendine ait motif çalışması bulunuyor. Bu geniş salonda hayat bulan çamur üst katta satışa sunuluyor. Kilden yapılan çömleği şekillerinden usta elleri izlerken, Cemil bey şu dizeyi okudu;

‘’Allah seni bir parça topraktan yarattı.
Neden ondan nefret ediyorsun?
Bir parça çamur al.
Ona kendinden bir güzellik ver,
Adı SANAT olsun.’’

ZELVE

Göreme-Avanos’ a 1.5 km. mesafededir. 9. ve 13. y.y. Hirıstıyanlığın önemli yerleşim ve din merkezi olan Zelve’de, Balıklı, Üzümlü, Geyikli kiliseleri ikonaklasik dönem öncesine aittir. Kapadokya’nın en güzel manzaralarından biri ile karşılaşırsınız. Peri bacaları sergisinde büyüklü, küçüklü konik,küt,sivri şekilli peri bacaları sanki elle yapılmış gibi büyüleyici bir manzara oluşturur. Zelve’de peri bacalarının arasında gezerken bol sayıda hediyelik eşya alma imkanınız olur. Fotoğraf çekmek isteyenlere harika kareler sunar. Burada peri bacaları ya tek başına ya da birbirlerine yaslanmış durumda fotoğraf severlere poz verir. Üç güzeller adı verilen peri bacası belki bölgede tek. Oldukça yüksek tüf sütunun üstünde üç tane şapkalı peri bacası harika görüntü sunuyor. Ona’’ üç güzeller adını’’ vermişler.

KAYMAKLI YER ALTI ŞEHRİ

Bölgede çok sayıda yer altı şehri (katakomb) var. Bunlar; Özkonak, Kaymaklı, Derinkuyu, Mazı, Özlüce, Tatlarin. Zamanında insanlar düşmanlardan kaçmak için yapmış bu şehirleri. Kapalı yer korkusu olanların gezmemesi öneriliyor. Kaymaklı şehri, 32 katmandan oluşuyor. Bizans kiliseleri de bu şehirde bulunmakta. Çok dar ve alçak tünellerden geçilerek katlara iniliyor. Duvarlara tuvalet yapılmış, kutu yataklar denilen bölmeler ve şıra yapılan alanlar vardır. 40 m.’ lik iletişim ve hava bacası (şaft) bulunmaktadır. Duvarlarda mum ve yağ kandilleri koymak için oyuklar yapılmış. Özelikle ilk giriş yeri çok dar yapılmış, düşmanlar girmesin diye. Galeri geçişleri de çok dar, bazı yerlerden çömelerek geçilebiliyor. İçeride çok büyük ebatta değirmen taşı bulunmakta, kapı olarak kullanıldığı düşünülüyor. Tabii burada insanların nasıl yaşadığını, geçimlerini nasıl sağladığını, düşmanlardan nasıl korunduğunu anlamada zorluk çekiyor insan.

Dönüş yolunda Tuz Gölü kenarında mola verdik. Tuz Gölü üzerinde yürümek hoş bir duygu. Biraz ilerleyince ayaklarınızın altındaki tuzların yumuşadığını hissediyorsunuz. Uçsuz bucaksız beyazlık sizi kucaklıyor. Gökyüzünde güneş grup halinde yavaş yavaş kayarken sağ tarafda bulunan ay sanki sizi izliyor. Ankara’ya dönerken, bu rüyanın çabuk bittiğini düşünüyordum.

Hayatta bazı şeyler vardır, kelimelerle ifade edilemez. Kelimeler aracı olsa da onu yaşamak, hissetmek gerekir. Kapadokya’da öyle bir yer. Doğanın bir varoluş hikayesi vardır, daha sonra bu hikayeye insanın yaşam ve inanç macerası karışır. Bu nedenle Kapadokya birkaç sayfaya sığamaz. Onu yaşamanız, hissetmeniz, ruhunuzun derinlerinde saklamanız gerekir. Eğer gitmediyseniz , lütfen zaman ayırın, dünyada sadece bir tane olan doğa harikası KAPADOKYA için.....

NOT: Sizlere sadece gezdiğim yerleri aktara bildim. Daha gezilecek,görülecek yazılacak çok şey, yer var. O nedenle mutlaka rehberle beraber gezmenizi öneririm. Ayrıca içme suyu ve yemekler oldukça pahalı. Genellikle fiyatlar dolar kuruna göre ayarlanıyor. Gece eğlencelerine katılmak isterseniz rehberiniz sizi en güzel mekanlara götürür.

Ihlara Vadisi hakkında daha geniş bilgi için NEŞAT DEMİR’in Ihlara Vadisi ve Kaya Kiliseleri kitabından yararlanabilirsiniz.

Nurperi Ünsal.
Mon Jul 21, 2003 fotoGezi

10 Temmuz 2003 Perşembe

bir anadolu gezisi: Akcakoca - Konuralp

Tomb of Prusias Ad Hypium at Konuralp

Yıllardır aynı turla gezilere katıldığımız için kendimizi aileden bir gibi hissediyoruz. Turla gezerken yeni yerler keşfetmenin yanı sıra, yeni arkadaşlar edinmek, bir başka turda karşılaşıp, o güzellikleri paylaşmak geziyi daha zevkli kılıyor. Bu haziran sabahında, AKÇAKOCA’ya giderken daha önceki gezilerde tanıştığımız gezgin arkadaşlarla günaydınlaştıktan sonra yolculuğumuza başladık.

Yeşilin her tonunu, hatta en güzelini Karadeniz Bölgesi bizlere sunar. Düzce’ye doğru ilerlerken bizi hiç yalnız bırakmayan fındıklar,buğday tarlaları, ağaçlar,renk renk çiçekler yolculuğumuza renk kattı. Betondan yapılmış şehirlerde yaşarken, doğaya ne kadar da hasret kalıyoruz. Bir çiçek , yeşil bir alan ve ya bir orman görebilmek için kilometrelerce yol kat ediyoruz. Yeşil yaprakların üzerinde yer alan kırmızı , ortası siyah gelincikler bu yanlış yapılaşmaya inat; taşların arasından, bahçe çitlerinin kenarından ya da buğday tarlalarının içinde ‘’ ben buradayım, ne yaparsanız yapın yaşıyorum’’ dercesine kaplamış etrafı. Yeşilliklerin içine saklanmış gibi duran Bolu’yu geçtikten sonra Konuralp’e geldiğimizde saat 12.00 olmuştu. Hava oldukça sıcaktı. Konuralp’te bulunan anfi tiyatro M.Ö. 10 - M.S. 20 y.y. yapılmış. Kuzey Anadolu’da ayakta kalan tek örnektir. 3200 yıllık bu tiyatro Roma dönemine aittir. Tiyatro 5000 kişiliktir. Tonoz kemerlerin içinden servis yolları bulunur. Tiyatroya girmek için kullanılan yan giriş bölümlerine OPİDODOMOS, oturma yerlerine KAVEA, sahneye SCENA adı verilir Roma döneminde .

1323 tarihinde Konuralp Osmanlı hakimiyetine alınmış. Konuralp’te on iki ayrı uygarlık hüküm sürmüş , Rus harbinden sonra Kafkaslar bu yöreye yerleşmiştir. Konuralp bir kale şehridir. Etrafı surlarla çevrilidir. Bu tiyatronun yapımında kullanılan horasan harcı; ince kum,saman,kireç ve yumurta akından yapılırmış. Bu harcın kullanıldığı binaların çok sağlam olduğunu rehberimizden öğrendik. Konuralp müzesini gezdikten sonra Akçakoca yolumuza devam ettik.

Akçakoca, Düzce iline bağlı. Adapazarı, Bolu, Zonguldak illerinin kesişme noktasında yer alır. Akçakoca , Düzce’nin sayfiye yeri gibidir. Henüz Ege ve Akdeniz sahilleri bilinmezken yerli turistlerin ilgi gösterdiği yerlerden biriydi. İlk pansiyonculuk 1960-1972 yıllarında bu ilçede başlamıştır. Son yıllarda iç turizm de azalma yaşansa da , eski değerini kazanmaya başlamıştır. M.Ö. 650’li yıllarda Kaunos tarafından ‘’DİA’’ (parlak kayalar) adı verilmiştir. Byttinia Kralı I.Prousios buraya Kieros- Prosias adını verir. Bizans döneminde şehire parlak kayalardan dolayı Diapolis denir. Bizans döneminin sonuna doğru Akçaşar adını alan şehir, Osmanlı döneminde Akçaşehir olur. 1323 yılında şehri fetedebilmek için Osman Gazi, Konuralp ve Akçakoca beyler görevlendirilir. Fetih sonunda şehrin adı Akçakoca olur. 1927 yılında ilçenin otantik evleri çıkan yangınlarda birer birer tarihin içinde kaybolurlar. İlçede modern binalar yerlerini almış durumda. Zamana direnmeyi sürdüren Mehmet Arif Köşkü günümüze kalmayı başarmıştır. Akçakoca ilçesinin 35 km. uzaklığındaki kıyı şehrinde yer alan geniş ve kaliteli kumsalı,berrak ve temiz denizi, Ceneviz Kalesi, Fakıllı mağarası ile dikkat çeker. Ayrıca Karadeniz Ereğli’si yolu üzerinde, şehir merkezinden 7 km. uzaklıktaki Çayağzı-Kumlupınar plajı uzanıyor. Kentin batısında Karasuya doğru biraz virajlı bir yolla ulaşılan çok sayıda koy bulunuyor. Yeşilliklerle bezenmiş yamaçların arasında sıkışan bu küçük koyların birinde, doğayla başbaşa bir gün geçirebilirsiniz. Akçakoca’nın 7 km. güneyinde Fakıllı köyünde bulunan mağaranın 1,5 km uzunluğunda olduğu söyleniyor. Ceneviz Kalesine geldiğimizde, isterseniz sağ taraftaki toprak yol sizi, dia kayalıklarının yanındaki harika plaja ulaştırır. Sol tarafa devam ederseniz yeşillikler içindeki Ceneviz Kalesi sizin ziyaretinizi bekler. Kaleye girince sağ tarafdaki çay bahçesinde mola verdikten sonra yeşilliklerle beraber kale içinde aşağı inmeye başladık. Burası piknik alanı olarak değerlendirilmiş. Ağaçların arasından görünen masmavi denizi takip ederek , dik merdivenlerle aşağı inince belediye plajına ulaştık. Bu plajın arkasındaki tepeler büyük ıhlamur ağaçları ve yeşilliklerle örtülmüş. Kale, 1216 yılında Ceneviz’liler tarafından yapılmış. Tuğla ve moloz taşlardan inşa edilmiş. Ceneviz’liler döneminde önemli ticaret merkeziymiş. Altın ve bakır cevherlerini ,işleyerek Mısır’a kadar gitmişler. Kale 1320 yılında Osmanlıların eline geçmiş. Kurtuluş Savaşı sırasında mavnacılar (denizciler) getirdiği malzemelerin büyük önemi vardır. Verilen emekler sonucunda Akçakoca ilçesine İstiklal Madalyası verilmiştir..

Yemek için molayı limana yakın bir lokantada verdik. Lokanta bahçesi liman manzaralı,temiz,şirin bir yer. Lokantanın ikinci katında bulunan balkondan manzara harikaydı. Limana girişte size iki adet deniz feneri eşlik eder. Balıkçı kayıkları liman içinde yan yana sıralanmış. Balık,salata,kalamar,karidesli menüden sonra sadece bu lokantada yapılan tatlıyı mutlaka tatmanızı öneririm. Tel kadayıfın arasında fındık ezmesi bulunuyor. Üzerine dondurma ve Osmanlı (dağ) çileği ile servis yapılıyor.

Yemekten sonra Akçakoca Merkez Camii’ni gezdik. Camii altıgen biçimli, özgün mimari eserdir. Dışardan pek belli olmayan vitraylar gün ışığını tamamen caminin içine yansıtıyor. İçerden bakıldığında mavi vitrayların güzelliği belli oluyor. Camiinin içi aydınlık,ferah,huzur verici bir sadelik içinde.

Akçakoca’nın en çok Osmanlı çileği, kestane,kestane balı, fındığı meşhurdur. Halkın % 90 fındıkçılıkla uğraşır. Fındık,şimşir,defne,ıhlamur,kestane ağaçları yolları kaplar ve ayrı güzellik katar ilçeye. Sahil şeridindeki çay bahçelerinin önünden ilerlerken dönüş saati de yaklaşmıştı artık. Merdivenlerle sahile inerek kumsala oturduk. Bir efsaneye göre ; iki taşı alarak bir birbirine üç defa vurup, dilek tutulur. Birinci taşı yakına, ikinci taşı uzağa dalgaların arasına atarsınız. Deniz kızları akşam sizin dileğinizi yerine getirirse en kısa zamanda Akçakoca’ya tekrar gelirsiniz. Tabii bizde dileklerimiz tuttuk. Dalgaların eşşiz müziği, denizin mavisi ve göğün akşam renkleri arasında vedalaştık Akçakoca’yla.

Eğer dinlenmek,sakinlik ve huzur arıyorsanız mutlaka bu şirin ilçeye uğrayın. Bizim bir pazar gezimiz bu anılarla tamanlandı. Sizin geziniz hangi pazar bilinmez. Deniz kızları sizinde dileklerinizi umarım gerçekleştirir ve tekrar Akçakoca’da buluşuruz......

NURPERİ ÜNSAL
Mon Jul 7, 2003 fotoGezi

8 Temmuz 2003 Salı

Bir Anadolu Gezisi: Mudurnu



MUDURNU , Hisarcık ve Kulaklı tepeleri arasındaki dar vadiye yerleşmiş bir ilçe. Demircileri,bakırcıları,renk cümbüşü pazarı ve ahşap evleri ile geçmişten geleceğe uzanan bir köprü gibi.... Adını Bursa Tekfuru ‘nun güzel kızı Matarni’den almış. Matarni adına bir kale yaptırmış tekfur. Bu kalenin etrafında gelişmeye başlamış Mudurnu. Matarni adı zamanla Mondernes, Monderna, Mudurlu ve Mudurnu’ya dönüşmüş. Roma ve Bizans dönemleri yaşayan yöre 1307 tarihinde Osmanlı Beyliğine kalmış. 1923’de Bolu’ya bağlanmış. 1991 yılında sit alanı ilan edilmiş. İlçe merkezinde dolaştığımda, ilçenin tarihi değerini kaybetmediğini gördüm. Dün nasılsa , bu gün de aynı. Sokakları gezerken, geleneklerin ahşap evlerde yaşamaya devam ettiğini görürsünüz. Evler genellikle iki , üç katlı. 100 yaşında veya daha fazladır. Evlerin balkonlarını etrafı, tahta oyma sanatının en güzel örnekleri ile süslenmiş. Cihannüma çatı katının adı. Dünyanın seyredildiği yer anlamına geliyor. Çarşı içindeki başka bir ev, kilise görünümü ile dikkat çekiyor. Söylenenlere göre ; Mudurnu’lu bir zengin, yabancı bir ustaya yaptırmış bu taş binayı. İnşaat sürerken yöreden bir genç, ustanın kızana gönül koyar. Yapının kilise görünümü ustanın intikamı olarak yorumlanır yörede.

Yıldırım Beyazıt vali iken, Mudurnu’da kendi adına hamam ve cami yaptırmış. Hamam hicri 784, miladi 1382 yılında mimar Alemi Ömer bin İbrahim tarafından yapılmış. Cami ise 1374 yılında yine aynı mimar tarafından yapılmıştır. Dışarıdan bakılınca küçük gibi görünen caminin bir büyük , dört küçük kubbesi var. İçeri girdiğimde tamamen büyülendim. İçi çok büyük, tavan süslemeleri harika. Yerler duvardan duvara seccade desenli kırmızı halı ile kaplı. Kubbe süslemeleri kırmızı,bordo,mavi,beyaz renklerle Osmanlı motiflerini hayata geçiriyor. Kubbe yüksekliği bilinmiyor ama kubbenin çapı 20 mt. Osmanlı döneminde yapılan ilk geniş kubbeli cami olarak biliniyor.

Armutcular Konağı, Ömer Armutçu’dan kalmış. 1893-94 yılları arasında bir altınlık yövmiye ile çalışan bir usta tarafından yapılmış. Haç şeklindeki çatısı ve mimari özellikleri bakımından görülmeye değer bir yapı. Yapının içi, insanı büyüleyen ahşap işçiliği, ahşap oyma sanatının tüm özelliklerine sahip. Toplam 28 odası ile konak işlevini günümüzde de sürdürüyor. Demirci ve bakırcıların kapılarını araladığımızda , yüz yıl gerilere gideriz. Antika aletleri ile demire , bakıra hayat verirler.

Öğlen saati olduğunda karnım iyice açıktı. Ama bu Mudurnu’da hiç sorun değil. Adını sık duyduğumuz Mudurnu Tavukçuluğun ana vatanı. Avrupa’nın dördüncü büyük tesisi olan Mudurnu Tavukculuğun kapandığını duydunca içimin cız ettiğini itiraf etmeliyim. Tavuk lokantasının ikinci katında otururken, güzel ilçe görüntüsü ile yöreye özel lezzette tavuk yemeği yedim. Burada ilk defa fındık sobası gördüm. Bu soba oldukça yüksek , karnı geniş,üst kısmı honi biçiminde. Honinin içinde fındık kabukları var. Geniş karnında yanan kabuklar azalınca, honiden aşağıya inip yanma işlemine devam ediyorlar. Pratik,doğal ve ilginç bir soba.

İlçeyi tarihi hatıraları ile başbaşa bırakarak Abant’a devam ettim. Abant dağlarının eteklerinden ilerleyen yol giderek yükseliyordu. Abant dağları 1500 mt. civarında, bizim geldiğimiz nokta ise 1325 mt. civarında idi. Aşağıdaki manzarayı kelimelerle ifade etmem oldukça zor. Şahane vadinin bir kısmı sisle kaplı. Bulutlara uzansam yakalayacakmışım hissine kapılıyorum. Bu noktadan sonra yol yavaş yavaş aşağı inmeye başlıyordu. Abant’a yaklaşırken doğa değişmeye,etrafımızı ağaçlar süslemeye başlıyor. Burada otobüsten inerek yürüyerek devam ettik. Yeşil çam yapraklarını, beyaz krema sıkılmış gibi duran kar süslemişti. Çam ağaçlarının altını tamamen beyaza boyamıştı kar. Bu beyaz örtünün üstünde yer yer sarı,kırmızı,kahve rengi sonbahar yaprakları süslüyordu. Hava biraz serin ama tertemizdi. Yokuş aşağı inerken sağ tarafımızda ABANT GÖLÜ’nü görünce rüyadayım sandım. Önümdeki yeşil çamların arasından biri size merhaba diyordu sanki. Gölün etrafı tamamen çam,köknar, kayın ağaçları ile kaplıdır. Çamların yeşil rengi göl sularının kenarını renklendiriyor. Hava bulanık olduğundan gölün suyu da gri görünüyor. Yokuş aşağı inerken gözüm hep göldeydi. Gölün bir sırı vardı sanki; bir şeyler söylemek ister gibiydi. Gölün kenarına inince, doğayla baş başaydım. Sessiz,sakin sonbahar gününde gölün etrafında yürürken, gölün sırlarını anlamaya çalıştım.

Abant gölü, tektonik kayma ile oluşmuş, 1350 hektar alana sahip. Bilinen en derin yeri 17 mt. Etrafı 7 km... Kaynak ve yağmur suları ile besleniyor . İlkbaharla birlikte gölün yüzeyi nilüfer çicekleri ile dolar. Binbir çicek , yabani bitki fışkırır her yandan. Dört mevsim, ayrı bir hikayesi vardır Abant’ın. Eğer dinlerseniz, size sırlarını bir bir anlatır...

Nurperi Ünsal
Sat Jul 5, 2003 fotoGezi

5 Temmuz 2003 Cumartesi

bir anadolu gezisi: BEYPAZARI

Old Beypazarı Street

Beypazarı , Ankara’nın 98 km. kuzeybatısında, Ayaş, Güdül, Polatlı, Nallıhan, Seben, Kıbrıscık, Çamlıdere ilçeleri ile çevrili. Osmanlı döneminde Bursa Hüdavendigar Sancağı’na bağlı bir bucak iken, 1868 yılında Anlara Sancağı’na bağlı bir ilçe olmuş. Beypazarı, tarihi ‘’İpek Yolu’’ üzerinde binlerce yıllık geçmişi olan kültürel zenginliği ile sizi kucaklar. Selçuklu ve Osmanlı mimari tarzında tarihi eserleri ve Safranbolu’lu ustaların ilçeye yerleşmesi ile tarihi evler günümüze miras kalmış. İlçe sokaklarını gezerken tarihi yolculuğa çıkarsınız. 150-200 yıllık,ahşap evler sizi çok eskilere götürür. Kimbilir bu evlerde neler yaşanmış, ne sevinçler, hüzünler, mutluluklar bilinmez! İki katlı, beyaz badanalı, ahşap çerçeveli bu evlerin içini görmek istersiniz. Sessiz, sakin ama yaşanmış, hayat dolu bu mekanlar sizi tarihin içinde bir yolculuğa götürür. Evler cumbalı ve guşkanalı olan iki veya üç katlı yapılardır. Temel duvarlar taştan, geri kalan kısımlar ahşaptan yapılmıştır. Evlerin tavan arasındaki bölümünün çatıdan yükselerek çıkmasına ‘’GUŞKANA’’ denir. Beypazarı Kültür Evi (müze), Nurettin Karaoğuz tarafından bağışlanmış. Bu müzede kaybolan halk kültürünü, yaşam biçimini hatırlatan eserleri ve antik eşyaları görmeniz mümkün. İlçe topraklarında Hititler, Frigler , Galatlar, Romalılar, Bizanslılar, Selçuklular ve Osmanlılar egemenlik kurmuşlar. ‘’Beyhazar’’ olan ismi büyük öneme sahip olan pazarı nedeni ile Beypazarı olarak değişmiş.

Bütün bu bilgileri rehberimizden aldıktan sonra , ünlü Beypazarı Maden Suyu fabrikasına gittik. Herkese maden suyu ikram edildi. Fabrika bahçesinde mini moladan sonra Beypazarı gümüş çarşını gezdik. Özellikle telkari işçiliği mükemmel olan gümüş atölyelerini ve mağazalarını gezerken zamanın nasıl geçtiğini anlamadık. Öğlen saati olduğunda herkes açıkmıştı. Fakat rehberimiz bize sürpriz yapmak için, yöresel yemeklerin adlarını söylememekte ısrarlı davranınca, iyice meraklandık. İlçe sokaklarında rehberimizin arkasında gezerken küçük bir lokantaya gittik,üst kata çıktık. Herkes merak içinde etrafını incelerken garsonlar yemekleri getirmeye başladı. İlçeye özgü bir yemek olan güveç (etli pilav) , alttan ısıtmalı taş fırınlarda ve özel toprak kaplarda yapılıyor. Yaprak sarması ve baklava ile nefis bir yemekten sonra ilçeyi gezmeye devam ettik.

İpek yolu döneminde kullanılan hanları gezdikten sonra Hıdırlık Tepeye doğru yola koyulduk. Oldukça dik yokuş çıktıktan sonra, çay bahçesi olarak kullanılan tepede oturduk. Sonbahar güneşi içimizi ısıtırken, taze demlenmiş çayımızı içiyor ve ilçeye kuşbakışı bakıyorduk. Kırmızı çatılı, beyaz duvarlı evlerin arasından ağaçlar ve minareler yükseliyordu. Bu da ilçeyi çok sevimli gösteriyordu. Kireç taşı gibi beyaz, ince ve uzun bir tepe tam önümüzdeydi. Bunun adının ‘’dinazor sırtı tepesi’’ olduğunu rehberimizden öğrendik. Yine ilçe sokaklarında dolaşarak alışverişe başladık. Grup alışverişe meraklı idi. Beypazarı kurusu, havuç lokumu, asma yaprağı, gümüş takılar derken tüm çarşıyı dolaşmış olduk. Artık akşam olmak üzere idi ve rehberimizin bize yeni bir süprizi vardı. Sarıyer baraj gölüne gitmek üzere otobüse bindik. Beypazarın’dan çıkarak yolumuza devam ederken bir duman bulutu ile karşılaştık. Burası oldukça büyük alana yayılmış kömür madeni işletmesi idi. Bacalardan çıkan zehirli duman etrafı kirletiyordu. Maalesef yapılan tüm şikayetlere rağmen , hiçbir tedbir alınmamış . Üstelik düşük kaliteli linyit çıkarılıyormuş. Ama çevreye verdiği zararın büyük olduğu hemen fark ediliyor.

Gökyüzü akşam renklerine boyanmaya başladığında, Sarıyer Barajı yakınlarındaki lokale gelmiştik. Baraj gölü hemen önümüzdeydi. Gökyüzünün sarı,kırmızı,kavuniçi,lacivert,mavi renkleri göl sularına yansıyarak,harikalar yaratmıştı. Kelimeler anlamlarını kaybetmiş, sessizlik hüküm sürüyordu. Tam karşımızda , yavaş yavaş kayan , kocaman kırmızı güneşe bakarken, herkes bir şeyler düşünüyor, düşlüyor fakat konuşamıyordu. Çünkü harika bir sonbahar günü bitmişti........

Eğer yolunuz Beypazarın’dan geçerse; Boğazkesen Kümbeti, Suluhan Kervansarayını, İvazdede ve Yediler Türbelerini, Sultan Akşenseddin ve Kurşunlu Camilerini gezmeyi unutmayın!!!!

Bu şirin beldemizin kültürel mirasının günümüze kadar taşınmasında katkıda bulunan Sn. Beypazarı Belediye Başkanı Av. Mansur Yavaş’a ve bu bilgileri bizlere aktaran değerli rehberimiz Doç. Fatih Müderrisoğlu’na teşekkür ederiz..

NURPERİ ÜNSAL - 5 Temmuz 2003 fotoGezi

GİZLİ CENNETİN İZİNDE

Boats at Akcay Beach

Hey merhaba, ben Otoyol Kraliçesi Elvin. Motosikletinin üzerinde yaşayan bir gezgin-yazar. Motosiklet adlı dergide her ay Demirin Efendisi lakaplı Faramarz Azar ile motorlarımızla yaptığımız gezilerdeki izlenimlerimizi, gezmeyi ve bilmeyi seven motorculara aktarıyorum. İki kitabım var. (Ölümüne Sever Maçolar ve 3000 Yılın Sırları)

Herşey Gelibolu gezimizin sonunda başladı. Alçıtepe köyünde, o balıkçının anlattıklarını dinlerken...

Balıkçı, Kuruoba (Assos yakınları) sahillerinde, -5 km.lik patikayı saymazsanız- sadece denizden gidilebilen bir koydan söz ediyordu: Söylediğine göre asla yağmur almayan, Behramkale’yi görse bile, Behramkale’den görülmeyen, temizlikten suyunun fark edilemediği ıssız bir sahili olan, sadece birkaç balıkçının bildiği gizli bir cennetti burası. “Bektaş köyünü geçince sağa bir yol sapar” dedi, “100 m. sonra da ikiye ayrılır, toprak olandan aşağı inilir” ardından garip bir şekilde gülerek “inebilirsen tabii” diye ekledi. Söylediğine göre bir ihtiyar ve karısı vardı orada; bu koya gitmeyi arzulayacak kadar doğa ve macerayı sevenleri ufak bir ücret karşılığı ağırlıyorlardı. Master (master of iron –demirin efendisi- lakabının kısaltılmışı) ile birbirimize bakıp anında kararı verdik: Gizli Cennet’e gidecektik. Kararımızı duyan balıkçı ise asık yüzle: “Orayı motosikletlerle doldurmaya kalkışmayın” diye tehdit etti; sonra da bizi korkutmak istercesine devam etti: “duyurmağa kalkarsanız üzerinize lanet çöker”.

Bu saçma sözlere aldırmadık tabii... Ama belki de aldırsak daha iyi ederdik!

Ertesi gün öğle saatlerinde Çanakkale’de idik; karargahı her zamanki gibi motorcuların makinalarını resepsiyona çeken Bakır Oteline (Saat kulesinin sağında) kurup geç saatlere dek yolculuğu planladık. Sabaha erkenden yola çıktık.

Önce 25 km. ötedeki Truva’yı gezdik. (Çanakkale’den 20 km. sonra sağa sapılıp, 5 km.lik iki şeritli güzel yol ile gidiliyor. Dileyen girişte sağdaki iki lokantada bira içip, yemek yiyebilir). Ardından balıkçının tarif ettiği gibi Çanakkale’den ortalama 15-20 km. sonraki minik Assos tabelasından sağa dönüp, 90 km.lik tali yola girdik. Bir kartpostalın içindeydik sanki.

Her şey mükemmeldi. O şirin köy yolu boyunca kasklar dirsekte, garip bir tango yaparmışcasına birbirimizi sollayarak şakalaşmak ne güzeldi. Ama birden terslikler başladı: Bir anda sırtımda dayanılmaz bir acı duyup motoru zorlukla sağa yanaştırdım. Yeleği üzerimden atar atmaz içimden kara bir böcek uçtu gitti, derimde pis bir yara açarak…

Geyikli yönüne doğru akmağa devam ediyorduk ki bu kez de Faramarz sağa çekip yanına gelmemi işaret etti: Bluzunu göğüs bölgesinde top yapmış, böylece içine giren iri böceği hapsetmişti. Artık ikimizin de birer pis yarası vardı.

Bir süre sonra ise yol yapımına yakalandık! Görevliler, yolun dar olması nedeni ile asfalt sandıkları bir şeyleri geçilecek yer bırakmadan iki şeride birden döküyorlardı. Ne bir uyarı, nede kaçacak bir delik bırakmıştı hazretler. Tam 5 km. boyunca sıcak bir zift ve ufalanmış taşların çatırtılı bir sesle motorunuza/arabanıza yapıştığını düşünün! Pırıl pırıl jantlar, amortisörler, radyatör ve silindirler; hatta çizme ve pantalonlarımız bile minik taşlı katrana bulanmıştı. (böyle bir durumda önce ziftin kabasını kurumadan gazete ile alın, ardından -bilinen yol olan gazyağı ile silmek yerine- motorin ile yıkayıp, bir gece bekletin; sabaha tüm ziftin eriyip akmış olduğunu göreceksiniz).

Terslikler bu kadarla da kalmadı; bu kez de girdiğim köhne, unutulmuş benzincinin alaturka tuvaletine, pantalonumun arka cebine koyduğum ve 15 günlük notlarımın yer aldığı ses kayıt cihazım düştü. Master -homurdana öğüre- kubura kolunu dirseğine dek sokup çıkarabildi. Şanslıydık ki Tavaklı iskelesi köyünde içki satan şirin bir bahçe ile karşılaştık: Gardenya. Birer (!!??!) bira içip kendimize geldikten sonra ver elini Türkiye’nin batıdaki en uç noktası olan Bababurnu yakınlarındaki Gülpınar, ardından Bektaş köyü ve sağa doğru içerlere giren patika.

Böylece 5 km.lik, -amatör bir keçinin açtığı- yola girdik. Bayır aşağı virajlarla inen, üzerinde yumruk büyüklüğünde kayalar, bir karış yarıklar olan kumlu bir yol… önünüzde ise mavi bir düşmüşcesine serili deniz… derken motorum kontrolden çıktı; fren tutmuyor, ön tekerlek garip biçimde kayıyordu. 50 m. sürüklendikten sonra kendimi yerde buldum! Gerçi yavaş gittiğim için solumdaki yamaca savrulmamıştım ama bacağım motorun altına sıkışmıştı. Çekmeğe çalıştıkça ağrısı şiddetleniyordu. Master olmasa öyle komik biçimde beş altı saat yatacaktım herhalde. Meğer çamurluğun altında biriken katran, yolun kumlu çamuru ile karışıp tabakalaşmış ve lastiğimi kilitlemişti! Yirmi üç yıllık motorcu olan Faramarz bile şaştı duruma.

Sonunda vardığımız “İbrahim Amca’nın yeri”ni size nasıl anlatayım? Çiçek tarlasında kurduğumuz çadırı mı; Behiye ninenin şifalı otları, sebzeleri, salataları bahçesinden toplayarak pişirdiği yemekleri mi; yoksa mehtabın beş metre önünüzdeki deniz üzerine dökülüşünü, sırtınızı motorunuza dayamış, elinizde içki ile seyretmenin zevkini mi? Balıkçıların gizli koyunu görün diyoruz. Gezginlerce değil, yolu yapılıp “denize sıfır havuzlu(!)” villalarca keşfedilmeden önce …

Eğer oralara giderseniz Assos’un sadece 6km. ötede olduğunu da unutmayın. Barları, ilginç sokakları ve iyi restoranları ile enteresan bir yer Assos. Merkezi olan İskele mevkii ise minik bir koy. Tüm binalar eski antrepolardan bozma olduğundan kendine özgü bir mimarisi var. Burada konaklamak isterseniz Çinili odalar ve kırlangıç sesleri ile bezeli Nazlıhan Hotel’i öneriyorum. Otelin genel havası çok farklı; özellikle de balıkları gerçekten nefis. Parası bol olan için Nazlıhan’ın sahibi Hilmi Selimoğlu’nun Kadırga koyunda da dört yıldız bir tatil köyü de var. (Hilmi bey seçkin bir festival olan Assos festivalinin de ana sponsoru olacak kadar paranın gerçek(!) değerini çözmüş biri. Kendisini olmasa bile sponsorluk kurumunu yakından tanıdığımızdan belirtmeden geçemedim).

Bir mini safari sonrası, çadır atıp ufaktan Robinson takılmak isteyenler için çok hoş bir fırsat...

Haydi... basın gidin yolların ve sınırların üzerinden;

Kim ölmüş ki yaşamaktan?

Elvin Azar
Sat Jul 5, 2003 fotoGezi