Bu sözü ilk kez Ankara Üniversitesinde genç bir tıp öğrencisiyken işitmiştim.
Doğru bir söz mü ?
Ölümün bir zamanı, yaşı var mı?
Mesela şu soruyu sorun kendinize ve yanıtlayın.
“Ne kadar uzun yaşamak istersiniz?”
Yakın zamana kadar tıpta en önemli olan hastaların “her şeye rağmen yaşam süresini uzatmak” idi. Ancak son yıllarda yaşam kalitesi, hastaların/hasta yakınlarının istekleri gibi kimi konular yaşam süreleri kadar önemli bir hale geldi.
Daha uzun bir yaşam ama ne pahasına ?
Karen Ann Quinlan, ABD’de 1976 yılında henüz 22 yaşındayken aşırı dozda uyku ilacı ve alkol alımı sonucunda komaya girdi. İki kez solunumu durdu. Onu aceleyle hastaneye yetiştirdiler. Yoğun bakım koşullarında hekimlerin olağanüstü çabalarıyla yaşamayı sürdürdü. Karen Ann Quinlan’ın ailesi “kızlarının yaşamının sonlandırılmasını” talep ettiler ancak zavallı kızcağız 1976-1984 yılları arasında zatürreden ölene kadar solunum cihazlarının desteği ile bitkisel hayatta yaşamaya devam etti. Bu durum belki de “ne pahasına olursa olsun yaşatmak” konusunun en ciddi biçimde tartışıldığı ilk örnekti.
Hilda Hunt 70 yaşında Himalayalar’a tırmanmış, yaşamın her saniyesinden büyük zevk alan bir yaşam tutkunuydu. Parkinson hastalığına yakalandıktan sonra 91 yaşında “ötenazi” uygulayarak yaşamına son verdi.
Hilda Hunt’un söylediklerini dikkate almak gerekir.
“Geçtiğimiz yüzyılda doğum planlamasını öğrendik, bu yüzyılda da ölümü planlamayı öğrenmeliyiz”.
Tıpkı Roma’nın ünlü filozofu Seneca’nın yıllar önce dediği gibi belki de...
“Bineceğim gemiyi, oturacağım evi nasıl seçebiliyorsam ölümümü de seçebilmeliyim”.
Aslında günümüzde hele de ülkemizde bu konunun sadece hekimler arasında tartışılması yeterli değil. Konunun dini inanışlar, yaşam tercihleri ve hukuki süreçler ile çok yakın ilişkisi var.
Peki çaresiz durumlarda, hasta acı çekiyor ve yaşam kalitesi tamamen bozulmuş ise insan yaşamı tıbbi olarak sonlandırılmalı mıdır?
Yanıt basitçe “hayır”.
Ama sadece tek sözcükle “hayır” demek yetersiz.
Dünya Tabipler Birliği Venedik Bildirgesi (1983), hekimlerin “ötenazi” konusundaki duruşunu net olarak ortaya koyuyor.
Bildirgenin ilk iki maddesi hekimin asıl görevinin hastayı iyileştirmek ve acılarını dindirmek olduğunun ve iyileşmeyeceği bilinen bir hastalık durumunda bile bu ilkenin değişmeyeceğinin altını çiziyor.
1997 yılında “İnsan Hakları ve Biyotıp Sözleşmesi” bir başka konuya dikkati çekiyor. “Tıbbi müdahale sırasında isteğini açıklayamayacak kadar hasta olan birinin söz konusu tıbbi müdahale konusunda daha önce açıkladığı istekleri göz önüne alınmalıdır.”
Ne demek bu?
Hasta önceden tıbbi müdahale istemiyorsa yapmayalım mı?
Bu soruyu “evet, yapmayalım” diye yanıtlayan bir hekim olabilir mi?
Son yıllardaki eğilim tedaviyi sonlandırmak değil ama “tedaviyi esirgemek” noktasındadır.
Bu durum belki de en iyi şöyle özetlenebilir.
“Kabul edilebilir bir yaşam kalitesine dönüş için makul bir beklenti olmadığında ölüm sürecini uzatmaktan kaçınma arzusu...” (Dr. Aslıhan Akpınar sunumundan, H.Ü.T.F, Tıp Tarihi ve Etik ABD)
Konu öylesine karmaşık ve yanıtsız sorularla dolu ki.
İnancım; her ölüm erken ölümdür biraz, belki de yaşam sonu kararları hekimleri hiç ilgilendirmez. Bir hekim için yaşatma içgüdüsü tek belirleyici olandır.
Yanılıyor muyum?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder