AVCILIK VE TOPLAYICILIKTAN İLK ÜRETİME GEÇİŞİlk insan topluluklarının yaşam düzenleri, avlanma ve yenilebilir bitkilerin derlenmesine dayanıyordu. Bunların barındıkları yerler de, mağaralar ve doğal etkilerden az da olsa korunmuş olan kaya sığınaklarıdır. Bu bakımdan, insanlar daha bereketli avlanma alanları buldukları zaman, oralara kolayca göç edebiliyor ve yer değiştirebiliyorlardı. Belirli bir mekân veya konutla yaşam alanları sınırlandırılmış değildi.
Bu insanların bıraktıkları maddi kültür belgeleri, yani onlardan günümüze kadar gelebilmiş kalıntılar, genellikle, çakmak taşlarının yontulması ile biçimlendirilmiş baltalar, kesiciler, deliciler ve kazıcılar gibi aletler olduğundan, yarattıkları kültüre Eski Taş Devri anlamına gelen Paleolitik Çağ adı verilmektedir. Diğer yandan, yaşam biçimlerinin henüz besin üretimi aşamasına erişmemiş olmasından hareketle, bu kültür evresine Toplayıcılık ve Avcılık Dönemi adı da verilmektedir.
Besinlerini üretmemelerine karşılık, bu insanların yaratıcı güçten yoksun oldukları söylenemez. Yaptıkları taş aletlerin yukarıda saydığımız işlevlere uygun biçimlerde işlenmesi, Afrika’da, İspanya’da Fransa’da ve yeni yapılan araştırmalara göre de, Anadolu’daki mağaralarda (Antalya’da Beldibi, Adıyaman’da Palanlı Mağaralarında) görülen boyalı resimler, insan düşüncesinin daha bu devirde olgun bir düzeye eriştiğini kanıtlamaktatadır.
Anadolu’da bu çağ, özellikle, Antalya yakınındaki Karain mağarası ile yine aynı yöredeki Beldibi, Belbaşı, Öküzini, Kumbucağı mağaraları ve Alanya’daki Kadıini, Isparta’taki Kapalıin ve Hatay-Samandağ’daki Mağaracık Mağaralarında yapılan araştırmalarla aydınlanmıştır.
Yontma Taş Devri anlamındaki Epipaleolitik Çağ’da da insanların yine taş aletler kullandıkları, ancak besin üretimine geçmemekle beraber toplayıcılık ve avcılıkta daha yoğun faaliyet gösterdikleri anlaşılmaktadır. Bu çağın da Anadolu’daki varlığı, yine Antalya dolaylarındaki mağaralarda bulunmuş olan belgelerden anlaşılmaktadır. Anadolu’nun çok değişik yörelerinde bulunmuş taş aletler Paleolitik çağ insanlarının burada yaşamış olduklarını kanıtlar.
Yaşam biçimdeki en köklü değişme kuşkusuz insanların besin üretimine Geçmeleri ile meydana gelmiştir. Yabani tahıl türlerinden elde edilen tohumların ekilmesi ile başlayan ve giderek gelişen tarıma paralel olarak bazı hayvanların evcilleştirilmesi sonucunda insanlar besinlerini ürettikleri topraklara bağlanmaya mecbur kalmışlar, ve böylece göçebelik devri sona ermiştir. Tarım toprakları daha çok ovada bulunduğundan, mağara ve kaya sığınaklarında yaşayıp, uzak tarlalara gitmenin zorluğu hemen anlaşılmış, bu ihtiyaç konut yapımı gereğini ortaya çıkarmış. Gerek besinlerin üretilmesi, gerek ilk yerleşik köy toplumlarının oluşması, insanlık tarihinde yeni bir çağın başlangıcıdır.
Yeni Taş Devri anlamına gelen Neolitik Çağ, bu yüzden bir devrim olarak nitelenmektedir. Ön Asya’nın çeşitli yerlerinde, Ürdün’de, İran’da, Irak’da yapılan kazılarda yerleşik düzende yaşayan tarım topluluklarının varlığı meydana çıkarılmıştır. 40 yıl kadar önce, 1961 yılında Konya’nın 50 km. Kadar güneydoğusunda, 600 m. uzunluığunda, 350 m. genişliğinde ve bugünkü ova düzeyinden 17 m. yükseklikteki Çatalhöyük’te bilinen en büyük Neolitik yerleşmenin kazısına başlandı. Çatalhöyük kazısı henüz bitmemiştir. Şimdiye kadar saptanan 14 yerleşim katı Radyokarbon ya da Karbon Ondört (C14) Metodu ile yapılan tarihlemeye göre M.Ö. 6250-5400 yılları arasına konmaktadır. Son zamanlarda eskiye oranla daha da geliştirilen Dendrokronoloji, yani ağaç halkalar yardımıyla tarihleme metoduna dayanarak, bu tarihler bin yıl daha geriye kaydırılmış ve Çatalhöyük’ün M.Ö. 7100-6300 yılları arasında yerleşime sahne olduğu ileri sürülmüştür. Saptanan yerleşim kesin tarihlerini belirlemek güçtür. Ancak bunların yaklaşık ellişer yıl sürdükleri kabul edilmektedir. Hemen hemen her kat, evlerin yeniden yapılmasını gerektiren bir yangınla tahrip olmuştur. Böylece, Çatalhöyük insanları 900 yıl aynı yerde yaşamışlar ve kültürlerini sürdürmüşlerdir.
Çatalhöyük’deki bu Neolitik merkezin konumu da çok ilgi çekicidir. Toros Dağları’ndan Konya ovasına akan Çarşamba Çayı Çatalhöyüğü iki kısma ayırmaktadır. Konya Ovası yaklaşık M.Ö. 16000 yıllarına kadar çanak gölüydü. Bu bakımdan Çatalhöyük, eski göl alanındaki hayancılığa çok uygun otlaklar ile sulak ve verimli alüvyal tarım arazinin birleştiği bir kesindedir. Otlaklar ve bataklıklar Neolitik çağda doğu ve batıya, tuzlu batak arazi ise kuzeye doğru uzanmaktaydı. Buralarda aralarında aslanların da bulunduğu çeşitli yaban hayvanları yaşıyordu. Daha güneyde ve batıda ise, ormanlık bölge başlamaktaydı. Burada ise leoparlar, geyikler ve ayılar vardı. Daha önemlisi orman konutu yapımına gerekli ahşap malzemeyi sağlıyordu. Bugün ormanlar kaybolmuştur. Ovanın büyük bir kısmında ise tarım yapılmaktadır. Çatalhöyük tümüyle kazılmadığı halde, ortaya çıkarılan kesim bu Neolitik merkezdeki yerleşim ve yaşam hakkında ayrıntılı bilgi edinilmesine yeterli olmaktadır.
Çatalhöyük evleri bitişik olarak yapılmış ve dışa dönük yüzlerine pencere veya kapı açılmamıştır. Bu yüzden, yerleşim alanı aynı zamanda tümüyle bir savunma sistemi durumundaydı. Evler daima birbirinden daha yüksek yapılıyor, komşu evin çatısından uzatılan bir merdiven aracılığı ile eve düz dama açılan bir kapı ya da kapaktan girliyor. Pencereler hemen çatının altında bulunuyordu. Bütün bu düzenlemeler tüm kentin önceden düşünülmüş bir plana göre yapıldığını göstermektedir. Yapı malzemesi, alüvyon ovasının çok bol olarak sunduğu kerpiçtir. Evlerin dış yüzeyleri çamurla sıvanmıştır; içte ağaç dikmeler ve bunların üzerinde yatay hatıllar, üzeri toprakla kaplı düz çatıları desteklemekteydi. Dikey ağaçlar, genellikle ince olan duvarlara çatıyı taşımada böylece yardımcı oluyordu. Ancak, bu Neolitik merkezin daha geç katlarında ağaç dikmelerin yerini, belirli aralılarla konmuş olan, paye adını verdiğimiz dikdörtgen kesitli duvar çıkıntıları ya da başka bir deyimle yarım sütunlar almaktaydı.
İki ya da tek odalı yapıların içleri genellikle aynıdır. 25 m2’yi bulan tek odanın güneyinde giriş merdiveni ve ocak, fırın ve bir deponun yer aldığı mutfak kısmı bulunmaktadır. Yukarıda değilinen ağaç dikmeler doğu taraftadır. Odanın duvarlarına bitişik olarak yapılan sekiler, oturma ve yatma için kullanılan bir tür kerevet görevi yapmaktaydı. Ölüler de evlerin içine ve bu şekillerin altına gömülüyordu. Duvarlar boya ile panolara ayrılıyor, bunların içleri kırmızı boya ile boyanıyordu.
Bu evlerin içindeki eşyalar, bize Neolitik devrin teknoloji ve ekonomisi hakkında ayrıntılı bilgi vermemektedir. Çanak-çömlek en eski katta daha az kullanılmakteyken daha sonraları yaygınlaşmıştır. Burada hemen söylememiz gerekir ki, Neolitik çağda besin üretimine Geçilmiş olmasına rahmen, ilk başlarda pişmiş toprak kaplar yapılaması bilinmiyordu. Bu nedenle, Neolitik Çağ’ın bir evresi de çanak çömleksiz bir dönemdir ve Anadolu’da birkaç Neolitik merkezde bu evre saptanmıştır. Çatalhöyük’de kapların yapımında sadece kil kullanılmıyordu; geniş kaplar, çeşitli büyüklüklerde kaseler ve kapaklı kutular tahtadan yapılmaktaydı. Tahıl samanından veya bataklık sazlarında yer hasırları örüldüğü gibi kapaklı sepetlerde üretiliyordu. Kemiklerden ise, bız, iğne, kaşık ya da çeşitli çeşitli aletlere sap yapmakta kullanılıyordu. Aletler ve silahlar, genellikle, kalın şişe camını andıran obsidyen adını verdiğimiz siyah renkli ve volkanik camdan ve çakmaktaşından yapılıyordu. Obsidyenin çok geniş bir kullanımı olmasına karşılık, çakmaktaşı sadece, tören hançerleri gibi, özel aletlerin yammadde olarak işe yarıyordu. Ok ve mızrak uçları, her çeşit bıçak ve orakların maddesi ise obsidyen idi. Bundan, dünya da bildiğimiz ilk aynalarda yapılmıştı. Bu aynalar yanlız süslenme amacıyla değil, fakat herhalde büyü ve tapınma için de kullanılıyordu.
Çatalhöyük en eski dokuma ürünlerinin de bulunduğu yerdir. Kömürleşmiş kumaş kalıntılarından, bunların, bitki liflerinden ya da yün ve hayvan kılı karışımından dokunmuş olduğu anlaşılmıştır. Diğer yandan, hayvan postları, kürk ve derilerden de giysi olarak yararlanılmıştır. Kadın giysileri omuzda iğne ile tutturuluyor, erkek giysilerinde ise kemer veya kemik iğnelerle kumaşların kaymaması sağlanıyordu.
Süs eşyası olarak boncuklar kullanılmıştı. Törenlerde ise, leopar derisi giyildiği duvar fresklerinde görülmektedir. Maden işçiliğinin ilk örnekleri de Çatalhöyük’te ortaya çıkarılmıştır. Kurşun ve bakırdan yapılmış bazı boncuk ve iğne gibi küçük eşyalar metalujinin ilk örnekleridir. Diğer yandan Çatalhöyük’deki aşağıda sözünü edeceğimiz duvar resimlerini yapmak için kullanılan boyaların üretilmesinde de çeşitli minerallerin gerekli olduğu düşünülürse Neolitik çağda dahi insanların bazı maddeleri işleyebilme düzeyine eriştiklerini söylemek mümkündür. Yanlız Çatalhöyük’de değil, Diyarbakı’ın Ergani ilçesinin 7 km. güneybatısında bulunan Çayönü Tepesi’nden de bakır ve mahalit’den dövülerek yapılmış bız parçaları, telden dövülmüş iğneler, boncuklar ve ufak kürecikler Neolitik çağda başka yerlerde de insanların maden kullanmaya Geçmiş olduklarını kanıtlamaktadır. Ancak, bu madden kullanımı yaygın değildir ve çok ilkel olduğu anlaşılan yöntemlerle (ısıtma ve dövme) yapılmaktadır.
Çatalhöyüğün, Anadolu’dan hatta komşu ülkelerden soyutlanmış bir kültür olmadığı, Neolitik çağda dahi gelişkin bir ticaret yaşamının var olduğu, bulunan çeşitli eşyadan anlaşılmaktadır. Örneğin, Akdeniz kökenli bazı deniz hayvanı kabukları, Ergani maddeninden gelen bakır, Toroslar’dan çıkarılan kurşun, Suriye’den getirilen tablasal çakma taşı, İç anadolu’da bulunan türkuvaz benzeri apatit taşı, uzak ve yakın çeşitli merkezler arasında gelişkin bir ticaret ağının kurulmuş olduğunu vurgulamaktadır. Evlerden bazıları, tapınak oalrak düzenlenmiştir. Bunlar, plan ve iç bölümleme bakımından diğer evlerden farklı değildir. Buralarda rahip ya da rahibelerin aileleri ile birlikte oturmaktaydılar. Ancak, farklı olan şey, duvarlardaki resimler ve dinsel içerikli kabartmalar ile heykelçikler ve konulmşu mezarlardır. Heykelciklerde çoğunlukla kadınlar tasfir edilmiştir, erkek tasvirleri azdır. Bunlarda her yaş grubu temsil edilmektedir. Figürinler arasında genç kızlar ve erkeklerle yaşlı kadınlar ve erişkin erkekler, insanlarla hayvanların bir arada tasvirlerine de rastlanmaktadır. Doğuran veya doğurganlığı vurgulanmış, iki yanına konmuş leoparların başlarına yaslanmış bir tanrıça ile çift başlı bir kadın figürini dikkati çeken örneklerdendir. Kabartmalar iki tiptedir. Yüksek kabartmalar ve tam plastik olarak işlenmiş hayvan başları. Kabartmalarda genel olarak kollarını ve bacaklarını iki yana açmış olarak gösterilen kadınlar tasvir edilmiştir. Kabartmalarda erkek figurlerine rastlanmamakla birlikte, bunların yerini yine plastik olarak işlenmiş boğa başlarının tuttuğuna inanılmaktadır. Bu boğa başlarının boynuzları gerçek hayvan boynuzları ile yapılmıştır. Tüm olarak tasvir edilen tek hayvan leopardır. Duvar resimleri konu bakımından büyük bir değişkenlik göstermektedir. Bazıları sadece tek renkli kırmızı panolardan ibaretken, diğerleri geometrik tekstil motifleri ile bezenmiştir. Ayrıca, ev biçimli bezemeler dikkati çekmektedir. Diğer yandan bazı duvar resimleri konuludur. Bir tanesinde bir kentin arkasında bulunan bir yanardağın indifa etmesi tasvir edilmiştir. Bir kaçı ise ölümle ilgili sahneleri içermektedir. Böylelerinde, başsız cesetleri gagalayan abartılmış büyüklükteki akbabalar; bir akbabayı elinde sapan taşıyla, parçalamaya çalıştığı cesetten uzaklaştırmaya uğraşan bir insan veya kanlı başlarını taşıyan bir adam gibi, dehşet verici konular canlandırılmıştır. Bir resimde, saz ve hasırlardan yapılmış bir yapının altında insan başları ve insan bedenine ait parçalar tasvir edilmiştir. Birkaç duvar resmi ise hayvanların tuzağa düşürülerek yakalanmasını konu almıştır. İlgi çekici olan taraf bu hayvanların yakalanmaya çalışılması fakat avlanmamasıdır. Tasvir edilen hayvanlar boğalar, yaban geyikleri, yaban domuzları, arslanlar ve ayılardır. Duvar resimleri beyaz badanalanmış ve perdahlanarak parlatılmış bir zemin üzerine yağ ile karıştırılarak elde edilen ve genellikle maden köklü olan, kırmızı, sarı ve siyah renkli doğal boyalarla yapılmışıtr. Resimler, üzerlerine tekrara badana çekilmek suretiyle yenileniyor, bazı sahneler aynen tekrarlandığı gibi, bazılarıda konu değişikliklerine uğruyordu. Bazı duvar resimlerinin yüz kez yapılıp bozulduğu üzerlerindeki ince boya tabakalarından anlaşılmaktadır. Kabartmalar ise saman topakları, tahta veya çamur üzerine ince kil ile yapılmışıtr.
Çatalhöyük insanları bilinmeyen bir nedenle, hafire göre M.Ö. 6300, genellikle kabul edilen tarihlemeye göre ise M.Ö. 5700-5600 yıllarında Çarşamba Çayı’nın diğer kıyısındaki Batı Çatalhöyük’e Geçmişlerdir. Hemen hemen aynı tarihlerde, Çatalhöyük’den yaklaşık 300 km. batıda Burdur’un 26 km. güneybatısında bulunan Hacılar Höyüğü’nde saptanan Genç Neolitik evrede de bir tahribat görülmektedir. Bu devreden sonra Anadolu tarihöncesinde yeni bir dönem, kelime anlamıyla Bakır-taş olan Kalkolitik çağ başlamaktadır. Anadolu’daki Neolitik merkezler, sadece bu adı Geçenlerden ibaret değildir. Tarsus’ta, Mersin’de, Hatay Amuk Ovası’ndaki çeşitli höyüklerde, Göller Bölgesi’nde (Erbaba, Suberde) ve İç Anadolu’da (Aşıklı Höyük, Canhasan) bu çağa ait yerleşmeler bulunmaktadır.
NEOLİTİK’DEN KALKOLİTİK ÇAĞA GEÇİŞ1957-60 yılları arasında arasında kazılan Hacılar’da başlıca 3 kültür saptanabilmiştir. Bunların en yenisi İlk Kalkolitik devre ait ikincisi Çanak Çömlekli Neolitik, en eskisi ise Çanak Çömleksiz Neolitik kültüre aittir.
Hacılar’ın Çanak Çömlekli Neolitik yerleşmesiyle Çatalhöyük Neolitik’i arasında mimari yönden göze başlıca ayrılık Hacı’larda evlere kaplılardan değil, doğrudan doğruya bir avluya açılan geniş kapılardan girilmesidir. Evler arasında bulunan dar sokaklar da, kent dokusu içinde ilk defa burada görülmeye başlar. Avcılığın, tarımın öncelik kazanması sonucu etkilendiğini kaybetmesiyle Kalkolitik toplum yaşamında bazı değişimler ortaya çıkmıştır. Örneğin, Çanak Çömleksiz Neolitik sonlarında azalmaya başlayan avlanma ile ilgili büyük duvar resimleri yapılmaz olmuş, erkek tasvirleri azalarak, bereketlilik simgesi olan kadın figürleri artmış ve yaygınlaşmıştır. Çatalhöyük ve Hacılar’daki tapınaklar artık yoktur. Çakmaktaşı aletlerin yapımı herhalde gittikçe daha çok kullanılan bakır karşısında gerilemiştir. Hacılar’da ölüler evlerin içine değil de yerleşme dışındaki mezarlıklara gömülmeye başlanmıştır.
Dini tasvirler eski geleneklere göre sürmektir. Erkek figürleri çok azalmakla beraber yine çocuklar ya da leoparlarla birlikte gösterilen tanrıça heykelleri sanat eserleri repertuarında önemli bir yer tutmaktadır. Bunlarda kullanılan malzeme içinde kil, taşa göre ağırlık kazanmıştır. Resim sanatı da, duvarlara değil, boya bezekli pişmiş toprak kaplara çoğu kez geometrik motifler biçiminde uygulanmaktadır. Hacılar İlk Kalkolitik çağı keramiği, gerek biçim gerek bezeme yönünden aşılamaz bir düzeye ulaşmıştır. İlk Kalkolitik çağın sonlarına doğru Hacılar büyük bir yıkıma uğramış, yeni gelenler burada bir savunma sistemi yapmışlar, fakat bu yerleşme de düşman saldırısı sonunda tümüyle ortdan kalkarak höyük terk edilmiştir. Ancak, Mersin ve yine Konya Bölgesindeki Can Hasan gibi yerleşmelerde bir Orta Kalkolitik Çağ (yaklaşık M.Ö. 4750-4000) gelişmesini sürdürmüştür. Çok renkli bezemeli, ince keramiğin ortaya çıkışı bu çağın özelliğidir. Pişmiş toprak figürin ve heykelciklerin yapımında bu çağda bir azalma olduğu gözlenmektedir. Bunun nedeni, belki de levha haline dönüşmüş bakırdan yapılma figürinlerin artık tercih edilmesidir. Balkanlar’da bu tip figürinler ele geçmesine rağmen Anadolu’da böyle eşyanın en çok çıktığı mezarlıklar (bu devre ait) henüz bulunmadığı için bu varsayımı doğruladığını kesinlikle iddia etmek mümkün olmamaktadır. Son Kalkolitik çağı (M.Ö. 4000-3000) en iyi biçimde yansıtan merkez Denizli-Çivril yakınındaki, Büyük Menderes’in kaynağında bulunan Beycesultan’dır. Hiç kesintisiz bir yerleşmeye sahne olan bu höyükte 40 tabaka saptanmıştır.
Bunlardan en eskisi 20 kat Son Kalkolitik Çağa tarihlenmektedir.
Bu çağdaki yerleşim merkezleri, İstanbul’da Fikirtepe’den, Samsun’da İkiztepe, Çanakkale Bölgesindeki Kumtepe’den İç Anadolu’daki Büyük Güllücek’e, Göller Bölgesi’ndeki Kuruçay’dan, Amuk Ovası’na ve Doğu Anadolu’ya kadar yayılan, geniş bir dağılım gösterirler.
Beycesultan’a yerleşen insanların göçebe olmadıkları, tarım ve hayvancılığı bildikleri, dokuma üretiminde usta oldukları kurdukları ilk yerleşmede çıkan buluntulardan anlaşılmaktadır. Buradaki başka bir belge de, erken devirlere ait katlardan birinde çıkan bir madeni eşya topluluğudur. Bir çömlek içine konmuş bu eşyalar, bir hançer parçası, bir orak, iki bız, üç iğne, birkaç parça dövülmüş bakır ile bir gümüş yüzükten meydana gelen bir koleksiyon oluşturmaktadır. O zamanın değerli bir madeni olan bakırın, böyle gündelik yaşamında kullanılabilen eşyaların yapımına harcanabilmiş olması, bu madenin eskiye oranla daha bol bulunabildiğini kanıtlamaktadır.
Bu çağın yapıları, genellikle, içlerinde ocakları ve tahıl depolama yerleri bulunan, bazılarında seki veya platformlar yapılmış dikdörtgen planlı, tek odalı, kerpiç evlerdir. Evlerin bazılarına binanın dar kenarında bulunan bir sundurmadan geçirilerek girildiği dikkati çekmektedir. Bu ev planı daha sonraki çağlarda özellikle Batı Anadolu’da ve Ege dünyasında megaron olarak nitelenen yapılarda uygulanmıştır. Evlerin döşemelerinin altında kaba çömlekler içine konmuş çocuk iskeletleri bulunmasına karşılık, erişkin insanlara ait mezarlara rastlanmaması mezarlıkların yerleşme dışında olması gerektiğine işaret etmektedir. Dinsel görüşler hakkında bilgi verecek fazla malzeme yoktur. Özel olarak yapılmış tapınaklar Son Kalkolitik Çağ’a ait yerleşme katlarında bulunmamıştır. Ancak, çağın sonlarında, stilize gölgeli daire biçimli başlı, mermer bir idol tipi ortaya çıkmaktadır. Keramik, eski devrelerden çok farkıdır. Bu çağın ağır ve kaba çanak-çömleği ile örneğin Hacılar’ın üstün bir beğeni anlayışı ile bezenmiş boyalı keramiği arasındaki ayrılık, her iki çağın apayrı geleneklere sahip olduğunu açıkça göstermektedir.
ESKİ TUNÇ ÇAĞI Anadolu’da madenciliğin yaygınlaşması, önce de değindiğimiz gibi, daha çok eskilerden beri madenlerin, özellikle bakırın, az da olsa kullanılmasından kaynaklanan uzun bir sürecin sonucudur. Gelişimini ilk, orta, son olarak üç döneme böldüğümüz Tunç çağlarının 1000 yılı aşkın bir süreyi kapsayan ilk, dönemin ancak son evresin tunç eşya ilk kez gerçekten çoğalmıştır. Bakır eşya hep yeniden eritilerek tekrar tekrar kullanıldığı için, arkeologlar, armağan olarak mezarlara konmuş veya yangın gibi bir felaketle tahrip edilmiş bir yapıda bırakılmak zorunda kalınmış değilse, bakır eşyaya çok sık rastlamazlar. Bu bakımdan, İlk Tunç Çağı’nın ilk iki evresinde madenciliğin önem kazanmış olduğu, ele geçen tunç eşyanın sayısının fazla oluşundan çok, taş aletlerin ortadan kalkmış olmasından ve bu çağların parlak perdahlı yüzleri, madeni kulpların benzeri kulpların, keskin omurgaları, akıtacaklarındaki sert kıvrımlar ve üzerlerindeki oluk ve yiv biçimindeki bezemeleriyle açıkça madeni kapları taklit eden çanak-çömleğinden anlaşılmaktadır.
İlk Tunç Çağ’ı, genellikle M.Ö. 3000-2000 yılları arasına tarihlenir. Bu 1000 yıl içinde yeşermiş bütün kültürlerin aynı özellikleri paylaşması beklenemez. Bu çağın yerleşmeleri güneydoğuda İslahiye Bölgesi, Çukurova ve Amuk, Ovası’nda, batıda Troia ve çevresinde, güneyde Elmalı yakınındaki Semayük’te, Konya yakınındaki Karahöyük ve aynı yöredeki diğer höyüklerde, İç anadolu’da Karaoğlan, Etiyokoşu, Ahlatlıbel, Polatlı, Bitik, Gordion, Koçumbeli, Yazırhöyük, Büyük Güllücek, Alişar, Alacahöyük, Kültepe, Hashöyük, Acem Höyük’te, Doğu Anadolu’da Malatya dolaylarında, Elazığ bölgesinde, Erzurum’daki Karaz, Pulur ve Güzelova’da ve Kuzey Anadolu’da Samsun-sinop dolaylarında görülmektedir. Fakat metalurji alanındaki büyük gelişmeler, özellikle İç Anadolu’nun kuzey kesiminde ortaya çıkarılan buluntular yardımıyla kanıtlanmaktadır.
Alacahöyük’deki mezarlarda bulunmuş olan ve artık herkes tarafından tanınan güneş kursları, Dağ keçileri, Boğalar ve sistrum adını verdiğimiz çıngıraklar bu çağın eserleridir. Dikdörtgen biçimli, üstleri ağaç veya taşlarla kapatılmış mezar odalarında gömü armağanı olarak böyle değerli eşyanın çok sayıda bulunması, bu mezarların yönetici sınıfa ait kişilerin gömüldüğü yerler olduğunda kuşku bırakmamaktadır. O devirdeki yöneticilerin zenginliği başka merkezlerdeki mimari kalıntılarla da doğrulanmaktadır. Mersin ve Troia’da bu çağa ait tahkimatlı yapılar meydana çıkarılmıştır. Özellikle, ilk kazıların üstünden bir yüzyılı aşkın zaman geçmesine rağmen henüz gerçekten Homeros’un Troia’sı olup olmadığı tartışılan, fakat artık hep bu adla anılan Çanakkale bölgesindeki Hisarlık Höyüğü’nün İkinci katında, yani Troia II’de bulunan, etrafı kalın surlarla çevrilmiş bir alanın ortasındaki dikdörtgen planlı, içlerine dar taraflardaki, bir verandadan geçilerek girilen ve megaron adı ile arkeoloji literatürüne girmiş yapılar, yöneticilere ait saray ya da saray kompleksi olarak nitelenmektedir. Troia’nın 45 m. uzunlukta ve 13 m. genişlikte olan bu sarayına karşılık, halkın evleri, Mersin’de ya da Lesbos Adasında Thermi’de yapılan kazıların gösterdiği gibi, çok daha basit ve mütevazi ölçülerdedir.
Bu çağın dinsel yapıları Beycesultan’ın bu döneme tarihlenen katlarında gün ışığına çıkarılmıştır. Tapınak olarak kullanılan mekanlarda genellikle bir tanrı ve bir tanrıçadan oluşan bir kutsal çifti simgeleyen figürler ve bunların önüne sunulacak kurbanlar için kaplar bulunmaktadır. Ayrıca, kutsal mekanın dışında, herhalde tanrılara sunulan kurban ekmeklerinin hazırlanması için ocaklar da vardır. Tapınakların bazılarında Çatalhöyükteki gibi stilize boynuz çıkıntılar ile boğa başını simgeleyen sunaklar dikkati çekmektedir. İlk Bronz Çağı Anadolu kültürleri gerek kendilerinden önceki, gerek sonraki çağlarda olduğu kadar komşu coğrafi mekanlarla da bir bağlantı içindedir. Neolitik Çatalhöyük’den tanınan kutsal hayvan boğa, Beycesultan sunaklarında ve Alacahöyük standartlarında sürdüğü gibi, Hitit tanrılar topluluğunun başındaki fırtına tanrısının da kutsal olarak önemini korumuştur. Hatti ve sonra Hitit dinsel inançlarının birçoğunun köklerinin Neolitik çağa kadar gittiğini tahmin etmek güç değilir. Anadolu bu çağda keramik biçimleri, ev türleri ve yapı teknikleri ile dinsel semboller bakımından, bir yandan Ege dünyası ve balkanlar ile ilişkili görünürken, diğer yandan yukarıda sözünü ettiğimiz madencilik eserleri açısından Kafkasya ile bağıntısını açıkça belli etmektir. Kafkasya’nın Kuban bölgesindeki Maikop’ta Kurgan adı verilen mezarlarda bulunan madeni eşya ile İç Anadolu’nun kuzey kesimindeki Alacahöyük ya da Horoztepe gibi merkezlerde gün ışığına çıkarılan madeni eşyalar arasındaki benzerlik, metalurji alanında gelişkin bir ustalık düzeyine ulaşmış bir toplumun Kafkasya’dan Anadolu’ya yayılmış olmasıyla açıklanmak istenmektedir. Gerçekten de, bu eserlerin yaratıcıları genellikle kabul edildiği gibi Anadolu’nun yerli halkı olan Hattiler’midir, yoksa halk Hattili’dir de, bu madencilik bilgisini getirenler Alaca mezarlarının sahipleri olan yönetici sınıftan kişiler Hitiler’in öncüleri ve onlarla aynı soydan olan Hint-Avrupa kökenli insanlarmıdır? Yoksa, bütün benzerlikler Neolitik çağdan beri var olan bölgeler arası ticaret nedeniyle oluşna kültürel etkileşmenin sonucumudur? Henüz bunların cevabını kesinlikle veremiyoruz, ama bilinen bir gerçek şudur ki, tarihöncesi Anadolusu insanlığın gelişiminde saptanabilen aşamaları yaşamış şanslı bir toprak parçasıdır.
İlk bronz Çağı’ndan sonra Anadolu, önce Protohistorik sonradan Historik çağlarına başlamış ve maddi kültür belgelerinin yanında bundan sonra yazılı belgeler de yer almıştır.